Giriş
Gorbaçov açılımları, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin gelişim süreci içerisinde ortaya çıkmış bulunan nitelikçe yeni bir aşamaya denk düşüyor. Değişim, kaçınılmaz olarak Türkiye solunun tartışma gündemine de yansıdı.
Türkiye solunun değişik topluluklarının, tartışmalara yönelik olarak eşitsiz bir ilgi içinde oldukları gözleniyor. Gorbaçov dönüşümlerine büyük ilgi gösteren toplulukların başında liberal sol çizgiler geliyor. Gorbaçov’a bayılıyorlar. Perinçek, kendisine kurma savında olduğu partiye üyeliği için yeşil ışık bile yaktı. Bu sevecenliğin kökeninde gülünç bir aldatmacanın yattığı ortada.
Benzer bir ilgi yoğunluğunun devrimci demokrat topluluklarda bulunduğu söylenemez. Devrimci demokratlar önemli bir güçlükle karşı karşıya bulunuyorlar: “Revizyonizm” eleştirisinde odaklanan görüşlerini yeterli bir iç tutarlılığa ve kapsamlılığa ulaştıramıyorlar. Bu, diğer etmenlerle birlikte, suskunluğu açıklıyor.
Suskunluk, geleneksel solun eski yapıları için de geçerli. Gün, Alınteri dergileri, Gorbaçov dönüşümlerinden pek söz etmeme alışkanlığını yerleştirmiş görünüyorlar. Haydar Kutlu, yeni açılımlara yönelik diplomatik övgüler düzmenin ötesine geçemiyor. Geleneksel solun söz konusu yapılarının bu suskunluğu tek ve açık bir nedene dayanıyor.
Geleneksel solun 1980 öncesindeki ağırlıklı çoğunluğunu oluşturan politik çizgilerin Bolşevik devrimin doğrudan uzantısı olan bir birikimi üstlenişleri, anti-Sovyetizmi sempati düzeyinde kıran bir anlayışı pek aşamadı. TİP ve TKP’nin üst yönetimlerinin ortak bir karakteristiği olan düşük teorik formasyon, Ortodoksluğun ancak tutucu bir yorumuna olanak tanıdı. Sovyetler Birliği’nin ulusal ve özellikle uluslararası düzlemdeki politik yönelimlerinin uyandırdığı çok doğal sorular ya bastırıldı, ya da en iyi olasılıkla, bir bütünlükten yoksun ve içi boş sözlerle geçiştirildi.
Geleneksel solun bu yapıları 70’li yılların sonundan başlayarak bir çözülme sürecinin içine girdiler. Koşulların gerektirdiği politik uyanıklığı ve ataklığı gösteremeyişleri, içerden gelen tepkileri yoğunlaştırdı, kendine özgü bir çözülme sürecine ivme verdi. Söz konusu yapıların üst yönetimlerinin açıkça sağ bir politik yörüngeye yerleşmelerine karşın, kopanlar radikal ve sol arayışlarla yola çıktılar. Sağ politikalara tepki olarak kopanların, geriye kalanlardan daha ileri olmaları kaçınılmazdı. Geride kalanlar, gerçekten de geride olanlardı. Bu yapılanmaların bugünkü ortalama üst yöneticisi ve destekçisinin teorik- politik formasyonunun, geçmişle kıyaslanamayacak ölçüde düşmüş olmasının nedeni budur.
Geçmişle kıyaslanamayacak ölçüde düşmüş bulunan teorik- politik formasyon, geleneksel solun taşlaşmış yapılarının Ortodoksluğun tutarlı bir yorumuna ulaşmaları olasılığını ortadan kaldırıyor. Gün, Alınteri türü dergilerde ve geleneksel solun eski ana yapılarınca çıkarılan diğer yayınlarda izlenebilen Gorbaçov açılımlarına yönelik suskunluk, sürecin özünü açıklayamayan bir teorik güçsüzlük içinde bulunmalarından kaynaklanıyor. Söyleyebildikleri ve söyleyecekleri, değişen koşullara, yeni koşulların getirdiği yeni görevlere değinen diplomatik açıklamaların, herkesin yeterince bildiği ansiklopedik bilgilerin ötesine geçmiyor.
Geleneksel solun ilginç bir güçlüğü var. Geleneksel sol, 1917’nin doğrudan uzantısı olan bir birikimi, bir bütün olarak üstlenerek yola çıkıyor. Öte yandan Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin gelişim çizgisinin doğrusal değil dalgalı bir yol izlediği de bir gerçek. Bu dalgalı yol, ulusal ve uluslararası alanda kimi sağ kimi sol vurgulu pek çok yönelimi içeriyor. Türkiye geleneksel solu farklı, hatta birbiriyle çelişik görünebilen vurguları olan bu yönelimlerden doğrudan etkileniyor. Bir birikimin Türkiye’deki sürdürücülüğünü üstlenen geleneksel solun, aynı birikimin ana eksenini oluşturan bir ülkenin yönelimlerini zorunlu olarak açıklaması gerekiyor. Açıklamak, bir geleneği sürdürme savının doğal sorumlulukları arasında yer alıyor. Bu doğal sorumluluk ise Ortodoksluğun kararlı bir dengede sürdürülmesini güçleştiriyor.
Doğal olan bu güçlüğün, geleneksel solun taşlaşmış yapıları söz konusu olduğunda taşınmaz bir yüke dönüştüğünü belirtmek gerekiyor. Bu yapıların dengeci yaklaşımları, Sovyet yönelimlerinin gelişim çizgisinin doğrusal bir yön izlemesi gerektiği yanılgısını getiriyor. Tek tek tüm yönelimleri, doğrusal bir çizginin durakları olarak yorumlamak gerektiğini düşünüyorlar. Bu yaklaşım, ya dalgalanmaların bir görüntü aldatması olduğu abartmasına, ya da yönelimler arası çelişki çok açıksa, suskunluğa ve belleğin geçmişle ilgili parçasının silinmesine yol açıyor. Çok açık olarak belirtmek gerek: Türkiye’de ya da bir başka ülkede, anti-Sovyetizmi sempati düzeyinde kıran bir noktanın ötesinde “geleneksel” olmak isteniyorsa, işe, sürdürücülüğü üstlenilen nesnelliğin gelişim çizgisinin dalgalı bir yol izlediği gerçeğinin benimsenmesinden başlamak gerekiyor. Doğası dalgalı olan bir gelişimi doğrusal gösterme çabası, altından kalkılmaz bir yük oluşturuyor.
Doğal bir yükü, altından kalkılmaz bir güçlüğe dönüştürülebilen ikili etkene geliyorum. Geleneksel solun taşlaşmış yapıları oldukça sağ bir politik çizgide ilerliyorlar. Bu sağ politik çizgi öz olarak gelişkin bir demokratlığın ya da bir tür popülizmin ötesine geçmiyor. Sovyetler Birliği’nin ulusal ve uluslararası yönelimlerini demokrat-popülist bir anlayışla yorumlamak, söz konusu yapıların sağ çizgilerinin doğal bir ürünü oluyor. Ancak yönelimler,, özellikle sol yönelimler demokrat-popülist yorumlara hiç açık olmayabiliyor. Bu durumda demokratlar, bir Afganistan’ı, bir Polonya’yı “demokratça” nasıl açıklayabileceklerini bilemiyorlar. Şaşkınlık, önce de belirttiğim gibi, ya suskunluk ya da saptırmayla sonuçlanıyor.
70’li yıllara özgü, anti-Sovyetizmin sempati düzeyinde aşılmasına dayalı Ortodoks anlayış, bir bunalım içinde bulunuyor. Geleneksel soldaki bu geri anlayışın kırılması gerekiyor. Aynı kesimde egemenliğini sürdüren pek çok yanılsamanın yanı sıra, bu “Ortodoks”, ama geri yorumun da aşılması zorunlu.
Geleneksel sola egemen olan yetersizliğin, sözünü ettiğim taşlaşmış yapıların kendi başlarına gerçekleştirecekleri bir teorik sıçrama ile aşılmasının olanak dışı olduğunu düşünüyorum. Teorik sıçrama, bu toplulukların verili yeteneklerinin çok ötesinde bir birikimi gerektiriyor. Ancak, bir bütün olarak Türkiye geleneksel solunda bu tür bir birikim oluşmaktadır. Sözü edilen birikim, şimdiden yeterli denebilecek bir kapsayıcılığa ve derinliğe ulaşmış bulunuyor. Birikim, geleneksel solun marjinal topluluklarınca daha ağırlıklı olarak temsil ediliyor. Geleneksel solda daha tutarlı bir ortodoks anlayışın egemen olması, bu kesimdeki diri odakların marjinal konumları aşmalarını gerektiriyor. Aynı odakların geleneksel sol içindeki örgütsel-politik etkinliğini artırması, geleneksel solda daha gelişkin formasyonun egemen oluşu için gerekli ve yeterli bir önkoşul oluşturuyor.
“Giriş” bölümünü bitirirken, şunları da eklemek istiyorum: Gorbaçov açılımlarının ne anlama geldiğini açıklama kaygısı, bu yazının başlıca gerekçesini oluşturuyor. Ancak söz konusu açılımların açıklanması çabasını, daha genel bir çabanın, geleneksel solda gelişkin bir Ortodoks anlayışın yerleştirilmesi çabasının bir parçası olarak görmek gerek. Bu görüşün bir uzantısı olarak, öncelikle, Sovyet deneyiminin nasıl bir yöntemle ele alınıp nasıl tartışılması gerektiğine eğilmek istiyorum. Tabii, hemen ardından da nasıl tartışılması gerektiği… Burada vurgu, yeni ya da liberal sol yanılgılara, bu tür düşüncelere yakınsayan diğer eğilimlere yönelik oluyor.
Sovyet deneyiminin geçmişinde, Gorbaçov dönüşümlerinin özünü açıklamaya yarayan çok önemli ipuçları olduğunu sanıyorum. Sosyalizmin bu ülkede izlediği yolda görülen belirli kritik dönemlerin incelenmesi, ipuçlarını elde etmede özellikle yararlı oluyor; yazı, yalnızca Gorbaçov dönemine değil, önceki dönemlere de eğiliyor. Geçmişin ve bugünün deneyimini, yalnızca sosyo-politik değil, ekonomik boyutuyla da ele almaya çalışıyorum. Üretim ilişkilerinin doğal önemi, bu boyutun da ele alınmasını gerektiriyor.
Sosyalist Kuramın Gelişimi ve Nesnellik
Bu bölümdeki yöntem tartışmasına okurun “sıradan” olarak niteleyebileceği bir gerçeği vurgulayarak başlamak istiyorum. Bu gerekiyor, çünkü “sıradan” gerçeklerin de çarpıcı yönlerinin olduğunu düşünüyorum. Sıradan gerçekler, anlaşılamayacak ölçüde açık olabiliyorlar…
Söz konusu gerçek şu: Marksist düşünce, yaşayan, bir doğumu, bir çocukluğu olan, giderek büyüyen ve olgunlaşan bir bütünlüktür. Sol düşünceye sızma olanağı bulabilen en kritik yanılgılardan belki de başlıcası, Marksist görüşün yaşayan özünün gözden kaçırılması, bu görüşün durağan bir yapı olarak görülmesidir. Marksist düşüncenin belirli bir tekil parçasının kendi başına ele alınması yeterli olmuyor. Ancak aynı tekil parçanın, Marksist teorinin (durağan) bütünlüğü içerisinde ele alınması da yeterli olmuyor. Tekil parçanın, yaşayan bir bütünlüğün üyesi olarak ele alınması gerekiyor.
Bu denli sıradan bir gerçeği vurgularken neyi amaçladığımı hemen açarak okuru sıkıntıdan kurtarmak istiyorum. Marksist düşüncede, bu düşüncenin gelişiminin belirli evrelerine denk düşen belirli vurgular olduğu, örneğin Gelenek’te geçen yüzyıla özgü bir determinist vurgudan söz edildiği, biliniyor. Gelenek sosyalist düşüncenin gelişimi içinde ortaya çıkmış bu tür vurguları “yanlışlar- doğrular” biçiminde ayıran öznelci bir yaklaşımı benimsemiyor. Marksist düşüncenin içerdiği kimi vurguların geleceğe yönelik bir beklentiyle ilgili oldukları, ancak söz konusu beklentilerin gerçekleşmeyebildikleri biliniyor. Dile getirdiği beklenti gerçekleşmeyen böylesi vurguları, bir “teorik yanlışlık” biçiminde değerlendirmenin endişe verici bir basitleştirme olduğunu düşünüyorum. Öngörülerin gerçekleşmeyişi, bir yanlışlıktan çok, bir eksikliği yansıtabiliyor. Eksiklik, Marksizmin yaşayan ve gelişen bir yapı olmasından kaynaklanıyor, sürekli gelişen bir yapıdaki belirli eksiklikler yalnızca doğal oluyorlar. Teorinin, gerçekleşmeyen öngörüyle ilgili vurguları kapsayan yönü, doğru öngörüyü dile getirecek bir vurgunun önkoşullarının henüz olgunlaşmamış olması nedeniyle, tam gelişmemiş olabiliyor. Doğrulanmayan öngörüler, yalnızca öznel yanılgılardan değil, iyi kavranmış, ancak tam gelişememiş nesnelliklerden de kaynaklanabiliyorlar. Kuramın belirli bir yönünün yeterince geliştirilmesinin ön koşulları olgunlaşmadıkça, bu yön, doğal eksiklikler içeriyor.
