Latin Amerika’daki ilerici hareketler, sosyalist ve kapitalist sistemlerin ilgi odağı olmaya devam ediyor. Keşfedildiğinden bu yana Batı Avrupa’ya ve daha sonra da Amerika Birleşik Devletleri’ne iktisaden bağımlı olan Latin Amerika’da Küba ve Nikaragua deneyimlerinin yaşanması, burjuvaziyi, bu kıtada daha müdahil davranmaya itiyor. Devrimci mücadelenin güçlü olduğu ülkelerde faşist yönetimler aracılığıyla devrimci güçlerin yıldırılmasına ve giderek yok edilmesine çalışılıyor. Bu konuda başarılı olup olamadıkları, yazının devamında tartışılacak.
Latin Amerika’yı ilgi odağı seçen bir diğer kesim ise sosyalist sistem. Sosyalist gelenek bağlamında, bizzat sosyalist sistemin mevcudiyeti, Latin Amerika’daki devrimci hareketlere ivme katıyor. Latin Amerika’da sosyalist sistemin ideolojik ve maddi katkılarını görmemek elde değil. Bunun en somut belirtisi, Küba Devrimi sonrasında görülüyor. Yeni sol ise, Latin Amerika’ya büyük ölçüde yeni bir umut kaynağı gözüyle bakıyor.1 1968 yenilgisinden sonra Umutsuzluk ve siyasal boşlukta kalan Batı Avrupa ilerici gençliği, Latin Amerika’nın siyasal hareketliliğinde kendisine bir çıkış yolu buluyor. Kendi ülkelerindeki nesnel koşulların durgunluğu, dikkatleri bu sıcak bölgeye yöneltiyor. Siyasal olarak kendi ülkelerinde bir varlık gösteremeyeceğinin bilincine varan yeni sol gençlik, Latin Amerika devrimci radikalizminde tekrar ruh buluyor. Kendi ülkelerindeki emperyalist burjuvazinin, Latin Amerika’nın sömürülmesi ve gerikalmışlığındaki payını gören Batı Avrupa yeni solu, etik boyutu da olan böylesi bir bakış açısına sahip. Kendilerine yöneltilmesi her zaman için mümkün olan örgütsüzlük eleştirisine karşı, Latin Amerika’daki devrimci mücadeleyi kişiler boyutunda algılıyorlar. Kendi örgütsüz mücadelelerini, Latin Amerika’nın devrimci önderlerinin (Che Guevera, Marighelta) varlıklarıyla açıklamaya çalışıyorlar ve sübjektif olarak bu kişileri tüm mücadeleden soyutlayıp, birer mit haline getiriyorlar. Fakat, Latin Amerika’da uzun geçmişi olan devrimci demokrat geleneğin varlığının, Batı Avrupa’nın nesnel koşullarıyla hiç bir zaman örtüşemeyeceği de bu arada göz ardı ediliyor.
Latin Amerika’nın Hırpalanmış Evladı: Şili
Emperyalist sömürü ve onun doğal sonucu olan gerikalmışlığın kökeni XVI. yüzyıla kadar uzanıyor. Latin Amerika, keşfedildiğinden itibaren hep bir hammadde ve işgücü kaynağı olarak görülüyor. XVI. yüzyıldan itibaren, Batı’nın taleplerini karşılamaya yönelik bir ihracat sistemine sahip. XX. yüzyılda, Dünya Savaşları ve 1929 Dünya Bunalımı ihracatta büyük bir düşüşe neden olmuş ve bunun doğal sonucu olarak da gerekli maddelerin ithalatını gerçekleştirmede finans darlığına düşülmüştür. Bu, Latin Amerika’da, ilk endüstriyel adımların atılmasına neden oluyor. Aynı dönemde, Şili, Kolombiya, Uruguay gibi ülkelerde ithal ikameci bir politika izlenerek endüstrileşme sürecine giriliyor. Buhrandan olumsuz olarak etkilenen küçük işletmeler yok oluyorlar ve proleterleşme süreci ivme kazanıyor. Bu proleterleşme sürecinin günümüzdeki uzantısına baktığımızda, özellikle Brezilya, Meksika, Arjantin ve Şili gibi Latin Amerika ülkelerinde, işçi sınıfının nicelik olarak hiç de geri olmadığını görürüz.
