Britanya’yı Avrupa Birliği (AB)’nden çıkarmak için yüzde 51,9’a karşı yüzde 48,1 gibi az bir farkla elde edilen çoğunluk oyu, bilhassa eğer yeni Başbakan sıfatıyla Theresa May esefle “Brexit’in hakikaten Brexit demek olduğu”nda ısrar ederse, Britanya emperyalizminin seyri açısından tarihsel sonuçlar doğuracaktır. Ancak, AB referandumu oylamasının üzerinden bir aydan fazla zaman geçtikten sonra Brexit’in gerçekte ne anlama geldiği belirsizliğini korurken, Cameron hükümetinin de Brexitçi kampın da bununla baş etmek için ellerinde hemen hemen hiçbir olağanüstü hal planlaması bulunmadığı fazlasıyla açık hale gelmiş durumda. Referandum sonucunun ilan edilmesinden sonra, Leave (Ayrılma) kampanyasının lideri Boris Johnson, kampanyanın bu tümüyle beklenmedik sonucu karşısında hayli ürkmüş vaziyette, AB ile çıkış müzakerelerini başlatmak için “aceleye gerek olmadığını” beyan etti. May de, AB Anayasası’nın, AB ile resmi çıkış müzakerelerini başlatmanın ön şartını teşkil eden 50. maddesini bu yıl içerisinde işletmeyeceğini açıkça ifade etti.[1]
Referandumdan önce IMF, Britanya halkının AB’den ayrılma yönünde oy kullanması durumunda Britanya ekonomisinin durumunun ne olacağı hakkında iç karartıcı bir senaryo hazırlamıştı. Senaryoda Britanya ekonomisine “olumsuz ve esaslı” bir darbe inmesi, gelirlerde sürekli azalış, finansal hizmet ve işlerin Londra’dan ve Birleşik Krallık’taki diğer finans merkezlerinden Frankfurt ve Paris gibi Avrupa şehirlerine kayması öngörülüyordu. Bu öngörü, takip eden ay ve yıllar içerisinde kesinlikle doğrulanmış gözükmektedir. Ayrılma oyunun hemen akabinde küresel hisse senedi piyasalarından 2 trilyon doların silinmesine tanık olundu, buna sterlinin dolar karşısında son 30 yıl içerisinde en düşük seviyeye inmesi eşlik etti. FTSE 100 endeksi de içlerinde olmak üzere bazı borsalar kısa sürede toparlandılarsa da, diğer ekonomik göstergeler ileride ciddi sorunların beklediğine işaret ediyordu. İngiltere Merkez Bankası Başkanı Mark Carney, bankacılık sektörü üzerindeki düzenlemeleri gevşetmek suretiyle 150 milyar sterlin tutarında ilave krediyi serbest bırakarak, piyasaları sakinleştirmek için adımlar attı. Halihazırda zaten rekor seviyede düşük olan faiz oranlarını daha da düşürmeyi değerlendireceğini ve elinde hâlâ işe yarar hangi para politikası aracı varsa onu Britanya ekonomisini desteklemek üzere kullanacağını beyan etti.
İleride bekleyen riskler
Referandum sonucunun ortaya çıkmasından kısa bir süre sonra, Standard & Poor’s Britanya’nın AAA olan kredi notunu kaldıran son büyük derecelendirme kuruluşu oldu ve ülkenin şimdi yüz yüze bulunduğu ekonomik, mali ve anayasal risklere dair bir uyarı mahiyetinde notu iki kerte aşağıya düşürerek AA’ya indirdi. Fitch de, 2013’te zaten AAA seviyesinden AA+’ya çekmiş olduğu Britanya’nın kredi notunu bu kez AA’ya indirerek onu takip etti.
