Burjuva ideolojisi kendisini “evrensel” olarak sunmaya başladığından beri, önce bir eğilim, sonra fetiş ve kavramları ile “demokrat” olageldi. Demokrasi; bir garip şey, ne yaşanabilen, ne hissedilebilen… Ne yaşayacak, ne hissedeceksin, ama mutlaka “demokrat” olacaksın! Kişi hak ve özgürlükleri, hür düşünce, liberalizm, serbest rekabet türünden kaynağı ve amacı meçhulleştirilmiş kavramları bir araya getirince burjuvazinin en güçlü ideolojik tutamak noktasına, demokrasiye ulaşıyorsun. Burjuva ideolojisinin güçlü tutamak noktası oldun mu, belirsiz ve ruhbani olacaksın. Bu kaçınılmaz. Belirsizlik arttıkça etki gücün artacak. “Demokrasi” de böyle…
İşte bu belirsizlik tarih boyunca iki ciddi darbe aldı. Birincisi, daha henüz yükseliş döneminde bu belirsizliği içeriden devrimci bir kesinliğe ulaştırmaya yönelen Jakobenler oldu. Burjuva demokrasisini ete kemiğe büründürmeye yönelik her girişim aynı zamanda onun inkarını da içereceği için Jakobenizm bugüne, burjuvaziye değil başkalarına ufuk açan bir gelenek olarak uzandı.
Burjuvazinin “demokrasi” illüzyonuna ikinci ve en sarsıcı darbe 1917 yılında geldi. Tarihsel materyalizmin 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren gökten yere indirip kategorikleştirdiği “demokrasi”, ilk sosyalist devrimle birlikte burjuva dünyasında sahip olduğu kişiliksizliği üzerinden attı. Kapitalizm bu sarsıntıyı ancak II. Dünya Savaşı’yla atlatabildi. 0 zamana kadar ise, sosyalist ideolojinin 1917 ile attığı kılıca yanıt olarak burjuvazi kampında kendisini hissettiren, gericilik ve faşizm oldu.
“Demokrasi”, tarihsellikten arındırılmış bir ideolojik savunma aracı olarak, burjuvaziye hizmet eder. Tarihsellikten arındırılmış her kavram aynı talih(sizlik) ile karşı karşıyadır. 1917, “demokrasi”yi geçmişi ve geleceği ile gözler önüne sermede, yani burjuva ideolojisinin en güçlü noktasına saldırmakta önemli bir işleve sahip oldu. Böylesi bir cesarete sahip bir ideolojinin kitleselleşebileceğini de kanıtladı.
Ne idüğü belirsiz ve aslında belli bir sınıfın “demokrasisi”ni ifade eden bir demokratlığa karşı yapılan bu başkaldırı, sosyalist ideolojinin en önemli kazanımlarından birisiydi. Nedir bu başkaldırı? Şimdi daha da açalım: Bu başkaldırı önsel olarak, herhangi bir değerlendirmeye tabi tutulmayan “çoğulculuk”, “düşünce özgürlüğü”, “siyasal katılım” gibi kavramların yeni bir çağın açılması sırasında yararlanılabilecek içeriğe sahip olmadığının ilan edilmesidir…
Bu başkaldırının kabul edilip edilmemesi Marksist hareket içerisinde bugünkü ayrılıkların kökeninde yatan ana sorundur. Marksizmi burjuva ideolojisinin uzantıları ile yaşatmak isteyenler ile onun “bağımsızlığı”nı süreklileştirmek isteyenler arasındaki ayrım. Sosyalizm, 1917 ile çıktığı reelleşme yolculuğunda hem burjuva ideolojisinin hemen tüm sınıflara yaydığı ayrık otlarından arınma, hem de 19. yüzyıl Marksizminin kimi açıklarını kapama görevi ile karşı karşıyaydı. Bu bir sıçramadır. Bu sıçrama, sıçramanın şiddetini kaldıramayacak olanları kendi dışına dökmüştür. Bütün bir yirminci yüzyıl sol tarihi incelendiğinde, sıçramanın şiddetinin bu şiddeti kaldıramayacak olanları uzunca bir süre önemsiz kılacak denli sert olduğu görülür. 1917, ideolojiler dünyasındaki “demokratizm”e karşı geliştirdiği bu şiddet ile itibar kazandı; benimsemeyenler önemsizleşti.
Ancak ideolojiler kendilerini hep yeniden üretiyorlar. Bugün “sol”un içerisine sinen “demokratizm”i de burjuva ideolojisinin restorasyonu ile birlikte düşünmek gerekir. Bu restorasyon, 19. yüzyıl Marksizminin kimi zaaflarını ve II. Enternasyonal mirasının kısırlıklarını aracı kullanarak sosyalist düşünceyi de etkilemektedir. Yeni bir yüzyıla yönelirken, reel sosyalizmin bilinenden çok farklı bir “demokrasi”yi pekiştirme mücadelesi, o reelliğe düşman olanlar tarafından, burjuvazinin yarattığı bir garip “demokrasi” ile karşılaştırılmaya, onun normları ile değerlendirilmeye başlandı. Türkiye’de, sosyalizm mücadelesinde, enerjinin önemli bir bölümü “hatırlatmalar”a gidiyor; biz de “demokrasi”ler arasındaki farklılıkları tarihsel bir zemin üzerinde hatırlatmaya çalışacağız. Değişik bir biçimde…
Yola Nasıl Çıkıldı?
