Sosyal demokrat partiler, Avrupa’da işçi sınıfının bilimsel partileri oldukları dönemlerde, işçi sınıfı ile olan ilişkilerini oldukça sağlam temeller üzerine oturttular. Çok büyük ideolojik sapmalara rağmen günümüze dek işçi sınıfı ile olan ilişkilerini de korudular.
Sosyal demokrat partiler günümüzde de sermayenin yaşamını koruyabilmek için burjuvazinin devamlı gelişen ihtiraslarına, akılcı bir çözümle set çekerek, işçi sınıfı ile bağlantılarını sağlamlaştırmaktan öte tüm halkın yapısını burjuva ideolojisine yatkınlaştırmak yönünde önemli adımlar atıyorlar. Böylece sosyal demokrat hareket “sermaye”nin isteği doğrultusunda yürüyen bir hareket olarak karşımıza çıkıyor.
Günümüzde sosyal demokrat parti, burjuvaziyle uzlaşmacı bir dünya görüşü çerçevesinde işçi sınıfına “barış içinde bir arada yaşama” formülünü kabul ettirebilmek için, sendikalarla çok sıkı bir işbirliğini korumak zorundadır. Bunun için de, sosyal demokrat partiler zaman zaman, kitlelerin ekonomik talepleri doğrultusunda, milli gelirden paylarını artırmak için gerekli eylemlere başvurmak zorunda kalıyorlar. Böylece bu tür partiler, işçi sınıfı ideolojisinin kalıntıları ile idare de ederek işçi sınıfından güç almaya devam ediyorlar. Geleneklerini muhafaza ederek geçmişlerine asla toz kondurmuyorlar. Kısacası, işçi sınıfı ideolojisinden kalkarak onu yadsımak zorunluluğu ortaya çıkıyor.
Sosyal demokrat partiler, kitlelerin sosyal haklarını büyük ölçüde genişletme olanaklarına sahip olduklarında, sömürü düzeninin temellerini sağlamlaştırmak amacıyla, sömürünün üretim alanında değil, tüketim alanında olduğunu işçi sınıfına kabul ettirme çabasına girerek, işçi sınıfının mücadelesine çok büyük darbeler indirebiliyorlar. Bunun için de, sosyal demokrat partiler, gerek iktidarda, gerekse muhalefette oldukları zamanlarda işçi sınıfının bilinç düzeyini sürekli sendikal düzeyde tutarak, burjuvazinin verdiği görevi hakkıyla yerine getiriyorlar. Bunları gerçekleştirdikleri ölçüde de burjuvazinin gözüne girerek iktidarı “gerektiği zaman” teslim alabiliyorlar.
Ama günümüzde, 1970’lerde iktidara gelen Güney Avrupa Sosyalist Partileri’nin durumu daha karmaşık bir durum gösteriyor. Özellikle dünyayı sarsan ekonomik kriz içinde ve şöyle: “Bu bağlamda iktidara gelen sosyalistlerin iki görevi vardı; görünürdeki görev krizin işçi sınıfının yaşam standartı üzerindeki ters etkilerini yok etmek; gerçekte ise sermaye birikiminin koşullarını yeniden oluşturmaya çalışmak. Sosyalistler işçi sınıfından gelen istemlere cevap verecek olsalar krizin yıktığı sanayiler işçi ücretlerine zam yapacak durumda olmadığından, üretimin toplumsallaştırılması doğrultusunda stratejik bir adım atmak zorunda kalacaklardı. İşçi sınıfının artan toplumsal gücü gelirden daha büyük pay almada yardımcı olabilirdi. Ne var ki sosyalistler, kapitalist üretimi kârlılığı düşük alanlardan kârlılığı yüksek alanlara kaydırmanın aracı olma rolünü üstlendiler, yeni bir sermaye birikimi modelinin motoru oldular; böylece sanayileri kaldırma işçilerin işverenler üzerindeki kontrolünü azaltma, “esnek emek” yaratma (emeğe, yeni sanayilerin daha düşük ücret düzeyine uyum sağlaması için baskı, emeğin coğrafi devingenliğini artırma) vb. işini üstlendiler. Sosyalistler, sermayenin “yeniden yapılanması” -yeni birikim modelini böyle ifade ediyorlar- işini tek yanlı olarak sürdürürken, sempati toplayacak kimi durumlarda işçilerin ağzına bir parmak bal çalmaktan, ya da dış politikada kimi ilerici adımlar atmaktan da geri kalmadılar. Bununla birlikte birikim modelleri arasındaki geçiş dönemi çatışmalı geçti; özellikle de işçi sınıfının önemli kesimlerinin devlet yanlısı sosyalist ve komünist önderliklerce iyi kontrol edilemediği yerlerde. Devlete bağlı sosyalist sendikacılar