Bugüne dek Türkiye sosyalist hareketinin geçmişi üzerinde çok şey yazılıp söylendi. Türkiye sosyalist hareketinin doğuşundan ve özellikle 1960 öncesi geçmişinden kaynaklanan güdüklükler üzerinde duruldu. Burada bunlardan uzun uzadıya söz etmeyeceğiz. Yalnızca 1922 yılına ait bir değerlendirmeyi Radek’in ağzından aktarmakla yetineceğiz: “T.K. Partisi proleter bir parti değildir. Bu parti çıkarlarını savunmak amacıyla köylülüğün güçlerini ve geçmişle bağlarını koparmış aydınları etrafında toplamaya çalışan bir partidir…”1
Örgütsel doğumundan yaklaşık 40 yıl sonra Türkiye sosyalist hareketinin 61-71 döneminde yeni bir canlanma yaşadığını bugün herkes kabul ediyor. Ortada gerçek anlamda güçlü ve tutarlı bir siyasal önderlik bulunmamasına karşın genel olarak sol, bu dönemde önemli bir silkiniş yaşadı. Bilimsel sosyalistklasiklerin ilk kez çevrilip yaygınlaşması sürece ayrı bir boyut katıyordu. Dönemi şekillendiren diğer olgular arasında siyasal önderliğin yokluğunda gençlik kesiminin boşluk doldurmaya çalışması, uluslararası koşulların da etkisiyle anti Amerikan yönelimlerin güçlenmesi, Avrupa ve Latin Amerika’daki hareketlenmeler ve nihayet kendi başına tam bir “önderlik” oluşturmasa bile TİP’in parlamentoda temsilinin yarattığı ortamdı.
Amacımız, bu ortamda ilk kez şekillenmeye başlayan devrimci demokrat hareketlenmenin kimi özelliklerini vurgulamak olacak. 61-71 döneminde Türkiye sol hareketinde, teorik alandaki boşluklarla örgütsel gereksinimleri az çok karşılayacak bir bilimsel sosyalist yapılanmanın bulunmadığını bir kez daha vurgulamak istiyoruz. Bu durumda, nesnel bir olgu olarak toplumdaki varlığını sürdüren, hatta dönemin açılım koşullarında etkinliğini artırandevrimci demokrat düşünce ve hareketlenmenin söz konusu boşluğu bilimsel sosyalizm adına doldurmaya yönelmesi doğal bir gelişmedir.
Devrimci demokrat hareketlenmenin günümüzdeki mirasçıları, kendi geleneklerini açık açık bu noktadan başlatmaktadırlar. Onlara göre “devrimci marksizm” 60’larda kendi yakın öncülleriyle birlikte başlamıştır ve bundan öncesi de “kırk yıllık revizyonizm” den ibarettir. Ancak şu da var ki ortaya sürülen tüm iddialara karşın devrimci demokrat düşünce ve hareketlenme Türkiye sosyalist hareketine ilişkin tek bir sorunu bile kendi adına çözebilmiş değildir.
Şu önemlidir: Bilimsel sosyalist düşünce ve örgütlenmenin yetersiz olduğu koşullarda devrimci demokratlar çok ağır bir yükün altına girdiler ve bir boşluğu doldurmaya çalıştılar. Bu çerçevede kitlelerle oldukça ciddi bağlar da kurdular. Ancak, kendi doğaları gereği bu bağları kalıcı ve niteliksel bir konuma dönüştüremediler. 61-71 devrimci demokrat yükselişinin 12 Mart’la birlikte yediği darbenin etkisi ise çok uzun sürmedi. Kısa bir süre sonra yeni çıkış yolları aranmaya başlandı. Ve devrimci demokrasinin 61-71 dönemine özgü yalın niteliği bu kez bir fetişleştirme ile sakatlandı: Devrimci demokrasinin 12 Mart sonrası çizgisinde ilk önderler artık tamamen yabancılaşılmış bir yapının gene fetişleştirilmiş temsilcileriydiler.