Sosyalist ideoloji, sosyalizmin bir gerçeklik oluş yolu açılıncaya kadar içinde “popülizm” dozunun gerektiğinden fazla olduğu bir ideolojiydi. Bunun nedenleri bu yazının konusu değil. Ancak sosyalizmin kuruluşu gündeme geldiğinde, zaten iktidarın alınması sırasında başlayan sağlıklı arınma, yeni bir ivme kazandı. Daha önce de vurguladığım gibi, klasik “demokrat” çözümlemelerin içine nüfuz edemediği bir pratik sahneye konulmaya başlandı.
Bu anlamda söylenebilecek en önemli şey şu olmalı: İlk sosyalist devrim, “nüfus çoğunluğu”, “hukuki meşruluk” gibi gene burjuva ideolojisinin en güçlü siyasi “tez”lerini, yalnız ideolojik olarak değil, fiilen aşan bir süreç oldu. Meşruluğunu bizzat kendi dinamiğinden ve dayandığı toplumsal tabandan (ve ideolojiden) alan, nüfus (veya oy) çoğunluğu kaygısını güçler dengesinin eşsiz bir tahlili ile geri plana atıveren bir süreç. Bu, Rus Bolşeviklerinin darbe hevesliliğinden değil, yaşanan dönemin evrensel özgünlüğünden ve bu özgünlüğün onlar tarafından doğru algılanmasından kaynaklanmıştı.
Daha baştan, klasik kalıpları aşan bir “kuruluş”a yöneltilen itiraz ve eleştiriler (bürokratizm, otoriterlik, durağanlık, statükoculuk, vs.) bu yüzden bu “kuruluş”un ilk adımları ile birlikte değerlendirilmeli. Yoksa ne geçmişteki kimi halkaları, ne ulaşılan sonuçları, ne de bugün SSCB’de olup bitenleri anlamak mümkün olacaktır.
Sovyet hükümetinin iktidara gelir gelmez karşısına çıkan ve bir döneme damgasını vuran hedef, “tek ülkede sosyalizmin kurulması ve savunulması” oldu. Bu hedef 70 yıllık tarihin merkezine konmadığı sürece, yalnızca SSCB değil, tüm bir sosyalist mücadele pratiğine ilişkin ciddi ve kalıcı bir yaklaşıma sahip olunamaz. “Tek ülkede sosyalizm” sorununa ilişkin olarak inanıyorum ki, toparlayıcı ve yol gösterici yeni çalışmalar yapılacaktır. Burada çok kısa bazı hatırlatmalar yapmak istiyorum.
“Tek ülkede sosyalizm” tezine karşı çıkanlar, başta Troçkistler, bu tezin “öznel” bir kararla savunulduğunu ileri sürüyorlar. Onlara göre Lenin sonrasında Sovyet yöneticileri “tek ülke”yi tercih ettiler. 1 Tartışılan tezin ilk önce Lenin tarafından geliştirildiğini hatırlattıktan sonra, Sovyet Rusya’nın iki almaşıktan birini “seçme” özgürlüğüne, dahası iki almaşığa sahip olduğuna itiraz etmek istiyorum. Bir dizi aralıklarla gerçekleşip, yayılacak olan dünya devrimi beklentisinin kökeninde “teorik” bir temel yatar. Aynı biçimde “tek ülkede sosyalizm” teorisi de kökenini, kapitalist toplumların yeni aşamadaki sosyoekonomik analizinden ve sosyalist ideolojinin buna bağlı olarak geliştirdiği “zayıf halka”, “örgüt”, “ittifaklar’ gibi teorilerden alır. Bunların, yani bu teorilerin ortak zemini ise “eşitsiz gelişme yasasıdır.” Bu anlamda, ortada bir “tercih” değil, nesnelliğin teorinin ışığında kavranmasından kaynaklanan bir zorunluluk vardır. Bu yüzden “tek ülkede sosyalizm” teorisinin yadsınması, bir mirasın topyekün dışlanması olacaktır.