Bu konuya Şili özelinde devam etmek istiyorum. Bugün Şili nüfusunun %80’i şehirlerde yaşamaktadır. Tarımda çalışan nüfus oranı %15.9 iken, madenler, sanayi ve inşaatta bu oran toplam %23.5’u bulmaktadır. (Sadece sanayide %16.2). 2 Böylesi bir toplumda, ulusal bağımsızlık savaşlarının devrimci-demokrat romantizmini bulmak artık imkansız hale geliyor. İşçi sınıfının göreli gelişmişliği, sosyalist örgütlenmeyi olanaklı kılıyor. Yeni sol yazan Clarita Müller-Plantenberg, örgüt konusunda, “Şili’de, Leninci parti kavrayışı haklılığını yitirmiştir” diyen Sosyalist Birlik’in görüşünü savunan bir tutum sergiliyor.3 Yeni sol, devrim ve iktidar perspektifine sahip olmadığı için ya Leninci parti kavramının özünü gözden kaçırıyor ya da bunu bilinçli olarak yapıyor. Parti, teorik yeterliliğin yanında, homojen bir kollektiviteyi gerekli kılan örgüt teorisiyle, kendi içinde bir bütünlüğü olmayan yeni sol için pek çekici gelmiyor. Fakat kendi ülkelerindeki nesnel koşullarda olumsuzlukları fazla göze batmayan örgütsüzlük teorilerini Latin Amerika için de uygun görmeleri, Latin Amerika toprağını pek de iyi kavrayamadıklarını gösteriyor. Latin Amerika’da öznel etmenin, müdahale gücüne her zaman için sahip olması gerekiyor. Önemli olan ise, bu öznel etmenin varolma koşullarının yaratılması.
Öznel etmen kendiliğinden oluşamaz, bu gelişimi hızlandırmak gerekir. Lenin, öznel etmenin gelişimini hızlandırma konusunda şöyle diyor: “Burada söz konusu olan bütün sosyalistlerin tartışma götürmez temel görevi, kitlelere devrimci bir ortamın varlığını göstermek, bu ortamın kapsayıcı ve kökten niteliğini açıklamak, proletaryada devrim bilincini uyandırmak ve kararlılığını sağlamak, ona devrimci eylemlere geçmede yardımcı olmak, bu yönde çalışmak için devrimci ortama uygun düşen örgütler yaratmaktır.” 4 Yeni solun, leninist örgüt teorisini kendi anti-komünist ve anti-sovyetik görüşleri yüzünden reddeden bir diğer üyesi de Fransa’nın Çetin Altan’ı diyebileceğimiz Regis Debray’dır. Debray, bu konuda sınırları iyice zorluyor ve Latin Amerika’da devrimin komünist partilerine ihtiyacı olmadığını, hatta onları karşıya alarak gerçekleştirileceğini söylüyor.5 Bunlar, apolitikliğinin göstergesi oluyor. Tüm burjuva yönetimlerin en büyük korkusunun, eşgüdümlü hareketler olduğu unutuluyor. Eşgüdümlü hareket, perspektifi iyi belirlenmiş, organize ve iktidarı hedefleyici bir örgütle sağlanabilir. Fakat devrimci demokrat hareketler, her şeyden önce bağımsız gruplara dayanmaları nedeniyle bölgesel farklılıklar gösterirler. Doğaları gereği kendi içlerinde taktiksel bütünsellik kazanmaları zordur ve bu da eşgüdümlü hareket etmeyi engelleyen bir unsurdur. Burada sorun, belli bir dönem için iktisadi, coğrafi ve siyasi bakımlardan nesnelliği olan bu geleneğin, Latin Amerika’da ve günümüzde hangi boyutlarının devralınması gerektiği sorunudur.
