Marksist devlet teorisi, daha doğrusu genel olarak Marksizmin üstyapı kurumlarına ilişkin analizi, her türden eleştirinin özellikle yöneldiği bir alanı oluşturuyor. Altyapı-üstyapı ilişkisinde Marksizmin vurguladığı öncelikleri ya da nesnelliği bütünüyle reddeden idealist-burjuva eleştiriyi bir kenara bırakmakta sakınca yok. Önemsenmesi ve tartışılması gereken bu kanat değil, Marksist siyaset ya da teorinin geniş zemini üzerinde yer alan yorumcuların eksiklik tespitleri ve kendilerine malettikleri katkı iddiaları.
Genel olarak solun tutumu biliniyor: Yeni solda herkesin paylaştığı tez, klasik Marksist teorinin altyapıya verdiği önceliğin soyut-ilkesel (dolayısıyla pek de pratiğe ışık tutmayan) bir kabulüne, ve bu önceliğin formülasyonuna çok sayıda ara aşamanın katılmasına dayanıyor. Altyapının üstyapıyı belirlediği tezi çerçevesinde sınırları pek de kestirilemeyen, “şundan fazlası ekonomizm bundan azı idealizm” şeklinde bir dozaj tartışması yürütülüyor. Gerçekten, bir nicelik tartışması olarak algılanabilir. Ancak bu doğru değil. Birinci neden şu; Marksizmin “altyapının belirleyiciliği” tezinde ekonomist bir yönelimin yer aldığı şeklindeki yeni sol yorum, sorunu metodolojik, yani teorik bir düzleme taşımakta. İkincisi, bu ekonomist yönelimin üstyapıya ait çok sayıda departmanda teorik boşluklara neden olduğu görüşü var. Boşluk doldurmak, yeni solun misyonu sayılıyor. Geleneksel solun da, ekonomist yönelimin ete kemiğe bürünmüş hali olduğu varsayılıyor. Geleneksel sola, bu “yeni” zenginleştirme işlemini, en azından frenleyen, çoğu zaman da düşmanca bir tutumla sığlığa geri çekmeye çalışan bir tutum atfediliyor… Yeni solun kendisine alan açma uğraşısında üstyapılar teorileri geleneksel sola karşı çevrilmiş birer silah işlevi kazanıyor; bu teorik alanda, kolay zafer kazanılacağı düşünülüyor. Yeni solun, teorik çapı teslim edilmek gereken saygın isimleri de bu türden bir motivasyonun dışında kalmıyorlar. İlk hatırlanan, belli bir güncelliği de olduğu için Ralph Miliband oluyor. Kısa süre önce yayınlanan bir röportajda Miliband yeni solun “bir boyutunu”, “Marksizmin daha önceki aşırı derecede ekonomist yorumunda üzerinde durulmayan ve Marksizmin üstyapısal unsurları olarak tanımlanabilecek olan siyasal, kültürel ve etik öğelerin öneminin yeniden vurgulanması” olarak tanımlıyordu. Bu ifadenin hemen üzerinde ise yeni sol “Stalinizm’e … (ve) sosyal demokrasiye … bir tepki” olarak anlatılıyor. 1 Ekonomist yorum ise elbette halef ve selefleriyle “Stalinizm” oluyor.
Yeni solun kendine bu misyonu tanırken vurguladığı iki noktaya da katılmak mümkün değil. Açıkça söylenmeli, Marksist teoride içsel bir ekonomizmin varolduğu görüşü, yeni solcuların bir değirmenler savaşıdır. Savaşmak için önce zorlama ve atlama yorumlarla ortodoks Marksizmde bir ekonomist düşman, aynı anlama gelmek üzere boşluk kurgulanıyor. 2 Burada, “boş” bırakıldığı söylenen departmanlara dair çarpıcı olduğunu düşündüğüm birkaç örneği hatırlatmakla yetineceğim. Marx ve Engels’in siyasal üstyapı analizleri, Plehanov’un edebiyat-felsefe incelemeleri, Lenin’in örgüt teorisi, ittifaklar politikasının teorik dayanakları, teorik olarak klasik Marksizmin içinde yer vermekten çekinilmemesi gereken bir Trotskiy ya da Lunaçarskiy’in kültür-edebiyat incelemeleri… Çoğaltmaya gerek var mı? Yeni sol kendisine alan yaratmak için Marksist üstyapı tartışmalarını Jdanov ya da Stalin’in reel politik mesajlarına indirgemiştir. Bizzat Jdanov ve Stalin dahil, Marksizmin, yeni solun görmekle yetindiğinden çok daha fazla zenginlikler içerdiğini düşünüyorum.
Bu değerlendirme, ne geleneksel solun teorik açıdan bütünüyle olgun ve bir bolluk içinde bulunduğu anlamına geliyor, ne de yeni solun söz konusu alanlarda Marksist düşünceye olası katkılarına kapıları kapatıyor.Gelenek’in sürekli okurları bu iki yoruma bu sayfaların kapalı olduğunu kestirebilirler. Ancak yine de istenirse, bu kitabın bir diğer yazısında ele alınan faşizm tartışması hatırlatılabilir. Geleneksel sol teorik bir çok alanda kısırlaştırıcı çekim güçlerine kapılabilmiş, dahası bunları kendi içinden de üretmiştir. Bu olguyu reddetmek bir yana zaaflar üzerine tartışmanın teorik-siyasi gelişimi motive edeceğine inanıyorum. Ama böylesi bir gelişim içerisinde tüm iddialılığına karşın yeni solun bir akım olarak katkısına fazla bir paye verilebileceğini kabul edemiyorum.