Bu kısa hatırlatmadan sonra, kesinlikte bu soruna bağlı olan bazı ek “hedefler”e değinmek istiyorum. Nisan 1918 yılında yazılan şu paragraf ile başlanabilir:
“Çarlığı yalnızca bir yıl önce deviren ve kendisini Krenski’lerden altı aydan az bir süre önce özgürleştiren bir küçük-köylü ülkesinde doğal olarak her uzun ve genci savaşa eşlik eden kabalık ve vahşilik’ tarafından güçlendirilen azımsanmayacak bir spontane anarşi varlığını korudu ve önemli ölçüde hayal kırıklığı ile amaçsız bir keskinlik ortaya çıktı. Ve eğer buna burjuvazinin hizmetkarlarının (Menşevikler, sağ Sosyalist Devrimciler, vs.) provokatif politikalarını eklersek, en iyi ve sınıf bilincine en fazla sahip işçi ve köylülerin, halkın ruh haline bütünsel bir değişiklik getirme ve onları sakin ve disiplinli çalışmanın düzgün yoluna sokmak için nasıl uzun ve ısrarlı bir çaba göstermeleri gerektiği, tamamen açık hale gelecektir.” 2
Burada, bütün bir dönemin açılımları, uygulamaları ve politikaları konusunda yeterince ipucu var. Biz bugünden yaşıyoruz, biliyoruz. Örneğin devrimci demokratların her tür otoriteye düşman, zapta rapta gelmeyen, ancak çok belirgin bir dönem yararlanılabilecek taşkın ruh hali Türkiye sosyalistlerine yabancı değil. Yeni bir toplum bu psikoloji ve bu psikolojinin ürünü, çivisi çıkmış kurumlarla kurulamaz. Siyasette “olmazsa olmaz” kuralları vardır ve bunların başında “her şeyin, hakkı verilerek yapılması gerektiği “gelir. Hükümet mi oldun; en kısa sürede yerleşik, gündelik işleri, en başta üretimi olağan hale getireceksin. İç güvenliğe mi gereksinimin var; bu alanda profesyonelce çalışacak uzman bir teşkilatı düşüneceksin. Dışarıdan silahlı müdahale tehdidi mi var; benzerlerinin altında kalmayacak denli güçlü ve disiplinli bir orduyu gündeme getireceksin. Dış politikada kuşatma mı altında sın; bu kuşatmayı etkisiz hale getirmede yardımcı olacak bir diplomatlar ağı geliştireceksin. Tüm bunları yapacaksın, çünkü oyun oynamıyorsun. İşte tüm bunlar yapıldı, yani zorunluluklar yerine getirildi. Ve tüm bunlar yapılırken, bunların ortaya çıkarabileceği kimi olumsuzlukları nedeniyle korkak ve çekingen davranılmadı.
Devlet örgütlenmesi her zaman bürokratizm tehlikesini barındırır. Bu örgütlenme içerisindeki her mevki kaçınılmaz olarak amaç ve fonksiyonlarına yabancılaşma eğilimi gösterebilir ve belki de bu yabancılaşma sayesinde en rasyonel üretkenliğe de ulaşabilir. Hiç şaşırılmasın! Örneğin ordu ve iç güvenlik teşkilatı, sosyalist toplumda, sosyalizm mücadelesinin zorunlu araçlarıdır; ancak, gelişmiş sosyalist yaşam biçimine içkin olamazlar. Ne tür akılcı önlemler alınırsa alınsın, yılın altı ayını denizaltında geçiren bir asker, ya da gerici bir yeraltı çalışmasına sızdırılmış bir güvenlik görevlisi, bunu baştan kabullenmiş birer eksik insandırlar. Örnekler değişik dozlarda arttırılabilir ve şu sonuç çıkar: Sosyalist toplumun belki en güvenilir ve sağlıklı unsurları bu tür bir eksikliği yaşarken, aynı zamanda bu eksikliklerin ortadan kalkmasına da hizmet etmektedirler. Bu bir paradoks gibi gelebilir. Ancak, bir hedefe yönelirken, o hedefin içkin özelliklerinin her zaman kullanılamayacağını bilmek gerekir. Bu yüzden yeni bir toplumun kurulu şunda toplumun ilerdeki yaşam biçiminin tüm özelliklerinden hareket edilmesi mümkün olmadığı gibi, yalnızca verili koşullardan yararlanan, olanakları zorlamayan bir “kuruluş” süreci de düşünülemez. Kendi içerisinde değişme dinamiği taşıyan “biçimlerin” geliştirilmesi gerekmektedir. Uzmanlaşma kaçınılmazdır, ortaya çıkartacağı sorunlardan kısmen kurtulabilmenin yolu uzmanlaşmayı dizginlemek (bu hem iktisadi, hem de toplumsal açıdan ölüm olurdu) değil, kurulmak istenen toplumun “uzmanlaşmaya” bağışık yapılar sayesinde güçlendirilmesi ile mümkündür.
Bazılarının yeniden düşünmesi gereken ilk konulardan birisi kanımca budur. Yani, inşa edilen kurumların asli görevlerini yerine getirirken kaçınılmaz olarak bazı yozlaşma ve sorunları beraberinde getirecekleri, ama bu riskin o kurumları hiç de gereksiz kılmadıkları… İkinci olarak, gene yola çıkılırken ortada beliren bir handikaptan söz etmek gerekli.
1900’lerin başında, hatta 1916’da Avrupa’da birisi çıkıp da “ilk sosyalist devrim Rusya’da gerçekleşecek” biçiminde konuşsa idi, bu sözleriyle büyük bir alay konusu olurdu. Yıllardır gericiliğin kalesi olarak bilinen mujikler ülkesinde bir sosyalist devrim! Büyük bir kitle partisinin mevut olduğu gelişmiş Almanya dururken bu olacak şey miydi? Oldu… Rastlantılar nedeni ile değil, tarihin mantığı sonucu. Üstelik, “olan olduktan sonra” bile işin ciddiyetini kavramayanlar çoğunluktaydı. Yalnızca bir örnek: 1919 yılında Komintern kurulurken merkez geçici olarak Moskova ilan ediliyordu. Alman devriminden sonra hemen Berlin’e taşınılacaktı!