Yalnızca gerçekleşmemiş öngörülere ilişkin olanlarını değil, her türlü vurguyu kapsayacak biçimde sürdürüyorum ve yineliyorum: Marksizmin belirli bulguları ve öngörüleri dile getiren pek çok vurgusu var. Bunları, yaşayan bir bütünün oluşum süreci içerisinde ortaya çıkan, kendileri de yaşayan birer olgu olan, ancak henüz yeterince geliştirilmemiş parçalar olarak görmek gerekiyor. Belirli bir vurgu, kendi içinde geliştiğinde ve onu diğer vurgularla bir arada ele alıp değerlendirme olanağı doğduğunda, eksiksiz olarak anlaşılabiliyor. Marksizmin bir bütün olarak ele alınması yeterli olmuyor. Bu bütünün yaşadığını, eşitsiz geliştiğini, hiçbir parçasının durağanlaşmış bir veri olmadığını, bunun da ötesinde kimi parçaların yeterince gelişmemiş olabileceklerini kavrayabilmek gerekiyor. Gelişmemiş olan bir parçanın, gelişimini tamamlamış bir veri olduğunu düşünmek, yanıltıcı sonuçlara götürebiliyor.
Bir bütün olarak Marksizmin henüz yeterince gelişmemiş parçalarının bulunduğundan, bunun yalnızca doğal karşılanması gereken bir eksiklik olarak nitelenmesi zorunluluğundan söz ettim. Bu doğal eksikliğin, belirli önkoşullar olgunlaşmadan giderilemeyeceğine değindim. Şimdi, bu önkoşulların neler olduğuna değinmek istiyorum.
Marksist epistemolojinin temelini, materyalist yaklaşım oluşturuyor. Bilginin edinilmesi, ilgili nesnelliğin varlığını gerektiriyor. Marksist kuramın genel gelişimi, özel olarak da aynı kuramın belirli parçalarının gelişimi, Marksist epistemolojinin bulgularıyla ilgisiz bir süreç izlemiyor. Marksist kuramın gelişim süreci, bu sürecin her aşamasında, incelediği nesnelliğin öz gelişiminin bir fonksiyonu oluyor. Nesnelliğin belirli bir alandaki gelişiminin yeterince olgunlaşması, Marksist kuramın, aynı alana denk düşen parçasını yeterince geliştirebilmesinin gerekli ön koşulunu oluşturuyor. Yeterince gelişmiş bir nesnellikse, gene yeterince gelişmiş bir teorik birikim ve bu teorik birikimi içselleştirebilmiş bir öznenin varlığıyla birlikte, bu kez teorik sıçramanın yeterli önkoşulunu oluşturuyor. Önkoşulların yeterliliği, kuramsal sıçramanın zorunluluğu anlamına geliyor. Yazının gelişimi açısından yararlı olan sonucu özetliyorum: Marksist teorisyenlerin, Marksist kuramın belirli bir parçasını nereye dek geliştirebilecekleri, kendi yeteneklerinin ötesinde, son çözümlemede, bu parçayla ilgili nesnelliğin ne ölçüde gelişmiş bulunduğuna bağlı oluyor.
Bir soruyla sürdürüyorum: Sosyalist devrimin gelişiminin ön koşullarından birini oluşturan nesnelliğin geçirdiği evrim, bu teorinin gelişim sürecinin özümsenmesinde yararlı olabilecek evrelere ayrılabilir mi? Yanıt kesinlikle “evet”tir. Marksist düşüncenin doğuş ve gelişme sürecinin, sosyalist mücadelenin de bir parçasını oluşturduğu nesnelliğin üç ardışık evresi göz önünde tutularak ele alınmasının ilgi çekici sonuçlar vereceğini düşünüyorum. Bunlardan ilkini, Rus sosyalist eyleminin henüz etkinliğini tam anlamıyla duyuramamış olduğu erken dönem oluşturuyor. İkinci evreyi, Rus sosyalist eyleminin etkinliğini açıkça duyurmaya başladığı geçen yüzyıl sonlarından başlatıyorum. İlk sosyalist devrime uzanan gelişmeler Bolşevik devrimin gerçekleştirilmesiyle birlikte, bu evreyi oluşturuyor. Üçüncü evreye geliyorum: Bu sonuncusu, Bolşevik devrim sonrasından, sosyalizmin kuruluş ve geliştirilmesi sürecinden oluşuyor. Şimdi bu evrelerin, daha açığı evrelere denk düşen nesnelliğin kuramsal gelişme dinamikleriyle bağlantısına değinmek istiyorum.
Nesnelliğin İlk Evresi ve Sosyalist Kuram
Burada öncelikle birinci ve ikinci evreler üzerinde yoğunlaşmak istiyorum. Bu iki ardışık evre arasındaki ayırdedici çizgiyi, elbette, eşitsiz gelişme yasasının nesnellik üzerindeki etkisini açıkça duyurmaya başlaması oluşturuyor. İlk evrenin nesnelliğinde, sosyalizm öncesi toplumsal düzenlerin ve özel olarak kapitalizmin çok gelişkin çözümlemesi ortaya konuyor. Toplumsal yasalar ya da aynı anlama gelmek üzere toplumsal gelişmenin zorunlu yönü açığa çıkarılıyor. Bu zorunlu yönde sosyalizmin kaçınılmaz gelişinin açığa çıkarılması çabası içinde, nesnel koşulların gelişmişliğinin önemi vurgulanıyor. Marx “İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce bir toplumsal oluşumun asla yok olmayacağından” söz ediyor. Vurgu, bir nesnellik üzerine oluyor. Kaçınılmaz olan sosyalist devrimin, gelişmiş bir ülkeden başlayacağı ve global bir nitelikte olacağı düşünülüyor.
Eşitsiz gelişim yasasının nesnellik üzerindeki etkisini daha açık biçimde göstermeye başlamasıyla birlikte, sosyalist teorinin gelişme süreci içinde ortaya çıkan vurguların yönü de değişiyor. Rus devrimci, eylemi bireyin toplumsal gelişmeye katkısına ilişkin bulguları da içeren sağlam bir geleneğin üzerinde yükseliyor. Politik açıdan zayıf bir halkada, Rusya nesnelliğinde, ikinci evre yaşanıyor. İkinci evrede, bir zorunluluğun gerçekleştirilmesinde, sosyalist devrime giden kaçınılmaz bir süreç içerisinde öznenin, politik öncünün işlevi ortaya konuluyor. Vurgu, öznellik yönünde oluyor. Öncünün, nesnelliğe ilişkin zorunlu bir dönüşümün başarılmasındaki payı belirginleştiriliyor
İlk iki evrede sosyalist kuramın gelişim aşamaları ve vurguları üzerinde söyleyeceklerimin sonuna geliyorum. 19. yüzyıl Marksizmi, 20. yüzyıl Marksizm- Leninizminin bir yandan temelini, öte yandan da belirli bir alt bölümünü oluşturuyor. 19. yüzyıl Marksizminin determinist vurgusu, 20.yüzyıl Leninizminin Jakoben vurgusuyla birlikte bir bütün oluşturuyor. Ne determinist, ne de Jakoben vurgu, birbirinden bağımsız olarak ele alınamazlar. Bunlar, dinamik bir süreç içerisinde belirli bir sentezin ortaya çıkışını getiren iki ayrı ve ardışık adımı oluşturuyorlar. Marx bir yasayı, sosyalist devrimin zorunluluğunu, Lenin bunu bütünleyen başka yasaları, devrime giden yolun özneyle ilgili yasalarını ortaya koyuyor. Lenin, Marx’ı bütünlüyor. Marksizme, Leninizm eki katılıyor. Sosyalist eylemin ve bu eylemi kuşatan nesnelliğin iki ardışık evresi, kuramsal gelişmenin gene iki ardışık adımını atabilmenin gerekli ön koşullarını oluşturuyor.
Nesnelliğin Üçüncü Evresinin Anlamı
Sosyalist teorinin belirli bir yöndeki gelişimi açısından önemli olan üçüncü bir evreden söz etmiştim. Üçüncü evre, Ekim 1917’nin hemen ertesinde başlıyor, sosyalizmin kuruluş ve geliştirme dönemlerinin sosyalist eyleminden, bu eylemi çevreleyen nesnellikten oluşuyor. Bu üçüncü evreye girildiğinde sosyalist eylemin ana sorununu, devrimi koruma görevinin yanı sıra, karmaşık bir toplumsal yaşamın sosyalist ilkelere uygun olarak nasıl reorganize edileceği, sosyalizmin nasıl kurulacağı oluşturuluyordu. Aynı sorun, sonraki yıllarda, gelişen ya da gelişmiş sosyalizmin karşılaştığı güçlüklerin nasıl çözüleceğine dönüşerek varlığını sürdürdü, sürdürüyor. Çok açık olarak belirtmek istiyorum: Marksist teori ilk evrenin nesnelliğinde sosyalizm öncesine, ikinci evrenin nesnelliğindeyse sosyalist devrime ilişkin gelişkin bir çözümlemeyi ortaya koydu. Her bir evrede, sonraki evreye ya da evrelere ilişkin olarak; teorik açıdan önemli, ancak kimi yönlerden sınırlı bir katkı yapılabildi. Bu sınırlılık, önemli bir ağırlıkla, gerekli nesnel ön koşulların gerçekleşmemiş olmasından kaynaklanıyordu. Nesnelliğin gelişkinlik düzeyi ancak sınırlı bir kuramsallaştırmaya izin veriyordu. Bolşevik devriminin ertesinde, sosyalist toplumun organizasyonuna, sosyalizmin kuruluş ve geliştirme dönemlerine ilişkin, yalnızca belirli vurguları yapabilmiş ve bazı ilkeleri getirebilmiş sınırlı bir teorik birikim vardı. Bu sınırlılık, sosyalist eylemin, bu eylemi kuşatan nesnelliğin üçüncü evresinin henüz yaşanmamış olmasından kaynaklanan doğal bir sınırlılıktı. Ancak, gene de bir sınırlılıktı…
Marx’ın sosyalist devrim sonrasına ilişkin kuramsal katkısı nedir?
Bu soruyu, söz konusu katkının önemli vurguları bağlamında yanıtlamak istiyorum. Marx ilk elde, toplumsal gelişmenin kaçınılmaz yönünün sosyalizm olduğunu belirtiyor. Bir zorunluluğu vurguluyor: Sosyalizmin hangi ülkede olursa olsun, nasıl özgün yollardan geçilirse geçilsin, kaçınılmaz olarak gerçekleşeceğini, kurulup geliştirileceğini düşünüyor.
İkinci olarak, sosyalizme ilişkin bir model oluşturma çabasına girişiyor. İnsanlığın kurtuluşu olarak ideal bir toplumsal düzen olan sosyalizmin, bir kez örgütlendiğinde, hangi normlara uygun olması gerektiğini belirtiyor. Oluşturduğu modelin öğeleri, büyük bir çoğunlukla, sosyalist toplumsal yaşamın belirli bir kesitinin nasıl organize edileceğinden çok, bir kez organize edildiğinde hangi normlara uygun olması gerektiğiyle ilgili oluyorlar. Marx modelin işleyişini sağlayacak olan mekanizmanın yeterli bir betimlemesini,içinde yaşadığı nesnelliğin verili koşulları altında gerçekleştiremiyor. Marx’ın oluşturduğu modelin sosyalist toplumsal yaşamın nasıl organize edileceğine ilişkin öğeleri, modelin öngördüğü normlara uygun bir işleyişin gerçekleştirilmesini güvence altına alabilecek ölçüde geliştiremiyorlar.1
Üçüncü olarak, Marx bir uyarıda bulunuyor. Sosyalizmin organizasyonu sürecinde, özellikle kapitalizm sonrası aşamada, ideal normlara dayalı bir sosyalist modelin yaşama geçirilmesi çabasının önemli güçlüklerle karşılaşabileceğini söylüyor. Bu uyarı, ideal normlara ilişkin vurguyu bir ölçüde dengeliyor. Aynı uyarı, önemli, ancak sınırlı oluyor. Nesnelliğin gelişkinlik düzeyi, Marx’ın, ancak genel bir vurgulama yapmasına elveriyor. Marx, ilerde yaşanacak olan bir nesnelliğin somut ürünleri olacak güçlükleri yeterince kuramsallaştırma olanağından, doğallıkla, yoksun bulunuyor. Bu güçlüklerin yeterli olmayan bilgisi, yukarıda sözünü ettiğim mekanizmanın nasıl kurulacağını ilişkin teorik çabaları sınırlayan etkenlerden birini oluşturuyor.
