Gene başladı… Üstelik gene “masum” taleplerle başladı… Kimilerince beklenen ve hatta belki gecikmiş olan, kimilerince beklenmedik ve hoş karşılanmayan görüntüler kapladı gazete sütunlarını. Uslanmayacak mıydı bu öğrenciler? Ne istiyorlardı yine, okullarını bitirip hayata atılmak varken, neyin kavgasını veriyorlardı?
Türkiye nisan ayında, ayın ortalarında doruğuna çıkmak üzere, öğrenci olaylarının etkisini hissetmişti…
Oysa aynı nisan ayı, Özal’ın açıklamasına göre Türkiye Cumhuriyeti tarihinde önemli bir dönem noktasına işaret ediyordu: Türkiye, AET’ye tam üyelik başvurusunu yapmıştı. Doğal olarak bu başvuruyu ardı arkası kesilmeyen demokrasi ve özgürlük tartışmaları izledi. Ancak, tarih şaşırtıcı rastlantılarla doludur. Türkiye insanı için bugüne değin sıcak bir ilgi alanı oluşturmamış tarihinin de kendine özgü bir işleyiş mantığı vardır ve bu yanıyla tarih her zaman öğretici olmuştur. Nitekim aynı günler, başlarken sözünü ettiğimiz önemi yadsınamayacak gelişime sahne oluyordu. Öğrencileri zapturapt altına almayı hedefleyen bir yasa değişikliği tasarısının meclis gündemine girmesi, öğrenci protestolarının yükselmesi için çakılan kıvılcım oluvermişti…
Öğrenci gençlik, uzun suskunluk yıllarının ardından sesini ilk kez yükseltiyor, temel haklarını savunuyor, güdümlü ve kişiliksiz insan modeli yaratma özlemlerine başkaldırıyor; dahası, 80 sonrasında toplumsal ve siyasal yaşama katılım doğrultusundaki ilk pratik girişimini gerçekleştiriyordu. Protestoların alevlenişi ile Türkiye’nin AET’ye tam üyelik başvurusunun aynı günlere çakışması da, tarihin ironik rastlantılarından birisiydi.
Oysa daha birkaç ay önce, Fransa’da öğrencilerin başarısıyla sonuçlanan dalga çekildiği zaman tüm Avrupa’yı ve dünyayı 86 ile 68’in karşılaştırmaları kaplamış, ama aynı derecede güçlü yankılar bizde görülmemişti. 68 ruhunun yeniden canlanması, Fransa’da, karşıtları arasında ve dünya kamuoyunda, kesin tedavi edildiği sanılan bir hastalığın nüksetmesine benzer kaygılar yaratır ve can sıkıcı bir hayret uyandırır; öğrencilerin muhalefetinin daha güçlü toplumsal çalkantılara dönüşmesi ancak Chirac hükümetinin geri çekilmesiyle önlenebilir; bütün basın-yayın organları ile siyasal yorumcular, patlayan öğrenci hareketinde 68’in gölgesini bulmakta birbirleriyle adeta yarış ederlerken; bizim 86’mız bu denli kapsamlı bir hayreti hak edecek boyutlara varmamıştı.
Bir milyonluk Paris gösterileriyle “cılız” tepkiler ve Gandhivari suskunluklar arasında büyük bir fark bulunduğu açıktı. Ama bizim kendi gerçeklerimiz vardı. Yüzyüze olduğumuz olguları belirleyen 80′ li yılların dinamikleriydi. Bugünkü siyasal ortam on yıl öncekine hiç benzemiyordu. Gençliğin psikolojisi, ağırlıkla demoralize olmuşluğunu koruyordu. Ayrıca, her iki toplumun son birkaç yüzyılda sergilemiş bulundukları köklü kitlesel hareket alışkanlıkları ile bizim siyasal yaşamımızın son yıllardaki olağandışı niteliği gözönüne alındığında, bu farklılık büyük bir önem taşımazdı. Bu yüzden hayalciliğe kapılmamalı, anakronizme düşmemeliydik. Zaten, nasıl bir toprağa bastığımızı iyi bildikten sonra, ilk elden önemli olan ne Türkiye’de paralel bir “Fransız hareket tarzı” aramak, ne de 86’larda 68’i yaşamak istemekti. Önemli olan, pekala 68 ruhuna benzer bir psikolojiyi ve durumu hazırlayabilecek potansiyelin bulunduğu toplumsal zeminimizdeki dengeleri iyi kavrayarak ,geleceğe bu perspektiften bakabilecek gerçekçiliği yakalamaktı. Sözün kısası, umutsuzluğa yer yoktu.
… Derken öğrenciler bir “baharı” yaşattılar. Bir anda günün simgesi oluvermiş kırmızı karanfilleri eşliğinde durgun bir toplumsal yaşama renk kattılar. Şimdi ’87 “bahar”ını yaşadıktan sonra, daha umutlu olmak neden mümkün olmasın?…
Yedi yıllık bir kesintiden sonra öğrenci hareketlerinin yeniden başlaması, birçok zihinde ister istemez “12 Eylül öncesine mi dönüyoruz?” sorusunu doğurdu. Resmi yorumların böyle bir “kaygı”yı canlı tutma yönündeki çaba ve düşüncelerinden bağımsız olarak, 80 öncesine dönmek bence de gerçekçi bir perspektif değildir.