Olan oldu, ama Rus devrimcileri hep Avrupalı dostlarının bu küçümseme ve hayretlerini hatırladılar. Hakettiklerinin ötesinde bir prestije sahip Alman “sosyal demokratları” ve sonrasında Spartakistlerden bir tür “rövanş” almaya yöneldiler. 1880’ler ile birlikte çok farklı iki süreç yaşayan Avrupa ve Slav devrimcileri, 1917 ile fiili bir kar – zarar muhasebesiyle karşı karşıya kaldılar. Alışılmış Alman sosyal-demokrat tezlerin dışında bir pratiğin başarı kazanması, Rus devrimcilerinin ellerini ve beyinlerini serbest bıraktı. Sosyalist düşünce son derece yaratıcı bir sıçramayı yaşadı. Bu sıçramayı haklı olarak evrensel bir kimliğe oturtmak için büyük bir çaba sarf ettiler. Zaman zaman Avrupalı sosyalistler ile Bolşevikler arasında “kişilik sürtüşmeleri” oldu. III. Enternasyonal tarihinde ortaya çıkan kimi üzücü durumlar, hatta haksızlıklar, bu anlaşılır “sürtüşme”nin ürünüydüler. Sürtüşmenin kaynağının tek başına Stalin’den kaynaklandığı kesinlikle yanlıştır. Rus devrimcilerinin büyük bir bölümü, Avrupalı Marksistleri “sorgulayan” bir psikoloji içerisinde oldular. Şimdi örnek Karl Radek’ den: “Batı Avrupa aydınlarının, Ekim Devrimi’ne karşı iyimser bir tutum içerisine girenleri, bu sonucun savaşa son vereceğini, devrimin savaşa karşı bir ayaklanma olacağını düşünüyorlardı yalnızca. Başka bir şey düşündükleri yoktu. Devrimde, yeni bir dünyanın başlangıcını gören ve bunu büyük bir heyecanla titreyerek yaşayan aydın, parmakla sayılacak kadar azdı.” 3
Evet ortada bir sürtüşme vardı. Belki Avrupalı aydınların kimi seçkin unsurları bunu hazmedemedikleri için tepkici davranıp yok oldular. Ama bugün kimilerinin “resmi” deyip küçümsediği bir ideoloji kendisini kabul ettirdiyse, bunu sözünü ettiğimiz çabaya, biraz da bu sürtüşmeye borçludur.
İlk sosyalist ülkenin kendisini Avrupa solundan bir ölçüde “ayrı” tutması, yalnızca bugüne veya devrim sonrasına özgü bir durum değil, çok uzun bir geçmişi olan, nesnel nedenlerle klasik Marksist hareket ve düşüncenin biraz dışında boy atan ve Avrupa tarafından pek benimsenmeyen bir hareketin tarihiyle ilgilidir. Bugün hiç Avrupa solu, genel olarak “demokrat” tıkanıklıklardan kurtulamamışsa, sosyalist düşünce içerisindeki iki farklı eğilimden “reel sosyalizmi” sorumlu tutmak büyük bir haksızlıktır.
Kuruluşa ilişkin Bazı İpuçları
– İnsanın kafası yarılınca saçları için gözyaşı dökmez –
İlk sosyalist ülkenin 1920’lerden 40’ların sonuna kadar geçirdiği döneme bir göz atıldığında, hemen dikkati çekiveren bazı özellikler var. Bunların başında, birbirleriyle çeliştiği sanılabilecek politikaların ard arda uygulamaya konması geliyor. Savaş komünizmi, NEP, kollektivizasyon ve endüstrileşme, eldeki tüm olanakların seferber edildiği ve tarihte kitle katılımından en çok yararlanıldığı ekonomi politikaları olarak yürürlüğe girdiler. Siyasal olarak, bir politikadan diğerine geçişte parti ve devlet organlarının yaklaşım tarzı, bugüne dek ışık tutucu-dur. Sovyet yönetimi her zaman, bir önceki dönemin ortaya çıkardığı kaçınılmaz olumsuzlukları ön plana sürerek yeni dönem için gerekli toplumsal ve moral desteği sağlamak istemiştir. NEP dönemi bir soluklanma dönemidir, bir zorunluluktur; ama örneğin kulakların hem siyasal, hem de iktisadi olarak güçlenmesine de yol açmıştır. NEP dönemi, yani Yeni Ekonomik Politika dönemi işlevini tamamladığında, kulakların kırsal kesimde oluşturdukları tehdit kollektivizasyon için gerekçe olarak kullanılmıştır. Aynı NEP, daha öncesinde savaş komünizminin yerini alırken, onun zaaflarının altını çizerek yerleşiklik kazanmıştır. Bu yöntem yalnızca ekonomi politikalarında değil, tüm alanlarda, örneğin dış politikada da uygulanmıştır. Sovyet yönetimi adeta bütün spotları sahnede elbisesi sökülen bir şarkıcının söküğüne yoğunlaştırırcasına, gerekli politika değişikliklerini bir tür meşrulaştırmaktadır. Anlayışı kıt seyirciler de her defasında “acaba” diyerek “rejimin çöküşünü” zihinlerinde canlandırmaktadırlar.
Bu değişimler sırasında “sivri uçların törpülenmesi” de kaçınılmaz olarak ortaya çıkmaktadır. Özellikle 1920 ve 30’larda, henüz yeni düzen “kadro” bağlamında “çalkantılı” günler yaşarken, her politika değişikliği, geçmiş politikanın sınırlarını göremeyip kendi varlığını o politika ile özdeşleştiren “kadro”ları tasfiye etmiştir. Örneğin Buharin savaş komünizminden NEP’e geçişte kimi sorunlara rağmen kendisini duruma adapte etmiş, ama aynı beceriyi NEP’in sonu gelince gösterememiş ve “sağ sapma” olarak mahkum edilmiştir. Aynı şey başka açılardan örneğin, dünya devrimi beklentisini aşamayan Trotskiy’in, Ekim 1917’deki kaosu her zaman yaşamak isteyen Kolontay’ın ve diğerlerinin de başına gelmiştir. Her politika, kendi “uç”larını ön plana çıkarır ve kendisine bütünüyle bağlananları tüketir. Politik lider, bu anlamda hep, politikalar dizisini bir bütün olarak kavrayan, o politikalar dizisinin geçiş aşamalarını ve geçiş biçimlerini öngörendir. Örneğin, Trotskiy’de olmayıp da Stalin’de olan işte bu özelliktir.