Bolşevik devrim öncesinin sosyalizmin kuruluş ve gelişme yasallıklarına ilişkin teorik birikimi, devrim ertesinde, sosyalist düşüncenin yeterince gelişmemiş bir parçasını oluşturuyordu. Bu parçanın Sovyet deneyimi öncesi vurgularının, parçanın gelişim süreci içersinde ortaya çıkan sonraki vurgularla birlikte ele alınması gerekiyor. Söz konusu parçanın gelişim sürecinin bu canlı ve sürekli doğasının göz ardı edilmesi, kaçınılmaz bir şekilde yanlış değerlendirmelere yol açıyor. Sosyalist eylemin ve onu kuşatan nesnelliğin üçüncü evresi, Bolşevik devrim sonrası, sosyalist düşüncenin henüz yeterince gelişmemiş bir parçasının tamamlanmasına denk düşüyor. Öznel etmenin devrim sürecindeki dönüştürücü işlevine ilişkin yasaların belirlenişinin, geçen yüzyıl Marksizminin bu anlamda bütünlenişinin nesnel ön koşullarını oluşturan ikinci evreye benzer bir biçimde, üçüncü evre de, öznel etmenin sosyalist toplumun organizasyonu sürecindeki işlevine ilişkin yasaların belirlenişinin, Marksist teorinin bir başka yönden bütünlenişinin nesnel ön koşullarını sundu. Gorbaçov dönüşümlerini de kapsayacak şekilde bütün Sovyet deneyiminin, en çok, bu süreklilik anlayışı içersinde ele alınması gerekiyor. Bu süreklilik, bir geleneği oluşturan birikimin sürekliliği oluyor.
Sovyetler’e Yönelik Eleştirilerde Yöntem Eksiklikleri
Bu bölümde, Sovyet deneyimini, olumsuz sonuçlar çıkaracak biçimde değerlendiren politik çizgilerin yaklaşımlarındaki yöntem eksikliklerine değinmek istiyorum. Değineceğim eksiklikler, çoğunlukla birbirlerini bütünlüyorlar.
Marksizm, toplumsal gelişmenin yasalarını ortaya koyuyor. Yasalar, nesnelliğin belirli bir yöndeki gelişiminin bir zorunluluk olduğunu dile getiriyorlar. Bu “zorunluluk” vurgusu, kimilerince, bir kendiliğindenlik olarak yorumlanabiliyor. Öznelliğin, zorunluluğun gerçekleşmesindeki katkısı gözden kaçırılabiliyor. Nesnelliğin, belirli bir yönde nasılsa gelişeceği düşünülüyor. Oysa, nesnelliğin belirli bir yöndeki gelişiminin gerekli koşulu, öznel etmenin müdahalesidir. Tersini düşünmek, nesnelliğin kendiliğinden bir tür kusursuzluk içerdiğini düşünmek oluyor. Perfeksiyonist bir anlayışa götürüyor. Bu anlayış, Marx’ın sosyalizmin kuruluş ve gelişimine ilişkin katkısının önceki bölümde sözünü ettiğim ilk vurgusunu abartmaya, oldukça yatkındır.
Okura ilginç gelebilir: Kendiliğindenci anlayış örneklerini, yeni değil, geleneksel soldan vermek istiyorum. Türkiye geleneksel solunun taşlaşmış yapıları, öznel etmenin yaşamsal dönüştürücü işlevinin yerine koydukları güçsüzlük kompleksi içinde, çok doğal olarak, sosyalizmin kendiliğinden gelişimine güveniyorlar. Söz konusu güven, bu toplulukları baştan aşağı sarmış bulunuyor.
İkinci ve kuşkusuz daha ilginç bir örneği Sovyetler Birliği’nden veriyorum. Gorbaçov ve Sovyet bilim emekçileri, sosyalizmde, üretim ilişkilerinin, üretim güçlerindeki gelişmeye kendiliğinden ayak uyduracağını öne süren eski tezlerin geçersiz olduğunu belirtiyorlar. Bu yargıya, ilerde daha geniş olarak değineceğim nedenlerden ötürü, tümüyle katılıyorum. Eski Sovyet tezlerinin kendiliğindenci yönü, bu kez, Türkiye geleneksel solundaki güçsüzlük kompleksinden değil, tam da tersine, bir aşırı özgüvenden kaynaklanıyordu.
Çok sık gözlemlediğim bir ikinci yöntem yanlışlığına geliyorum. Az önce, nesnelliğin belirli bir yöndeki gelişiminin gerekli koşulunun öznel etmenin müdahalesi olduğunu belirttim. Ancak, öznel etmenin müdahalesi, kimi koşullarda, varolan nesnelliği belirli bir yönde dönüştürmenin yeterli koşulunu oluşturamıyor. Şöyle: Varolan nesnelliğin koşulları, öznel etmenin müdahale yeteneğini artırıcı belirli olanaklar ve araçlar sağlamanın yanı sıra, bu müdahale çabasının karşısına birçok kısıtlarda koyabiliyor. Kısıtların çokluğu ve gücü oranında, öznel etmenin müdahale yeteneği de, nesnelliği istenen yönde dönüştürebiliyor ya da dönüştüremiyor.
Yeni sol düşüncede ve yeni sola yakınsayan diğer çizgilerde, özellikle de devrimci demokratlarda izleyebildiğim en çarpıcı yöntem eksikliklerinden birisi, yukarıda sözünü ettiğim gerçeğin kavranamayışından kaynaklanıyor. Varolan nesnelliğin öznel etmenin karşısına koyduğu kısıtlar, çeşitli almaşık politikalardan birisini, elbette en optimalini seçme olanağını ortadan kaldırıyor. Sovyet deneyimi, nesnelliğin getirdiği kısıtların, öznel etmenin seçim yapma olanağını ortadan kaldıracak, onu belirli bir seçimi zorunlu olarak yapma zorunda bırakacak ölçüde güçlü olabildiklerini gösteren pek çok örneği içeriyor. Nesnelliğin getirdiği kısıtların azımsanması, öznel etmenin, her koşulda, bir almaşık politikalar kümesiyle karşı karşıya bulunduğu, öznel etmenin bu kümeden bir politikayı özgünce seçtiği yanılsamasını yaratıyor. Böylelikle, zorunlu olarak uygulanmış bir politikanın olumsuz sonuçları, kolaylıkla, öznel etmenin öznel bir yanlışının sonuçları olarak yorumlanabiliyor. Sorunlar, öznel etmenin şu politikayı değil de bunu seçmekle bir yanlışlık yaptığı sonucuyla açıklanıyor. Kısıtların öznel etmenin dönüştürücü müdahalesine hiç bir biçimde olanak tanımadığı durumlar ise, öznel etmenin beceriksizliğine bağlanıyor. Nesnel koşulların ve nesnelliğin etkilerinin azımsanması, öznelci olarak tanımlanabilecek türde yanlış yaklaşımlara yol açıyor. Böylesi bir yöntem eksikliğiyle, ne bir Macaristan ya da Polonya örneği, ne de bir Stalin dönemi açıklanabilir.
Değinmeye çalıştığım öznelci yaklaşıma, devrimci demokrat çizgi doğası gereği çok yatkın. Devrimci demokratların Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist sistem üyesi ülkelere yönelttiği eleştirilerde, bu açıkça görülüyor. Bunun yanı sıra, burjuva düşüncenin liberal anlayışının sızdığı yeni ve sol liberal çizgiler de, yukarıdaki yöntem yanlışlığını paylaşıyorlar. Ateşli devrimci demokratlar ile sinik yeni sol, ortak bir yanılgıyı birlikte yaşıyorlar.
Sosyalizmin kuruluş ve gelişme sürecine ilişkin değerlendirmelerde görülen bir başka yaklaşım eksikliği de, bir tür dengeci anlayıştan kaynaklanıyor. Sovyet deneyimine ilişkin gözlemlemeler, sosyalizmin bu ülkede doğrusal değil, dalgalanan bir yol izlediğini ortaya koyuyor. Bunu, bir rastlantı olarak görmüyorum; gelişimin doğasından kaynaklandığını düşünüyorum. Sovyet sosyalizminin gelişme, özellikle de kuruluş dönemlerinde, bir kesintisiz dengelilik durumunun olması gerektiğini düşünenlerin, giderek böyle olmamasına şaşıranların, bu tür düşünce ve şaşkınlıklarını yersiz buluyorum. İleride açıklayacağım nedenlerden ötürü, Sovyetler Birliği’nde ve diğer birçok sosyalist ülkede, sosyalizmin gelişme ve özelliklede kuruluş dönemlerinde, sürecin özünün dengeye değil, sürekli beliren dengesizlik durumlarının dengelenmesi çabalarına dayandığını düşünüyorum.
Denge arayışı, metafizik anlayışının önemli bir parçasını oluşturuyor. Aynı anlayış, yeni sol düşünceye belirgin biçimde sızmış bulunuyor. Yeni sol, Sovyet deneyiminin sürekli bir denge içermeyişini, doğrusal bir çizgi izleyerek ilerlemeyişini eleştiriyor. Dengeci anlayış, sosyalizmin her aşamada kusursuz bir yol izlemesi gerektiği düşüncesinden, kaba bir kusursuzluk tutku ve beklentisinden kaynaklanıyor. Sosyalizmin kusursuz bir yol izlemesi gerektiğini düşünme yanılgısı, Sovyet deneyiminin içerdiği dengesiz bir dinamiğe dayalı sürecin anlaşılmasını güçleştiriyor. Kusursuzluk arayışı, solun hemen her topluluğunda gözlemlenebiliyor.
Denge ve kusursuzluk arayışı, birlikte, bir kez daha perfeksiyonist diye adlandıracağım bir eğilimi besliyor. Denge ve kusursuzluk arayışı, Sovyet deneyiminin içerdiği dengesizlikleri ve bu dengesizliklerin ürettiği olumsuz yan ürünleri, bir geleneği fütursuzca yargılamanın araçlarına dönüştürüyor.
Bu eğilimin sözcüleri, Sovyet deneyiminin değerlendirilmesinde, Marx’ın geliştirmiş olduğu sosyalist toplum modelini kalkış noktası olarak alıyorlar. Bu, elbette çok güzel olurdu… Ancak buna kalkışanlar, kusursuzluk arayışındakiler olmasaydı! Önemli olduğu için yineliyorum: Marx, modelin normlarını belirliyor. Ancak bu modelin tüm evrensel normlarıyla birlikte nasıl yaşama geçirileceği, ne tür güçlüklerle karşılaşacağı ve modelin işleyişinin nasıl bir mekanizmanın oluşturulmasıyla sağlanacağına ilişkin, yeterince geliştirilmiş bir çözümlemeyi gerçekleştiremiyor. Kuramın geliştirilmesi sürecinde Bolşeviklere düşen pay, işte tam da bu eksikliğin giderilmesi oluyor. Onların payına düşen, bir arayış oluyor; sonal bir amaca -Marx’ın geliştirdiği normlara- uzanan bir yolun, bu yoldaki yasallıkların araştırılması oluyor.
Sonal bir amaca uzanan bir yolda olma, tanım gereği, sonal amaçtan henüz uzakta bulunduğu anlamına geliyor. Gene tanım gereği, bu yolun olumsuzluklarının yaşandığı anlamına geliyor. Perfeksiyonist anlayışın yöntemi, bu açık gerçeğin kavranamayışından kaynaklanıyor. Sonal bir amaca uzanan yolda karşılaşılan olumsuzlukları, sonal amacın (kusursuz) normları karşısında yargılamaya dayanıyor. Böylesi bir yöntemin doğal sonucu, kaçınılmaz biçimde, Sovyet deneyiminin sosyalizme ilişkin Marksist normlardan saptığı çıkarsaması oluyor. Marksist teori-pratiğin bütünlüğü parçalanıyor. Ardından, parçalardan biri diğerini yargılamak için kullanılıyor.
Kuruluş Dönemi Ekonomisi
Üretim ilişkilerinin üretim güçlerinin yüksek bir gelişkinlik düzeyine denk düşmesi gereğine karşın kapitalist gelişmenin neredeyse tümüyle kendiliğinden bir çizgi izlediği biliniyor. Kapitalizm kendiliğinden, ancak toplumsal gelişme yasalarının gösterdiği yönde ilerliyor. Bu ilerlemeye, öznelliğin katkısı oldukça düşük oluyor. Kapitalizm, öznelliğin etkisinden daha uzak olma anlamında, toplumsal gelişmenin doğal bir ürünü.
Sosyalist devrimin gerçekleştirilmesiyle birlikte, toplumsal gelişmenin özellikle ayırdedici bir aşamasına geldiğini sanıyorum. Öznelliğin, nesnellik üzerindeki, toplumsal gelişmenin yasaların gösterdiği yöndeki dönüştürücü etkisinin belli başlı örneğini oluşturan sosyalist devrimin ötesinde, sosyalizmin, öznelliğin belirleyici etkisine bağımlı olma anlamında, kesinlikle kendiliğinden gelişen doğal bir toplumsal düzen olmadığını vurgulamak istiyorum. Büyük önem taşıdığı için yeniden söylenebilir: Sosyalizm, kendiliğinden gelişme olanağı bulunmuyor. Öznellik, onun nesnellik üzerindeki dönüştürücü etkisi, sosyalizmin kuruluşunda “olmazsa olmaz”ı oluşturuyor. Sosyalist devrimle birlikte öznelliğin toplumsal yasaların gösterdiği yöndeki bir gelişmeye katkısı, geçmişle hiçbir biçimde kıyaslanmayacak ölçüde artıyor.