Önümüzdeki günlerde Britanya’nın küresel nüfuzundaki azalmanın katı gerçekliği gözle görünür hale gelecektir. Avrupa Komisyonu’nda üst düzey bir Britanyalı yetkili olan ve referandumun ardından AB finansal hizmetler komisyonu üyeliğinden istifa eden Lord Hill, Financial Times gazetesine verdiği beyanatta, artık Britanya’nın avro bölgesinin hakimiyetindeki ve Franko-Cermen çıkarlarını yansıtan önceliklerle belirlenen Avrupa bankacılık kurallarına uymak zorunluluğuyla karşı karşıya bulunduğunu belirtti. Buna ilaveten, Britanya’da yerleşik bankaların, bir yandan AB’den kendi ülkelerine doğru emeğin serbest dolaşımını reddederken, diğer yandan AB sathında iş yapmak ve müşterilere hizmet vermek için kendilerine tanınmış olan “pasaport” haklarını muhafaza etmelerinin ihtimal dışı olduğunu ifade etti. Bu gerçeklik Londra’nın dünyanın önde gelen finans merkezlerinden biri olma statüsünün altını ciddi biçimde oyacaktır.
Banka hisselerinde Lloyds %21, Royal Bank of Scotland %18 ve Deutsche Bank %14 olmak üzere düşüş yaşandı. Euro Stoxx banka endeksi %17 düşerek en son 2012 Ağustos’undaki avro bölgesi borç krizinin en kötü noktasında görülen seviyelere indi. 26 Temmuz’da Lloyds, halkın değişen bankacılık alışkanlıklarına ve referandumda Brexit kararının çıkması sonucunda faiz oranlarının düşük kalmasına bağlı olarak 3.000 kişiyi daha işten çıkarttığını ve 200 şubesini daha kapattığını duyurdu.
Birleşik Krallık’taki yedi gayrimenkul fonu, AB referandumu sonucuna tepki olarak yatırımcılarının fonlarını çekmelerini durdurdu ve 2008 mali krizinden bu yana yatırım fonlarındaki en büyük blokajı gerçekleştirerek, toplam fonların yarısından fazlasını oluşturan 18 milyar sterlinden fazla tutarı dondurdu. Bu durum, fon yöneticileri para çekme taleplerini karşılamaya yetecek nakdi toplayıncaya kadar sürecek (Reuters). Ticari taşınmazların yaklaşık %45’lik kısmı denizaşırı yatırımcılar tarafından finanse ediliyor. Referandumu takip eden iki gün içerisinde borsada işlem gören Persimmon ve Taylor Wimpey hisse senetleri %40 değer kaybına uğrarken, inşaat firmalarının hisseleri yaklaşık 8 milyar sterlin –ki bu inşaat sektörü sermaye toplamının %37’sine denk geliyor- değer kaybetti. Londra merkezli emlak firması Foxtons da hisselerinin %25 oranında düştüğüne tanık oldu.
Brexit çok hızlı olmaz
Referandumda Brexit kararının çıkmasının neredeyse hemen ardından Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schultz, belirsizliğin ihtiyaç duyulanın tam aksi olduğunu belirterek AB’nin Britanya’nın mümkün olan en kısa sürede çıkmasını talep ettiği konusunda ısrarcı oldu. “Bütün bir kıtanın Muhafazakar Parti içerisindeki bir iç çekişme nedeniyle rehin alındığını” belirtti. Buna karşın Alman Şansölyesi Angela Merkel daha temkinli bir yaklaşım benimsedi ve Britanya’nın kararından üzüntü duyduğunu belirtirken, AB’nin bundan yeni ve daha derin bölünmeler yaratabilecek “hızlı ve basit sonuçlar” çıkarmaması gerektiğini ifade etti (The Guardian, 25 Haziran 2016). 20 Temmuz’da Berlin’de May ile bir araya geldiğinde de yaklaşımı buydu. Diğer Avrupalı liderlerden daha süratli bir çıkış konusunda gelen baskıya rağmen, Merkel May’in AB’yi resmen terk etme sürecini başlatmadan önce önümüzdeki yıla kadar beklemek yönündeki kararını destekledi. 50. maddeye müracaat edilmeksizin Britanya ile resmi müzakerelerin başlatılmasını yasaklayan AB kurallarına bağlı kaldığını vurgulayarak, Birleşik Krallık’ın pozisyonu hakkında bir karara varmadan önce onun ne istediğine kulak vereceğini belirtti. (The Guardian, 20 Temmuz 2016).