Bir diğer bağlamda tekrar geleneksel sola değinmekte yarar var. Geleneksel sol ,“yeni”lerin redd-i miras tutumları karşısında Marksist teoriye beslediği güvenle belirleniyor. Ama çoğu zaman güvenilen kaynakların reel politik adımlara tabi zorlama ve kısıtlamalar süzgecinden geçirilmesi söz konusu. Örneğin faşizme karşı liberal burjuvaziyle cephe arayışı, genelde burjuva devletin sınıfsal-diktatoryal özünün süzgecin üzerinde bırakılmasına, en hafif deyimle, pratiği olmayan bir soyutlama şeklinde algılanmasına yol açabiliyor. Ya da sosyal demokrasi flörtleri, Marksizmde ilk deklarasyonlardan beri yer alan, “hükümetin değil devlet aygıtının (sınıfsallığını dönüştürmek doğrultusunda) hedef alınması” görüşlerini unutturabiliyor. Teoriden sapmaların nedenleri, kimi zaman somut rasyonalitesi olan pratik yönelimlerden (örneğin anti-faşist direniş cepheleri), kimi zamansa açık ve çok ciddi siyasal hatalardan oluşabiliyor… Sonuç, teorik miras karşısında eklektisizm, pratisyen bir tutumla teorinin kapı dışarı edilmesi ya da özgün teorileştirmeler oluyor. Son türün daha net anlaşılması için reel sosyalizmin üçüncü dünya ülkelerine ilişkin, devletin sınıfsallığı tespitini geçici de olsa erteleme anlamına gelen, eski “kapitalist olmayan yol” tezi düşünülebilir. Teorik eklektisizmden yukarıda sözedildi; pratisyen ateorikliği ise örneklendirmek gerekmiyor bile; Türk geleneksel solunda en yaygın özellik, belki de bu…
Bunların dışında ve üzerinde, yapılması gereken her zaman denenmesi gereken şundan ibaret: Her yeni pratik, pratisyen düşüncesizliğe düşmekten mutlaka kaçınılarak, elde bulundurulan soyutlama ve modellerin test edileceği alanlar olarak görülmeli. Bir saplantı ve eski modele hapsolma anlamında değil, üzerinde çok net olunması gereken bir geleneğe sadık kalınarak, bu geleneğin kalıcı ve zenginleştirici dinamiklerine sahip çıkılarak yaklaşılmalı yeni olgulara…
Yeni ve geleneksel sola ilişkin bu gözlemlerden sonra bir ilk sonuç alarak şu söylenebilir: Geleneksel solda teoriye beslenen güven “yerinde saymak” değil ve olmamalı. Zenginleşme adına ya da “o teori, bu ise politika” varsayımıyla yaşanan sorumsuz pratiklere ve uzlaşmacı projelere de kapıları kapamanın yolu, geleceğe açık bu gelenekten geçiyor.
Bu yazının hedefine ilişkin olarak da bir not düşmek istiyorum. Yukarıdaki satırlardan da sezileceği gibi, burada devlete yönelik teori ve politikalar arasındaki örtüşmezliğin nedenlerine dair kimi tezler ileri sürmek, örtüşmezliğin sosyalizm tarihi boyunca çizdiği inişli çıkışlı grafiği örneklendirmek amaçlanıyor. Yazı, bütünsel bir Marksist devlet teorisi yorumu içerdiğini ya da yansıttığını iddia etmiyor. Yalnızca çoğu alanda Türk sosyalist kadrolara egemen olan “yarı-bilgililik” ortamını kimi soruları ortaya atarak zorlamayı deniyorum.
Marx ve “Kopuş”
Bilimsel sosyalizmin doğuşu elbette bir kopuştur, ama bu kopuşu mekanik bir kesinti olarak düşünmek mümkün değil. Bir “aşma” eylemi olarak ele alınmalı. “Aşma” bir sürece yayılıyor ve temelde bir yöntem biçiminde beliriyor. (Yüz elli yıla yaklaşan tarih dilimi gözden geçirildiğinde) yöntemin marjinal parçaları da dahil olmak üzere, kurulan sistemin kendini sürekli yenilediğini belirli sorunlar içinde dalgalanmalara tabi olduğunu saptamak olanaklı. Bu gelişim süreci kendi içinde çok ciddi atılımlara-kopuşlar da denebilir- sahne oluyor. Daha önce çeşitli bağlamlarda ele alındı; yaşanmış en ciddi “iç kopuş” olarak Rus Sosyal Demokrasisinin bolşevikleşmesine sinen eşitsiz gelişme yasasının teorileştirilmesi düşünülebilir…
Dalgalanmaların varlığını tespit etmek şu anlama da geliyor: Dalgalanma, kesintili ve sıçramalı bir gelişmedir. Bilimsel sosyalizm çeşitli dalgalanmalarda doğarken gerisinde bıraktığı eğilimleri yeniden değerlendiriyor. Bolşevizmin, legal Marksizm ile köprülerini atarken, Narodnik gelenekteki mücadeleciliği ve köylülüğün devrimdeki rolüne ilişkin öğeleri kendi sistematiğinde dönüştürerek devralması bu tür “yeniden değerlendirme”dir… Yalnızca bu değil. Aşılan “bilimsel-öncesi” sistemler de dönem dönem bilimsel sosyalizmin çizdiği alan içinde yeniden doğuşları zorlayabiliyor. Ya da yine bu sistemlerin nihai ölümleri, zaman zaman koma halinden çıkabildikleri bitkisel hayatlar şeklinde ertelenebiliyor. Hatta çeşitli coğrafya ve konjonktürlerden beslenerek bilimsel sosyalizmi etkileri altına alabiliyorlar. Yeni kopuşlar ve aşma eylemleri bu etkilere karşı mücadele ile gelişiyor. Bu yüzden ilerletici kopuşlar, gerçekten ileriye dönük olduklarında bilimsel sosyalist geleneğin canlanıp serpilmesi anlamına geliyor.
Özelde devlet, genelde üstyapıya ilişkin sosyalist teori ve tutum da bu heterojen etmenlerin iç mücadelesiyle damgalanmıştır. Bu sıçramalı gelişmeye daha yakından eğilmeden önce, bir noktayı vurgulamak istiyorum. Bilimsel sosyalizmin bağrında kısmen varlığını sürdüren, yeni solcularda çok daha etkin olan bir içe dönük demokratizm vardır. Kastettiğim şöyle bir yaklaşım: Sınırları geniş tutulan ve değişik kıstaslara göre tanımlanması denenen bir “sosyalistler alanı” varsayılıyor. Bu alan içindeki tartışma, sosyalistler içi ve sosyalizmi ilerletici, aynı alanın dışıyla süren tartışma ise sınıf mücadelelerinin tezahürü olarak ayrıştırılıyor. Her ideolojik-teorik tartışmayı ya da çelişkiyi sınıf çatışmalarına indirgemek ne mümkün, ne doğru. Dolayısıyla yukarıdaki iki kategorili ayrım mantığa uygun görünüyor. Ancak, çoğu zaman şu noktanın atlanmasına götüren bir pratik yanılsamaya da denk düşüyor: Sosyalist teorinin iç tartışmalarında da eskimiş tez ve akımlar yeniden doğmanın yollarını ararlar. Elbette örneğin ütopik düşünce, Moore ya da Owen kalıplarıyla geri gelemez, ama reel politikanın değerini kavrayamamış, tezlerin eskimiş -kalıpsı- doktrinerliklerinde ütopizmin yeniden canlanışının izleri ayrımsanabilir. Eskiyenler, sosyalizmin ve işçi sınıfı hareketinin dışına atıldıkça giderek burjuva rasyonalitesine yaklaşırlar. İç tartışma şeklinde yeniden canlanmalarda, bu yüzden her zaman hareketi ve teoriyi düzen dahiline çekici bir dinamik mevcuttur. Bu dinamiğin tehdidi ne kadar boyutlu ve güncelse, yukarıda tarif edilen demokratizm de o denli tehlikeli bir saplantı haline gelir… Bu nedenle aşağıda ele alınacak dalgalanmalarda Marksist perspektiften kısmi ya da bütünsel sapmalara uzun boylu bir “demokrat hoşgörü” beklenmemesi gerekiyor.