Yeni solun yukarıda da sözünü ettiğim temsilcisi CM. Plantenberg, devrimci radikalizmi savunmasına karşın, yazısını, her şeyin önkoşulunun Pinochet’nin devrilmesi olduğunu söyleyerek noktalıyor. O kadar da önemli bir perspektif olmasa gerek; Şili proletaryasının bunun zaten bilincinde olduğunu sanıyorum. Pinochet’nin devrilmesine atfedilen -kendi başına- bu büyük önem nereden geliyor? Acaba bir adım ötesini söylemekten aciz olmaktan mı? Gerçekte, Pinochet ‘nin devrilmesi, eşittir demokratikleşme süreci olarak algılanıyor. Cumhuriyetçi sağın eski milletvekillerinden Julio Subercaseaux bile olayı kendi sınıfı açısından daha radikal yorumluyor ve faşist hükümeti şöyle uyarıyor: “İki seçenek var: Ya devrim, ya demokrasi.”6
Eğer demokratikleşme sürecine geçilmezse, devrim tehlikesi ile karşı karşıya kalınacağını düşünen bu sağcı milletvekili ile yeni solun sözü edilen temsilcisinin istemlerinin demokrasi konusunda çakışması oldukça anlamlı. Böylece Plantenberg, iktidarla pek ilgisi olmadığı için, ancak ve ancak, sağcı bir milletvekilinin koyduğu ikilemin “demokrasi” seçeneğine sarılıyor. Demokrasi havarisi olma eğiliminin bazı geleneksel sol partilerde de gözlemlemek mümkün. Bu hataya belli bir dönem için Şili Komünist Partisi de düşüyor. Hata diyorum, çünkü Şili’de demokrasi havariliği yapacak sosyal demokrat partiler zaten var. Pinochet rejimi tüm engellemelerine karşın hiç de istemediği bir durumla karşı karşıya. Zaten demokratik gelenekleri olan Şilililer, güncel sorunlarını çözümlemeyi amaçlayan birçok örgüt kurmuşlar. Fakat bunlar kısa erimli, gündelik yaşama ilişkin amaçlarına ulaştıktan an varlık nedenlerini yitiriveriyorlar.7 Ama ortada gündelik yaşama ilişkin demekler ve örgütler kurabilecek, tüm baskılara karşı Ulusal Protesto Günü’nü gerçekleştirebilecek, ölüleri ve kayıpları için muhtemel polis saldırılarını bilerek gösteri yapacak kadar demokratik geleneklere sahip bir Şili halkı var; bir de onlara demokrasiden daha ilerisini gösterecek bir örgüte ihtiyaç var.
Şili’nin Açmazları
1969 yılında %16.6 oranında oyu olan Şili Komünist Partisi şimdi ne yapıyor? İçin için kaynayan ve devrimci demokrat bir geleneğin ağır bastığı bir ülkede, birlikler ve bloklar arayışında olan bir komünist partisi var. Benzer bir rejimin koşullarında, böylesi “cephe” aranışlarını vazgeçilmez sayan, mutlaklaştıran bir yaklaşım, aslında Şili Komünist Partisi dışında da, tüm geleneksel solda ağırlığını hissettiriyor. Rejim sağa ve baskıcılığa kaydıkça, “demokrasi güçleri”nin genişlemek zorunda olduğu varsayılıyor. Klasik ittifaklar politikasına, bizatihi bu politikanın bir uygulanışı sayılarak ikame edilen “cephecilik”, Gelenek kitaplarında daha önce ayrıntılı olarak değerlendirildi. Bu tartışmaya burada yeniden girmeden bir noktayı vurgulamakta fayda var: Demokrasi cepheleri çoğu zaman sınıf politikasını dıştalayan bir sınıflararası-milli uzlaşma programına dayanıyor. Bunun orta vadedeki sonucu beklendiği gibi sosyalizme açılan bir demokratikleşme değil, öncelikle geleneksel işçi sınıfı partilerinin kendi öz tabanlarının erozyona uğraması oluyor. Burjuva toplumunun nezdinde bir prestij, ileri işçiler içinde saygınlık kaybı pahasına kazanılabiliyor.