Brexit oylaması İskoçya ve Kuzey İrlanda ile ilgili çetin anayasal meseleler yarattı. İskoçya’da halk %62’ye karşı %38 oranında kararlı biçimde AB’de kalmak yönünde oy kullandı. İskoçya bölgesel başbakanı Nicola Sturgeon, her ne kadar İskoçya’yı AB’den çıkarma yönündeki bir anlaşmayı veto etme yetkisi bulunmasa da, İskoçya’nın AB üyeliğinin sürdürülmesinde uğranılacak herhangi bir başarısızlığın, hemen gelecek sene gibi yakın bir tarihte, bu kez başarıya ulaşabilecek ve Birleşik Krallık’ın geri kalanı için tedavisi güç anayasal sorunlar doğuracak ikinci bir bağımsızlık referandumunu kuvvetle muhtemel hale getirebileceğini belirtti. Kuzey İrlanda da kendisi ile İrlanda Cumhuriyeti arasındaki sınırdan öteye eşit derecede güç sorunlar yaratıyor. Kuzey İrlanda’nın mal ve hizmetlerinin %37’si (3,6 milyar sterlin) İrlanda’ya gidiyor. Kuzey İrlanda’nın %55,8’e karşı %44,2 ile AB’de kalma yönünde oy kullanmasının ardından Sinn Fein, Britanya hükümetinin “Kuzey İrlanda’nın ekonomik ve siyasi çıkarlarını kendisi temsil etmek için her tür vesayeti tahkim ettiğini” ileri sürdü. 25 Temmuz’da Belfast’a gerçekleştirdiği bir ziyarette May, Brexit’in İrlanda’da “geçmişin sınırlarının” yeniden inşa edilmesine yol açmayacağına dair söz verdi. Bize söyleyemediği ise sınırın bir kez AB’nin dış hududu haline geldikten sonra nasıl olup da şimdiki kadar açık olabileceği idi. Başbakan’ın AB’den ayrılmak için AB anayasasının 50. maddesini işletme konusunda büyük bir acele içerisinde olmaması sürpriz değil.
Brexit ve küresel kapitalizmin bitmeyen krizi
Devrimci Komünist Grup’un AB referandumunu boykot çağrısının merkezinde şu değerlendirme yer alıyordu: “Britanya kapitalizminin asalak karakteri, Britanya ekonomisini desteklemek için muazzam denizaşırı varlıklarından, özellikle de asalak bankacılık sektöründen elde ettiği gelirlere bağımlılığı, onun her türlü dış finansal veya siyasal şoklar karşısındaki savunmasızlığından başka, bağımsız bir emperyalist güç olarak ABD veya Avrupa emperyalizminin ekonomik ve politik meydan okumasına karşı koymaya artık muktedir olmadığını da göstermektedir.”[2] Bu tutum 2008/2009 finansal çöküşünden neredeyse iki yıl önce geliştirilmişti. O zaman demiştik ki: “Britanya egemen sınıfı er veya geç Avrupa ile ABD arasında bir seçim yapmak zorunda kalacağını bilmektedir. Egemen sınıf hangi tercihi yapmak zorunda bırakılırsa bırakılsın, City of London[3]‘un her türlü bağımsız rolü ciddi biçimde kırpılmış olacaktır.”[4] Finansal çöküş bu süreci hızlandırmıştır ve Brexit kararı bunun somut ifadelerinden biridir.