Devrimci demokrat düşünce ve hareketlenmenin 12 Mart sonrası ile 12 Eylül arasındaki en önemli kısırlığı ve ayakbağı da bu olmuştur.
Devrimci demokrat düşünce ve eylemin Türkiye’de 1971 öncesi canlanma nedenlerine başlarda kısaca değinmiştik. Devrimci demokrasi, bu ortamda, bilimsel sosyalist düşüncenin ayrışmamış oluşundan ve işçi sınıfı örgütlenmesinin yokluğundan yararlanarak işçi sınıfı hareketine özgü pek çok göreve soyunmuştur. Ancak, devrimci demokrasinin devrimci demokrasi olarak yapabilecekleri ile, sosyalist düşünce ve eylem boşluğunda yapmaya soyundukları arasındaki çelişki, bir dönemin ve bir kuşağın en büyük dramını oluşturmuştur.
Ne adına neye kalkışırlarsa kalkışsınlar, Türkiye’de devrimci demokratların eylem kılavuzu veya hareket pusulası hiçbir zaman sınıf çözümlemeleri ve bilimsel sosyalizm olmamıştır. 61-71 döneminin özgün demokratik devrimciliği, gerçekte, bilimsel sosyalist ideolojinin ağırlığının yeterince hissedilmediği koşullarda gerçekleştirilen uç noktada bir burjuva devrimi yorumudur. Geçmişte devrimci demokrasiden filizlenen en radikal MDD’cilik, uç noktada bir burjuva devrimciliğidir. Bu tür bir burjuva devrimciliğine duyulan tepkinin nedeni de, burjuvazinin devrimci barutunu çoktan yitirmesi ve kendi devriminin radikal yorumlarına karşı bile amansız bir mücadele açmış olmasıdır.
Türkiye’de devrimci demokrasinin ilk filizlendiği döneme damgasını vuran gerçekler bunlardır. Oysa bu özelliklerin 12 Mart öncesi ile sınırlı kaldığı ve daha sonraki dönemlere hiçbir devirde bulunmadığı sanılmamalıdır. Devrimci demokrasi, hiç kuşkusuz daha sonrasına ve hatta günümüze de bir “radikallik” devretmiştir. Önemli olan bunu görmek değil, bu radikalizmin gerçek niteliğini ayrıştırabilmektir.
Devrimci demokrasi kuşkusuz “radikal” bir akımdır: Ancak bu, burjuva düşüncesi içindeki bir radikalizmdir. Devrimci demokrasi elbette devrimcidir: Ancak bu özünde uç noktadaki bir burjuva devrimciliğidir. Bunlarla şu sonuca işaret etmek istiyoruz: Çeşitli boşluklar nedeniyle bilimsel sosyalizme yaklaşmasına, hatta kimi boşlukları bilimsel sosyalizm adına doldurmaya çalışmasına rağmen devrimci demokrasinin radikalliği kesinlikle bilimsel sosyalizme göre bir radikallik değildir. Devrimci demokrasinin çeşitli çizgileri, bilimsel sosyalizmin sağ yorumlarına karşı sol yorumu ön plana çıkaran çizgiler değillerdir. Devrimci demokrat düşünce, devrimci barutunu çoktan yitirmiş bir sınıfın devrimciliğini uç noktalarda temsil etmeye çalıştığı için kimi noktalarda giderek sosyalizme yaklaşabilen bir düşüncedir. Devrimci demokratlara zaman zaman yakıştırılan jakobenizm de, ancak bu noktada geçerlilik kazanır.