Tüm bunlar, reel sosyalizmin tarihinin tek başına bir dönemin özellikleri ile değil, bütün bir kuruluş süreci olarak ve bu süreçte yer alan dönemlerin birbirleri ile olan ilişkileri çerçevesinde ele alınabileceğini gösterir. Bu nedenle, burada tek tek kimi dönemleri değil, Soyyetler’deki 70 yıllık tarihe mal edilebilecek ortak özellikleri ve bu özelliklerin çeşitli dönemlerde kendilerini nasıl gösterdiklerini yazmaya çalışıyorum.
Birçokları için, kuruluşun 1922-1956 yıllarını kapsayan döneminde eksik olan “halk katılımı”dır, “demokrasi”dir. Başta belirttiğim “demokratizm”in en fazla yüklendiği dönem budur. Önce, “halk katılımı” nedir? Araçları ve konusu belirginleşmemiş bir “halk katılımı” arzusu bana oldukça çocuksu ve naif geliyor. Bu nedenle önce bazı şeyleri açığa kavuşturalım. “Katılım”, her türlü kararın tabandan alınması anlamına gelmiyor. Ne de, şekilsiz bir toplamın “sokak”ta kimi politikaları belirlemesine. “Halk katılımı” istendiği kadar itiraz edilsin, belli bir toplumsal hiyerarşiye belli toplumsal örgütler aracılığıyla gerçekleşir. Önemli olan ve sürekli gelişmesi gereken, katılımın konusu ve niteliğidir. Sosyalist toplumda bu gelişmeyi sağlayacak toplumsal araçlar sanıldığından daha yaygın ve olgun durumdadırlar.
Burada “katılım”ın karşısına konan “yaptırım ve “zor”dan da söz edilmeli. Her toplumsal sistemde devlet ve üstyapı kurumları eninde sonunda mevcut üretim ilişkilerinin birer ifadesidirler. Sistemin çıkar ve gereksinmeleri, yansımalarını kimi süzgeçlerden geçerek bu kurumlarda bulurlar. Bu yüzden çeşitli devlet kademelerinde alınan kararlar, “öznel” yanlar taşımalarına rağmen belli bir nesnelliğin ürünüdürler. Kuruluşun ilk dönemlerinde bu nesnelliğin bizzat kendisi kurulmak durumunda olduğu için, gündeme getirilen politikalardaki “yaptırım” kendisini daha fazla hissettirmekteydi. Sosyalizmin nesnelliği olgunlaştıkça, “sosyalist demokrasi” de daha yetkinleşmektedir. Marx’ın “hukuk hiçbir zaman, toplumun iktisadi durumundan ve ona tekabül eden uygarlık derecesinden daha yüksek olamaz” 4 derken düşündüğü ve ileri sürdüğü tam da budur.
Sovyetler Birliği’nin tarihine gene “sol”dan gelen ve iç içe geçmiş iki itirazdan daha söz edilebilir:
1) İdeolojik kaygılar nedeni ile “ekonomik” olmayan kararlar alınmaktadır.
2) Sosyalizmin kuruluşu yalnızca ekonomik altyapının dönüşümü ile olanaklı sanılmaktadır.
Bu birbirine “karşıt” iki itiraz zaman zaman aynı kalemlerden çıkmaktadır. Ekonomizm suçlaması, yani yukarıdakilerden ikincisi, Yeni Sol’un reel sosyalizme yönelttiği en kapsamlı itirazı oluşturuyor. Burada bu itirazdan çok, sosyalizmin kuruluşunun “ideolojik” kaygılarla ussal olmayan bir yöne çekildiği eleştirisine değineceğim. Eğer “rasyonel” olarak tanımlanan, ölçülebilen ve yalnızca “nicelik” olarak değerlendirilen bir şeyse bu eleştiri doğrudur. Yani sosyalizmin kuruluşunda ideolojik temeller rasyonalite hesaplarının önüne geçer. Sosyalizmde yalnızca soyut bir rasyonalite arayışı ile hareket edilemez. Örneğin tek başına emek üretkenliğinin artışı, ne pahasına olursa olsun gerçekleştirilmek istenen bir şey olamaz, özellikle kuruluş döneminde, üretim artışlarından çok, ekonominin sosyalist karakterinin diğer unsurlara üstünlük kazanması önem taşımıştır. Kısa vadeli rasyonalite arayışları ile alınan kararları yargılayabilmek veya anlayabilmek mümkün değildir. Nitekim Stalin de benzer bir biçimde yalnızca ekonomik rasyonalite kaygısı ile davranmış olunsaydı “ağır sanayi kuruluşunu bu denli önemsemezdik”5 demiştir.