Küresel kapitalizmin bu bitmeyen krizinin payandasını durağan üretkenlik artışı oluşturmaktadır. Belli başlı kapitalist ülkelerde emek üretkenliğindeki artış, 20. yüzyılın son kısmında yılda %2 iken bugün %1’in de altına düşmüş durumdadır.[5] ABD’li araştırma merkezi Conference Board’un yakın tarihte yayınladığı rakamlar ABD’de çalışılan saat başına elde edilen çıktıdaki büyümenin 2014’te %0,5 iken, geçen sene % 0,3’ün biraz üzerinde seyredecek kadar yavaşlamış olduğunu, bunun da 1999’dan 2006’ya kadar olan dönemdeki % 2,4 seviyesinin çok altında olduğunu gösteriyor. Bu yıl %0,2’ye kadar düşmesi bekleniyor. Avro bölgesinde üretkenlik artışı, saat başına Gayrisafi Yurtiçi Hasıla üzerinden hesap edildiğinde, ehemmiyetsiz bir % 0,3 olarak sabitlendi. 1999’dan 2006’ya kadar, finansal çöküşten önce, avro bölgesinde çalışılan saat başına elde edilen çıktıdaki büyüme % 1,5 civarındaydı. Japonya’nın durgun ekonomisi bu yıl %0,4’e sabitlenmiş yetersiz bir üretkenlik artışı kaydediyor. Britanya’nın çalışılan saat başına elde ettiği çıktı 2007 ile 2013 arasında yıllık ortalama %0,2’lik bir artış oranına geriledi ve 2015’te yaşanan bir yalancı bahardan sonra, içinde bulunduğumuz yıl hiç büyüme kaydetmemesi bekleniyor (Financial Times, 26 Mayıs 2016). 2014 yılında Birleşik Krallık’taki üretkenlik, geri kalan belli başlı G7 üyesi kapitalist ülkelerin ortalamasının yüzde 20 puan altındaydı.
Bu derinleşen krizin bir diğer özelliği, ekonomik gelişmelerini canlandırmak için kredi vermeyi teşvik etme mücadelesi içerisinde olan emperyalist ülkelerde faiz oranlarının düşük seviyesidir. Bu hafta Fitch, günümüzde küresel piyasada negatif faiz oranlarına sahip hazine borçlanmalarının dikkat çekici bir tutar olan 11,7 trilyon dolar değerinde olduğunu hesapladı. Bu tutar sırf Haziran ayı içinde 1,3 trilyon dolar artış göstermiştir ve 2,6 trilyon dolarlık uzun vadeli (vadesi yedi yıldan uzun) borçlanma içermektedir. Normal kabul edilen, yani % 2’nin üzerinde bir getirisi olan hazine bonolarının değeri 2 trilyon dolardan ibaret. Bu negatif faizin çoğu Japonya ve avro bölgesine ait, fakat Birleşik Krallık’taki faiz oranı beklentileri de düşmekte (Financial Times, 1 Temmuz 2016). Yakın süre önce Royal Bank of Scotland (RBS) ve iştiraki NatWest, düşük faiz oranları nedeniyle para yatırmaları halinde yatırılan paradan komisyon kesmek zorunda kalabilecekleri konusunda ticari işletmeleri uyardı. Bu adım, eğer uygulanırsa, onları negatif faiz oranlarını uygulamaya alan, fiiliyatta para yatırandan komisyon kesen ilk Birleşik Krallık bankaları haline getirecektir. Diğer Britanya bankaları da, eğer faiz oranları sıfıra yaklaşırsa kendilerinin de aynını yapmayı değerlendireceklerini açıkladılar. Bu gelişmeler, belli başlı emperyalist ülkelerdeki sermaye birikiminin artan biçimde durgunlaşmasının (stagnasyon) sonucudur. Bu sonuç, gerek uluslar arasında gerekse ulusların kendi içlerinde gerilimlerin ve bölünmelerin artmasına yol açarken küreselleşmeyi de geri çekilmeye doğru itmektedir.
Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), ileri gelen kapitalist ekonomilerde korumacı tedbirlerin uygulamaya alınmasında bir artış bulunduğunu bildirmektedir. 2015 Ekim ortasından bu yılın Mayıs ayı ortasına dek G20 ülkeleri 2008 finansal krizinden bu yana en hızlı adımlarla 145 korumacı tedbiri, 21’in biraz altında bir aylık ortalamayla uygulamaya geçirmiş durumdaydılar. Bu eğilim, artık beşinci yılı içerisinde olan küresel ticaretteki yavaşlamayla çakışıyordu. 2008’den bu yana G20 ekonomileri ticareti kısıtlayıcı 1583 tedbiri uygulamaya geçirirlerken, yalnızca 387 tedbiri kaldırdılar. Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı (UNCTAD) buna ilaveten, uzun vadeli yabancı doğrudan yatırım akışlarının bu yıl %10-15 arasında düşüş kaydettiğini, sınır aşan birleşme ve devralmaların da yılın ilk çeyreğinde %21 düştüğünü rapor etti (Financial Times, 22 Haziran 2016).