Şili’de muhalefet şu anda iki büyük bloklaşma halinde. Allende’ nin 79. doğumgününde “Birleşik Sol” adlı yeni bir birliğin kurulduğu Şili halkına açıklandı. Bu birlik, Birleşik Kitlesel Eylem Hareketi’ni (MAPU), Köylü İşçi Birleşik Kitlesel Eylem Hareketi’ni (MAPU-OC), Devrimci Sol Hareketi (MIR), Şili Komünist Partisi’ni (PCC), Şili Radikal Partisi’ni ve Şili Sosyalist Partisi’ni içeriyor. Diğer blok Demokratik İttifak ise Hıristiyan Demokrat ve küçük-orta sosyal demokrat partilerden oluşuyor. “Birleşik Sol”un içinde yer alan komünist partisi Hıristiyan Demokrat Parti’ye ve dolayısıyla Demokratik İttifak’a, Ulusal Demokratik Anlaşma çerçevesinde işbirliği ve somut eylem öneriyor. Hıristiyan Demokrat Parti’nin ilk başta darbeyi desteklediği ve askeri cunta tarafından ancak 1978’den sonra yasaklandığı, soldaki partiler gibi hiç bir zaman baskı altında kalmadığı göz ardı ediliyor. Benzerlerini pek çok ülkede gördüğümüz gibi, Şili Komünist Partisi için de en somut eylem çağrısı, Pinochet’yi devirmek oluyor; bu yolda ister Hıristiyan Demokratlar’la, istenirse başkasıyla işbirliği yapılsın önemli değil. Ve işin ilginç yönü, yine tarihte çok kez gördüğümüz gibi somut eylemde birliği reddeden, Demokratik İttifak oluyor.
Öyleyse Demokratik İttifak’a işbirliği önermenin amacı ne olabilir? Burjuva demokrasisine dönüş, tekrar seçimlere katılma ve bir iki milletvekili çıkartabilme belki. Eğer varolan bir askeri diktatörlüğe görünüşte de olsa karşı gelen burjuva güçler varsa, bunlar burjuvazinin ilerici kanatlan oluyorlar. Ve işbirliği yapmaya, eğer komünist partisi illegal konumdaysa “desteklenmeye” hak kazanıyorlar. Buradaki hata, askeri diktatörlüklerin aslında burjuvazinin bütünsel temsilcileri olduklarını göz ardı etmek oluyor. Her askeri rejim, burjuvazi ile sıkı ilişkilerini muhafaza eder ve sınıfsal açıdan da onların doğrudan temsilcisi olur. Eğer burjuvazi içerisinde bir takım aykırı sesler çıkıyorsa, bunları hemen varolan rejime muhalif olarak algılamamak gerekir. Bunlar burjuvazinin bilinci gelişmiş unsurlarıdır. Sınıfsal çıkarlarının, baskıcı rejimin körükleyeceği bir sol hareketlenme tarafından kesintiye uğratılmasından korkarlar. Aslında kendi içlerinde varolan çıkar ilişkilerinde kendi zararlarına olacak çok büyük çatlaklar yok; iç çelişkileri, solun muhtemel yükselişinden duyulan ve yükselişin karşısına hangi taktiklerle çıkılacağı tartışmasında… Bu konuda, Pinochet’ye yönelttikleri eleştirileri, eleştiri değil, uyarı olarak yorumlamak daha anlamlı. Askeri darbelerin kimlerin yararına ve hangi tehlike karşısında yapıldığını hiç bir zaman unutmamak gerekiyor. Zira böylesi bir unutkanlık, yanlış ittifak arayışlarına neden olabilir. İlk yıllarında askeri cuntayla işbirliği yapan Hıristiyan Demokrasi, yasaklandıktan sonra, Şili’deki baskıcı rejimin, sanayi-tarım proleteryası ve küçük burjuvaziyi “tahrik edici” unsurlarından korkmaya başladı. Burjuvaziyi korkutan bir