Ütopyacılıktan Bilime “Devlet”
Marksizm öncesinden başlanabilir.
Ütopik sosyalizmin bir özelliği Engels tarafından şöyle soyutlanıyor: “Salt sağduyu ve adalet, bugüne kadar, yeryüzünde egemen olmamışsa bu yalnızca insanoğlu onları gereğince anlamadığı için böyle olmuştur. Aranan şey, gerçeği kavrayan ve şimdi ortaya çıkan o tek dahi adamdı.” 3 “Dahi” ya da ütopik reformcunun misyonu ikna etmektir. Toplumun her sınıfından her bireyde, insanoğlunun özünde varolan rasyonalite açığa çıkartılabilir. Bunlar, başkalarından daha önce “insani öze” kavuşanlar olacaktır. Bunlar da, mevcut toplumsal ilişkilerin kuşatması altında kendi hümanist- sosyalist adalarını kurmaya muktedir görünürler. Materyalizm ve sınıf analizinin eksikliği genel olarak ütopik sosyalizmde devlete ve siyasete karşı küçümsemeyi üretmiştir. Devlet dışı alanda -bir anlamda sivil toplum- yeni ilişkilerin inşası olanak dahilinde sayılır. İşçilerin sınıf hareketini önceleyen ütopik sosyalist düşüncenin devlete karşı bu kayıtsız tutumu, devletin sınıflar üstü bir konum olarak algılanmasını yansıtıyor. Liberalizmin, burjuvazinin yanı sıra muhalif düşünce içinde de yankı bulduğunu gösteriyor.
Siyaseti dıştalayıcı, devleti – gerek bir siyasi hedef, gerekse yeni toplumun inşasında bir araç anlamında – küçümseyen bakışın izlerini işçi hareketinde de ayırdetmek mümkün. Hareketin doğuşu burjuva demokratik taleplerle belirlenmiştir. 1760’larda başlayan İngiliz işçilerinin ilk grevleri, gündelik yaşama koşullarında reform talepleriyle sınırlıdır. Hareket, radikalleştiğinde, hedefini, burjuvazi ya da burjuva devlet aygıtının şahsında değil, teknolojik ilerleme vb.de görülür. Sorunların, kapitalizmin tanımlayıcı öğeleri varlıklarını sürdürürken çözümlenebileceği zımnen kabul edilmiş olmaktadır. Yine İngiltere’de hareketin siyasal olgunluğunda bir atılım simgeleyen Çartizme adını veren 6 maddelik program, çağdaş terminolojiyle bakıldığında kesinlikle ilkel bir reformizmden ibaret kalmıştır. Bu programın yönlendirdiği hareketin bir sonraki aşamasında ise işçi sınıfının gelişen kapitalizme uyum sağlaması ortaya çıkıyor. İngiliz işçilerinin örgütlenme pratiklerinde yine bir ileri adım olan yaygın sendikalaşma aşaması, Lenin’in sonraları ekonomizmle eşanlamda kullanacağı “trade-unionism”de son buluyor. Chart’dan sendikalara, oradan ekonomizme giden yolda bir mantık birliği gözlemlemek zor olmasa gerek. Geçerken söylenmeli, bu süreci tam sindiremeyen Çartist önderler ise, bilimsel sosyalizmin çekim alanına tabi olmuşlardır.
Devletin sınıf özüyle ve siyasi mücadelenin hedefi olarak kavranmasına İngiltere’nin teorik-pratik uzaklığına karşılık, Fransa’daki pratik ve sezgisel yakınlık vurgulanmaya değer. Fransız toplumunun siyasal canlılık ve zenginliğinin 19.yy sosyalist ve işçi hareketlerine kazandırdığı radikal tonları önemsemek mutlaka gerekiyor. Ama bir kayıtla; Marx ve Engels’in çizgileri bu radikalizmi kendilerine devşiremediler. Bilimsel sosyalizmin marjinal etkisine karşılık, Fransız hareketinde ütopiklerin, Proudhon ve Blanqui’nin, daha sonraki Jaures-Guesde reformizminin etkinliği hep ilk sıraları aldı. Fransa’da toplumsal mücadelenin hareketleri olan “teorisizlik” koşullarında, radikalizmin bilimsel sosyalizme akan bir kanal haline gelmesi mümkün olamadı. 4
İşçi hareketinin üçüncü olarak odaklandığı ülke, Almanya daha iç açıcı bir tablo sunmuş değil. Geç doğan harekete aşamacı ve burjuva destekçi anlayışın, bir dönem Marksistlerin de aktif katkısıyla egemen olduğu biliniyor. Almanya’da ilk kez bir işçi partisi kurma onurunun sahibi olan Lassalle sayesinde ise 5 sınıf hareketinde, aşamacılığın da gerilerinde, kapitalizmin ve burjuvazinin tarihsel yükselişine karşı aristokrat devlete sempatinin tohumları, bir diğer yandan da sınıfsal ve örgütsel inisiyatifin geliştirilmesi görevinin yerine mitolojik lider tiplemesi ikame edilmişti.
Bilimsel sosyalizmin doğuş ve gelişmesini bu atmosferden azade saymanın olanağı var mı?… Olmadığını görmek için, örneğin Alman İdeolojisi ve Manifesto’ya devlete ve siyasete ilişkin bugün bilinenlerden hareketle ve bilimsel sosyalizm öncesini de akılda tutarak bakmak gerekiyor. Alıntıya gerek bırakmayacak kadar genele yayılmış özelliklerden söz edeceğim: Hedef olarak konan sınıfsız topluma geçiş sürecinde, yeni devlet aygıtı ve siyasal yapılanmanın sorun olarak algılanması, bir tanesi. Elbette, sosyalist devletin teorileştirilmesi için tarihsel deneyimlerin yaşanmış olması gerekir. 1846-48 yıllarında bu nesnel eksikliğin kapanmamış olması da tabii ki, Marx ve Engels’in teorilerinin eksiği anlamına gelmiyor. Bunu göz ardı etmeden söylemek istediğim, bulunulan bu noktada, Marksizm öncesi devleti küçümseyici eğilimlerin baskısının sezilebilir olduğu. Yine bu çalışmalarında, yazarların siyasal devrimle toplumsal devrimin ayrıştırılmasının ötesinde işçi sınıfının bir bütün olarak devrimciliği, üstelik sanayileşmiş ülkelerin işçi sınıflarının eş düzeyli bir devrimciliğini öngörmeleri de yer alıyor. Devrimin global ve çoğunluk devrimi niteliklerine beslenen inanç ile, işçi sınıfı içerisindeki farklılaşmaların gözlemlenmemesi birlikte gidiyor. Şu denebilir: Marx ve Engels’in bilimsel sosyalist “kopuş”ları, bu kopuşu önceleyen devleti küçümseyici siyasal mücadeleyi dıştalayıcı çizgilerden izler barındırıyor. Tabii büyük farklılıklarla birlikte, yani farklı içeriklerle: Ütopiklerin küçümseyici tutumları insanın özündeki rasyonalite inancında billurlaşan bir idealizmi yansıtır; Marx ve Engels’de dozajı çok daha daralan aynı sonuç, nesnel gelişmeye kapitalist yükselişin ilerletici proletaryayı devrimcileştirici yönlerine konan vurguya dayanır. Model açısından gelişme o denli düzenlidir ve sınıfsal çelişkiler o denli hızlı sertleşir ki, siyasal alt üst oluş ayrıca ele alınması gerekmeyecek şekilde, bu süreçlerin doğal ürünü olarak gündeme gelir.
