“Ve kadınlar
bizim kadınlarımız
korkunç ve mübarek elleri
ince küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yarimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve karasabana koşulan
ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız”1
Nazım Hikmet “kadınlarımızı”, dizelerinde böyle tasvir ediyor. 1938’e varıldığında, biçimsel bir alay değişikliğe rağmen, özde bir şey değişmiyor. Hatta Nazım Hikmet’in dizelerindeki bu tasvire neden olan kadın sorunu ve kadının konumu 1988 Türkiye’sinde daha bir ağırlaşıyor.
Türk kadınının haklarını “savunan” Semra “sultan”ın papatyacılık operasyonelliklerinden, “Kadının adı yok!” diye çığlıklar atan feministlerimize rağmen durum bu
***
Belki de en son söylemem gerekeni en önce söylemek rizikosunu göze alan bir dobra dobralıkla altını çizerek belirtmeliyim. Suat Derviş’leri, Hatice Alankuş’ları, Aysel Zehir’leri ya da (ömür boyu hapis cezası hala yargıtayda olan) “Döğüşenler Konuşacak!”2 diye haykıran Ayşe Hülya Özzümrüt’leri veya buna denk bir tarihsel kalıtı ve gerçeğini “es geçmecesine” “Kadının adı yok” diyenlere aldırmıyorum. Eylülizmin yeni-sol versiyonlu en rafine ürünü olan bu çevreleri eylül rüzgarları önündeki bir savrulmuşluğun ilk eldeki sonuçları olarak niteliyorum3
Hayır!… A.Kolantai’li, R.Luxembourg’lu ve C.Zetkin’li4 gerçeğine sırt dönerek; gülünç bir Emma Goldman’lık5 karikatürlüğüne soyunan çapsızlıklara artık gerçeği daha da fazla tersyüz ettiremeyiz.
İşte size (yeri gelmişken) ilginç bir “feminist” soru; “Kadın devrimi gerekli midir?” Valla bilmiyorum. Biz hep kopuşların devrimle olduğunu öğrendik. Bu da bir kopuş istiyorsa, burada da bir devrim gerekir, demek bana düz mantık ve kolaycılık gibi geliyor. Bu yeni bir alan, düşünmek lazım (…) Artık toplum tahlili yapılınca sadece emek-sermaye çelişkisine değil de, kadın-erkek çelişkisine de bakılması kopuşları getiriyor diye düşünüyorum (…) Türkiye’de toplumsal hareketlilik ezildikten sonra kadınlar kendileri için bir şey söyleme fırsatı buldular (…) Yani Türkiye’de darbe olmasaydı, hareketlilik sürseydi, acaba feministler yine ayrılıp biz bağımsız kadın hareketi istiyoruz diyebilecekler miydi? Tarihsel olarak öyle bir bağ var gibi geliyor bana (…) Çünkü sosyalizm kadınların ezilmesini açıklayan bir düşünce değil.”6 (a.b.ç.)
Öncelikle, Stella Ovadia adlı bu “feminist”e, kendisini ve düşüncelerini bu kadar net anlattığı için teşekkür etmeliyim. Emek-sermaye çelişkisinin antagonizmalarının yetersizliğini “keşfeden” (?) bu dahinin çelişkilere bir de kadın-erkek çelişkisini eklemesi, elbette onun “feminist” literatüre yepyeni bir katkısı değildir. Ama Türkiye’deki “ithal” malı ve eylülist restorasyonun en rafine ürünü olan “feminizm”in; toplumsal hareketliliğin ezilmesiyle, sahne-i siyasete arz-ı endam etmesi konusunda darbe’ye ne kadar müteşekkir olduğu da, S. Ovadia’nın itiraf ettiği gibi, tüm sosyalistler açısından, yerli yerine oturtulması gereken ayrı bir tartışma konusudur.