Merkez bankalarının genişlemeci para politikaları ekonomik büyümede bir canlanma yaratmazken sırf finansal varlıkların, hazine bonolarının, hisse senetlerinin ve konutların fiyatlarının fırlamasına yol açarak, bu kıymetlerin esas sahibi olan zenginleri daha da zenginleştirdi ve böylece başlıca kapitalist ülkelerin çoğunda eşitsizliği süratle arttırdı. Küreselleşme siyasi ve iktisadi kutuplaşmayı derinleştirdi. Belli başlı emperyalist ülkelerde egemen yönetici elitlere karşı ortaya çıkan popülist hareketler bu gelişmeye karşı bir yanıttır. Referandumda çıkan Brexit kararı, kendi çıkarlarının terkedildiğini hisseden işçi sınıfından milyonlarca insanın, hayatlarını mahvettiğini gördükleri bir siyasi sınıfa karşı gösterdiği tepkilerden sadece bir başkasıdır.
Brexit ve Britanya ekonomisi
Britanya’nın dengesiz ekonomisi, City of London’da odaklanmış parazit bankacılık ve finansal hizmetler sektörüne kritik düzeyde bağımlılığı, 2008/2009 finansal krizinden “düşük ücret, düşük üretkenlik ve borç” yakıtıyla toparlanması Brexit’in zeminini hazırladı. Buna karşılık Brexit, ne şekilde ve ne zaman uygulanırsa uygulansın, Britanya ekonomisine “olumsuz ve esaslı” bir darbe indirirken, City of London’un belli başlı küresel finans merkezlerinden biri olma rolü ciddi biçimde kırpılacaktır.
Brexit kararından hemen sonra Maliye Bakanı George Osborne ahmakça bir beyanda bulundu: “Ekonomimiz, ülkemizin şimdi karşı karşıya bulunduğu meydan okumaya göğüs germek için olabileceği kadar güçlüdür.” Sonra da, elinde kalan son hedefi olan bütçe fazlası yaratma hedefini 2020’ye öteleyip kurumlar vergisini yeniden %15’e indirmeyi planladığını ilan edince, 13 Temmuz’da yeni Başbakan tarafından paldır küldür bakanlık görevinden alındı. Yeni bakan Philip Hammond’un göreve gelir gelmez derhal yüzleşeceği şey kötüye giden bir vaziyet olacaktır.
Referandumdan sonra ticari faaliyet ve güven hakkında yapılan ilk önemli araştırma, Temmuz ayında Britanya’nın ticari faaliyetinin, 2009 baharında küresel finansal krizin ulaştığı zirveden bu yana en keskin geri dönüşünü yaşadığını ortaya koydu. Kendi hazırladığı Satın Alma Yöneticileri Endeksi (SYE) için veri toplayan araştırma şirketi Markit’e göre, en sert darbeye maruz kalan sektör, ekonominin %80’ini oluşturan hizmet sektörüydü ve kaydedilen en büyük düşüş burada gerçekleşti. SYE Haziran’da 52,3 iken Temmuz’da 47,4’e düştü ki bu geçtiğimiz 88 ayın en düşük seviyesiydi. 50’nin altındaki herhangi bir rakam faaliyette bir daralmayı göstermektedir. İmalat 2013 Şubat’ından bu yana en düşük seviyesine geriledi. Bu sektörün SYE’si Haziran’da 52,1 iken Temmuz’da 49,1’e düştü. Temmuz ayının SYE rakamlarına bu hızlı bakış, durgunluk (resesyon) ile ilişkilendirilecek seviyedeki bir ekonomiye işaret etmektedir.