Yukarıdaki yorumun, bir kopuşun varlığını reddetmeye götüreceğine inanmıyorum. Ancak bir tehlikedir, ve uç konumlar üzerinde (kopuş dönemi ya da hattan farklılaşan yorumları kastediyorum) girişilen yorum denemeleri bu riski göze almak zorundadır. Söz konusu riski ve olası tepkileri dengelemek için “kopuş” terimini gerçekten hak ettiren yenilikleri de ele almak gerekiyor. Tabii yine devlet konusuna ilişkin olarak.
Marksist Perspektifte Devlet
Alman İdeolojisi’nin eksik bıraktığı alanlar var, denildi. Eksiklik kimsenin gerisinde kalmak anlamında değil. Aksine, eser, sosyalist teorinin gelişiminde, yazıldığı dönemin en ileri ürünü olma niteliğine kesinlikle sahiptir. Dolayısıyla eksiklik vurgusu, teorinin gelişen bir organizma olarak algılanması için ve geleceğe referansla yapılmaktadır. Alman İdeolojisi’nin yeniliği ise özünde Marksist tarih anlayışının, klasik Alman felsefesinin eleştirisinden yola çıkılarak sistemleştirilmesinde ve buna elveren sınıfsal bakış açısının ekonomik ve siyasal yapılara uygulanmasında yatıyor. Konumuz özelinde ve devlet teorisi bağlamında Marksizmin bu “gençlik” eseri çağdaş sosyalistlerde bile ender gözlemlenen bir dengeli formülasyon getiriyor. Birkaç alıntıyla izleyelim: “… kollektif çıkarı devlet sıfatıyla bireyin ve topluluğun gerçek çıkarlarından ayrılmış bağımsız bir biçim almaya ve (kan, dil, işbölümü ve çıkar gibi çeşitli) bağların somut temeli üzerinde, ama aldatıcı bir ortaklaşma görünümü almaya götüren özel çıkar ile kollektif çıkar arasındaki çelişkidir… kendi egemenliği bütün eski toplumsal biçimlerin ve genel olarak egemenliğin ortadan kaldırılmasına neden oluyorsa da, proletarya için ve geçerli olan sonuç her sınıfın sırası geldiğinde kendi öz çıkarını herkesin çıkarı olarak ortaya koymak üzere ilk önce siyasal iktidarı eline geçirmesi gerektiğidir…” 6 “… kolektif ve kollektif olduğu sanılan çıkarlarla gerçekte durmadan çarpışan bu özel çıkarların pratikteki kavgası aldatıcı “evrensel” çıkarın devlet biçimindeki pratik müdahalesini ve frenlemesini zorunlu kılar.” 7 “belirli üretici güçler toplumun belirli bir sınıfının egemenliğinin koşullarıdır… bir sınıfın sahip olduğu egemenlikten ileri gelen toplumsal gücü düzenli olarak her çağa özgü devlet tipinde idealist biçimde pratik ifadesini bulur; bu yüzden, her devrimci mücadele, o zamana kadar hükmetmiş olan sınıfa karşı yönelir.” 8 9
Bu pasajlardan Marksist devlet teorisine ilişkin daha sonra aynı yazarların başka çalışmalarında sadık kalınarak geliştirilen sonuçları çekip çıkartmak mümkün.
1)Maddi yaşamın yeniden üretimi kavramlaştırılmasıyla genişletilebilecek olan üretici güçler faktörü, ya da istenirse altyapı, siyasal üstyapıyı koşullar. Burada herhangi bir ekonomizm vb. değil, bilimlerin genel ilkesi olan nedensellik bağlantısının, kesinlikle mekaniklikten uzak bir şekilde devlet-toplum ilişkisine uygulanması sözkonusu.
2)Dolayısıyla devlet, mutlaka sınıfsal bir içeriğe sahiptir.
3)Toplumsal işbölümünün gelişmesinin ürünü olarak, toplumun sınıflara ve çıkar farklılıklarına bölünmesi ile, “kollektif” görüntülü ve devletin taşıdığı genel çıkarın, bu bölünmenin üzerinde bir “consensus” yaratması. Söz konusu olan, yanılsamalı ve görüntüsel bir consensus olabiliyor; çağdaş sivil toplumcu liberalizme prim veren bir değerlendirme değil.
4)“Farklı çıkarları uyuşturma” bir anlamda yanılsamadır, çünkü altında bir sınıfın hegemonyası yatıyor. Ancak, bir anlamda gerçek ve pratiktir de. Şöyle söylenebilir: Ekonomik ve toplumsal düzlemdeki çatışmalar, uyuşmazlığın ideolojik ve siyasal düzlemde giderilmesi ile patlama noktasından geriye çekilir. Devletin bir işlevi de bu uzlaşmayı temsil etmek ve yönetmek olarak belirginleşiyor.
5)Bir üst paragrafın devamı olarak, devletin egemen sınıfların ya da sınıfın öncelikle ekonomik ve toplumsal düzlemde en güçlü kesimleriyle en yakın ilişkileri tesis etmesi, yani gözetilen çıkarlar arasında bir hiyerarşiyi de yansıtması kaçınılmaz. Ancak bu ilişki, devletin (hatta genel olarak ideolojinin ya da burjuva siyasal hareketlerin) hiyerarşinin üst basamaklarına angaje olması anlamına gelmiyor. Devlet tüm burjuva sınıfının consensus organı olarak hayat buluyor.
6)Bir sınıfın egemenlik aygıtı olmak ile toplumsal bütünlüğü yansıtmak, siyasal yapılanmanın çelişkisiz bir dinginlikte değil, ancak iç mücadelelerin sürekliliği ile kavranabileceğini gösteriyor. Bu iki yön, (egemenlik aracı ve uzlaştırma misyonları) iki çelişik öğe değil, devletin tanımı olarak görülmektedir. Devletin kendisini tüm topluma (evrensel çıkara) mal etmesi, demokrat-barışçı bir perspektife kapıları açmak olmuyor.