“Feminizm” konusunda bu olgunun altını, yine onların “sosyalizm kadınların ezilmesini açıklayan bir düşünce değildir” kuyruklu yalanıyla bir kez daha çizerek, sözü V.I.Lenin’e bırakıyorum: “…Kadın kitlelerimizle sistematik olarak çalışmak zorundayız. Edilgen konumlarından kurtulmalarına yardımcı olabildiğimiz bu kadınları göreve çağırmalı, onları işçi sınıfı savaşımı için hazırlamalı ve silahlandırmalıyız (…) Salt fabrikalarda çalışan ya da evlerinde köle olan kadınlardan değil, köylü kadınlardan da küçük burjuvazinin çeşitli katmanlarındaki kadınlardan da söz ediyorum. Onlar da kapitalizmin kurbanıdırlar (…) Onlar da dar ve sınırlı ufuklarla apolitik bir psikoloji olan, asosyal, geri bir kadın kitlesine avdırlar. Bu durumun farkında olmamak anlaşılmaz, tamamen anlaşılmaz bir şeydir. Kendi özel ajitasyon ve örgüt yöntemlerimizi geliştirmek zorundayız. ‘Kadın hakları’nın burjuvaca savunusundan değil, devrimin pratik çıkarlarından sözediyoruz.”7
Evet, yineliyerek belirtmekte yarar görüyorum. Sosyalistler kadınların kurtuluş hareketini ele alırken, feministvari “cins ayrımcılığı” temelindeki kadın haklarının burjuva savunusundan değil, aksine bir sosyal devrimin asla vazgeçemediği (teorik bir sorun olan) pratik sorumluluk ve çıkarlarından sözederler. Bu alanda devrimin engellemeden ilerletilmesinin kafa ile kol emeği arasındaki çelişkinin çözümünde önemli bir alan olduğunun altını çizerler.
***
Şunun önemini hiç atlamadık: Sınıflı-sömürücü yapılarda “kadın olmak”8 , Zeynep Oral’ın verileriyle ifade ettiği gibi; gerçekten de çok zordur… Çünkü kadınlık sıfatı spontane bir biçimde, çifte baskı ve boyunduruğu içerir. Ve de şundan kuşku yoktur ki; her şey gibi tarihsel bir varlık olan kadının verili konumundaki patriarkal geleneksel baskıyı da9 , kadının kadın olmaktan kaynaklanan sorunlarını da sınıflı-sömürücü toplum ve işbölümü üretiyor.10
Bu bağlamda; kadınların kurtuluşu hareketi açısından da, kadın sorununun radikal çözümüne yönelinmesi açısından da asli noktayı; kadını köleleştiren aile ile birlikte, devletin ve özel mülkiyetin kökeni bağlamındaki bütünselliğin sosyalist sınıfsal kavranışıyla11 yakalayabiliyoruz. Ve ancak böylelikledir ki, kadının kurtuluşu yolunda önüne diktiği engellerle “ailenin kadına ne yaptığını” (R. Bridenthal) gözlemleyebilerek, sınıflı-sömürücü yapılardaki “eviyle evli kadınlar”12 kurgusunu yaratan ücretli kölelik sisteminin, kadının kadın olmaktan kaynaklanan sorunlarına nasıl da ağır boyutlar katarken; bir diğer yanıyla da (feminizmvari) sahte “yanıt”lar ürettiğini görebiliriz.
***
Hangi versiyonlu kimliğiyle olursa olsun “feminizm”e hayır demememiz için bir neden yoktur. Kimi çevreler her ne kadar yanıltıcı giysileri içinde “biz sosyalist feministiz”13 deyip, daha kabul edilebilir olacağını umarak, “cinsiyetçi bir sistem”e ve onun (kendilerine göre) “fallokrasi” egemenliğine karşı bir mücadele bayrağı açtıklarını iddia ediyorlarsa da; Anja Menlenbelt’in14 kötü kopyaları olan bu çevrelerin, ne teorik ne de pratik bir inandırıcılığı sözkonusu değildir. Bu durum onların öznelliğinden çok, tercihlerini yansıtan teorik/pratik nesnelliklerinden kaynaklanmaktadır. Çünkü;
1) Feminizm bir felsefe değildir: “Yeryüzünde cinsiyet ayrımına dayalı (tek cinsiyet felsefesi anlamında) bir felsefe, ne yazıktır ki yoktur ve olamaz.”