Başka bir deyişle devrimci demokratlar, kesinlikle, bilimsel sosyalizmi jakobence yorumlayan öğeler değillerdir. Çünkü bilimsel sosyalizmin bir tek jakoben yorumu vardır: O da bolşevizmdir. Devrimci demokratlar ise, pek çok özellikleri ile bolşevik bir anlayıştan ne denli uzakta olduklarını defalarca sergilemişlerdir. Az önce de değindiğimiz gibi, belirli boşlukların da sonucunda devrimci demokratlar kitlelerle, bu arada elbette işçi sınıfı ile de geniş çaplı bağlar kurabilmişlerdir. Ne var ki bu ilişkiler pek çok durumda her iki taraf açısından da süreklilik ve kalıcılık kazanamamıştır. Ne ilişki kuran, ne de ilişki kurulan, bir süreklilik, kalıcılık ve örgütlülük temeline oturtulabilmiştir. Devrimci demokrat eğilim onbinleri, yüzbinleri ve onların bir meydandaki sloganlarını her zaman sağlam, kalıcı ilişkilere tercih etti. Devrimci demokrasinin yöresel olarak belirli bir başarı ile gerçekleştirebildiği kimi örgütlenmeler bile, aşırı amorf yapıları ile hiçbir kalıcılık gösteremediler. Tüm bunlardan önemli dersler çıkartmak mümkündür.
Devrimci demokrat hareketlerin kimi ülkelerde klasik anlamda işçi sınıfı partilerinden daha geniş ölçüde kitlelere yönelebildikleri ve onları yönlendirebildikleri görülür. Çok az sayıda da olsa böyle örnekler vardır. Ancak bu tür örneklerin görülebildiği kimi Latin Amerika ülkelerine bakarak Türkiye için benzer beklentiler taşımak hiç de gerçekçi olmayacaktır. Doğrusu Türkiye’de de bilimsel sosyalist düşünce ve örgütlenmenin köklü ve oturmuş bir geçmişi yoktur, bu eğilim güçlü bir örgütlenme tarafından temsil de edilmemektedir. Ne var ki buna bakıp Türkiye’de tüm kapıların devrimci demokrat yükselişe açık olduğu sonucuna varmak da hatalı olacaktır.
Türkiye’de devrimci demokrasinin böyle özel bir yükseliş gösterebilmesinin önündeki iki engel şudur: Birincisi Türkiye’de “reformist” düşüncenin, devrimci demokrat düşünce dışındaki tüm çizgilere tümüyle egemen olması mümkün değildir. Bir başka deyişle Türkiye’de devrimci demokrasinin radikalizm ve eylem alanlarında tek kalması gündemde değildir. İkincisi, Türkiye’deki devrimci demokrasi, Latin Amerika türü mücadeleci yapılanmalara dönüşmek yerine, yeni solun çoğu kez pasif, kimi yerde Troçkist ifadelerini tercih etmektedir. Bu koşullarda bilimsel sosyalist çerçevede ciddi bir teorik yapılanmanın ve tutarlı, radikal bir örgütlülüğün, devrimci demokrasinin etki alanını daraltacağını söylemek yanlış olmayacaktır.
Devrimci demokrat hareketlenmenin teorik sınırlarını çizen bir başka olgu da günümüz dünyasının bu alandaki kısırlıklarıdır. Hiç kuşku yok ki Debray’nin “Devrim de Devrim mi?” sorusunu sorabildiği, Fransa’da klasik işçi sınıfı partisi dışında bir hareketliliğin ciddi boyutlara ulaştığı, Çin deneyinin sonuçlarının ilgi ve merakla beklendiği bir dünyada devrimci demokrat hareketlenme de teorik çerçeve olarak daha geniş olanaklara sahipti. Bugün böyle bir çeşitlilik görülmüyor. Kim ne derse desin bugün devrimci demokrat hareketlenmenin bilimsel sosyalizmin dışında gidebileceği tek kanal olarak Yeni Sol’un pasif çizgileri duruyor ortada…
Tüm bu koşulları birlikte değerlendirecek olursak, ortaya şöyle bir sonuç çıkıyor: En başta, devrimci demokratlık, bir konum olarak belli bir nesnelliğe denk düşer. Burjuvazinin devrimciliği elbette tarihin derinliklerinde kalmıştır. Ancak devrimciliğini yitiren burjuvazinin kendi devrimini sınırlarına dek götürememesi, burjuva devrimciliğini ve onun radikal yorumlarını bir miras olarak geride bırakmıştır. Nesnellik, budur. Elbette bu nesnellik temsilcilerini, sözcülerini de bulacaktır.