başka etmen de tehlike sınırlarına ulaşan işsizlik; ( 16). Ulusal burjuvazinin de Pinochet rejiminden bizar olduğu yolundaki inanç ise, burjuvazinin sınıf içi yeni işbölümünü algılayamamaktan kaynaklanıyor. Çokuluslu tekellerin hakim olduğu Şili’de, güçlü bir ticaret burjuvazisi gelişti. Tekellere bağımlı hale gelen bu kesimin iktisadi açıdan gerileme kaydettiği söylenemez.. Askeri Cunta’nın “Chicago Çocukları”na emanet ettiği ekonominin çökmesinin faturası da sanayi proleteryasına ve bir ölçüde küçük burjuvaziye çıkıyor. Faşist diktatörlüğün ilk yıllarındaki fabrikaları kapatma ve iktisaden tümüyle dışa bağımlı hale gelmeyi sağlayan politikası, marjinal sektörde kabarmayı getiriyor. Fakat Pinochet bu iktisadi çöküş eğilimine de bazı sigortalar getirmiş durumda. Örneğin 1980 referandumundan önce, Şili’de Japon, Alman mucizesi gerçekleşecek diyen hükümet, her eve bir uyuşturucu makinesi (televizyon) sokmayı başarıyor. Bir diğer sigorta da “borçlandırma mekanizması”. İnsanları borç yoluyla da olsa tüketime sevketmenin bazı siyasi yararları var.8 İşsizliğe karşı da birtakım çalışma programları düzenlenmiş, fakat bu programların koşullarına ve getirdiği sonuçlara bakıldığında,9 bunların işsiz durumdaki Şililileri asgari ücretin de altında bir ücretle çalıştırma mekanizmaları oldukları ortaya çıkıyor. Bütün bu ekonomik verilerin ışığında görülüyor ki, Şili burjuvazisi, proletaryanın radikalleşmesinden korkmakta pek de haksız değil.
Pinochet’nin yerini daha demokratik bir hükümete bırakmasını isteyen Demokratik İttifak üyeleriyle, Komünist Partisi’nin “demokrasi” talebinin ardındaki neden ne olabilir? Lenin’in önemle vurguladığı “öncü güç”, “öncü kadro” olmanın yerine, ittifaklar ve birlikler arayan ŞKP sosyalist iktidardan korkuyormuş izlenimi uyandırıyor. Oysa tarihinde iktidara ortak olabilmiş bir parti. İki kez hükümete ortak olmuş, ikisinde de dramatik bir şekilde düşürülmüş, komünist ve Sosyalist Partilerin hükümeti… Komünist Partisi’nin, Sosyalist Parti’yle yakın ilişkisi Allende iktidarı döneminde de oluyor ve bu hükümet Komünist Parti’nin desteğini alıyor. Fakat bu iktidarın sahibi olmuş Sosyalist Parti’nin, bu dönemden çıkarttıkları derslerden özellikle bir tanesi, Komünist ve Sosyalist Partilerin bugünkü durumunun hangi psikolojinin ürünü olduğunu anlatması açısından çok ilginç. Viyana’da bulunan Şili Sosyalist Partisi Avrupa Merkez Yürütme Kurulu üyesi Ommar Beiza, sosyalist Allende Hükümetinin yanlışlarını sıralarken, en önemli sıraya, Hristiyan Demokrat Partisi’ne karşı alınan katı, uzak tutumu koyuyor.10 Latin Amerika’da, ilk sosyalist iktidarın kurulduğu (1932) Şili’de, Ommar Beiza, Sosyalist Parti’nin etki alanını şu boyuta vardırıyor: “Nerede bir Şilili varsa parti oradadır.” Bu, bir partinin etki alanının genişliğinin değil, olsa olsa partili olmak için Şilili olmanın yeterli olduğunun göstergesi. Bu da parti üyelerinin seçiminde sergilenen ilkesizliğin ve normsuzluğun bir belirtisi. Bir parti için üyeleri arasında varolması gereken ilke bütünselliği, demek ki, Sosyalist Parti’ye üye alınırken göz ardı ediliyor. Belki de kitleselliğe verilen önemi belirtmek için söylenen bu söz, aslında o partinin kendi içinde normları olmadığının kanıtı oluyor. 