Birleşik Krallık’ın ekonomik çıktısının % 11,8’i finansal ve bununla bağlantılı profesyonel hizmetlerden gelmektedir. 2014 yılında bu katkı 190 milyar sterlin civarındaydı. 2,2 milyon insan bu sektörde çalışmaktadır. Birleşik Krallık’taki 1,1 trilyon sterlin değerindeki varlık AB bankaları nezdinde tutulmaktadır ki bu Birleşik Krallık’taki toplam banka varlıklarının %17’sidir (The CityUK). 155 yabancı banka Birleşik Krallık’taki bir şubeleri aracılığıyla mevduat toplama yetkisini haizdir. Birleşik Krallık bankacılık sisteminin toplam varlıkları, nominal Gayrisafi Yurtiçi Hasılanın yaklaşık % 450’sine ulaşıyor. Financial Times’ın ileri sürdüğü gibi (1 Temmuz 2016): “Eğer Brexit sürecini tersine çevirecek hızlı bir siyasi manevra yapılmazsa, kesin olan bir şey var – City of London’un kumaşı parça parça dikiş atmaya başlayacaktır.” Bu City of London’un bir küresel finans merkezi olarak konumunun altını oyacak ve Britanya ekonomisi üzerinde çok tahrip edici bir etki yaratacaktır.
HSBC, JP Morgan Chase ve Goldman Sachs’ın da aralarında olduğu bir dizi büyük banka, potansiyel olarak bazı faaliyetlerini Birleşik Krallık’tan Dublin, Paris ve Frankfurt’a kaydırmaya dönük adımlar atmaya çoktan başlamış durumdalar. Daha önce değinildiği gibi, temel bir mesele, Birleşik Krallık’ta yerleşik bankaların AB sathında iş yapmak ve müşterilere hizmet vermek için sahip oldukları “pasaport hakları”. Paris bankacıların ayağına kırmızı halı sermekte. Fransız Başbakanı Manuel Valls’un ağzından Paris, ülkelerine geri dönüş yapan gurbetçi Fransızlar ve yabancı yöneticiler için Avrupa’nın “en avantajlı” mali rejimini sunacağını ilan etti. Bu da gelir vergisinde %50’ye kadar bir indirim ve varlık vergisi hesaplamalarında daha önce beş yıl muafiyet hakkı tanınan denizaşırı varlıklara sekiz yıllık bir muafiyet hakkı tanınmasını içeriyor.
Halihazırda zaten AB’nin sigorta regülatörü Avrupa Merkez Bankası’nın yanı sıra 200 yabancı bankaya ev sahipliği yapmakta olan Frankfurt, Brexit kararından en çok istifade edenlerden biri olmak istiyor. Şehrin sosyal demokrat belediye başkanı The Guardian’a verdiği demeçte (19 Temmuz 2016) şunu söyledi: “… şimdi herkesin geri döndürülemez olduğuna inandığı bu tek taraflı karar alınmış olduğuna göre, bankacılara yeni bir yuva sağlamaya hazır ve bunu arzulamakta olduğumuzu ifade ediyoruz”. Eğer Londra Menkul Kıymetler Borsası ile Deutsche Börse arasında teklif olunan birleşme ilerlemeye devam ederse, ortak genel merkez kuvvetle muhtemeldir ki Frankfurt’ta olacaktır. Paris ve Frankfurt, halihazırda Londra’da yerleşik olan Avrupa Bankacılık Otoritesi’ne (European Banking Authority – eski adıyla Committee of European Banking Supervisors) ev sahipliği yapmak için birbirleriyle yarış halindeler.