80 öncesi dönem, tarihteki yerini almış bulunuyor. Ne “12 Eylül öncesine mi dönülmek isteniyor?” sözleri, ne nostaljik bir geri dönüş İsteği, tek başına, 12 Eylül öncesini zaten geri getiremeyeceği gibi, ona benzer bir ortamın yaratılmasına da katkıda bulunamaz. Fikirlerin ve isteklerin, maddi olgular olmadan, kendi başlarına herhangi bir siyasal ortamı yaratabilecekleri ya da değiştirebilecekleri, olanaksızlığı gün gibi açık bir gerçektir.
12 Eylül öncesi, o dönemin toplumsal koşullarında yaşanmış bir tarih kesiti; 70’li yıllar genç kuşağı ise, o dönemin toplumsal koşullarında, o dönemki teori ve pratik birikimi sınırlılığında, o günlerin ilişkileri, alışkanlıkları ve duyguları içerisinde kimlik bulmuş bir kuşaktır.
80 öncesi, kuşak kendisini yaratan toplumsal çerçeveden kopuk ele alınamaz. Çünkü her tarihsel dönem, o dönemi yaşayan insanlara kendi karakteristik özelliklerinden bir şeyler katar. Her toplumsal hareket kendi insan modelini yaratır ve biçimlendirir. Bu anlamıyla kuşaklar, yapılmasına bizzat katkıda bulundukları kendi tarihleri tarafından yoğrulmuş ve o tarihin izlerini taşıyan bir nitelik gösterirler. Dolayısıyla, her dönemin erdemleri ya da zaafları yarattığı insan modelinin erdem ve zaaflarında görünür. Her kuşak, bu erdemleri ve zaafları ile anılır ve tarihe mal olur. 70’li yıllar kuşağı ile 80 kuşağı, kronolojik bakımdan birbirini doğrudan izlemekle birlikte, temel karakterleri bakımından birbirinden çok farklı özellikler ve eğilimler taşıyan iki farklı kuşaktır.
80 sonrası kuşak, önceki dönemin erdemlerini özümlemiş ve zaaflarından arınmış olarak, buna kendi deneyimleriyle elde ettiği değerleri de ekleyerek, yeni ve bağımsız bir gençlik hareketi yaratıp kendine özgü bir değerler bütünü oluşturmak istiyorsa; birincisi, kendi döneminin dinamiği üzerinde yükselmesi zorunluluğunun bilincinde olmalı; ikincisi, eleştirel ve seçmeci yaklaşması gerektiği 80 öncesi gelenekten maddi ve düşünsel “kopuşunu” gerçekleştirip tamamlamalıdır. Bir “kopuş”tan söz ederken, bununla tarihsel birikimi ve gelenekleri tümden reddetmeyi kastetmediğim gibi, her kuşağın, nevi şahsına münhasır zatlar gibi, “özgün” kuşaklar oluşturmasını da kastetmiyorum. Demek istediğim, 80 kuşağının varolan koşullar çerçevesinde “kendi bağımsız gerçekliğini oluşturması ve kendine dayanmasıdır; yoksa mutlaka “özgün olmak” için özel bir çaba harcaması değil.
80 öncesinin “vesayeti” altındaki bir kuşak kendi ayağına kendisi köstek vurur. 80 sonrası kuşak, 80 öncesinden gelen ve kendi gücünü ve meşruiyetini sınırlayacak tarzdaki olumsuz etkilere izin vermemelidir. Hangi zemini seçecekleri, hangi araçları kullanacakları, hedeflerini nasıl saptayacakları, bütün bunların hepsi 80 kuşağının kuşkusuz tarihsel birikimin nesnel miras ve çerçevesi içinde, kendi iradesine ve inisiyatifine kalan sorunlardır.
Öğrencilerin istekleri ilk planda kabul edildi ve ilk rüzgâr şimdilik dinmişe benziyor. Süreç elbette sona ermedi, ermez de. Yarınların ne getireceğini, sonraki rüzgârların hangi yönden eseceğini şimdiden bilemeyiz.
Öğrenci gençlik, 80’li yılları belirleyen demoralize konumunu aşmakta ilk adımı attı ve toplum yaşamında yok sayılmak istenen meşruiyetini yeniden elde etmekte önemli bir ilerleme sağladı. Ancak tam bu noktada bir gerçeğin altını çizmek gerekir: Bu çıkışı, ne olursa olsun bir yükselişin izleyeceği gibi mutlak bir beklenti içine girmek yanlış olur. Gönül bunu ister, tarihsel iyimserlik bu beklentinin öne çıkmasını haklı kılar, ama tüm bunlar yine de, toplumsal ve siyasal olayların önsel olarak doğrusal bir çizgi halinde gelişeceği anlamına gelmez.
“Gerçek yaşam, gerçek tarih farklı eğilimleri barındırır. Tıpkı doğadaki yaşamın ve gelişmenin, sürekliliği kesintiye uğratan yavaş evrimi ve hızlı sıçramaları, ikisini de içermesi gibi.” Bir yükselme söz konusu olabileceği gibi, pekala uzun süren bir durgunluk da gözlenebilir. Geleceğin alacağı yön, bizzat 80’li yılları yaşayan kuşağın da damgasını taşıyacaktır.
Evet, yarınların ne getireceğini bilmiyoruz, ama bence şimdiden söylenmesi mümkün olan bir sonuç var: ’87 “bahar”ı, 80’li yılların öğrenci kuşağına ilk moral ve pratik başarıyı getirmekle kalmadı, bizler için, 70’lerin öğrencileri için de gereksinim duyulan bir moral sağladı. Bu, pratik sonuçlardan bile daha önemli bir kazanımdır.