Türkiye’de bu nesnelliğin siyasal bir aktivizmle bütünleşmesi olasılığı, düne göre bugün daha azdır. Devrimci demokrasinin siyasal aktivizme ulaşıp ulaşamayacağını en başta kendi dinamikleri belirleyecektir. Ancak, az önce saydığımız nedenlerle bu olanak fazla görünmüyor. Devrimci demokrasinin yakın gelecekteki konumunu belirleyen bir başka etmen de bilimsel sosyalist düşünce ve hareketliliklerle sergileyeceği ilişki biçimi olacaktır. Böyle bir ilişkinin sağlayacağı dönüşümlerden çok fazla umutlu ve beklentili olmamak kaydıyla şunu söylemek mümkündür: Devrimci demokrat hareketin temsilcileri arasından, bilimsel sosyalist çizgiyi de seçen nitelikli unsurlar çıkacaktır ve bunlar yeni mücadelelerinde önemli bir deneyi de temsil edebileceklerdir.
Bugün apaçık ortada duran gerçek şudur: Devrimci demokratların 12 Eylül öncesi temsilcilerinden büyük bir çoğunluğu ile yeni kuşaklardan olup gene devrimci demokrat çizgide yer alanlar ciddi bir kimlik aranışı içindedirler. Bu kimlik aranışı zaman zaman ilginç özellikler de sergileyerek sürmektedir.
Baskıların ve onun getirdiği yılgınlıkların ortamında, devrimci demokrasinin de yeni bir kimlik araması doğaldır. Bu kimlik aranışı içinde, devrimci demokratların, kendi geçmişlerine en çok “saygı” düzeyinde sahip çıkabildikleri, aynı geçmişi teorik bir güç ve tutarlılıkla “sonuna dek” savunabilmede ise çok yetersiz kaldıkları açıkça ortadadır. Geçmişle muhasebede devrimci demokrasi hala görüntülerin ve duyguların esiri olmakta, herşeyi orada başlatıp orada bitirmektedir.
Böyle bir açmaz, devrimci demokrasiyi Yeni Sol’un çeşitli “söylem”lerle dile getirdiği kanallara cezbetmektedir. Pek çok kez belirtildiği gibi devrimci demokrasinin ortalama militanlarında nefret ve tapınma çoğu kez birlikte gider. Dünün nefret edilen, tatlı su “entel”leri devrimci demokrat için yarın her dediği okunacak yeni sol aydınlar konumuna gelebileceklerdir. Devrimci demokrasi, Yeni Sol’a yönelik marazi eğilimini bugün de korumaktadır.
Herşeye rağmen gene de Yeni Sol’u açık açık kabul edenlerin sayısı o kadar azdır ki! Bu “cesareti” az kişinin göstermesini bir bakıma doğal karşılamak gerekir. Çünkü Yeni Sol’un açıkça kabulü demek, iktidar düşüncesinin ve onun aracı olan siyasal mücadelenin çok geri planlara atıldığının da açıkça kabulü demektir. Türkiye’de felsefi-siyasal kültürü henüz yeni yeni oluşan insanların siyaseti bu denli çabuk bıraktıklarını deklare edebilmeleri güçtür. Bu güçlüğe rağmen belirli bir saflaşmanın Türkiye’de de tamamlandığını söylemek mümkündür sanırız. Evet, kuşkusuz dönüşümler, değişimler yaşanacaktır; ancak genel anlamda çerçeveler belirginleşmiştir ve bu belirginlikte en azından “yanlışlıkla” tercih yapma olasılığı yoktur hiç.