Bolşevik devrim ertesinde, öncü, büyük bir sorunla, sosyalizmin nasıl kurulacağı sorunuyla karşı karşıya geliyor. Sosyalizmin kuruluşu, hiçbir boyutuyla, öznel dönüştürücülüğün dışında, kendiliğinden gelişen, doğal bir süreç olmuyor. Bunun ne denli korkunç bir yükümlülüğü getirdiği, sanırım net olarak anlaşılacaktır. Öznel etmen, henüz hiç yaşanmamış bir “ütopya”yı, sosyalizmi kurma sürecinin yükümlülüğünü tüm boyutlarıyla birlikte üstleniyor. Olumsuzlukları da içeren nesnelliği dönüştürme ve sosyalizmi kurma çabasına girişiyor Bolşeviklerin ağırlığı açıkça anlaşılacak yükümlülükleri, belirli başka etkenlerle birlikte iyice artıyor. Şimdi, bu etkenleri açıklamak istiyorum.
Bolşeviklerin elinde, sosyalizme ilişkin bir ön deneyimin sonuçları bulunmuyor. Parti, nesnelliği şu değil de bu yönde dönüştürme çabasının ürünü olacak tepkileri, bir ön deneyimin sonuçlarından yararlanarak değerlendirme olanağından yoksun bulunuyor. Partinin dönüştürme çabasının nesnesi olan toplumsal koşulların, yaşayan bir organizma olarak görülmeleri gerekiyor. Bu organizma belirli içsel güçleri, eğilimleri kapsıyor. Partinin dönüştürmeyi amaçlayan politikalarına, kapsadığı içsel güçlere ve eğilimlere uygun tepkiler gösteriyor. Tepkileri kestirmek kolay olmuyor. Zorluk, sosyalizme ilişkin bir ön deneyin bulunmayışı nedeniyle iyice artıyor.
Yukarıda değindiğim zorluğun, dönemin bir başka özelliğiyle ilgisini kurmak istiyorum. İlk bölümlerde üzerinde ısrarla durduğum gibi, sosyalist teorinin sosyalizmin kuruluş ve geliştirilmesine, sosyalist toplumun örgütlenmesine ilişkin parçası, Bolşevik devrimcilere eksiksiz bir yol göstericilik sağlamaktan uzak görünüyor. Ekim 1917 öncesinin nesnelliği, bu parçanın yeterince gelişmesine izin vermiyor. Bolşevikler, ilgili teorik birikimin eksikliğini duyuyorlar. Ön deneyim yokluğu ile teorik birikimin yetersizliği arasında, yine ilk bölümlerde değindiğim gibi sıkı bir bağlantı bulunuyor.
Bolşeviklerin karşılaştığı bu sorun, daha sonraki sosyalist devrimlerin karşılaşmadığı özel bir sorun oluyor. Bu açıdan, Sovyet deneyiminin özellikle ilk yıllarının kanımca en çok bir ‘arayış’ olarak nitelendirilmesi gerekiyor. Bu süreçte Parti, nesnelliği etkileyip dönüştürmeye yönelik eyleminin tüm sonuçlarını yeterince kestiremiyor. Eyleminin sonuçlarını alıyor, olumsuzluk ve olumluluklarının bir değerlendirmesini yapıyor, dönüştürme yeteneğini geliştirerek ilerliyor. Sürekli bir deneme-yanılma ile, kendi yolunu açıp ilerlemeye çalışıyor.2
Yukarıda söylediklerim, öznenin elindeki (teorinin ve öndeneyimle ilgili) araçların yetersizliğinden kaynaklanan güçlükler. Bunların dönüştürülecek olan nesnellikten (toplumsal yapıdan) kaynaklanan özgün bir dizi güçlükle birleşmesi, Sovyet deneyiminin çarpıcı bir yol izlemesinin önemli bir nedenini oluşturuyor.
Eşitsiz gelişme yasasının çok önemli iki sonucu oluyor: İlk sosyalist devrim tek ve geri bir ülkede gerçekleşiyor. Birinci sonucu alıyorum. Devrimin tek ülkede gerçekleşmesi, devrimin kazanımlarının korunması sorununa ayrı bir boyut katıyor. Bolşevik devrimciler yaşamsal bir savunma sorununun karşısında, kazanımları, pratik olarak tek başlarına koruyorlar. Sosyalist devrimden geri dönüşün olmadığı açığa çıktığında, bu başarı, tek bir ülkede kazanılmış oluyor… Eşitsiz gelişme yasasının ilk sonucu, Bolşevik devrimcilere, kimi dönemlerde bir aşırı yalnızlık, kimi dönemlerdeyse bir aşırı özgüven biçiminde yansıyor. Her iki yansıma biçimi de, kadrolar arası ilişkileri karmaşıklaştırıcı bir etki yaratıyor. Bu yanı ile Rus sosyalistlerinin yaşadığı hızlı bir ayrışma sürecini besliyor, diğer yanıyla ise Rus devrimcilerinin diğer ülke sosyalistleri ile ilişkilerine bir prestij boyutu katıyor.
Eşitsiz gelişme yasasının ikinci sonucuna geliyorum. Marx’ın ilk sosyalist devrimin gelişmiş bir ülkeden geleceği beklentisi gerçekleşmiyor. Sosyalist devrimin geri bir ülkede gerçekleşmesi, öngörülemeyen pek çok sorunu birlikte getiriyor. Bolşevikler gelişkin bir üretim güçleri düzeyinin veri alarak sosyalist üretim ilişkilerinin örgütlenmesi yerine, üretim güçlerinin artırılması sorunu ile yüz yüze geliyorlar. Devrimin başlıca uğraşı, yetersiz ekonomik temelin, altyapının geliştirilmesi oluyor.
Yukarıda değinmeye çalıştığım özel güçlükleri göz önünde tutarak, Sovyet deneyiminin çarpıcı bir yönünü değinmek istiyorum. Bu çarpıcı yönün yeterince açıklanabilmesi için Sovyet deneyiminin ilk yıllarını ele almayı uygun buluyorum.
Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin gelişimi, daha önce belirttiğim gibi, doğrusal değil, ancak dalgalı bir yol izliyor. Bu dalgalı yolda ilk yönelim Savaş Komünizmi oluyor.
Bolşevik devrimin ertesinde iç savaş patlak veriyor. İç savaşın varlığı, devrimin kazanımlarının korunması ve geriye dönüş umutlarının söndürülmesi çabasını öne çıkarıyor. İki nokta vurgulanabilir: Birincisi, Savaş Komünizmi bir zorunluluk oluyor. İkincisi, Savaş Komünizmi bir ileri gidiş oluyor. İç Savaş koşulları, Bolşeviklerin belirli adımları atmalarını gerektiriyor. Örnek vermek mümkün: Karşı devrimci direniş, diğer etmenlerle birlikte, Bolşeviklerin geniş ölçüde ulusallaştırmalara gitmelerini gerektiriyor. Aynı şekilde, toplumsal yaşamın diğer kesitlerinde de belirli dönüşümlerin yapılması zorunlu oluyor. Bu durumda Bolşevikler, bir iç savaşın acımasız kolları olmaksızın gerçekleştiremeyecekleri dönüşümleri gerçekleştiriyorlar. Erken gerçekleştirilmiş dönüşümlerin en önemlileri, kuşkusuz üretim yapısına ilişkin olanları. Bolşevikler, üretim ilişkilerinde, üretim güçlerinin gelişkinlik düzeyini aşan, onları zorlayan ve bu anlamda henüz ‘erken’ olan dönüşümlere gidiyorlar. Üretim güçlerinin zorlanması, giderek olumsuz bazı yan ürünler de veriyor.
Bolşevik devrim, öznelliğin nesnellik karşısında kazandığı bir büyük başarı oluyor. Bu başarı, sola güven veriyor. Rus solu devrim ertesinde, sola yönelmeye yatkın görünüyor. Öte yandan bu sola yatkınlık, Rus solunun ancak genel bir özelliği oluyor. Öznel etmen iç eşitsizlikler barındırıyor. Bolşevik devrimciler, nesnelliğin öznel dönüştürme çabasının karşısına koyduğu kısıtları eşit ölçüde kavrayamıyorlar. Önemli bir bölümü, yıkmakta ileri gitmek, kurmakta çabuk davranmak istiyor. Burjuva erkini yıkmakla yetinmiyorlar, kültürünü de tümüyle yadsıyorlar. Bir yandan da komünizmi bugünden yarına kurmayı ve eksiksiz biçimde yaşamayı düşlüyorlar. Devrim ertesinin verdiği doğal ivme, Avrupa da yükselen devrimci dalganın verdiği ivmeyle birleşiyor, öznelci eğilimler besliyor. Bu eğilimin güçlenmesi, Savaş Komünizmi aşamasının bir başka olumsuz yan ürünü oluyor.
Ancak öte yandan, nesnelliğin öznel etmenin karşısına koyduğu kısıtların önemini kavrayanlar da oluyor. Lenin, ulusallaştırma sürecinde ölçülü davranmak gerektiğini, koşulların üretim ilişkilerinde zorladığı değişimin, üretim güçlerinin gelişkinlik düzeyine denk düşmediğini vurguluyor. Sol Komünizm’i yazıyor, “çocukluk hastalığı”na karşı uyarıyor.
Savaş Komünizmini yaratan koşullar ortadan kalktığında, yeni koşullar ve yeni sorunlar bir başka yönelimim gerektirdiğinde, Sovyet deneyimi bir dönemece giriyor. İşlevini yerine getiren, ancak kendiside bir dizi olumsuz yan ürün veren Savaş Komünizmi aşamasına son veriliyor. Bu olumsuz yan ürünlerin başlıcasını oluşturan, işçi-köylü bağlaşıklığının sürdürülmesindeki güçlük, yeni bir döneme geçişte etkili oluyor. Yeni dönemin adı, NEP oluyor.
NEP döneminin en çok, daha ileri amaçlar adına bir geri çekilme, güç toplama aşaması olarak görülmesi gerekiyor. NEP, üretim güçlerini zorlayan erken adımları geri alıyor. Üretim güçlerinin geçmiş yıkımların etkisini giderecek biçimde gelişmesinin yolu açılıyor. NEP döneminde, geleceğin endüstrileşme sürecine, sosyalist üretim ilişkilerinin örgütlenmesine büyük katkısı olan önemli bir birikim gerçekleştiriliyor. Bir önceki dönemin ürünü olan politik dengesizlikler dengeleniyor, işçi-köylü bağlaşıklığı güçleniyor. NEP, her şeyden önce, nesnel koşulların belirli bir yönde gelişmesi oluyor. Nesnel koşulların sağa yönelimi, ideolojik plana yansıyor. Bu kez de NEP’in konjonktürel niteliği kavranamıyor: Bir yandan aşırı bir restorasyon kaygısına saplananlar, diğer yanda yeni ekonomik politikayı sosyalizmin kalıcı bir özelliği olarak düşünenler beliriyor. NEP, ideolojik planda, kendi olumsuz ürünlerin,i özelliklede bir sağa yönelimi doğuruyor. Yirmili yıllar NEP’in işlevini yerine getirişine ve sosyalist üretim ilişkilerinin yaygınlaştırılması gereksinmesine tanık oluyor. NEP sona eriyor, gelişim çizgisi yeniden sola yöneliyor.
Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin gelişim çizgisi başka yönelimleri de içeriyor. Stalin dönemini Hruşçov, Hruşçov dönemini Brejnev ve bu sonuncusunu -kabaca- Gorbaçov dönemi izliyor. Gelişim çizgisindeki bu dalgalanmaların giderek seyrekleşeceğini düşünüyorum.
Sovyetler Birliğinde sosyalizmin kuruluş dönemine denk düşen dalgalanmalar için şunları söylemek istiyorum. Özellikle eşitsiz gelişme yasasının sonuçları olan tek ve geri bir ülkede sosyalizmi kurma sorunları, Bolşevik devrimcilerin önlerindeki nesnel kısıtları önemli ölçüde artırıyor. Bolşeviklerin çoğu yönelimlerini özgür bir seçimin sonucu gibi görmek, bu yönelimlerin olumsuz yan ürünlerini de öznel yanlışların ürünleri olarak yorumlamak yanlıştır. Bolşevikler, nesnel kısıtların elverdiği yönde zorunlu seçimler yapmak sorununu yaşıyorlar. Gerek sağa ve gerekse sola yönelimler, öne çıkan belirli sorunların, kısıtların göz önünde tutulmasıyla birlikte belirli bir yönde çözülmeye çalışılması anlamına geliyor. Her yönelimin çözmek zorunda olduğu temel sorunları, bir problematiği oluyor. Aynı anlama gelmek üzere söylüyorum, her yönelim işlevsel oluyor.
İkinci önemli nokta şu: Her bir dönemin birincil bir sorunu, ya da sorunları oluyor. Bunların çözülmesi gereği en öne çıkıyor. Öte yandan her bir yönelim süreci, birincil sorunların çözümünün yanı sıra, yeni yeni beliren ve giderek güçlenen bir (dizi) ikincil sorunun doğuşuna tanık oluyor. Bu ikincil sorunlar, bir sonraki yönelimin problematiğini oluşturuyorlar. Birincil sorunların çözümü, çoğu örneklerde olduğu gibi, ikincil sorunların doğuşunu getiriyor. Bu anlamda, hem dengesizlikler yok ediliyor hem de yeni dengesizlikler yaratılıyor.