2)Feminizm bir bilim değildir. “Çünkü bir cinsiyeti yücelterek bilim kurulmaz (…) Feminizm ne iktisadi, ne siyasi, ne toplumsal, ne tarihsel, ne kültürel bağlamlarda hiçbir çözüm ve öneride bulunmamıştır.”
3)Bir bilim olmayan feminizm, kendine özgü bir yöntemden yoksundur.
4)Feminizm sınıf gerçeğine kapalıdır. Bu, bir kısım feministler sınıfların varlığını kabul etseler dahi böyledir. “Sınıfların varlığını kabullenmek ile topluma sınıfsal bilinçle yaklaşma, iktisadi ve siyasi alanda nesnel gerçeğe uygun bilimsel öneriler ve çözümler getirebilmek başkadır.”15
Bu bağlamıyla, “biz sosyalist feministiz” demenin, demagojiden başka bir anlamı yoktur… Sosyalizm ve feminizm; “böyle bir bileşim ya da birleştirme mümkün müdür?”
Feminizmin;
“Kadın üstündeki baskının kökü cinsiyet farklılığında, erkekle kadının biyolojik farklılığında, kadının doğurma yetisinin sömürülmesindedir.”
“Kadın üstündeki baskı belli bir psikolojiye (“erkeklik kuruntusu”na), ideolojiye ve bunlara uygun yapılara (aile vb.ne) dayanan”, anlayışlarıyla,
“Kadın üstündeki baskı ve sömürü insanlık tarihinde oldukça geç, yani üretim fazlası oluşması ve ona el koyma savaşıyla birlikte doğmuştur” biçimindeki Marksist anlayış bağdaştırılabilir mi? Bunlar elbetteki bağdaştırılamaz, ya feminizm haklıdır ya da Marksizm16 … Özetle ortada, adının açıkça konularak, tercih edilmesi gereken bir ikilem vardır.
***
Bu ayrım çizgisini çekerek devam ediyorum: Kadın sorununa ve onun kurtuluş hareketine, şimdiye değin, Türkiye’li sosyalistlerin ve hareketlerin gerekli özenle eğilmediğini düşünüyorum. Ve olsa olsa diyorum, kadın sorunu her boyutuyla sosyalist erkeklerin de sorunudur. Lakin, sosyalist harekette kadın sorununa karşı ön ve bön yargıların yaygınlığı hâlâ aşılabilmiş değildir. Aşılamamış bu “yargı”larla ilerleyebilmenin olanaksızlığının altını çizerken sözü A.Bebel’e bırakıyorum: “Nasıl kapitalizm sosyalizme karşı çıkıyorsa, kimi sosyalistler de kadınların kurtuluşuna aynı şiddette karşı çıkıyorlar. Her sosyalist, emekçinin kapitalist karşısındaki bağımlılığının farkındadır. Ve başkalarının -özellikle de kapitalistin- bunu inkâr etmesini kabullenemez. Çünkü sorun şu veya bu yönüyle kendi küçük benliğine dokunmaktadır. Sürekli olarak gerçek veya hayali ‘tartışmasız doğru, hayati’ addedilen çıkarları savunma arzusu erkeklerin gözünü kör etmektedir.” (Auguste Bebel-1890)
A.Bebel’in 1890’larda ifade ettiği bu “körlük”, acıdır ki 1980’lerin Türkiye’sindeki sosyalist hareketimizin saflarında da hâlâ sözkonusudur.
Kanımca, sosyalistlerin bu soruna (artık ve oncasının ardından!) çok daha ciddi ve köktenci eğilip17 daha da fazla geç kalmamaları gerekmektedir. Çünkü kadınların kurtuluşu olmadan sosyalist (yani demokrasiyi geliştirip, genişleterek devletin söndürülmesi) ve dolayısıyla da işbölümünün aşılmasına yönelmiş bir sosyalizm olmadan da kadın sorununun hallinin olanaksızlığı, gün gibi orta yerde ve aşikardır.