7)Devrimci mücadele, egemen sınıfa ve bunun bağlı bulunduğu düzenin pratik ifadesi olan devlet aygıtına yöneliyor. Yeni toplumsal kuruluş bunları dıştalayarak gerçekleşecek bir alternatif olarak düşünülüyor.
Tüm bu sonuçlar, Marx ve Engels’in temelini attıkları yeni sistematiğin sınırlarını oldukça net olarak belirliyorlar. Ancak, yukarıda söylendi, bu netlik 19.yy işçi ve sosyalist hareketine damgasını vuramıyor. Bu damganın vurulmasının yolu teorik hamleleri değil, pratik-tarihsel kanıtlamaları gerektiriyor. 1917’ye kadar Marksizm bundan yoksun kalıyor.
Ortalama solcu 1845’ten sonra oluşan bilimsel sosyalizmin etkin bir siyasal hareket olarak, Liga’yı, çeşitli yerel örgütleri, I. ve II. Enternasyonalleri Alman sosyal demokrasisini yarattığını, hatta bizatihi bu örgütlerin tam anlamıyla Marksist olduğunu düşünür. Her adımda “oportünist” Proudhon, Blanqui, Lassalle, Bakunin vb.nin ezilip geçildiğini sanır. Sosyalizm tarihine ilişkin bir özgüven yaratsa da, bu yanılsamanın terk edilmemesi için hiçbir gerekçe öne sürülmemeli. Sosyalistlerin tarihten mitler yaratmaya hiç ihtiyaç duymayacakları ölçüde zengin ve saygın bir mirasları, gelenekleri bulunuyor. Yine devlet teorisi özeline dönersek şu söylenmeli: Marx ve Engels’in şiddetli teorik kopuşları siyasal bir deprem yaratmıyor. Teorik kopuşun şiddeti, değil işçi sınıfı hareketinde, yıllar sonrasının sosyal-demokrat partilerinde bile özümsenemiyor. Bu durumda, bir tez öne sürülebilir: Marx ve Engels’in kişisel prestijlerini bir kenara ayırırsak, “Marksizm öncesi” 19. yy boyunca bilimsel sosyalist etiketli hareket ve yapılarda varlığını, hatta egemenliğini sürdürüyor. Düzgün bir süreçle değil, sıçrama ve gerilemelerle… Bu etkinliği, geciken bir ölüm olarak düşünmek de mümkün.
Söz ettiğim etkiyi örneklendirmeye geçmek istiyorum. Ancak daha önce, konuyu biraz dağıtacak da olsa, bir parantez açmayı gerekli buluyorum. Siyasetin ve siyaset teorisinin bir özelliği var. Teorinin gelişmesi, teorik analize dışsal dinamiklerin devre dışı kaldığı bir çerçevede yaşanmıyor. Teori özellikle o anki konjonktürde yoğunlaşan çelişki ve birikimlerin çizdiği verili bir “özgürlük” alanında kuruluyor. Teori, kaçınılmaz ve gerekli biçimde politize oluyor. Birincisi, konjonktürel siyasal gereklerin baskısı altında teori, “saf bilim” arayışından sapıyor. Böylesi bir arayışın bir entellektüel hastalığı olduğu gerçektir. Ancak sapma, siyasal gereklerin dozajının bir fonksiyonu olarak teorinin gelişimini yavaşlatıcı etkilerde bulunabiliyor, hatta deformasyonlar yaratabiliyor. Devrimci bir dönüşümün olanaklı olduğu bir toprakta, devlete bakışta sınıfsallığın altını çizmek, örgüt teorisi kurmak daha kolay yaşanıyor. Örneği yine Bolşeviklerdir. Üçüncüsü, siyasal pratikte çok etkin olamamak ya da tekil bir döneme damgasını vuramamak, o an için zaaf görüntüsü verse de, içinde yaşanılan konjonktür ve coğrafyanın geriletici etkilerinden (elbette bu etkilerin söz konusu olduğu durumları kastediyorum) uzak kalmak anlamına da geliyor. Bu haliyle yararlanılması gereken bir ortam sunabiliyor. Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’nde yazdıklarında, politik zorlamalardan uzak bir ortamın bilimselleştirici avantajını görmemek mümkün değil. Ancak böyle bir ortamın etkisinden yararlanılarak oluşturulan ürünün, politik zorlamaların etkin olduğu siyasal hareketler alanında fazla ses getirmemesi de normal sayılmalı. Bir noktayı daha eklemek durumundayım: Böyle bir ortamı teoride avantaja dönüştürmek de elbette herkesin harcı olmuyor. Öznenin gücü ve rolü de burada belirleyici önem kazanıyor…
Parantezi kapıyorum ve sosyalist düşüncenin devlete dair seyrine dönüyorum. Yukarıda satır arasında değinildi; Alman devriminde Marx ve Engels’in ilk benimsedikleri kesinlikle geri bir tutum olmuştur: Alt başlığı”Demokrasi Organı” olan Neue Rheinische Zeitung’da bir dönem,, proletaryanın ve sosyalist hareketin demokratik devrimin doğal önderi olarak burjuvaziyi desteklemesi savunuldu. Bu taktik Alman burjuvazisinin kendi devrimine ihanet etmesiyle iflas etti. “… 1848 Mart hareketinden hemen sonra devlet iktidarının mülkiyetini eline alan ve bu iktidarı işçileri ve mücadelede kendi müttefiklerini, eski sömürü düzenine geriye itmek için kullanan burjuvazi olmuştur. Burjuvazinin bu işleri Martta ortadan kaldırılan feodal partinin desteği olmadan ve iktidarı bu feodal mutlakıyetçi partiye teslim etmeksizin başarması olanaksızdı.” 10 Bu değerlendirme 1850’de Marx tarafından yapıldı. Burjuvazinin, işçi sınıfının tarih sahnesine çıkmasıyla demokratik devrim hedeflerini terk ettiği, söz konusu misyonun bir işçi devrimine aktarıldığı saptanıyordu. Bu ilk “aşamalı devrim” bazı eklemeler yapılabilir. İşçi sınıfı ve sosyalistlerin siyasal arenaya çıkmaları, bunların inisiyatifinde olmayan ayrı bir devrimci dönüşüm olasılığını yok ediyor. Aşamalı devrim perspektifi bu olasılığın gerçekliğini kabul etmenin üstüne, açıkça diktatörlük olmayan bir burjuva demokrat devletin mümkün olduğunu da söylemektir. “Birinci” aşamanın ürünü nasıl bir devlet olacak? Aşama demokratiklikle sınırlı görüldüğü sürece devletin içeriğini proletaryanın doldurmayacağı da açık olmalı. Devrimde önderliği elinde tutan sınıf proletarya olmadığı sürece, ister küçük burjuva demokratların geçici bir iktidarı, ister “milli” ya da “demokrat” burjuvazi söz konusu olsun, yeni yapılanmanın kapitalist sınırların içinde kalacağı da açık olmalı. Devletin sınıf diktatoryası niteliği teoriden çıkartılmadan sosyalist ve proleter olmayan bir yeni siyasal toplum örgütlenmesini savunabilmek, sosyalizm ve proletarya safından konuşanlar için mümkün değil. Aşamalı devrimi savunmak, proleter olmayan bir devletin inşasını talep etmeye; bu ise devletin sınıf egemenliği tezinden sapmaya indirgenebilir. Burada “indirgemeci” bir yanılgıya düşüldüğü suçlamasını en başından karşılamak için şunu söylemek istiyorum: Yaptığım yorum, yani aşamalı perspektifin Marksist devlet teorisiyle de uyuşmadığı yorumu, aslında, işçi sınıfından başka sınıf ve güçlere önderlik payesi veren saf Menşevik demokratik devrimciliğe denk düşüyor. Ama bununla sınırlı kalmak da gerekmiyor. Sosyalizme giden yolda birden fazla iktidar değişimi öngörenler de mutlaka sermayeye bir yönden bağımlı olan bir sınıfı iktidarın odağına oturtuyorlar.11
1850’den bu yana şunun bilinmesi gerekiyor: Güncelliği olan işçi sınıfının devrimidir ve bir işçi devleti dışındaki aristokrat ya da burjuva seçenekler arasında tercih yapılması, bu iki seçenek arasında işçi tehdidi karşısında bir tarihsel uzlaşmanın doğmuş olmasından dolayı gündem dışıdır.