Ve üçüncü önemli nokta: Nesnellik Bolşeviklerin baş döndürücü bir hızla ilerlemesini gerektiriyor. Her dönemin birincil sorunlarının çözümü, eldeki güçlerin büyük bir hızla ve yoğun bir biçimde, belirli bir yönde seferber edilmesini gerektiriyor. Sorunların yalnızca çözülmeleri değil, hızlı çözülmeleri de zorunlu oluyor. Devrimin korunması ve ilerletilmesi adına, zorunlu oluyor. Birincil sorunların hızlı çözümü, ikincil sorunların hızlı doğuşuyla birlikte oluyor. Sorunlar hızla çözülürken, yeni sorunlar hızla doğuyorlar. Yeni sorunların hızla doğuşunun bir nedeni de, eski sorunların çözümünün, zorunlu olarak, eldeki güçlerin belirli bir yönde ve yoğun bir biçimde seferber edilmesini gerektirmesi oluyor. Eldeki güçlerin yogun seferberliği, toplum içi çatışmalarda bir artışın, toplum içi sıkışmaların, darlaşmaların göze alınmasını gerektiriyor.
Son önemli noktaya geliyorum. Devrim hızlı ilerlemek zorunda kalıyor, demiştim.Bu hız Bolşevikler arasındaki ilişkilere doğrudan yansıyor. Şöyle: Bolşeviklerin elinde bir ön deneyim, kuruluş döneminin geri ve tek bir ülkede çıkarabileceği tüm sorunların eksiksiz çözülmelerini veren bir teorik birikim yok. Birçok sorunu ilk yaşayanlar ve ilk çözenler oluyorlar. Buna sorunları hızlı çözmek zorunda kalmalarını ekliyorum… Bu ne anlama geliyor? Çok açık: Ayrışma ve çok hızlı bir ayrışma anlamına geliyor. Bolşevikler, hızlı bir ayrışmayı, aynı anlama gelmek üzere, hızlı bir tekleşmeyi yaşamak zorunda kalıyorlar. Çözümleri hızla görmeyenlerin, hızla dışarıya itilmeleri kaçınılmaz oluyor. Bir kez çizginin dışına düşenlerin, anti-Sovyet olmaktan kaçınmaları çok çok güç oluyor. Anti-Sovyet olmaktan kaçamayanların, kendini korumak gibi ölümcül bir sorunun soluğu ensesinde duyan bir ülkede hain olarak nitelendirilmeleri de kaçınılmaz oluyor. Parti, bir tekleşmeye doğru hızla ilerliyor. Tekleşme, bir kişinin diktatörlük arayışından kaynaklanmıyor. Nesnel koşullar, partide bir tekleşmeye gidişi dayatıyor. Tekleşme, Stalin döneminde, giderek kesin çizgilerle ortaya çıkıyor. Stalin dönemi tekleşmenin doruğunu oluşturuyor. Tekleşme, Stalin döneminde, yalnızca Parti içi değil, toplumsal bir ölçekte yaşanıyor. Stalin döneminde toplumu dönüştürme tutkusu, restorasyon güçlerinin kesin yenilgisi ile, kalkınma çabasının göz kamaştırıcı başarısı ile birlikte, bir özgüvenle birleşiyor. Dönüştürme tutkusunu ve aşırı bir özgüveni, bir yalnızlık duygusu bütünlüyor. Yalnızlık duygusu, tek ülkeye yönelik sürekli saldırılardan kaynaklanıyor. Skolastik bir düşüncenin doğuşu, kişilik yüceltme eğilimi, Stalin döneminin olağanüstü boyutlardaki tekleşmenin yan ürünleri oluyorlar. Bunlar bir sonraki dönemin çözüm getirmesini bekleyen olumsuz bir birikimin öğeleridir.
Demokratik Yanılsamalar Üzerine
Kuruluş ve Stalin dönemi dinamiklerini, şimdi daha değişik bir açıdan yaklaşmak istiyorum bu arada, ilgili bir vurguyu da yapmam gerekiyor…
Geleneksel solun bir kesiminde, aşamacı bir devrim bulunduğu biliniyor. Aşamacı devrim perspektifi, bir -nasıl niteleneceği sorununu önemli görmüyorum, ‘ileri’ ya da başka bir şey olabilir- demokratik devrimin gerçekleştirilmesinin ertesinde, demokratik bir düzenin oluşturulabileceği varsayımına dayanıyor. Üstelik bu demokratik düzen, bir demokratik diktatörlük altında gerçekleştiriliyor. Anlamlı bulamıyorum: Varsayımın altında, devrim ertesinde bir sürekli dengesizlik değil, dengenin olacağını sanma yanılgısının yattığını düşünüyorum. Yanılgının kökenini, dengeci bir anlayış oluşturuyor. Bu toplulukların bu kadar iyimser olmamaları, özellikle Sovyet deneyimini bir parça anlamaya çalışmalarının gerektiğini düşünüyorum.
Önceden de söyledim. Sovyet deneyimi, öznel etmenin nesnellik üzerindeki dönüştürücü çabasının karşısına çıkan kısıtların çok açık örneklerini veriyor. Öznel etmen toplumun yeniden örgütlenmesini amaçlıyor. Toplumu dönüştürmeye çabalıyor. Toplum, iç eşitsizlikleri olan bir bütünlük. Dönüştürme çabalarına, toplumun değişik öğelerinden, eşit olmayan tepkiler geliyor. Bunların önemli bir bölümünü de, bilinçli ya da bilinçsiz, ancak olumlu olmayan tepkiler oluşturuyorlar. Toplumsal dönüşüme toplumun katkısı eşitsiz olarak geliyor. Kimi üyelerinin katkısı çok oluyor, kimilerinin az. Aynı anlama gelmek üzere, kimi öğeler ileri, kimi öğeler geri oluyorlar. Demokratik ya da sosyalist olsun, bir devrimin ertesinde eksiksiz bir demokrasinin yaşanabileceği yanılsamasına katılmıyorum. Devrimin ertesinde, en çok bir dengesizliği anlatan bu süreçte, erkin eşitçe paylaşıldığı toplumun tüm kesimlerine tüm demokratik hakların verildiği bir dengenin otomatik olarak sağlanacağına yönelik bir güveni yersiz bir iyimserlik olarak görüyorum.
Sosyalist devrimin ertesinde, belirli demokratik dönüşümlerin yapılabildiği biliniyor. Ancak belirli demokratik dönüşümlerin yapılabilmesi, hiçbir biçimde, sosyalizmde demokrasi sorununun, hemen devrimin ertesinde otomatik olarak çözülebileceği anlamına gelmiyor. Demokrasi sorunu, sosyalizmde, geri öğelerin etkilerinin giderilmesine, toplumun olgunlaşmasına koşut olarak çözülebiliyor. Geri öğelerden payını yeterince almış olan bir toplum nesnelliğinde, demokrasinin gelişmemiş olmasını Stalin’in özgür bir seçimine bağlayacak ölçüde ileri gidenleri hiç anlayamadığını belirtmek istiyorum.
Kuruluş Döneminde Ekonomik Gelişmeler
Bu bölümde, kuruluş döneminin bir başka boyutunu, ekonomik boyutu, belirli sınırlar içerisinde ele almak istiyorum.
Üretim ilişkileri ve üretim güçleri arasındaki bağıntının, toplumsal gelişmenin yasaları açısından anlamı biliniyor. Sosyalist üretim ilişkileri denildiğinde, planlama konusunun gündeme gelmesi kaçınılmaz oluyor.
Öte yandan yıllardır, Sovyet literatüründe ve bizde, bir gerçek dile getiriliyor. Sovyet ekonomisinin özünün, 1930’lu yıllara dayandığı söyleniyor. Bu gerçeğin, Sovyet planlama deneyiminin erken dönemine ilişkin belirli vurguların yapılmasını gerektirdiğini düşünüyorum. Yoksa, bugünün sorunlarını yeterince anlamak pek olanaklı görünmüyor.
Erken dönemin tartışmasına, kapitalist ve sosyalist üretim ilişkileri arasındaki, çok önemli yer tuttuğunu düşündüğüm bir ayrılığı vurgulayarak girmek istiyorum.
Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişim çizgisi içerisinde, özel mülkiyetin varlığı etkeninin belirleyici bir payı oluyor. Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişim dinamiği, özel mülkiyetin varlığı üzerinde yükselen bireysel çıkar arayışlarına, kar güdüsüne dayanıyor. Sistemin çalışması bireysel davranışların toplu, ancak örgütsüz bir sonucu oluyor. Bireysel çıkarlar arasındaki çatışmalar, bireysel davranışların eşgüdümüne olanak tanımıyor. Özel mülkiyet varsa, planlama olmuyor.
Kapitalist üretim ilişkileri kendiliğinden bir gelişme içerisinde bulunsalar da, bu, sistemde yanlışları düzeltecek bir mekanizmanın olmadığı anlamına gelmiyor… Böyle bir mekanizma var: Kar arayışı, bireysel çıkarlar arasındaki çatışmalarla birlikte, bir yarışma ortamı içerisinde yürütülüyor. Kapitalist üretim ilişkilerinde bu yarışma bir kural olarak, yarışan bireylere eşit olmayan olanaklar tanıyan bir yarışma oluyor. Bu eksikliğe karşın ve bununla birlikte yine de, yarışmanın kaçınılmaz sonu olan cezalar, iflaslar vb. belirli yanlışları düzeltmeye yetebiliyor. Cezalandırma, sistemin gelişmesinin önemli bir etkenini oluşturuyor.
Sosyalist üretim ilişkileri söz konusu olduğunda, sistemin yanlışlarını düzeltecek mekanizma ne oluyor? Bu sorunun yanıtının yeterince anlaşılmadığını düşünüyorum. Bu sorunun yanıtının kavranması, Gorbaçov dönemi problematiğinin anlaşılması açısından büyük önem taşıyor.
Kolektif mülkiyetin varlığı, sosyalist üretim biçiminin bir ana özelliğini oluşturuyor. Kolektif mülkiyet, ekonomik etkinliğin bir eşgüdüm içerisinde yürütülmesine olanak tanıyor. Aynı mülkiyet biçimi, planlamanın gerekli bir koşulu oluyor. Yalnızca bununla kalmıyor; planlama da, sosyalist üretim biçiminin zorunlu bir ürünü oluyor. Üretim araçları üzerindeki kolektif mülkiyet, üretim araçlarının kullanımında bir kolektif karar alma sürecini gerektiriyor. Benzer biçimde, üretim araçlarının kullanımı sonucunda elde edilen toplumsal ürünün çeşitli almaşıklar arasındaki dağılımının da, kolektif bir karar alma süreci sonucunda gerçekleştirilmesi gerekiyor. Bu karar alma süreçlerinin kolektif nitelik taşımayışı, üretim araçları üzerindeki kolektif mülkiyetin anlamını yitirmesine neden oluyor. Sosyalist üretim ilişkilerinde, belirli bir toplumsal grubun, toplumun geri kalan kesiminden tümüyle bağımsız biçimde üretim araçlarının ya da toplumsal ürünün belli bir bölümünün kullanımı ya da dağıtımı üzerine denetlenmeyen kararlar almalarına olanak bulunmuyor. Üretim araçlarının kolektif kullanılması gereği, bu kullanımın özel mülkiyet koşulları altında olduğu gibi kendiliğinden yürümesine olanak bulunmadığı gerçeğiyle birlikte, planlamanın, sosyalist üretim ilişkilerinin temel öğesi olmasını getiriyor. Planlama, açıkça anlaşılabileceği gibi, bir uzmanlık işi oluyor. Bu da, bir planlama örgütünün varlığını gerektiriyor. Sosyalist çıkarları göz önünde tutarak kolektif kararların alınmasında, toplumun en ileri öğelerinden oluşan partinin büyük etkisi oluyor.
Planlama olgusunun ortaya çıkışının, sosyalizmin önemli bir özelliği olarak vurguladığım öznelliğin nesnellik üzerindeki artan dönüştürücü etkinliğinin bir parçası olduğunu düşünüyorum. Sosyalizm, daha iyiye doğru bir dönüştürme tutkusu oluyor. Planlama, öznelliğin, nesnelliğin bir özel kesitindeki, ekonomideki dönüştürücülüğüdür. Sosyalizm koşullarında ekonomik sürecin ileriye çekici motoru, öznelliğin ta kendisidir. Tüm bunların önemli bir sonucu var. Sosyalizm, sistemin işleyişindeki yanlışların düzeltilmesini sağlayan mekanizma olarak, öznelliğin ekonomik süreçler üzerindeki denetleyiciliğini getiriyor. Sosyalizmde, kapitalist üretim ilişkileri içerisindeki cezalandırma mekanizmasının yerine, başta planlama örgütü olmak üzere, diğer tüm birimlerin ekonomik süreçler üzerindeki denetimi geçiyor. Denetleme, yanlışları saptamanın ve sistemi sürekli olarak yeniden düzenlemenin aracı oluyor.