***
Tüm bu işarete gayret ettiklerimin çerçevesinde de, emekçi kadınların (ideolojik olarak sosyalizme ve sosyalist mücadeleye bağlı18 , lakin örgütsel olarak bağımsız bir) kurtuluş hareketinin birleşmiş makro ölçeklerde acilen örgütlenmesinin olanaklılığına ve zorunluluğuna inanıyorum. Bu bağlamıyla da kadınların kurtuluş hareketinin;
i-) Sınıflı-sömürücü yapılar şahsındaki işbölümünü ve onun cins ayırımcılığını yoketme;
ii-) Hayatın her alanında cinsler arası tam ve özgür bir eşitliğin sağlanılmasına yönelinmesi;
iii-) Evi ile evli olan kölelik kurumunun ilgası ve bunun ilk koşulu olan tekil ailenin toplumun iktisadi birimi olarak ortadan kaldırılmasına yönelik mücadele edilmesi;
iv-) Kadının kendi vücuduna özgürce sahip çıkabilmesi yanında burjuva ve feodal aile yasalarının ve “yasak”larının iki yüzlülüğüne karşı açıkça karşı konması;
v-) Eşit iş’e, cins ayrımı güdülmeden eşit ücret verilmesi ve kadınlar için tam iktisadi bağımsızlık şiarıyla döğüşülmesi;
vi-) Erkekler açısından “hovardalık” diye nitelenen (!) fahişelik nitelemesinin, anlayışının ve ticaretinin19 açıkça mahkum edilmesi vb. hedeflere yönelik savaşım eksenlerinde, sosyalist iktidar savaşımı ile omuz-omuza yürümesi gerektiğine inanıyorum.
Bu gerekliliğin ise şu programatik temellerden kaynaklandığını düşünüyorum.
-Kadınların tabi bulunduğu çifte sömürü, sınıflı-sömürücü toplumların bir ürünüdür. Kadının kadın olmaktan kaynaklanan sorunlarının menbaı ise işbölümü gerçeğinden kaynaklanır. Söz konusu sorun ve uğruna verilen mücadeleler ikincil ehemmiyetteki marjinal sorunlar olarak algılanmamalı ve sosyalizm ile direkt bağı olan kadın sorununun devasa devrimci enerjisi toplumsal kurtuluş mecrasına akıtılarak, kadınların kurtuluş mücadelesi gerçekçi biricik çözümüne yöneltilmelidir. Bu bağlamıyladır ki, kadınların kurtuluş hareketi, sınıflı-sömürücü yapılara karşı toplumsal başkaldırı ve mücadelenin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu parça “feminist” önerilerle, parçası olduğu bütünden asla soyutlanmamalıdır.
-Cins ayrımcılığı, egemen sınıfın işçi sınıfını bölmek için kullandığı geleneksel silahıdır. Bu paslı silahı, “Bu kavga kadın erkek hepimizindir!” şiarının sancağı altında etkisiz bir hale getirmenin kavgası verilirken; Eylül’ün damgasını yemiş “feminist” çıkışsızlıkların bölücülüğüne karşı da mücadele etmek gerekir.