1973 öncesi mücadelelerin, kesinlikle kendiliğinden gelişen hareketler olmadığını, bu hareketlerin hemen hepsine Sosyalist Parti ve diğer sol grupların önderlik ettiğini belirten11 Ommar Beiza’nın, eğer parti konusunda bu ilkesizlik devam ederse, böylesi bir öncü gücün tekrar oluşturulamayacağını göze almış olması gerek. Komünist Parti’nin ortağı sosyalistler, geçmiş deneyimlerden sağa ve popülizme dönük dersler çıkartıyorlar ve bu bir ölçüde komünistlere de bulaşıyor.
Görülen odur ki Şili, Latin Amerika’da gerilla savaşından en az söz edilen ülke. (Bunda Şili sanayi proletaryasının göreli gelişmişliği büyük rol oynuyor. Haiti’de %65, Guatemala’da %56.8, Ekvador’da %46.5, Bolivya’da %46.2 olan çalışan nüfusun tarım içindeki oranlarına karşın, Şili’de bu oran %15.9. Buna karşın Şili’de çalışan nüfusun sanayideki oranı %16.2 iken (madenler ve inşaat sektörü hariç), bu oran Haiti’de %6.2, Ekvador’da %11.5, Bolivya’da %9.7. Çalışan nüfusun tarım ve sanayi proletaryası arasındaki oran bire bir gözüküyor. Zaten dünyada ikinci sırada olan maden ocakları da, Şili’de, belli bölgelerde, bir proleter yoğunlaşma sağlıyor. İktisadi geçmişi yalnızca tarıma dayalı olmayan Şili’de sosyalist mücadele geleneğinin yeşermesi için gerekli olan başlıca koşul sağlanmış oluyor.
Yukarıdaki verilerden de bir ölçüde anlaşılacağı gibi kıta içinde bir eşitsiz gelişme gösteren ülkelerin, bu iktisadi gelişkinlik veya gerikalmışlıkların siyasete yansımasını da görüyoruz. Bu yüzden Latin Amerika’yı bir bütün olarak görmek, aynı tarihsel süreci yaşadıklarını düşünmek bir hata. Bunun sonucunda karşılaşılacak en büyük tehlike de, tüm Latin Amerika kıtasına yekpare bir siyasal perspektif sunmak. Örneğin tarımsal faaliyetin yaygın olduğu ülkelerde toprak reformu, köy proletaryasını motive edici ve demokratizasyon sürecine sevkedici bir neden olabilir. Fakat tarımın, sanayi ile başabaş gittiği ya da geriden takip ettiği bir ülkede, yeni ileri sanayi proletaryasının potansiyel olarak varolduğu bir ülkede, toprak reformu, köylünün büyük bir bölümünü devrimci mücadeleden saptırma gücüne sahip. Bu yüzden burjuvazi, işçi-köylü arasındaki muhtemel ittifakın önünü kapamak için, toprak reformuna öncelik vermekte ve köylülerin reformist partilerin yanına çekilmesine yardımcı olmakta. Komünist ve sosyalist hareketlerin, toprak reformunu düşünmelerinin kendi açılarından bir rasyonalitesi olmasına rağmen, bu isteğin ısrarla burjuvaziye dayatılmasının devrimci hareket için bir handikap olabileceği unutulmamalı. Toprak reformundan sonra devrimci mücadeleden sapan Peru, Bolivya, Venezuela ve bir ölçüde de Şili örnekleri biliniyor.