Yukarıdaki bulgunun, bugün Sovyetler Birliği’nde çok sık değinilen bir başka bulguyla birleştirilmesinin çok anlamlı olacağını sanıyorum. Daha önce de belirttim: Gorbaçov 27. Kongre’ye sunduğu raporunda, diğer Sovyet bilim emekçileri ise çeşitli çalışmalarında, sosyalizm koşulları altında, üretim ilişkilerinin, üretim güçlerinin gelişimine otomatik olarak uyarlanacağı düşüncesinin doğrulanmadığını belirtiyorlar. Planlama, üretim ilişkilerinin belirli anlamda örgütlenişi demektir. Gene planlamanın, yanlışları düzeltici mekanizmasının ise denetleyicilik olduğunu belirtmiştim. Bu noktada, ilginç bulduğum bir sonucu yazıyorum: Sosyalizmde, üretim ilişkilerinin üretim güçlerinin gelişimine uyum göstermesi, üretim ilişkilerinin sürekli denetimini ve öznel müdahalelerle sürekli geliştirilmesini gerektiriyor. Öznel müdahalede bir yetersizlik, nereden kaynaklanırsa kaynaklansın, sonuçta üretim ilişkilerinin üretim güçlerinin gelişmesine ayak uyduramamasına neden oluyor. Bunun, Sovyet ekonomisinin yakın geçmişteki belirgin kimi başarısızlıklarının açıklanmasında önem taşıdığını sanıyorum.
Sıra, Stalin döneminin ekonomik gelişmelerine ilişkin olarak söylenebileceklere geliyor. Sovyet ekonomisinin bugünkü mekanizması öz olarak Stalin döneminin 30’lu yılları ve sonrasında oluşturulan yapıya dayanıyor. Sürekli geliştirilmesine karşın, mekanizma özde aynı kalmış; bu çok önemli…
Stalin döneminin ekonomik gelişmeleri, toplumsal yaşamın diğer yönlerindeki gelişmelerle benzeşme gösteriyor. Bunun nedeni, toplumsal yapının diğer yönlerindeki gelişmelerin ekonomik alandaki seçimleri çok doğrudan biçimde etkilemesi oluyor.
Toplumsal yaşamın diğer yönlerinde olduğu gibi, Bolşevikler ekonomide de çok hızlı gitmek zorunda kalıyorlar. Batı’da yapılan, genel denge teorisinin sosyalist ekonomiye uyarlanması olan bir model çerçevesinde sürdürülen tartışmaların çok uzağına düşen bir deneyim yaşanıyor. Bu deneyim, Batı ekonomi düşüncesinin sınırları içerisinde yapılan ve sosyalist bir ekonominin olanaklı olup olamayacağı sorununu statik bir dengenin optimal kaynak dağılımını sağlayıp sağlayamayacağı sorununa indirgeyen bir tartışmayı da boşa çıkarıyor. Sovyet ekonomisi, dengesizliklerden de yararlanan bir planlama anlayışıyla ve çok yüksek bir hızla gelişiyor. Yüksek hız, Sovyet ekonomisinin yalnızca bir başarısı değil, belki bundan daha anlamlı olmak üzere, başka başarıların da anahtarı oluyor. Nesnelliğin koyduğu kısıtlar, her zaman çok yüksek bir hızı gerektiriyor; bunlar, ancak çok yüksek hızlarla aşılıyorlar.
Aynı yüksek hız, her şeyden önce, elbette üretim güçlerinin çok zorlandığı anlamına geliyor. Üretim güçlerinin gelişkinlik düzeyi, üretim ilişkilerindeki olağanüstü bir düzenlemeyle ve büyük bir hızla yukarı doğru çekiliyor. Üretim araçlarının yüksek bir hızla artırılması zorunluluğu, üretim güçlerinin gelişkinlik düzeyinin göreli bir yetersizliğiyle birlikte, üretim ilişkilerinin, yalnızca süreçlerin değil, kişilerin de merkezden denetleneceği bir biçimde örgütlenmesini gerektiriyor. Merkezin süreçler ve kişiler üzerindeki etkinliğinin çok yüksek oluşu, çalışanların davranışlarının sosyalist amaçlarla çelişkisinin kesin kurallar getirme yoluyla önlenmesine dayanan yönetsel işletmecilik yöntemlerinin sistemin işleyişindeki payının çok yüksek olması anlamına geliyor. Gorbaçov döneminin ekonomik gelişmelerine ilişkin olarak söylenebilecekler açısından büyük önem taşıdığı için yineliyorum: Bugünün ekonomik mekanizmasının temelini oluşturan 30’ların yapısında, üretim güçlerinin gelişkinlik düzeyi, diğer (yukarıda sözünü ettiğim hız etkeni başta olmak üzere) etkenlerle birlikte, yönetsel işletmecilik yöntemlerinin büyük bir ağırlık taşımasını getiriyordu. Yönetsel işletmeciliğin etkili olduğu koşullarda çalışanların bireysel inisiyatifleri de göreli olarak sınırlıydı.
Hruşçov Neden Sorumlu?
Yazıyı Hruşçov’la sürdürüyorum. Bu dönem üzerine söyleyeceklerim kısa; ancak önemli olduklarını düşünüyorum.
Stalin’i “sevmeyenler” çoktur. Bunun, bir yanıyla da, Stalin döneminin olumsuzluklarını Stalin’in olumsuzluklarına indirgeyenlerin çokluğundan kaynaklandığını sanıyorum. Ancak sevilmeyen yalnızca Stalin değil, Hruşçov’un da sevmeyenleri var…
Arslan Başer Kafaoğlu Çağdaş Yol dergisinin ikinci sayısında yer alan bir görüşmede söylüyor, aktarıyorum: ”Stalin’e karşı herif (“herif” Hruşçov oluyor, T.D.) içinde bir şeyler tutarmış. Açıklanmayan kompleksler, onları açığa vurdu.”
Hemen belirtmek istiyorum: Kafaoğlu’nun son günlerde azıtan anti-Sovyet çığırtkanlık karşısında gösterdiği dürüst karşı çıkışı çok yerinde buluyorum. Ancak bunu ne denli yerinde buluyorsam, Hruşçov’dan söz ediş biçimini de o denli yanlış buluyorum.
Saygı gösterip göstermeme sorunu bir yana bırakılacak olursa, Kafaoğlu’nun konuşmasından okurların büyük bir çoğunluğunun Hruşçov’un yetersiz bir “lider” olduğunu, bunları açığa vurduğunu ve çok yersiz işler yaptığını düşüneceğini sanıyorum. Bir dönemin olumsuzluklarının bir önderin olumsuzluğuna indirgenmesi gerektiği biçiminde anlaşılmaya çok açık sözler bunlar.
Stalin döneminin toplumsal yaşamın hemen her alanında daralmalara ve bir tekleşmeye gittiğine değinmiştim. Bir toplumun, bu tür daralmaları çok uzun bir süre kaldıramayacağını bilmek gerekiyor. Sovyet toplumu, daralmaların verdiği sıkıntıdan kurtulmak istiyor. Hruşçov döneminin bir açılma anlamına gelen yönelimlerini Hruşçov’un kişiliğiyle açıklamanın, yine aynı dönemin amaçladığı yönelimlerin yetersiz bir kapsamlılıkta oluşunu ise Hruşçov’un yeteneksizliğine bağlamanın çok anlamlı olmadığını düşünüyorum. Hruşçov döneminin, Parti önderliğinin yanlışlarıyla değil, önce Kollektivizasyon ve Büyük Anayurt Savaşı’nın, ardından soğuk savaşın yükünü taşıyan, daralmaları yaşayan bir toplumun uluslararası politik amaçlarla da çakışan bir çıkışıyla açıklanması gerekiyor.
Döneme bir an için Ehrenburg’un gözüyle bakmanın yararlı olduğunu sanıyorum: Yazarın bu yılarda yazdığı ünlü bir romanının adı “Buzların Çözülüşü” oluyor…
Hruşçov dönemi yalnız olumsuzluklar getirmiyor. Soğuk savaş kuşatmasını yarma çabasında, Hruşçov’un yarattığı izlenimin önemli bir etkisi oluyor. Olumsuzluklara geliyorum; Hruşçov dönemi, açıkça sağa çekici etkilerle birlikte geliyor. İçeride ve dışarıda. Hruşçov dönemi, yeterli güvenceler alınmadan girişilen bir yenilenme girişimi, bir toplumsal boşalım oluyor. Sorunlar çıkıyor, Hruşçov dönemi bitiriliyor.
Son bir nokta: Ekonomi alanında, Hruşçov döneminde ütopik beklentilerin oluştuğu biliniyor. Bu dönemde politik kaldıraçların, ekonomik hedeflerin gerçekleştirilmesinde, özellikle başka yönlerden de desteklenmemişlerse, sınırlı demiyorum, ancak abartılmaması gereken bir etkileri olabileceği açığa çıkıyor. Politik kaldıraçların, köklü dönüşümlerle birlikte kullanılması gerektiği anlaşılıyor.
Brejnev Dönemi ve Gorbaçov Açılımları
Şimdi de Brejnev ve Gorbaçov dönemlerinin, bu dönemlerin ekonomik gelişmeleri üzerinde yoğunlaşarak sürdüreceğim kısa bir incelemesine girişiyorum. Buna, Gelenek dizisinin elinizdeki sayısında yer alan, “Enternasyonalizm ve Gorbaçov Açılımları” başlıklı yazıdan yaptığım alıntılarla başlıyorum.
“Brejnev dönemi Detant’ı 1970’lerin büyük bölümüne damga vuran uluslararası bir olguydu. Detant, köklü bir iç yenileşme-dış atılım dengesi kurmayan, içte tutkulu ve niteliksel önem taşıyan hedeflere yönelmeyen, önemli kilit adımların hemen hemen tümüyle dış politika alanlarında odaklaştığı, tüm dünyada emperyalizmin ve faşizmin ciddi darbeler yediği bir dönemin koşullarından yararlanan, temel strateji olarak karşı kamptan ABD’yi baş diyalog partneri seçip gerileyen emperyalizmi bu geri konumunda kazığa bağlamayı amaçlayan politikalar bütünüdür.”
“Ayrıca ve önemle vurguluyorum: Gerek Sovyet Detant’ının içte köklü dönüşümlerle çakışmaması ve bu anlamda Gorbaçov açılımlarına göre daha ‘mütevazi’ nitelik taşıması, gerekse aynı dönemde uluslararası sosyalist hareketin deyim yerindeyse beslenecek pek çok gıda bulabilmesi, gözlerin tümden Sovyetler’e çevrilmesine gerek bırakmadı.”
“Gorbaçov açılımları ise, küçük istisnalar dışında, devrimci-ilerici yükselişin pek görülmediği, kitlelerin ciddi bir durgunluk yaşadığı, sol kazanımlara tanık olunmayan bir dönemde devreye girdi.”
İpuçlarının burada olduğunu düşünüyorum… Şöyle: Brejnev’li Sovyetler Birliği’nin uluslararası düzlemdeki konumu güçlü oluyor. Dışarıdaki güçlülük, içerideki dinamiklerin yeterliliği ile birleşiyor. Ancak bu yeterlilik, henüz bir nüve evresinde bulunan geleceğin belirli sorunlarını da içeren bir yeterlilik oluyor. Nüve evresinde bulunan sorunlar iç dinamikler ve özellikle 70’lerin ikinci yarısına doğru beliren önemli nitelik değişimlerini de yansıtan dış dinamiklerin gelişimiyle birlikte, 70’lerin ikinci yarısında belirginleşiyorlar. Uluslararası düzlemdeki dengeleri bozma anlamında bir nitelik değişimini içeren bu dış dinamiklerin en önemlileri, 70’lerin ilk yarısında beliren Batı kaynaklı ekonomik bunalımın sosyalist sisteme hızlı bir yansıyışı, bunalımın -bu ilginç bir özellik oluyor- Batıda bir teknolojik sıçrama ile birlikte yürümesi ve uluslararası devrimci dalganın geri çekilişi oluyor. Bu gelişmeler elbette bir bölümü öngörülemeyecek nitelikte olan iç sorunların hızlı bir biçimde gelişmesine ve giderek birincil bir önem kazanmasına neden oluyor. Dış politik dengelerin sürdürülmesi, dış politikada başarı, Brejnev döneminde görülmeyen bir biçimde, içe dönük atılımları, içeride tutkulu ve niteliksel önem taşıyan dönüşümleri gerektiriyor. İçte başarı, dışarıda başarının sürdürülmesinin gerekli bir ön koşulu oluyor. İç ve dış sorunların çözüm yolları, neredeyse tümüyle çakışıyor. İçeride tutkulu ve niteliksel önem taşıyan dönüşümlerin gerçekleştirilmesi, toplumsal durağanlığın her türüne karşı bir savaşı gerektiriyor. Bu savaş, dönüşümlerin kaldıracı yapılmak, toplum sarsılmak isteniyor. Dönüşümlerin en belli başlı boyutunu, ekonomik, bunun en önemli bir öğesi olarak da teknolojik atılım oluşturuyor. Toplumun bir bütün olarak süreçlere eksiksiz katılımı, olgun sosyalizm koşullarında korkutucu olmuyor. Bunun üreteceği olumsuz yan ürünlerden, aşırı uçlardan korkulmuyor. Sovyet toplumu, bu olumsuz yan ürünlerin yeterince önemsiz kalacağı ölçüde olgunlaşmış bulunuyor.