-Emekçi kadınların kurtuluş hareketinin (başarısı yolunda) oturmak zorunda olduğu omurga, kesinkes sosyalizm olmak zorundadır. Elbetteki kadının kurtuluşu açısından sosyalizmin elinde bir zati sungur değneği yoktur. Kimse de sosyalizmde bir çırpıda böylesine bir kerameti arama malıdır. Sosyalizm bir çırpıda topyekün çözümler getirebilecek potansiyellere (özellikle bizimki gibi ülkelerde) sahip değildir20 . Lakin kadınların kurtuluşunu ilan ederek, bunun köktenci ilk koşulunu yerine getirebilecek tek çözüm de elbette sosyalizmdir. Çünkü sosyalizm kesinti siz bir mücadele ile sorunları aşma yolundaki tarihsel bir eylemin, diyalektik süreçler demetidir. Ve de şu deyişiyle E.C. Guevara tastamam haklıdır: “Devrimi insanların, günlük ekmeğini garanti altına almak için yapmıyoruz. Yaşamı değiştirmeye çalışıyoruz.” (E.C. Guevara /a.b.ç y.n./)
Dipnotlar ve Kaynak
- N. Hikmet, Kuvayi Milliye, s.90, Bilgi Yay., 3. basım, Kasım 1986
- A.H. Özzümrüt, Döğüşenler Konuşacak!, Belge Yay., Aralık 1987
- Örneğin kendilerine “sosyalist” sıfatını layık gören kimi feministlerimiz; feministlerin Türkiye’de devreye sokulması ile 12 Eylül arasındaki direkt bağı atlayan bir jargonla, kendilerinin Türkiye toprağında Eylülizmin rafine bir ürünü olmadıklarını ispat telaşına kapılıyorlar. (Bak. Sosyalist Feminist Kaktüs, No:2, s.11’den 13’e) Lakin kendi gerçeklerine ilişkin olarak, inkâra yeltendiklerini de ele verircesine şunları da demeden edemiyorlar: “Feminizmin neden 12 Eylül öncesinde ortaya çıkmadığı ayrı bir tartışma konusu; 12 Eylül sonrasında ortaya çıkmasının ise sol hareketin yenilgisiyle kuşkusuz bir ilgisi var. (…) Feminizm ilk önce sosyalist kadınlar tarafından gündeme getirilmedi. Ancak, sosyalist kadınlar soldaki genel hesaplaşma sürecinin bir parçası olarak sol hareket içinde kendi konumlarını da tartışmaya başladılar ve böylece feminizm, kadın sorunu biçiminde de olsa sol hareket içinde yankı buldu.(…) Kısacası, feminizm sosyalist kadınların gerçek sorunlarına denk düşüyordu.” (N.Tura, a.g.e., s.13 /a.b.ç.-y.n.)Dikkat edin; “Feminizm” sol hareketin yenilgisiyle yani sağcılığın ve inkârın mümbit zemininde boy veriyor. Kaçış’a “hesaplaşma” denildiğine aldırmayın. Çünkü sorunu devreye sokanlar sosyalist kadınlar değil. “Feminizm” kadın sorunu biçiminde, yani kadınların kurtuluşunu atlayan ne idüğü belirsiz bir “genel”likte devreye giriyor, sokuluyor, yankı buluyor. Ardından da; Reich’ların, Freud’ların, S. de Beauvoir’lerin “ithal malı” enjeksiyonları nasıl oluyorsa “sosyalist kadınların gerçek sorunlarına denk düşüyor”.Şimdi burada durup bir parantez açıyorum: Sosyalist kadınların gerçek sorunları nedir? Eğer “feminizm” ise bu kadınlar neden “sosyalist”tir? “Hesaplaşma, hesaplaşma” (!) deniliyor. Gerçek sorunlarının çözümünü işçi sınıfının davasına bağlanmış kadınların kurtuluş mücadelesinde görmeyip de, sahte yanıtlarını, “cins ayrımcılığı” eksenindeki “feminist” yozluğun bunalım felsefesinin yılgınlığında bulanlara Erhan Bener’den ilginç bir gönderme yapmak istiyorum: “Bunalım dönemlerinde hükümetler solcu aydınlar üzerinde baskılarım arttırırlar. Rüçhan ve Serdar da bu baskılardan nasiplerini bol bol almış olmalılar. Bu arada edebiyatçılarımızın davranışları da sana yabancı gelmeyecek. 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde nasıl cinselliğe, yapay ya da ters ilişkilere, anlaşmazlığa, düşsel gerçek üstücülüğe, sahte tarihçiliğe ya da bilim kurguculuğa sığınılmışsa…” (E.Bener, Ortadakiler, s.276, Cem Yay., 1988)
- Bir gerçekten ve bu gerçeğin görkemli kalıtından söz ettim: Okuyuculara bu konuda, geçenlerde İnter Yayınları tarafından basılan Kadın Sorunu Üzerine adlı derlemenin son bölümünü, C. Zetkin ile V.I. Lenin’in konuşmalarının verildiği bölümü, sosyalizm ve “feminizm” tartışmaları bağlamında gözden geçirmelerini önereceğim… Ayrıca “sosyalist” geçinen feministlerimizin bu konuşmalara ilişkin tutumlarının ne olduğunu da merak ediyorum.