Şili’de Kilisenin Durumu
Latin Amerika’da yaşanan diğer ilginç olgu da, köklü bir geçmişe ve güce sahip katolik kilisesinin bugünkü durumu. Katılığı ile bilinen katolik kilisesinin bazı rahipleri bugün ilerici bir konumdalar. Protesto günlerinde polis baskılarında, gecekondu bölgelerine yardım konusunda aktif görevler üstleniyorlar. Pinochet, bugün bundan da rahatsızlık duyuyor ve hatta geçtiğimiz Nisan ayı içerisinde Şili’yi ziyaret eden Papa Jean Paul’e kiliseye sızan bu marksist-leninist unsurları şikayet ediyor, Papa’nın da bunları görüp kendisine hak vereceğini düşünüyor.12 Hıristiyan Demokrat Parti’nin dayanağı olan kilise, onları da telaşlandırıyor. Kilisenin azınlıkta da olsalar bir takım unsurlarının, burjuvazi dışındaki kesimlerin gerçek demokratikleşme istemlerine sempatiyle bakmaları, burjuvazinin de dikkatinden kaçmıyor. Fakat, burada Hıristiyan Demokrasiyle kiliseyi iki ayrı yapı olarak algılamamak gerekiyor. Kilise içinde bazı demokratik hareketlenmelere, başlı başına ilerici damgasını vurmak için aceleci olmamak gerekiyor. Kilisenin demokrasi istemlerinin nihai amacının, bizzat burjuvazinin “demokratik açılım” yolundaki istemlerine önkoşul olan toplumsal hareketlenmelerle ilintili bulunduğu düşünülebilir. Şöyle ki, kilise temsilcisi olduğu sınıfın çıkarlarını tehdit edecek bir sol siyasi çıkışa karşı, basitçe ya devrim ya demokrasi diye sınıflandırılacak seçeneklerden demokrasi seçeneğini ehven-i şer bulduğu söylenebilir. Ve bu yönüyle kilisenin bugünkü durumunun, burjuvaziyle çelişkili olduğu gibi riskli bir saptama yapmamak gerekiyor. Hıristiyan Demokrasi, dolayısıyla burjuvazi, nüfusun büyük kesimini, sol hareketlerden daha iyi gözlemledikleri için, Pinochet iktidarının baskı politikasını sürdürdüğü takdirde, ülkede önü alınamayacak bir sol hareketlenmenin boy göstereceğinden korkuyor. Pinochet iktidarının bir korkusu ise, sahneyi burjuva demokrasisine bıraktığı takdirde ülkede burjuvazinin çıkarlarını tehdit edecek sol hareketlenmelerin önünün alınamayacağı.13 Burada büyük bir çelişki gözüküyor. Pinochet iktidarı ve burjuvazi, sol hareketlenmelerden korkarken, sol siyasetler ise sahip olduktan gücü takdir edemiyorlar.
Şili’de Bugün
Şili’de halk, Pinochet iktidarının baskısının ilk yılgınlığını atmış durumda. Durumlarında herhangi bir gelişme görmeyen ve bunun gelecekte olabilirliğine hiç bir şekilde güvenmeyen Şilililer, bütün baskı yöntemlerine karşın, devamlı siyasal hareketlenme halindeler. Latin Amerika toprağının savaşkan niteliğine sahip Şilililer, Pinochet yönetiminin üstüne gitmeye kararlı. Yıldırma politikasının bir yolu da, hapisten çıkarılan adi suçluların, hükümetin sivil yardımcıları olarak kullanılmaları. Bunlar, özellikle gecekondu bölgelerinde yıldırma timleri olarak kullanılıyorlar. Fakat ailelerinden mutlaka bir ya da daha çok kişinin kayıp, ölü ya da tutsak olduğu Şilililere bu adi suçlular güruhu da maddi işkencenin dışında pek engelleyici olmuyor.