Dış politik dengelerin kurulması, iç atılımların başarısıyla böylesine açık bir biçimde çakışınca, iç atılımların eksenini oluşturan ekonomik dönüşümlerin özel bir önem taşıması kaçınılmaz oluyor. Ekonomik sorunların çözümünün başlıca boyutunu, kendisini iki büyük güçten birisi olarak adlandıran bir ülkede ve özellikle içinde bulunduğumuz çağın koşullarında, teknolojik bir atılımın oluşturması kaçınılmaz oluyor. Teknolojik atılım sorununun ortaya çıkışını ve çözüm yollarını anlayabilmek, geçmiş yıllara dönmeyi gerektiriyor.
İki kavramı açıklayarak başlıyorum: Ekstansif (genişlemesine) ve entansif (derinlemesine) ekonomik gelişme… Okurların, özellikle ikinci kavrama, Sovyetlerle ilgili tartışmalar bağlamında, yabancı olmadıklarını sanıyorum. İki Sovyet bilim emekçisinin, V. Loginov ve N. Novitskiy’nin, aslı Voprosiy Ekonomisi (1985, no. 7, s.3-14) ve İngilizce çevirisi Problems of Economics (1986, no.2, s. 3-23)’te çıkan, oldukça içerikli araştırmalarında deniliyor, aktarıyorum:
“Üretimin alan ve ölçeğinin, üretim araçlarında (emek kaynakları ve üretim araçları) niteliksel bir değişme olmaksızın gerçekleşen basit genişlemesi, genelde ekstansif gelişme olarak adlandırılıyor. Entansif ekonomik genişlemeyse, tersine, üretim araçları, emek gücü ve üretimin örgütlenmesindeki nitel bir iyileşme yoluyla gerçekleştirilir.”
Açık olduğunu sanıyorum: Entansif gelişme, işgücünün eğitimini, planlamada ve işletmecilikte nitel dönüşümleri ve ekonomik gelişmenin olmazsa olmazı olan ileri teknolojik atılımları gerektiriyor.
Sovyet ekonomistlerin çok sık olarak değindikleri bir gerçeği dile getirerek sürdürüyorum. Brejnev döneminin ekonomik gelişmesinin ekstansif ağırlıklı bir nitelikte olduğunu Sovyet bilim emekçileri sık sık belirtiyorlar. Loginov ve Novitskiy, yukarıda sözünü ettiğim çalışmalarında, ekstansif ve entansif etkenlerin ulusal gelirin artışına katkılarını ayrıştırıyor, saptıyorlar.
Bu ve diğer çalışmaların ortaya koyduğu sonuç şu oluyor: Altmışlı yıllardan başlayarak, ulusal gelirdeki artışın çok büyük bir oranda, ekstansif bir gelişmeye dayalı olduğu anlaşılıyor. Yeni teknolojilerin makine ve donanıma uygulanmasında, yeni teknolojileri içeren makine ve donanımın yaygınlaştırılmasında, yavaş kalınıyor.
Ancak yine de çok çarpıcı olan bir başka gerçek daha var ortada. Büyük Anayurt Savaşı sonrası yıllarda ve Brejnev döneminin son dönemi dışında, Sovyetler Birliği büyük bir ekonomik atılımı gerçekleştiriyor. Ulusal gelir hızla artıyor. Bu hız, toplumsal tüketimde belirgin bir ilerleme sağlamanın yanı sıra, konvansiyonel ve stratejik silahlanma yarışında Batı’yı yakalamaya da yetiyor. Bu hız, ekstansif gelişmeyle sağlanan bir hız oluyor. Ekstansif gelişme olanaklarının yola çıkarken geniş olmasına, bu olanakların kullanılmasına dayanıyor. Ekstansif gelişme olanaklarının çokluğu ve yüksek gelişme hızı, entansif etkenlerin katkı yetersizliği sorununu gizliyor. Entansif gelişme zorunluluğu önem kazanamıyor. Geleceğin bu önemli sorunu, o dönem henüz bir nüve olarak duruyor.
Ekstansif gelişme olanaklarının yakın yıllarda neredeyse tümüyle tükenmesi, Batı kaynaklı bunalımın sosyalist sisteme yansımaları, Batı’da bunalımın bir teknolojik sıçramayla birlikte sürmesi, bütün bunlar, nüve halindeki bir sorunun çok hızlı ve çarpıcı bir biçimde öne çıkmasına neden oluyor. Uluslararası devrimci süreçteki belirgin durgunluk, değişen dış politik dengeler, emperyalist karşı saldırı girişimleri, bunların tümü, başta Sovyetler Birliği olmak üzere tüm sosyalist ülkelerin içte güçlenmelerini gerektiriyor. Entansif bir ekonomik atılım bunun belki de en önemli boyutunu oluşturuyor. Uluslararası sorunların aşılması çabalarının, iç sorunların aşılması sorunlarıyla bütünleştirilmesi gerekiyor. Sosyalizmin dışta güçlenmesi sorunu, sosyalizmin içte güçlenmesi sorunundan ayrılmaz oluyor. Bu yüzden bugün Gorbaçov’un yaptıkları açıkça sol oluyor.
Yazının sonlarına yaklaşıyorum. Kalan bölümde, önce Gorbaçov dönemine ilişkin olarak önem taşıdığını sandığım notlar düşüyorum. Ardından, Türkiye solunun özellikle belirli topluluklarına ya da alışkanlıklarına yönelik uyarılarda bulunmak istiyorum. Sıkça kullanılan deyimle, “Sovyet deneyiminden dersler çıkarmaya” çalışıyorum.
Birincisi: Sovyet toplumu, olgun bir toplumdur. Sosyalizmi içselleştirmiş bir toplumdur. Böyle bir toplum için, bir Stalin döneminin olağanüstü tekleşmiş yapısı artık uygun bir örgütlenme biçimi olmuyor. Bir dönemin çekici gücü olan bu tür bir örgütlenme, bugün bir ayakbağı olarak görülüyor. Sovyet toplumunun bugünkü sorunları, toplumsal süreçlere katılımın artırılmasını, bu katılımın tekleşmiş bir örgütlenme yapısıyla değil, bireysel inisiyatifin kendisini daha çok gösterebileceği ve geliştirebileceği yaygın bir toplumsal örgütlenme yapısıyla gerçekleştirilmesini gerektiriyor. Sovyet toplumunun gelişkinlik düzeyi buna elveriyor. Bu gelişkinlik düzeyi, sürecin olumsuz yan ürünlerinin çok önemsiz bir yer tutmasını getiriyor. Karşıtların özgür bırakılması, önemli olmuyor.
İkincisi şu: Sovyet toplumu yaşayan bir bütünlük oluşturuyor. Geçmişini yargılayarak ilerliyor. Bir örnek veriyorum.
Örnek, Buharin ve Trotski’yle ilgili. Bu kişilerle ilgili geçmiş değerlendirmeler, bir dönemin sınıf mücadelesinin canlı sonuçlarını yansıtan değerlendirmeler. Geçmişin canlılığında yapılan bu değerlendirmeler, bugünün Sovyet toplumuna yetmiyor. Sovyet toplumu bu kişilerin olumlu olumsuz, tüm katkılarıyla birlikte ele alacak, değerlendirip benimseyebilecek bir olgunluğa artık ulaşmış bulunuyor. Sovyet toplumu düne bugünden bakmak, geçmişi dışarıdan değerlendirmek istiyor. Aynı dışarıdan bakışla, yalnızca yermiyor, eleştiriyor da… Sovyet toplumu bugün, Buharin ve Trotski’nin kendi geçmişindeki yerini bambaşka bir nesnellikte, yeniden tartışıyor.
Bir başka örnek veriyorum. Sovyet toplumu bugün, geçmişin toplumsal örgütlenme biçimlerine çatıyor. Bunu çok doğal buluyorum. Sovyet toplumu ilerliyor. Geçmişin pek çok kalıntıları, kendi gelişiminin önündeki canlı kısıtlarını oluşturuyor. Sovyet toplumu dünden kalan kısıtlayıcı birikintilere (bu kez) dışarıdan bakamıyor, eleştiriyor.
Üçüncü nota geliyorum: Türkiye’de ve Batı’da sık sık, Gorbaçov’un Parti ve toplum içindeki karşıtlarından söz ediliyor. İlk söyleyeceğim şu: Bu ülkede, dönüşümler karşısında sol kaygılar taşıyanlar, dönüşümlerin olumsuz yan ürünlerine tepki duyanlar olabilir. Bunun hem doğal, hem de işlevsellik anlamında olumlu olduğunu düşünüyorum. Dürüst sol tepkiler, dönüşümlerin sağa itici etkileri karşısında bir denge öğesi oluşturuyorlar. İkinci olarak söylenebilecek olan ise şu: Gorbaçov, toplumu ileri çekecek bir örgütlenme biçimi arıyor. Eski biçimi yeterli bulmuyor. Bu, yetkilerin bir yeniden dağıtımı anlamına geliyor. Dağıtım sırasında, yetkisizleştirilecek olanlar da bulunuyor. Özellikle ekonomik mekanizmanın belirli düzeylerindeki şişkinlikler ve aşırı yetkiler kaldırılmak isteniyor. Yetkilerini yitirenlerin, böylesi bir sonucu benimsemeleri bir süreç alacaktır. Yetkilerini yitirenlerin ötesinde, dönüşümleri çıkarlarına aykırı bulanlar da olacaktır. Gorbaçov, kendi gelişimlerini ve çıkarlarını dönüşümlerde gören toplum kesimlerini birleştirmek kızıştırmak istiyor. İsteksiz olanların durgunluklarını, bu kesimlerin baskılarıyla gidermeyi amaçlıyor.
Gorbaçov’un parti içindeki “karşıtları” konusuna geliyor sıra. Burjuva basınıyla birlikte yeni ve liberal solun bu konudaki görüşleri, Batılı Sovyetologların damgasını taşıyor. Bu tür Sovyetologlar, doğruları kendilerine saklamayı, abartmaları da dışa yansıtmayı çok seviyorlar.
Sovyetler Birliği’nde bugüne dek, her büyük dönemeçte belirli kadro değişikliklerinin yaşandığı biliniyor. Parti, iç eşitsizlikleri olan bir örgüt. Üyelerinin sorunlar karşısında, gösterdikleri tepkilerin bir ve aynı olması olanağı yok. Dönemeçlere, toplumun birikmiş ve yeni belirmiş sorunlarıyla birlikte geliniyor. Sorunların yoğun bir biçimde ortaya çıkışı, bu sorunlara daha duyarlı ve onları çözmeye daha yeterli üyelerin öne çıkmasını gerektiriyor. Parti, eşitsiz bir bütün; yoğun bir biçimde ortaya çıkan sorunlara çözüm getirme açısından daha yetersiz olanlar, doğallıkla geriliyorlar. Bu süreç kuşkusuz belirli sıkıntıları da içeriyor ve kolay geçmiyor. Geçmiş politikalara gereğinden çok bağlı kalanlar çıkabiliyor. Yeni sorunlar da, yeni insanları ortaya çıkarıyor; çözüm getirmeye daha yatkın olanları…
Gorbaçov toplumu sarsmak istiyor. Bu arada Partiyi de. Gorbaçov’un, Sovyet toplumunun sorunlarına yönelik olarak aşırı duyarlı bir bilinç taşıdığını sanıyorum. Özellikle sol tepkileri azaltacak bir doğası olduğu da söylenebilir.
Ve son bir söz: Ordunun ve KGB’ nin “tepkileri” üzerine masallar uyduruluyor. Bunlar, gülünç oluyor. Sovyet ordusunun Batı’dakilere pek benzemediği ortada. KGB konulu masallara gelince: Gorbaçov’un “öncülü” sayılan Andropov’un eski KGB başkanlarından olması nasıl yorumlanıyor? Bir soru daha: Gorbaçov’un partideki hızlı tırmanışı nasıl açıklanıyor? Bu soru şöyle yanıtlanabilir: Sovyet toplumu ve parti, çıkan sorunlara karşı, potansiyel çözümleri de içerecek bir olgunluk düzeyindedir.
Dördüncü nota geliyorum. Bu, ekonomiyle ilgili bir not: Sosyalizmde, toplumun olgunlaşmasıyla üretim güçlerinin olgunlaşması birlikte gerçekleşiyor. Üretim güçlerinin olgunlaşmasının, üretim ilişkilerinin geliştirilmesiyle birleştirilmesi gerekiyor. Üretim ilişkilerinin ekonomik boyutunun bir gerçekleşme biçimi olan ekonomik mekanizmanın, planlamanın ve işletmeciliğin geliştirilmesi gerekiyor. Üretim güçlerinin gelişkinlik düzeyi, bugün, karar alma sürecinin daha çok kolektivize edilmesine elveriyor. Bu, öteki yandan da zorunlu. Üretim güçlerinin varolan gelişkinlik düzeyinde, onların önünü açıcı bir ekonomik mekanizmanın doğasında, gelişmiş bir kolektif karar alma sürecinin bulunması gerekiyor. Planlamanın, daha yaygınlaştırılmış bir örgütlenme biçimiyle sürdürülmesi gerekiyor.