- Görüşlerini kesinkes paylaşmasam da, anarşist-feminist Emma Goldman’a cidden saygı duyuyorum. Emma Goldman yanlışını yüreklice yaşama geçiren ve ömrünü bu uğurda tüketebilmiş çaplı ve ciddi bir kadındır. Düşüncelerini zorunlusu olduğu eylemliliğiyle hayata geçiren Emma Goldman’da “feminist” bağlamıyla olsa bile öne çıkmış yan, “cins ayrımcılığı”nı elinin tersiyle iten, sorunun kaynağının sınıflı sömürücülük olduğunu saptayan yaklaşımdı. Örnek mi? İşte: “Kurtuluş, daha aydınlık ve geleceğe doğru yorulmadan ilerleyebilmekle gerçekleşir. Eski adet ve geleneklerden sıyrılan, engel tanımayan bir gelişmeye ihtiyacımız var (…) Tarih bize her ezilen sınıfın ezenlerden gerçek anlamda kurtulmasının ancak kendi çabasıyla olabileceğini gösterdi. Kadının bundan ders çıkartması ve özgürlüğünün ancak özgürlüğü elde etme gücünün uzandığı yere kadar uzanabileceğini anlaması gerekiyor (…) Bu nedenle de eğer kadının kurtuluşu tam ve gerçek bir anlama kavuşacaksa, sevilmeyi, sevmeyi ve anne olmayı, kölelik ve tabi olmakla aynı kefeye koyan saçma anlayış yıkılmalıdır. Cinsler arasında bir düalizm olduğu ya da erkek ve kadının birbirine düşman dünyaları temsil ettiği görüşü de bir kenara bırakılmalıdır. Küçüklük böler, genişlik birleştirir. Gelin engin ve büyük olalım. Önümüze çıkan yığınla önemsiz şey yüzünden hayati şeyleri gözden kaçırmayalım. (…) Boşluk ancak böyle doldurulabilir. Ve kadının kurtuluşundaki trajedi ancak böyle coşkuya, sınırsız coşkuya dönüşebilir. (E. Goldman, Defter, No:4, Nisan- Mayıs, 1988, s.133-134)
- Stella Ovadie, y.a.g.e., s.141-142-144
- V.I. Lenin, Kadınların Kurtuluşu Üzerine… Lenin’in bu saptamasına C. Zetkin’den bir ek gönderme daha ilave etmek istiyorum. C. Zetkin diyor ki: “Sınıf savaşımının gelişmesi zorunludur ve bütün olarak işçi sınıfının çıkarı gereğidir. Kadının bastırılmışlığı bunu engelleyici ve köstekleyici olmaktadır. Kadınların bu savaşın içinde olmaları ve buna aktif olarak katılmaları gerekliliktir. Bundan ötürü işçi hareketi, devrimci kesimlerde her zaman, daha egemen sınıfa karşı savaş içindeyken, kendi sıralarında erkeklerle kadınların eşitliğini ve dayanışmasını yaratmaya çalışmıştır. (…) Bu arada proleter kadın hareketi her zaman, erkekler arasında önemli bir eğitim çalışmasını da kapsamıştır ve kapsamaktadır.” (C. Zetkin, Kadınların Kurtuluşu, “Lenin’den anılarım” bölümü, s. 150)
- Bak: Zeynep Oral, Kadın Olmak, Milliyet yayınları, 7. Basım.
- Bu konuda bir hayli tartışmalı özelliklerine rağmen, şu yapıtların incelenmesinin yararına inanıyorum. M. Foucault, Cinselliğin Tarihi, c.1 (Şubat 1986 basımı); c.2 (Nisan 1988 basımı, Afa yayınları.)
- Bak: C.P. Gılman, Kadın ve Ekonomi, Kaynak yayınları.