AB referandumuna yol açan, Muhafazakar Parti içerisindeki temel çatlak hâlâ yerli yerinde duruyor. Önde gelen Brexit taraftarı siyasetçilere Brexit müzakerelerini yürütme işi verildi. Henüz daha kesin tanımlanmış bir Brexit politikası (hafif Brexit veya sert Brexit) belirlenmemişken çıkış sürecine önderlik etmek üzere öne çıkarılmak suretiyle; uluslararası ticaretten sorumlu devlet bakanı Liam Fox, Avrupa Birliği’nden çıkıştan sorumlu devlet bakanı David Davis ve dışişleri bakanı Boris Johnson’un hepsinin ellerine birer zehirli şarap kadehi tutuşturulmuş oldu. Başbakan en yüksek önemi haiz Brexit komitesine başkanlık edecek, böylece sürecin tamamı üzerinde kontrol sağlamış olacak. Eğer müzakereler kötü giderse, kabahat önde gelen aşırı Brexit taraftarı siyasetçilere yüklenecek. Liam Fox, AB üyesi olmayan ülkelerle yapılacak yeni ticaret anlaşmaları müzakerelerini kolaylaştıracağına inanması sebebiyle, Birleşik Krallığın AB gümrük birliğinden çıkmasını önerdiği için şimdiden zılgıtı yemiş durumda. Esasen Fox ortak pazarı tamamen terk etmeyi isterken, May ve Hammond bir yandan AB’den göçü kısıtlayıp diğer yandan ortak pazara duhul edebilmeyi mümkün kılan bir pazarlığı müzakere etmek istiyorlar ki bu da fiilen gümrük birliğinde kalmayı gerektiriyor.
Britanya emperyalizminin ve onun finansal kolu olan City of London’un gelecek seyri tehlikededir. Önümüzde çok politik karışıklıklar olacaktır. Bu esnada Britanya ekonomisi durgunlaşmayı sürdürecek ve milyonlarca Britanya vatandaşı daha düşük ücretli işlere doğru itilecek, işlemeyen kamu hizmetleri ve yoksullukla yüzleşecektir. Bizim görevimiz, çoktandır tarihsel rolünün ötesinde ömür sürmekte olan kapitalist sistemi yok etme sürecini başlatacak bir anti-emperyalist hareket inşa etmeyi sürdürmektedir.
* Britanya’da faaliyet gösteren Revolutionary Communist Group (Devrimci Komünist Grup) tarafından çıkarılan Fight Racism! Fight Imperialism! (FRFI) gazetesinin Ağustos/Eylül 2016 tarihli 252. sayısında yayınlanmıştır.
[separator type=”thin”]
[1] Devrimci Komünist Grup’un referandum sonucunun hemen ardından verdiği ilk tepki için bkz. Carol Brickley’in “The Brexit crisis” başlıklı makalesi:
http://revolutionarycommunist.org/capitalist-crisis/4388-the-brexit-crisis.
[2] Bkz. Fight Racism! Fight Imperialism! gazetesinin Haziran/Temmuz 2016 tarihli 251. sayısında yayınlanan “EU referendum: the position of communists” başlıklı yazı:
http://www.revolutionarycommunist.org/capitalist-crisis/4349-eu-referendum.
[3] Çevirenin notu: City of London veya kısaca The City, Londra’nın merkezinde, önde gelen banka ve finans kuruluşlarını barındıran ve tabi olduğu mevzuat yönünden ayrı statüye sahip olan tarihi bir bölümdür.
[4] Britanya kapitalizminin asalak karakteri ve City of London’ın Britanya ekonomisi için önemi hakkında bir değerlendirme için bkz. David Yaffe’nin Fight Racism! Fight Imperialism! gazetesinin Aralık 2006/Ocak 2007 tarihli 194. sayısında yayınlanan ‘Britain: parasitic and decaying capitalism’ başlıklı makalesi:
http://www.revolutionarycommunist.org/images/pdf/frfi194_07_10_parasytic.pdf.
[5] Küreselleşmenin geri çekilmesi ve emek üretkenliğindeki durgunluk hakkında, bu konudaki eski makalelere de atıflar içeren bir değerlendirme için bkz. David Yaffe’nin Fight Racism! Fight Imperialism! gazetesinin Haziran/Temmuz 2015 tarihli 245. sayısında yayınlanan “Capitalism in Crisis: stagnant, predatory and corrupt” başlıklı makalesi:
http://www.revolutionarycommunist.org/capitalist-crisis/4009-ci100615.