Kuruluş sırasında ve büyük ölçüde bugün de, herhangi bir politika, tek başına ekonomik çıktıları ile değerlendirilmemelidir. Özellikle batılı tarihçilerin “kollektivizasyon”, “endüstrileşme” gibi atılımları yalnızca, belirmeye başlayan iktisadi sorunlar ile açıklamaya çalıştıklarını görüyoruz. Tarım kesiminde ortaya çıkan güncel kuruluş için zorunlu bir politikadır; yani ideolojik bir özellik taşır. Yoksa NEP, sosyalist kuruluşu (üretimdeki düşüşler baş göstermeseydi de) uzun süre sırtlayabilecek niteliklere sahip değildi. Kollektivizasyon, NEP’in ortaya çıkarttığı sonuçların tehlikeli hal alması nedeni ile değil, NEP’ in yeni bir atılım, sosyalist üretim ilişkileri için gerçekleşecek bir atılım için gerekli soluk alma işlevini tamamladığı için başlatılmıştır. Benzer biçimde, endüstrileşme de aynı mantıkla değerlendirilmelidir.
Burada, uygulanan politikaların “rasyonel” olmadığını söylemiyorum. Yalnızca, sosyalizmin de kendisine özgü bir “mantığı” (veya rasyonalitesi) olduğunu, kısa vadeli rasyonalite arayışları ile bu politikaların anlaşılamayacağını belirtiyorum, örneğin, hızlı endüstrileşme dönemi sırasında en yetkili yöneticilerin açıklamalarından, bu donemin (kampanya bile denebilir) yalnızca ekonomik değil, siyasal bir zorunluluk olarak da gündeme getirildiğini görüyoruz. Hızlı endüstrileşme hareketinin altında yatan en önemli nedenlerden bir tanesi, iç savaşta fiziki, NEP döneminde ideolojik kayıplar veren işçi sınıfının yerinin sağlamlaşma gereğinin hissedilmesidir. Yani, bir kez daha, tek başına ekonomik rasyonalite ile hareket edilmemiştir.
Sözün kısası, 70 yıllık tarihe ve bugün SSCB’de olup bitenlere kuru teknokrat zihniyeti ile bakılmaması gerekiyor. Sistemden “ideolojik” kaygıların arındırılması mümkün değildir; bu bir eksiklik ve zaaf oluşturmuyor. Tersine, önsel ideolojik tutumlar, kısa vadeli hesaplarla konjonktürel dalgalanmaların eskisine girme tehlikesine karşı en büyük sigorta oluyor.
Bugün Neler Oluyor?
“Kuruluş”a ilişkin söylenebilecekler elbette bu kadar değil. Ancak ben özellikle unutulmaya çalışılan bazı noktaları ön plana çıkarmaya çalıştım. Bu anlamda şimdiye kadar yazdıklarımın “pragmatizm” damgasını yiyebileceğini biliyorum. Ancak bu tür eleştirilere göğüs germe zamanı geldi. Koskoca bir tarihi renksiz ve tutkusuz bir hümanizm ile eşelemeye çalışmaktansa, bu tür temelsiz eleştirilere muhatap olmak kesinlikle tercih edilir bir şey.
Evet, SSCB’de neler oluyor? “Dogmalar, o dogmaları yıllardır koruyanlar tarafından yavaş yavaş yıkılmakta ve terk edilmekte, sorunlara daha eleştirel gözle bakılmakta, yeni arayışlara gidilmektedir.” 6 Ergün Balcı’ya göre SSCB’de bunlar oluyor. Hemen gecikmeden belirteyim: “Dogma”lardan kastedilen ne, bilmiyorum. Ancak, eğer bir “özeleştiri”den söz ediliyorsa, bunun yeni bir şey olduğunu söyleyebilmek mümkün değil. 30 yıllık Stalin dönemi, sürekli bir yenileme ve politika değişiklikleri ile doludur. Hruşçov’un 20. Kongresi ve daha sonra Brejniyev, Podgorniy, Kosigin tarafından Hruşçov dönemine yöneltilen eleştirileri biliyoruz. Bir başka ülkede, temel “course” değişmeden, bu denli geniş çapta eleştiriler yapıldığını hiç sanmıyorum.
Politika değişikliklerinin neden topyekün kampanyalar biçiminde ortaya çıktığı sorusunun yanıtı daha önce de vurguladığım gibi, eldeki bütün araçların yeni politikanın hizmetine koşulması kaygısında aranmalıdır. Değişimin altı ne denli kalın çizilirse, değişimin etkisi ve kitle katılımı o denli çarpıcı olur. Bu nedenle, bugün Sovyet yönetimi 1970’li yıllardaki bazı tıkanıklıkları abartılı bir biçimde sergilemekte hiçbir sakınca görmemiştir.