- “Genel bir kadın hareketi” (?) örgütlemek sevda ve “sav”ındaki (!) “feminist”lerin başı, elbette F. Engels’in devrimci çözümlemeleriyle bir hayli sorunlu. “Feminist”lerce F. Engels’in “kadın sorunu sınıf sorununun bir uzantısıdır” şeklindeki çözümlemesinin, sosyalistlerce “bir miras nasıl kötü kullanılır” (N. Tura, S.F. Kaktüs, No.2, s. 17’den 2l’e) bağlamında “lanet”lenmesi bizi hiç de şaşırtmıyor. Yerli “feminist”lerimize göre: “Engels, kadının ezilmesi sorununu emek-sermaye çelişkisi bağlamında ele alır. (…) Engels’in kadının ezilmişliğine emek-sermaye çelişkisi temelinde bakması, onun kadın sorununu sadece toplumsal üretim bağlamında proleter kadınla proleter erkek arasındaki cinsiyetçi işbölümünü hiç sözkonusu etmez.(…) Kadının ezilmişliği yalnızca kadınların toplumsal üretime ne oranda katıldıkları bağlamında ele alındığında, çözüm olarak gösterilen sosyalizmin kadınlara açtığı ufuk da son derece sınırlı kalıyor. Sosyalizmde yeniden üretimin toplumsallaşması, erkek egemenliğinin sona erdirilmesi için tek başına yeterli değildir.” (N. Tura, a.g.e., s. 20-21) / a.b.ç.- y.n.Burada duruyorum. Öncelikle “yerli” feministlerimizin bu görüşlerini “feminist” Amerikalı kadın yazar Shulamit Firestone’den ödünç aldıklarının altını çizerek ve “feminist” tahrifatları tashih ederek devam ediyorum: Hayır, ne F. Engels ne de diğer Marksist önderler vulger bir ekonomizm ile; ” bu tek başına yeterlidir” demediler, sadece bunun (yani sosyalizmin!) kadının kurtuluşunun ilk koşulu olduğunun altını çizdiler. Örneğin bu konuda F.Engels şunu der: “…kadının kurtuluşunun ilk koşulu, bütün kadın cinsinin yeniden toplumsal üretime dönmesidir ve bu koşul, tekil ailenin toplumun iktisadi birimi olarak ortadan kaldırılmasını gerektirir.” (F. Engels, Kadın Sorunu Üzerine, s. 18) Dikkat ediniz, bu ilk koşuldur!.. Hiçbir ilk koşul ise kendi başına yeterli değildir. Ama hiç bir şeyde, tüm kapsamlılığıyla, yine onun kendine ait çözümleyici yeterliliğiyle ulaşmak için, köktenci kopuşlara denk düşen bu ilk koşulsuz olmaz ve olamaz!…Feministlerin içi rahat olsun. Sosyalist önderler bunun farkındaydılar. Örneğin K. Marx’ın “18 Brumaire”indeki “bütün ölmüş kuşakların geleneği, bir karabasan gibi, yaşayanların beynine çöker.” (K. Marx) öndeyişini de unutmayan C. Zetkin, kadınların kurtuluşu hareketi adına Marx’ın bu uyarısından yola çıkarak şunları diyordu: “Bu, kadınların toplumdaki yeri ve görevine ilişkin olarak herkesteki duygu, düşünce ve istek konusunda son derece doğrudur. Bunda, başka herhangi bir ilişkidekine göre çok daha güçlü biçimde, yüzyılların, bin yılların gelenekleri yaşamaya devam eder. Anlayışta, alışkanlıklarda, yaşam biçiminde, hep yeniden yeniden, kadının analık bağı dolayısıyla erkeğin ilk ve en eski mülkü haline gelmesi ortaya çıkar. İşte bu yüzden biz, yalnız kadının köleliğinin kaynaklandığı sosyal ilişkileri değiştirmek zorunda değil, aynı zamanda insanların beynini de -erkeklerin de kadınların da- geleneklerin karabasanından kurtarmak zorundayız” (C. Zetkin) /a.b.ç. -y.n./ Altını durmadan çiziyorum. Sosyalistler kadının kurtuluşunda ilk koşulu herşeyleştirmiyorlar. İlk koşulsuz asla olmayacağı, olamayacağı vurgusuyla, ilk koşuldan yönelinmesi gerekenleri açıkça ifade ediyorlar. İşte aynılıkları ve ayrılıklarıyla Filistin’deki (Bak: Geri Döneceğiz, Mülteci Kamplarında Filistinli Kadınlar; Kıyı Yay.; Şubat 1987) ve Küba’daki (Bak: Margaret Randall, Devrimden Yirmi Yıl Sonra Kübalı Kadınlar, Bibliotek Yay., Mart 1988) kadınlar!… Filistin’dekiler ilk koşulu yerine getirmenin kavgasını verirlerken, Küba’dakiler bunun sonrasına denk düşen özgün sorunlarını çözmeye çalışıyorlar… Global bir egzantirizmin çıkmazındaki “feminist”ler, F. Engels’i ve başkalarını tahrif etmek yerine bunları anlamaya çalışsalar daha az savrulurlar kanısındayım…
- Ağırlıklı “feminist” abartılarına rağmen, “feminizm”in de tanınması bağlamında şu kaynaklar taranmalı kanısındayım: Lee Comer, Evlilik Mah kumları, Kadın Çevresi yayınları; R. Seidenberg-K. Decrow, Eviyle Evli Kadınlar, Afa yayınları.