Çoğunluk devrimi perspektifi “kopuş”un teorik temelleri üzerine bir pratiğin kurulmasını geciktirmiştir. Bunun, Marksist düşüncenin iç gelişimdeki eşitsiz niteliği vurgulayan bir tez olarak altını çizmek gerekiyor. İnsan türünün ya da tüm insanlığın kurtuluşu olarak devrim düşüncesi, eğer bu “kurtuluş”lar ile “devrim” anı birbirlerine pek yakın ya da özdeş görülüyorlarsa büyük sorunlar doğuyor. En ciddisi, politikanın ve devletin küçümsenmesi eğilimi oluyor. Ütopik düşüncenin geciken ölümü ya da yeniden canlanışı olarak görülebilir; 19. yy. Marksizmi kendi projesini öncekilerden ayırırken, çoğunluğa dayanmaya, bu anlamda da “demokratik” sıfatına özel önem atfetti; reel politikanın, siyasal örgütün müdahale gücünün değil kitleselliğin vurgulanması bilimsel sosyalist jargonun ayrılmaz parçası oldu. Yanlış anlaşılmamalı, Marx’tan Kautsky’e Plehanov’a kadar bütün yazarlar anarşizan apolitizm ya da ütopik devlet reddiyesinin karşısına sağlam bir teorik yapı çıkartmaktan geri kalmadılar. Ama örneğin, siyasal pratiğin önemine vurgu konurken, devrimci örgütsel inisiyatif değil, kitlenin gücüdür odağa yerleştirilen. Sonuç şudur: Devleti sınıfsal özüyle değerlendirmek yerine, kurumsal niteliği nedeniyle kategorik olarak reddetmeye, devrim sonrası kuruluşta devletin rolünü küçümsemeye ya da dünya devriminin yeryüzünü sınıfsızlaştıracağı o “pek yakın” güne kadar katlanılması gereken bir risk olarak görmeye dönük eğilimler, sosyalizm içinde basacak bir zemin her zaman bulmuşlardır. Bugün, reel sosyalist devletlerin neden “sönmediğine” kızan teorilerle, Marksizmin eleyemeden içine aldığı bu ütopik artıklar arasındaki düşünsel bağ incelenmeye değer bir konu.12
Sınıfsallığı yadsıyarak kurumsal özelliği vurgulamak sağ bir açılışa da temel oluşturabiliyor. Bu kez bir kurum olarak otoriteyi simgeleyen devletin reddedilmesi yerine, yine bir kurum olarak işlevsel bir araç olan devletin “kullanılabileceği” varsayılıyor. Ne Rosa Luxemburg’un şiddetle eleştirdiği Fransız sosyalistlerinin burjuva hükümetlere katılma pratikleri sırasında, ne de seçim başarıları kovalayan Alman Sosyal Demokratlarının saflarında, mevcut devlet aygıtının sınıfsallığı açıkça reddedilmedi. Ancak, devletin salt “politik araç” niteliğine aşırı bir sempati belirdi. Elbette kapitalizmin diktatoryal döneminin sona ermekte olduğu ve sınıfsal kutuplaşmanın yerini, uzlaşmanın aldığı yönünde sosyolojik ekonomik analizlerle birlikte.
Marx ve Engels’in tutumlarında ise 1846’da ortaya atılan ilkelere bağlılık varlığını sürdürdü. Yukarıda sözü edilen açık kapıların kaynağı, özelde devlet teorisinde deği,l işçi sınıfının homojenliğini varsayan çoğunluk devrimi esprisinde, daha genel bir ifade ile eşitsiz gelişme yasasının eksik kavranışında aranmalı. Bu açığın kapatılması için, Lenin’i ve Bolşevik pratiği beklemek gerekecekti. Bolşeviklerle birlikte anti-otoriter tonlamaların sınıfsal ayrımlardan bağımsızlaşması artık gündemden çıkacaktı; burjuva otoritesinin reddedilmesini sosyalist bir otoritenin bir o kadar olumlanması izleyecekti. Marx ve Engels’de gerek otorite düşmanlığına, gerek devletin hedef alınmasına dönük sorunsuz çok ifade bulmak mümkün. Ancak özellikle Engels’in, yaşantısının son döneminde Paris Komünü sonrası değerlendirmelerin çok gerisine düştüğü de bilinmeli. Komün’ün eleştirisinde, eski aygıtın sonuna dek tasfiye edilmesinde kararsızlığa düşülmesi odağa yerleştirilirken, ünlü 1895 önsözünde 13 parlamentarizme yoğun övgüler yer alabilmiştir. 14 Bu son dönem eğiliminin nedenlerini, herhalde, kitlesel örgütlenmenin yaygınlığında, seçim başarılarında, işçi sınıfının eski aktivizminin yerini “partili” tipolojisinin almasında aramak gerekiyor. Burada, söz edilen partili bir seçim ve kitle partisinin durağan üyesidir. Nesnel süreçlerin bu baskısının, bilimsel sosyalistlerin yaklaşık yarım yüzyıllık bir dönemi marjinal konumlarda etkisiz yaşamalarından sonra gündeme gelmesi, bu çarpıcı değişim reform yolunun cazibesini arttırmış olmalı…
Bu cazibenin etkisi 1895’e ya da Alman sosyal-demokratlarına özgü olmamıştır. 20. yy, geleneksel işçi sınıfı partilerinin sosyalist iktidarın inşasını hedefleyen devrim örgütleri kimliğinden baskı grubu niteliğine geçişlerinin örnekleriyle dolu. Marx ve Engels’in Proudhoncular ve anarşistlerle, Plehanov’un Narodnizmin örgütlenmesi zorunluluğunu vurgulamış olmaları da yeni solcu-anarşizan tepkiselliğin kökünü kurutabilmiş değildir. Teorinin tüm netliğine rağmen, sosyalist hareketin tarihi boyunca, teorinin kurucuları da dahil olmak üzere devlete ilişkin sürekli bir gelgit gözlemlenmiştir. Ve her gelgit çizilen sınırların dışına kaçılmasıyla sonuçlanıyor. Dolayısıyla hele 20. yy’daki savrulmaları samimi teori aranışları saymak mümkün olmuyor. Bunlar çoğunlukla, ilkelerin çoktan beridir terk edildiği, gündemdeki pratikleri rasyonalize etme çırpınışları oluyorlar.