Önceleri bir yana, Brejniyev dönemi, Sovyet toplumu için son derece önemli bazı işlevleri yerine getirmiştir. İçerde Stalin döneminin kaçınılmaz gerginliği, destalinizasyon kampanyası ile de tersyüz edilerek sürdürülmüş oluyordu. İşte 60’larla birlikte partinin en üst kademelerinden toplumun sıradan bir üyesine kadar herkes için büyük bir ruhsal gerilim yaratan “kadro değişiklikleri” büyük ölçüde sona erdirilmiştir. Brejniyev döneminde ilk kez, her sabah gazetesini alan Sovyet yurttaşı “acaba bugün kim görevden alındı?” merakını gidermek yükümlülüğünden kurtulmuştur. İç politikadaki bu normalleşmenin önemi kesinlikle küçümsenmemelidir. Aynı dönem dışarıda da benzer bir “stabilizasyon” gerçekleşmiştir. Çin Halk Cumhuriyeti’nin başına buyruk bir revizyon sürecine girmesi ile sosyalist kamp içerisinde prestij yitiren SSCB, Brejniyev döneminden hem sosyalist sistem içinde, hem de ulusal kurtuluş hareketlerinin sosyalizme yönelen bölümünde önemli bir otorite sağlamıştır. Bu yazıda ekonomik sorunlara değinme durumum yok; ancak 70’li yıllarda SSCB’nin (özellikle 70’li yılların ilk yarısında) çok hızlı bir büyüme hızına ulaştığı da unutulmamalıdır.
Amacım Brejniyev döneminin muhasebesini yapmak değil. Amacım, bu dönemde gerçekleştirilmesi düşünülen hedeflerin (burada yalnızca toplumsal bölümüne kısaca değinmiş olduk) belli bir maliyeti olduğunu belirtmekti. Burada Gorbaçov döneminin ayrıntılı bir analizine girilmesi de mümkün değildir. Yeni açılımların bir öznesi vardır ve bu öznenin kendi eylemine ilişkin değerlendirmelerinde belli bir yoğunluğa ulaşılıncaya kadar, söz konusu açılımlar üzerinde çok fazla şey söylemekten kaçınmak gerekir. Sorumluluk bunu gerektirir; SSCB’deki güncel duruma ilişkin “yaratıcı” ve “açıklayıcı” çalışmaları dileyen yapabilir. Ayrıca, 1985 yılında başlatılan dönüşümlerin araç ve sonuçları konusunda yeterli bilgiler gelinceye kadar, ana hatları ve eğilimleri özetleyip, spekülatif yorumlardan kaçınmak gerekir. Ne suskunluk, ne sorumsuzluk…
Şimdi burada daha önce söylediklerimi de hatırlatarak Brejniyev döneminden çıkışı, bu dönemin getirdiği tıkanıklıklara bağlamamak gerektiğini vurgulamak istiyorum. Yeni bir politika, karşısına hedef olarak yalnızca “biriken sorunları”, yani bir dönemin kaçınılmaz yan ürünü olan zaafları koyamaz. Bir politikanın yeniliği ve etkisi, geçmişin öngörmediği hedef ve açılımları gündeme getirebilmesindedir. Bu “yeniliğin’ yan ürünü olarak eskinin zaafların üzerine gidebilme gücüne sahip olunur, olunmak zorundadır. Bu yüzden Gorbaçov dönüşümlerinde örneğin ne rüşvete, ne de alkole (vs…) karşı mücadele çok önemlidir, önemli olan toplumun bütünsel bir sıçramayı gerçekleştirebilmesidir. Bu, sosyalist demokrasinin yeni bir düzeye yükseltilmesi, gelişmiş teknolojinin ekonomiye içkinleştirilmesi ve sosyalist ideolojinin yeni bir yaratıcı hamlesini içeren bir sıçramadır.
Yazımın temel konusu “her politikanın kendi kadro ve zaaflarını yaratacağı”ydı. Bir dönem çok önemli görevlerde bulunan Lavrentiy Beriya, belirli zorunlulukların açtığı boşluklardan yararlanan bir “zaaf”tı. Zorunlulukların sınırlarını zorladı, üzücü tabloların oluşmasına katkısı oldu. Ancak hiçbir zaman dönemin önemini azaltıcı, dönemin özelliklerini değiştirici olamadı. Bugün de gerçekleştirilen sıçrama, hiç kuşku yok kendi zaaflarını yaratacaktır. Yeni politikalar, örneğin Saharov’a “Gorbaçov benim gibi düşünüyor” saçmalığını söyletecektir. Batı ideolojisi kimi açık kapılar bulacaktır. Sovyet toplumu bunları göze alabilecek olgunluğa ulaşmıştır. Gorbaçov dönüşümleri dışarıdan ve bir ölçüde “içerden”, liberal kuşatma altındadır. Hruşçov istifa ettiğinde “Sovyetler’de kapitalizme dönülecek”e varan bir “düzey” tutturan batının, bugünkü politikaları “sağlam kaleyi” zayıflatabilecek bir süreç olarak değerlendirmesi normaldir. Sovyet yönetimi bunu da, bu “risk”i de göze almıştır. Yani isteyen, gelişmeleri “yanlış” anlayabilir…
Artık sırasıyla, Gorbaçov dönüşümlerine, dönüşümlerin kendisi ile ilgili olarak değil, bu dönüşümlerin nasıl değerlendirilebileceğine ilişkin olarak değinebiliriz.
1) Sayın Ergün Balcı, “yıllardır bazı eleştirilerimize CIA ağzı diyenler, şimdi en yetkili kişilerden aynı eleştirileri duyduklarında acaba ne diyorlardır” sorusunu sık sık sormaya başladı. Sayın Balcı tabirimizi mazur görsün, çok farklı amaçlar için yapılan “özeleştiriler”e bakarak zil takılıp oynanmasının hiçbir anlamı yok. Gelişmeler Balcı’yı hiç de haklı çıkarmıyor. Sorunlar ve yeni açılımlar, çözümleri için yeterli koşut ve olanak olduğu zaman gündeme getirilebilir. Bunlar olmaksızın bazı sorunları pişirip pişirip gündemde tutmanın iyi niyetli ve dostça değerlendirilmeyeceği bilinmelidir.