Daha önce de belirtmiştim, burada yineliyorum: Sosyalist ekonominin yanlış düzeltici mekanizması, denetim oluyor. Denetimi yürüten, yanlışları saptayarak düzeltmeye çalışan mekanizmanın öznesini ise insan oluşturuyor. Bugün Sovyetler Birliği’nde planlamanın ayrılmaz öğesi olan bu denetimin kapsamı genişletiliyor; aynı mekanizmanın öznesi, daha çok insan katılımı ile güçlendiriliyor. Üretim güçlerinin ve emeğin ulaşmış bulunduğu gelişkinlik düzeyi buna elveriyor. En iyi çözüm, bu oluyor.
Burada bazı uyarılara geçilebilir. Öncelikle, liberal sağ ve sol düşüncelerin sızdırmak istedikleri çarpıtmalara değinmek istiyorum. Liberal sol düşünce -Türkiye’de bunun en tipik örneğini Saçak çizgisi veriyor- gerçekte liberal sağ görüşün sol bir yorumundan öte değil. Üstelik, öyle çok “sol” bir yanı da bulunmuyor. Bu çizginin özel olarak gençliğe seslenmeye çalıştığı bir dergide, Gökyüzü’nde, ister istemez aynı derginin yazarlarından başka kimsenin yazamayacağını düşündüğüm mektuplar yer alıyor. Bu mektuplarda bol bol “gençliğim eyvah” çığlıkları atılıyor. “Oy babom” gibi tuhaf denebilecek sesler çıkarılıyor, “gökyüzünün bereketli bulutları altında yaşamanın mutluluğundan” söz ediliyor. Bununla kalmıyor. Aynı liberal görüş, son elli yılın en iyi yapıtlarını verdiğini sanma saplantısını iyiden iyiye benimsemiş bir kişiye, Hilmi Yavuz’a, Gökyüzü aracılığıyla gençlere seslenme olanağını tanıyor. Yavuz yazısına “Yüzyılın yetiştirdiği belki de en büyük yazar olan Milan Kundera’nın o erişilmez ‘Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ romanında …” sözleriyle giriyor. Türkiye solundaki bu topluluğun başlarından Perinçek, çoğu yazılarında, “Atatürk bugünleri görseydi kimbilir ne derdi?” türü yaklaşımların kusursuz örneklerini veriyor. Çizgiyi tanıdık. Şimdi, ayrıntılara geliyorum.
2000’e Doğru dergisinin 18. sayısında Halil Berktay iki görüşme yapıyor. İlki, Türker Alkan’la birlikte ve Pravda‘nın Türkiye muhabiri Stepanov’la. İkincisi de Yalçın Küçük’le. Görüşmeler, Stepanov ve Küçük’e, Sovyetler Birliği’nde Gorbaçov’un yaptıklarıyla, Çin’de Deng’in ya da Çekoslavakya’da Dubşek’in yaptıklarının “aynı şeyler” olduğunu itiraf ettirmeyi amaçlıyor. Özellikle Berktay’ın, karşısındakilerin sözünü keserek konuşması, itiraf almaya pek hevesli olduğunu gösteriyor. Ancak Berktay başarılı olamıyor; Stepanov ve Küçük’ten bu anlamda yüz bulamıyor. Kısacası, “olmuyor”.
Liberal sol görüş büyük çarpıklıklar içeriyor. Bu görüş, bir restorasyon isteği çerçevesinde gelişen politik liberalizasyon çabalarıyla, olgun bir sosyalist ülkede, Sovyetler Birliği’nde, kitlesel katılımları genişletmeyi amaçlayan Glastnost’un aynı anlama geldiğin söylüyor.
“Gorbaçov yapıyorsa, Dubçek’e neden yaptırılmadı” türü garip ya da çocukça bir sorunun başka anlama gelmesi mümkün değil. Daha açık söylenebilir: Belirli bir sosyalist ülkede, kapitalist restorasyon yönelimlerini içeren bir ekonomik liberalizasyon istemiyle, gelişen üretim güçlerinin bir göstergesi ve bir gereği olan, işletmelerin ve diğer ekonomik birimlerin karar alma süreçlerindeki planlı bağımsızlıklarının ve inisiyatiflerinin genişletilmesi çabalarının aynı anlama geldiğini söylemek, açık bir çarpıtmadır.
Sosyalizmde işletmelerin bağımsızlığı sorununa değinmişken, sözü, düşüncelerini yeni solun Yeni Gündem‘inde dile getiren bir ekonomiste, Nuri Yıldırım’a da getirmek istiyorum. Burjuva ekonomi politiğine oldukça yatkın bir Macar ekonomisti olan J. Kormai ile Dünya Bankası yöneticilerinden B. Balassa’nın görüşlerinin yayıcılığını üstlenen, zaman zaman da bunların sıradan bir izleyicisi olarak görünen Yıldırım’ın, Macaristan ve Sovyet reformlarına değinen yazılarıyla anımsanacağını sanıyorum. Burjuva ekonomisinde, sosyalist işletmelerin bağımsızlığı sorunu çok önemseniyor. Sosyalist işletmelere “sınırsız”, aynı anlama gelmek üzere plan dışı bir bağımsızlık isteniyor. İşletmelerin bağımsızlığına, aynı anlama gelmek üzere piyasa mekanizmasının “etkinliğine” duyulan bu ilgi, planlamanın almaşığı olarak aynı mekanizmanın geliştirilmesine yönelik istem, gene de sosyalist üretim biçiminin özünün çok iyi kavrandığını gösteriyor!
Yıldırım, yukarıda değindiğim ilişkiyi iyi, ancak başka önemli ilişkileri kötü kavradığını sergiliyor. Yıldırım, Sovyetler Birliği’nde, işletmelerin ve diğer ekonomik birimlerin karar alma sürecine katılımlarının artırılması ve planlamanın öznesinin genişletilmesi anlamına gelen dönüşümlerin, bizzat planlama mekanizmasının bir dönüşümü olduğunu kavrayamıyor. İşletmelerin planlı bağımsızlıklarının genişletilmesini, planlamanın “yetersizliği” olarak görüyor. Planlama, durağan bir olgu değil. Tersine, üretim ilişkilerinin önemli bir boyutu. Geliştirilmesi, üretim ilişkilerinin geliştirilmesi anlamına geliyor. Sovyetler Birliği’nde süreç, planlamaya karşı değil, planlama için yürüyor. Yıldırım, işletmelerin planlı bağımsızlıklarının genişletilmesinin, aynı birimlerin plan dışı bağımsızlıklarının zorunlu olarak onaylanmasıyla aynı anlama geldiğini düşünüyor. Kavrayamadığı nokta, burada.
Şimdi, Yıldırım’ın neyi iyi kavradığına geliyorum. Sovyetler’de işletme özgürlüğünü geliştirme çabalarını “planlamanın yetersizliği” olarak algılayınca, ardını da getiriyor. Planlamanın yadsınmasının, piyasanın benimsenmesinden başka anlama gelemeyeceğini kavradığını gösteriyor. Böylece (bu nasıl bir şey oluyorsa) sosyalist ülkelerde planlama ile piyasanın “bir bileşimini” öneriyor.
Bu noktadan sonra, gene bir uyarıda bulunma gereği doğuyor. Uyarı, Gelenek‘in önceki sayısından bir bölümle yapılabilir: “…İçerideki sorunlar, olgun sosyalizmin sorunlarıdır. Olgun sosyalizmin sorunları ise, artık sosyalizmin popüler bir ifade tarzına gereksinme duyacağı bir aşamadır. 70 yıl geçmiştir. Şimdi ‘yığınların’ ve ‘halkın’ altının çizildiği bir Marksizm söz konusudur. Tam da…
“Evet, tam da dünyada sosyalist teorinin Jakoben bir şırıngaya gereksinim duyduğu bir sırada. bu denge nasıl tutturulacak? Zor olacaktır. Zor olacağını ‘biz Glasnost’u çok önceden keşfettik’ diyen TKP, ‘SSCB’deki gelişmeler FKP’nin demokrasi programının doğruluğunu kanıtlıyor’ diyen FKP ve benzerleri gösteriyorlar.” (C. Hekimoğlu, Gorbaçov ve Sol, s. 84)
Haydar Kutlu Türkiye’nin sorunlarının çok olduğunu, kimsenin bu sorunları yalnız başına çözemeyeceğini, çözümün bir ulusal anlaşmayı gerektirdiğini söylüyor. Öyle anlaşılıyor ki Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin olgunluğunun Kutlu’daki karşılığı “böyle yapmayalım, bir araya gelelim” diyen erdemli bir ses tonu oluyor.
Türkiye solu 7 yıl önce, bir yenilgiyi yaşadı. Türkiye solunun bir yenilgiyi, bu biçimiyle yaşamasında, öznel etmenin işlevini kavrayamayışının, giderek de bu etmenin yetersizliğinin önemli bir payı oldu.
Sovyet deneyimi Türkiye solunda da tartışılıyor. Tartışanların bir bölümü eleştiriyor. Eleştirilerin çoğu, olumsuzlukların Sovyetler’deki öncünün hatalarından, öznelliğin eksikliklerinden kaynaklandığı temasında birleşiyor. Kendi payına öznelliğin hakkını veremeyen Türkiye solu, başkasında öznellik yetersizliğini eleştiriyor.
Sovyetler Birliği’ndeki öznelliğe yönelik bu eleştirilerin çoğu, aynı ülkedeki nesnelliğin, bunun koyduğu kısıtların, nesnelliğin dönüştürülmesindeki güçlüklerin bilinmemesinden kaynaklanıyor. Kimi olumsuzlukların eleştirisi “bunca yıldır ne yapıyor?” düzeyinde sürdürülüyor. sosyalizmi kurmak ve geliştirmek kolay iş değil. Örnek veriyorum: Marksist teori, sosyalizmde değer yasasının giderek işlevini yitirmesi gerektiği saptamasını içeriyor. Oysa Sovyetler Birliği’nde yıllardır, ücret eşitlemesini gerçekleştirme sorununun çözüme bağlanması sağlanamıyor. Nesnel kısıtlar, günün ekonomik-politik zorunluluklarıyla birlikte, emek-değer yasasının uygulanmasını gerektirebiliyor. Günümüzde Gorbaçov, tembelliğe karşı, emek-değer yasasının uygulanmasını getiriyor. Sosyalizm zengin bir gerçeklik; kurulması ve geliştirilmesi büyük çabalar gerektiriyor.
Bir başka örnek daha veriyorum. Bir güçlüğü aşma çabasının, başka sorunları nasıl doğurabileceğine ilişkin bir örnek. Üretim ilişkilerinin göreli geriliği, ekonomik mekanizmada aksaklıklar olduğu anlamına geliyor. Aksaklıklar, denetleme eğiliminin güçlenmesine, yönetsel işletmeciliğe dayalı çözümlerin aranmasına neden olabiliyor. Bunun anlamı, yönetsel birimlerin ve denetleme birimlerinin sayıca artışı, sonra da getirilen yeni kurallar oluyor. Sonuçta bürokratizasyon artıyor. Gene çok ilgili bir başka konuya geçiyorum. İşletmelerin planlı bağımsızlıklarının güçlendirilmesi gereğine değinmiştim. Hem bir bağımsızlaşmayı gerçekleştirmek, hem de bağımsızlaşan birimin son aşamada plandan sapmasını sağlamak, sanıldığı kadar kolay bir iş değil. Bu sorun yıllardır Macaristan, Demokratik Almanya ve Sovyetler’de çözümlenmeye çalışılıyor, bu doğrultuda deneyler yaşanıyor. Önemli bulduğum için yineliyorum: Sosyalizm kendiliğinden işlemiyor, özneye dayalı bir toplumsal örgütlenmenin üzerinde oturuyor.
Türkiye soluna gelince. Bugün Türkiye solunun gidecek çok yolu, çözülmesi gereken pek çok sorunu bulunuyor. Henüz sağa ya da sola yatmaya, nesnelliği kavrayamayan bir öznelliği ya da öznelliği olmayan bir nesnelliği veri almaya çok yatkın görünüyor. Türkiye solu, birgün, yazı boyunca değindiğim sorunların tam içinde bulacak kendini. Solun, o güzel ama zorlu günlere kendini çok iyi hazırlaması gerekiyor.
Dipnotlar ve Kaynak
- Bir örnek vermek istiyorum. Marx ekonomide, yalnızca belirli bir toplumsal üretim biçimlerine özgü özellikler ile her toplumsal üretim biçiminde doğal olarak bulunması gereken evrensel özellikler arasında bir ayrım yapıyor. Bu bağlamda, kaynak dağılımının, sosyalizmin çözmesi gereken bir evrensel sorun olduğunu belirtiyor. Öte yandan Gotha Programı’nın Eleştirisi’nde, toplumsal ürünün ne tür (toplumsal, kişisel vb. ) gereksinimler arasında paylaştırılması gerektiğinden söz ediyor. Ancak bu konuda, dağıtımı gerçekleştirecek mekanizma ile ilgili olarak çok sınırlı şeyler söyleyebiliyor.
- 2000’e Doğru dergisinin 18. sayısında Pravda’nın Türkiye muhabiri Stepanov kendisi ile yapılan röportajda, şunları söylüyor: “Bizim, ilk sosyalist ülke olduğumuz için daha büyük bir tecrübe birikimimiz oldu. Birçok yanlış yaptık. Deneyip görelim dedik, olmadı; başka bir şey denedik. Başkalarının bizim yaptığımız hataları tekrarlaması gerekmiyor.”