Uzlaştırma Ve Tahakküm
Bu yazının başlarında Alman İdeolojisi’ne dayanılarak yapılan iki yönlü bir tanımlama yer alıyordu. Sınıf egemenliği ve nesnel çıkar farklılaşmalarının uyuşturulması. Şimdi de bir gözlem: Dengeden sağa ya da sola kaymalarda bu iki yön birbirlerini bütünleyen değil, birbirlerine alternatif öğeler olarak yorumlanmakta. Sosyalist teorinin etkisi altındaki devrimci demokratlarda ve geleneksel kesimin “sol” uçlarında devletin sınıf tahakkümünün aracı olduğunu telaffuz etmenin yeterli ve devrimcileştirici olduğu sanılıyor. Özellikle Avrupa Komünizmi ve yeni solda ise “consensus” kavramı pek tutuyor. Birinci eğilimin sakıncaları, ilk önce devletin daha önce söylendiği gibi, bir burjuva fraksiyona fazla angaje edilmesinde billurlaşıyor. Varılan nokta diğer fraksiyonlarla cephelerde birleşme arzusu olabiliyor. “Radikal” başlangıç bu varyantta bir sağ dönemeçte son buluyor. Bir diğer olasılık ise devlete karşı ilkeselliğin sol doktriner bir reel politika düşmanlığına neden olmasıdır. Ve bir üçüncü yol da, devletten sürekli fiziksel baskı bekleyenlerin, sınıf baskısının demokratik kurumsallaşmalara ya da ideolojik etkisizleştirmeye dayandığı dönemlerde, bu konjonktürlerle burjuva devletin kapasitesinin aşıldığı ve sosyalizme varacak bir sürece girildiği yanılsaması olabilir.
“Consensus”a gelirsek şöyle bir manzara belirginleşiyor: Birincisi, yola klasik tezin yanılsamalı eleştirisiyle başlanıyor. İkinci adımda devletin “görece özerkliği”nden göz gözü görmez oluyor. “Görece özerklik” ,adı üzerinde, sınıf özünü reddeden bir önerme değil. Bunu reddetmediği sürece genel hatlarıyla Marx ve Engels’in ilk bilimsel sosyalist metinlerinden beri varolan “çelişkileri bastırma, uzlaştırma” işlevinden başka bir şey kalmıyor. Devletin, çatışan sınıflardan organik bağlarını koparıp, ancak düzenin idamesi anlamında kapitalist özle ilişki kurmakla yetindiği Bonapartizm, belki en uç nokta oluyor ama yine de “sınırları” aşmıyor. O halde, orijinal tanımda içerilen bir özerklik olgusuna ayrıca parmak basmak nasıl yorumlanmalı? Bir, özerkliğin “bağımsızlık” haline getirilmesi söz konusu olabiliyor. Avrupa Komünizmi bu özerk aygıtların fethiyle kapitalizmin dönüşebileceğini varsayarken özerkliği de bağımsızlığa dönüştürüyor. İki, devletin baskı mekanizmaları dışındaki ideolojik kurumlarının önemi, bu kurumlardaki özerklik dozajının yüksekliğiyle paralel düşünülüyor. Öyle ki, işçi sınıfının ideolojik mücadelesinin bu “özerk” departmanlarda başarı kazanma olasılığı ile, “devlet”in büyük bir bölümünün siyasal iktidar değişmeden sosyalistleşebilmesi mümkün görülüyor. Bu olasılığın sosyalist dönüşüm için bir ön zorunluluk sayılmaya başlandığı noktada ise, söz konusu proje “sivil toplumun politik toplumu kuşatması”na indirgenebilir. Etkisiz kılınan baskı mekanizmalarını ise teslim almak bir yana, bunların kendiliklerinden iflas etmeleri öngörülüyor. Buna eklenecek bir nokta da şu: Devletin baskı mekanizması dışındaki aygıtlarının sınırları, örneğin Althusser’in çalışmasında 15 olduğu gibi çok genişletildiğinde ortada aslında siyasal iktidar mücadelesinin hedef alacağı bir somut burjuva devleti de kalmıyor. Aileden okullara, kültürden parlamentoya tüm toplum sathına yayılmış bir aygıt her yerde soyut olarak varoluyor; somut olaraksa hiçbir yerde… Üç, devletin egemen sınıf içi çelişkilerin ötesinde, sınıfsal çelişkileri de nesnel olarak değil- siyasal düzlemde “uzlaştırmasına” konan aşırı vurgu, bu uzlaştırmanın yanılsamalı niteliğini atlamanın bir yoludur. Bu yola girenin aklının bir köşesinde mutlaka burjuva consensusu içerisinde bir yer tutmak arzusu yatıyor…
“Neden özerklik tezleri?” sorusuna yanıt arandığında bu olasılıkların sıralanmaması olanaksız. Yeni som için “Stalinist-ekonomist” devlet görüşüne duyulduğu söylenen tepkiye, ciddi ve akademik bir arayışa denk düştüğü ölçüde hak verenler olabilir. Bunlara şunu hatırlatmak gerekiyor: Siyasal-toplumsal teorileri siyasal ve nesnel izdüşümleriyle test etmeksizin, sahiplerinin iddialarına dayanarak değerlendirmek büyük bir saflıktan ibarettir. Ancak yine de belirtmekte fayda var: Mikro alanlara ilişkin teorileştirme çabaları kesinlikle gereksiz sayılmamalı. Aksine dar somutların ayrıntılı analiz ve soyutlamaları genel teoriyi zenginleştirici bir birikim sağlayabilir. Mikro çalışmaların makro düzeyde ilkeleri dıştalamaması ve genelin “istisna”sı olarak algılanmaması koşuluyla. Özel haller ya da dar alanlar, “somut durumun somut tahlili” anlamında, soyutlamaları zenginleştirici yoğun birikimleri içerebiliyorlar.