Böylesi dirençli bir siyasal tabanın varolduğu bir ülkede, komünist partisinin ilkeleri ve normları iyi belirlenmiş bir parti vasfıyla, bu potansiyel kitleyi en iyi şekilde özümseyecek ve istihdam edecek bir yapı kazanması, bu kitleyi sosyalist devrim perspektifinden hiçbir şekilde uzaklaştırmayacak, kısa ve uzun dönem perspektiflerine sahip olması gerekiyor. Aynı zamanda devrimci demokrat örgütlerin “pasifistlik”le suçladığı Komünist Partisi’nin, yöntem konusunda da bazı yenilenmelere ihtiyacı vardır. Uzun yıllar barışçı yoldan sosyalizme geçiş diyen Komünist Partisi, bugün yöntem konusunda daha radikal davranabiliyor. Gerekli koşullarda silahlı mücadeleyi savunarak ülke koşullarına daha uygun bir strateji saptıyor. Buradan, yöntem konusunun siyasi mücadelede en önemli ayırdedici özellik olmadığı görülüyor. Nesnel koşullara uygun olarak yöntem konusunda yeni kararlar alınabilir. Önemli olan, nihai amaçtan, yani sosyalizm hedefinden taviz verilmemesi…
Dipnotlar ve Kaynak
- 70’lerin yeni-sol acentesi Birikim’den bir kitap adı: “Nikaragua: Bir Umut”
- Galeano, Eduardo; Latin Amerika’nın Kesik Damarları, Alan yay., İst., 1983, s. 315.
- Plantenberg, Clarita Müller; “Siyasal Açılımın Ön Belirtileri”, Dünya Sorunları Dizisi 2 İçinde, İst., Aralık 1985, s. 278.
- Lenin, V. l.; Werke, c. 21, s. 209.
- Breuer, W. M. Hartmann, B. Lederer H.; Latin Amerika’da Devrim Bilim yay. s. 115.
- Dolay, Nur; Latin Amerika Başkaldırıyor, Süreç yay., s. 41.
- Öğrenci velileri, evsizler, işsizler, bankalara borçlular, gecekondulular, yakınları sürgünde olanlar, tutuklu aileleri, basın özgürlüğü dernekleri vs.
- Bir sendikacı şöyle diyor: “Hepsi borca batmış işçiler, bu nedenle hükümete karşı olan bir yönetimi seçmek istemiyorlar, sendikanın başına. Çünkü böyle bir yönetim, bugün çok bozulmuş olan durumlarının düzelmesi için greve götürebilir kendilerini. Grev yaparlarsa, işlerini yitireceklerinden korkuyorlar işlerini yitirmeleri demek, kredi ile aldıkları her şeyi de yitirmeleri anlamına gelecek.
- 3.8 milyonluk aktif nüfusun 1.4 milyonu işsiz. PEM ve POJH programlarındaki yarım milyona yakın insan bu sayıya katılmıyorlar. Asgari ücretin 6000 peso (yaklaşık 18.000 TL) olduğu Şili’de, PEM programında çalışanlara 2000, POJH için ise 4000 peso veriliyor. Fakat 1985’te Santiago’da PEM işçilerinin greve gitmeleri üzerine bu program da durduruldu.
- Birol, Fatih; “Ommar Belza: Nerede Bir Şilili Varsa Parti Oradadır”, Gökyüzü Dergisi, s. 9.
- a.g.y., s.9.
- Cumhuriyet Gazetesi; 3.4.1987, s. 3.
- Dolay, Nur; a.g.e., s. 28.