2) 70 yıllık tarih, SSCB’ne yeni normlar kazandırmıştır. Bu normlar ile kapitalizmin kendi zemininde meşrulaştırdığı normlar arasında büyük ayrımlar vardır. “Burjuva demokrat” normlarla sosyalizmi yargılayarak bugünkü gelişmeleri “anlayamazsınız.”
3) Olgunlaşan bir toplum daha kolay hazmedebilen toplumdur. Sosyalist toplumun sorunlarını hisseden kişilerin soluğu muhaliflikte almaları artık (teorik olarak) gerekmiyor. Bunun ismi liberalleşme değildir. Sanıldığının tam tersine, daha önce “katı” ve “acımasız” olarak nitelendirilen bir tutuma borçlu olunarak, sözü edilen olgunluğun getireceği kimi olumsuzluklara karşı bağışıklık kazanılmıştır.
4) Bugün en fazla önemsenmesi gereken ama en fazla göz ardı edilen gelişmelerden bir tanesi Sovyet hukukunda yapılan değişikliklerdir. Sovyet hukuku, üretim süreci ile dolayımsız bağlar kurabilen, işyerlerindeki örgütlenmeleri “yargı” mekanizmasının içerisine yerleştirebilen ilk adli sistemdir. 1985’den beri bu sistemin geliştirilmesi yolunda çok önemli adımlar atılmaktadır.
5) Sovyet toplumunu batılı normlarla yargılamada kullanılan araçlardan bir tanesi, burjuva siyaset biliminin her kapıyı açan “baskı grupları” teorisidir. Bu teoriye göre SSCB’de ordu-KGB-teknokratlar parti bürokratları-edebiyatçılar-sanatçılar ve bu arada düzene muhalif oldukları için “aydın” payesine yükseltilen birtakım kimliği belirlenmemiş insanlar, Sovyet sisteminde birbirleriyle çelişkili çıkarlara sahip birer baskı gruplarıdırlar. Ülkede neler olacağı bunların arasındaki mücadele tarafından belirlenir. Sovyet toplumu 70 yılda önemsenmesi gereken bir entegrasyona ulaşmıştır. Söz konusu “gruplar” özgün yapılanmalar içerisinde iç içe geçmişlerdir. Ayrıca bu gruplar batıdakinden çok farklı kurumsallaşmalar içerisinde oldukları için, birbirleri ile çelişkili çıkarlar üretmezler.
6) Sayın Ergün Balcı, “Sosyalist ülkeler insanın inşanı sömürmesini, üretim araçlarının ve ekonomik gücün ufak bir azınlığın elinde toplanmasını önlemişlerdir, ama sosyalist demokrasiyi kuramamışlardır” 7 diye yazıyor. Sosyalizm tedrici gelişen bir demokrasidir. Sosyalist demokrasi “herhangi bir demokrasi” olmadığı için farklı ayraçlara sahiptir. Sürekli yazdığı makalelerden Sayın Balcı’nın, sosyalist demokrasiden, burjuva demokrat kategoriler olan “çoğunculuk” ve muhalefet özgürlüğünü” anladığı ortaya çıkıyor. Sovyetler Birliği’ ndeki sorunları ve şimdiki dönüşümleri “çoğulculuğun” veya ‘meşrulaştırılmış bir muhalefetin” yokluğuna bağlayanlar kesinlikle yanılıyorlar. Görecekler…
7) Benzer bir beklenti New Left yazarı Medvedev’de de var ki, son derece düzeysiz makalesinde “sonuç olarak, Kongre (27. Kongre kastediliyor CH) çoğu aydın ve reformlar için kuşku götürmeyen bir hayal kırıklığı olmuştur” 8 biçiminde yazıyor. Medvedev ne bekliyordu, kim olduklarını anlayamadığını aydınlar ne bekliyordu, bilemem. Ancak Gorbaçov’dan anti -sosyalizasyon anlamında hiçbir şey beklememeleri gerek. Çünkü sonucun sonucu, sosyalizmin prestijinin artması olacak; oluyor. Yıllardır Saharov edebiyatı yapıldı, “gizlilik”ten dem vuruldu, yaşlı kadrolar üzerinde son derece seviyesiz “birikim” fıkraları üretildi… Şimdi ağızdaki sakızlar bir bin eksiliyor. Herhalde “onların” da “yaratıcı” bir sıçramaya ihtiyaçları var!..
Dipnotlar ve Kaynak
- Mandel Ernest; Barış İçinde Birarada Yasama ve Dünya Devrimi, Köz yayınları, s: 19.
- Lenin V.I.; Immediate Tasks of Soviet Government, Progress Publishers, 1976, s: 12.
- Radek K.; Hamburg Barikatları’na (Larissa Reissner) Önsöz, Oda yayınları, 1979 s: 8.
- Stalin J.; Sosyalizmin Ekonomik Meseleleri, Sol yayınları, 1967, s: 27.
- Balcı Ergun; “Sosyalizm ve Demokrasi”, Cumhuriyet Gazetesi, 25 Aralik 1986.
- Balcı Ergun, adı geçen makale.
- Balcı Ergun, adı geçen makale.
- Medvedev, New Left Review, No: 157, Mayis-Haziran 86, s: 26.