Bitirirken, başlarda belirttiğim amaçları biraz daha somutlayabileceğimi sanıyorum. Türk solcusu burjuva devlete iki farklı pencereden bakıyor. Teoriden bakılınca, sınıfsal tahakküm görülen tek özellik oluyor. Bu bakış demokratik devrim ya da ileri demokrasi projelerinde, sanılanın aksine hiç de radikal ve devrimci bir anlam kazanmaya yetmiyor. Pratiğin penceresinde ise sınıf-devlet ilişkisi bir kez söylendiği için tekrar dönülmesine gerek kalmadığı (!) sanılarak, çeşit çeşit “cephe”ye ve “demokrasi güçleri”ne kurban ediliyor… Bir de, bu tutarsızlığı aşmayı deneyenler var. İçlerinden bugüne dek sola dönük bir sistemin filizlendiğini söyleme olanağımız ne yazık ki yok. Tutarlılaşmak, birinci olarak uzlaşmacılığı, teoride devleti, sınıflar-üstü’ne taşıyarak gerçekleştiriyor. Çoğu konuda olduğu gibi Mao’cu sağ eğilim bunun en berrak ifadesi oluyor. İkinci yol, yeni solun Batı demokrasisi etkisi altında ve reel sosyalizme tepkisellikle geliştirdiği özerklik tezlerini yeniden üretmekten geçiyor. “Özerklik”, ister sivil toplumcu bir politika düşmanlığıyla olsun, ister “özerk” devlet alanlarının emekçi sınıflarca doldurulabileceğine dayanan bir reformizmde vücut bulsun, sürekli sağa çekici bir dinamiği besliyor… Türk solcusunun kendisini bir revizyona sokması zorunluluğu ise hiç azalmıyor. Yanılsamalara kapılmaya hiç yer yok. Solun teorik bir dönüşümü yine teori yoluyla yaşaması pek mümkün görünmüyor. Genel bir ideolojik-teorik yenilenme, dönüşümü kendilerinde gerçekleştirmiş olanların güçlü bir pratik çekim merkezi haline gelmelerinden geçecek…
Dipnotlar ve Kaynak
- Miliband, Ralph; “Görüşme”, 11. Tez Kitap Dizisi:6, İst. Haziran 1987, s.19.
- Çulhaoğlu, Metin; “Geleneksel Solun Anatomisine Doğru”, Gelenek:4 içinde; Ankara, Şubat 1987.
- Engels, Friedrich; Ütopik Sosyalizm Ve Bilimsel Sosyalizm, Sol Yay., Ankara, Ekim 1977, s.67-68.
- Marx, Fransa ile Almanya’yı karşılaştırıyor. Somut siyasal aktivite ile teorik-felsefi soyutlamayı “Fransızca- Almanca konuşmak” terimleriyle anlatıyor. Fransızların eylemini değerlendirmek Almanlara düşüyor. Ancak iki departmanın kendi iç zenginlikleri birer tarihsel kaynak olsalar da, sentezin eksikliğiyle belirleniyor. Teorik aydınların siyasal pratik altında ezildiği Fransa’da teori, kendi geleneğini kuramıyor; tepkiselliğin ağır bastığı ortamda sosyalizmin bağımsız kimliği netleşemiyor. Yüzyılın sonlarında yaşanan demokratikleşmede Fransız sosyalistleri artık tepki duyacakları can alıcı sorunlar bulamayınca, tepkisel ideolojileri düzene entegre olma yönünde bir değişime uğradı. Fransız ve Alman sosyalizmleri zıt yollardan ilerleyerek II. Enternasyonal reformizminde boğuldular.
- Marx, Karl – Engels, Friedrich; Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol Yay., Ankara, Mayıs 1976.
- Marx – Engels; Alman İdeolojisi, Sol Yay., Ankara, 1976, s.64 (düzeltilmiş çeviri.
- Marx – Engels; a.g.e., s.65
- Marx – Engels; a.g.e., s.72-73
- Bu yazıda, Sol yayınlarının çevirisine dayanmak zorunda kaldığım için, gerçekten üzüntü duyuyorum. Alıntıları ancak bir ölçüde düzeltmeye çalıştım. Çok sakıncalı ve özensiz bu çeviriden yalnızca estetik değil, bilimsel kaygılarla da uzak durmak gerekiyor.
- Marx, Karl; Köln Davası Üzerine Açıklamalar, Ana Yay.,İst., 1977, s.139.
- Türkiye’de sosyalizm yolunda birden fazla değil, tek bir iktidar dönüşümü olduğunu kabul edip de, bunu UDD, UDHD, DHD vb. diyenlerse gerçekten ne dediklerini bilmiyorlar. İki şeyden biri, ya şu “demokrasi” saplantısından vazgeçecekler, ya da sosyalist hareketin damgasını vurduğu işçi devrimi projelerinden, yani sosyalizme inançlarından.
- Yine bu bağlamda, Engels sürekli Paris Komünü’nden “sözcüğün tam anlamıyla bir devlet” olmamasını övgüyle çıkarsıyor. Ya da Bebel’e yazdığı 18/28 Mart 1875 tarihli mektupta “devlet” sözcüğü yerine topluluk (komün anlamında) sözcüğünün kullanılmasını öneriyor.
- Engels, Friedrich; Fransa’da Sınıf Savaşımları, May Yay., İstanbul.
- Engels’e bu tür eğilimleri maletmeyi sosyalistliklerine yakıştıramayanları bir dereceye kadar hoş görmek mümkün. Ama, mitleştirmelere ya da “polisiye” tarih yorumlarına gidilecekse orada durmak ve durdurmak gerekiyor. Bir örnek Tony Cliff. Yazar, Rosa Luxemburg üzerine aynı adı taşıyan bir çalışmasında Sınıf Mücadeleleri’ne Engels’in Önsözünün parti liderleri tarafından tahrif edildiğini iddia ediyor. İddianın ilk sahibi Cliff mi bilmiyorum; gerçek payı var mı, o da önemli değil. Önemli olansa şu: Engels’in 95 yönelimi ile Alman sosyal-demokrat hareketinin konumu birbirini bütünlüyor. Engels yalnızca bir simgedir. Engels’in geleneğimiz için taşıdığı anlama bir de şöyle bakılabilir. Sosyal-demokrat/Menşevik eğilimi Marksizmden söküp atmanın onuru Bolşevizme ait. Bu operasyon başarılmış olduğu ve üstelik bu başarıda Marx ve Engels’in metodolojilerine sadık kalındığı ölçüde, örneğin Engels’in kişiliğinin eleştirel yeniden değerlendirilmesi “itibarı geri alma” anlamına kesinlikle gelmez. Aksine Marx ve Engels’in onuru, bugünkü sosyalist kazanımların metodolojik temelini atmış olmalarını da kapsıyor.
- Althusser, L.; İdeoloji Ve Devletin İdeolojik Aygıtları, Birikim Yay., İstanbul.