- S.F. Kaktüs, No:l, s.7’den 16’ya.
- Bak: Anja Meulenbelt, Feminizm ve Sosyalizm, Yazın Yayınları, Ekim 1987. “Yerli feminist”lerimize bir hayli “değerli” ithal malı bir “katkı” olan bu kitabı, uvriyeristliğine toz kondurmayan troçkist eğilimli bir kitabevinin çevirmesi çok ilginçtir. Hem de bu kitabın yazarının şu tür görüşleri savunabilmesine rağmen!…”Kapitalizmde üretim ve yeniden üretim arasındaki ayırım solun teorilerine de egemen oldu. Sermaye ve ücretli emek arasındaki ilişkiye takılıp kalan sol hareket, bunun dışında kalan her şeyi tahlilleri dışında bırakarak dikkate almadı.” (a.g.e. /a.b.ç. -y.n/ ) Önce şunun altını çizeyim, bu yaklaşım sosyalist sol’un teorilerinde hep egemen olmuştur ve olacaktır da. Bu yeni bir şey değildir. Çünkü sosyalizm bir Amerikan sosyolojisinin at gözlüklerine gereksinimi olmayan sınıfsal bir bilimdir. Çünkü bize göre bu bilim: 1) Tarihsel maddecilik olarak bilinen, felsefi bir dünya görüşü; 2) Merkezinde artı değer kuramının bulunduğu bir ekonomi-politik çözümlemesi; 3) Kaçınılamaz sınıf savaşımının yönetilmesine ilişkin bir strateji ve taktikler toplamıdır. (V.I. Lenin, Marksizmin Üç Kaynağı, Gün Yayınları, 1967) Bu böyle olunca Marksist bilimselliğin sınıfçı gerçeğinden nasibini alamayan “feminizm”in, ister istemez, ona karşı olarak; Amerikan sosyologlarının maruzatlarına ya da “liberter gelenekten kaynaklanan” Lynne Segalvari ucubelere sarılmasından doğal bir şey olmuyor (bak: S.F. Kaktüs, No:l, s.44’den 49’a).
- Sibel Özbudun, Niçin Feminizm Değil?, s.54-55., Süreç Yayınları.
- Joanne Naiman; Marksizm ve Feminizm, İki Ayrı Kuram; s.63; Amaç Yay.; Mart 1988.
- Bu konudaki ilginç ve geniş kapsamlı bir tartışma için bak: N. Sena, Kadın Sorunu Erkeklerin de Sorunudur, Yeni Aşama Yay.
- Bağlı sözcüğünün altını çiziyorum. Ya sosyalist ya da burjuva ideoloji diyorum. Üçüncü yol arayışı beyhudedir ve küçük burjuva şaşkınlarına özgüdür!…
- Jean-Gabriel Mancini, Fahişelik ve Kadın Ticareti, Varlık Yayınları, Ocak 1973
- Buraya bir not düşüyorum. Sosyalizmin doğasından kaynaklanan sosyalist demokratik örgütlenmesinde de, kadın hareketi ve örgütlülüğü olmazsa olmazlığıyla gereklidir diyorum.