genel stratejiyi uysallıkla kabul edip dikkatleri, kapatılması hedeflenen özgül ekonomik şartlara çekerek geçiş sürecinin tamamlanmasında temel bir rol oynadılar. Sosyalist sendika stratejisinin net etkisi işçi sınıfını bölmek ve hertürlü birleşik sınıf direnişini şiddetle zayıflatmak oldu. Dahası, dikkatleri fabrika kapatmalarının sonuçlarında yoğunlaştırmakla, bu stratejik değişikliklerin kaçınılmaz olduğu ve her işçinin ilerde iş bulabilme fırsatlarını azami derecede zorlaması gerekeceği gibi bir düşünce yaratarak, işçilerin moralini çökerttiler. Ancak, siyasal akıl hocaları gibi sosyalist sendikacılar da hoşnutsuzluğun artması, üye sayısının azalması ve genelde, işçi sınıfı içerisinde geri gelmesi zor bir siyasal nüfuz yitirimiyle ağır bir bedel ödediler. İşçi sınıfının desteğini yitirmek parti liderliği ve özellikle de sosyalist hükümet için, daha da sağa kaymanın, “orta sınıf” seçmene gitmenin dürtüsü oluyor. Gerçi bu kesimlerden olumlu tepki gelmesi daha da şüpheli, zira, çöken bir sosyalist rejimin, bu kesimlerin geleneksel sağ kanatla kurulu ilişkilerinde gedik açması pek mümkün değil.” 1
Görüldüğü gibi, dünyada tüm sosyal demokrat partileri bekleyen sonuç burada kendini açıkça gösteriyor:
a) İşçi hareketlerinin geleneksel olarak güçlü oldukları alanlarda zayıflatılması,
b) Devletin topluma müdahalesini arttırarak parlamento dışı faaliyetlerin önünü tıkamak (devlet pazarı serbestleştirdikçe siyasal faaliyetler üzerindeki pençesini sıkıyor),
c) Uluslararası konuları “soğuk savaş”, doğu-batı ilişkileri çerçevesine hapsetmek.2
Böylece kaşımıza üç önemli soru çıkıyor:
a) İşçi sınıfı ile ilişkilerini kuramayan partilerin birer sosyal demokrat parti olmaları mümkün mü?
b) Üç-beş sendika liderini örgüt içine alarak kendini “sosyal demokrat parti” ilân etmek mümkün mü?
c) Uluslararası kapitalist ilişkiler içinde, kapitalist bir ülkede, iktidara gelen sosyal demokrat bir partinin burjuvazinin müsaade ettiği olanakların dışına çıkabilmesi mümkün mü?
Bu üç soruya kısaca şöyle cevap vermek gerekiyor: Mümkün değil!
Bu durumda Türkiye’de “sosyal demokrat partiler”in çıkmazının nereden kaynaklandığını bulmak, mümkün olabiliyor.
1960’larda TİP siyasal arenaya çıktıktan sonra, burjuva devletini tüm yaşamı boyunca korumayı kendisine ilke edinen ve bu nedenle kurulan CHP, kendisinin bile anlamadığı “ortanın solu” sloganını atmak zorunda kalıyor. Amaç; emekçi kitleleri pasifize ederek, onları, senelerin toprak ağalarının partisi olan CHP’ne kanalize etmek; böylece burjuva devletinin yaşamına süreklilik kazandırmak… Başka bir deyimle, emekçi kitlelerin aldatılarak, burjuva düzeninin bir parçasını oluşturmalarını sağlamak.
CHP bunu varlığının amacı olarak çok mükemmel bir biçimde yerine getiriyor. Çünkü CHP bu senaryoyu daha önce de oynuyor. Ama o zamanlar roller biraz daha farklıydı. Kısaca da olsa değinmekte yarar var, günümüzdeki politikayı anlamak için. Aslında tarihsel olarak CHP’nin rolünü anlamadan, Türkiye’de işçi sınıfı hareketinin siyasi arenada başarıyla yer alması mümkün değil.
1945’lerde, CHP senelerin getirdiği bir birikimle başkaldırmak isteyen emekçi kitlelerin üzerinde ve II.Dünya Savaşı’nın getirdiği yeni koşullar çerçevesinde, faşist baskıları sürdürmenin artık olanaksız olduğunu görüyor. Kendi içinden çıkardığı, toprak ağaları ve bürokratlarla kurduğu bir partiye iktidarı teslim ediveriyor. İki önemli nokta:
a) Seneler boyunca ezilen emekçi kitlelerin sola kaymaması için yeni kurulan tüm sol partiler kapatılıyor. İcazetli DP, tek bırakılarak, halkın da tek ümidi haline getiriliyor. Böylece yığınların, neredeyse günümüze dek, sağ partilerin kütlesel desteğini oluşturması için bir tür tuzak kurulmuş oluyor.
b) Burjuva devlet düzeninin sürekliliği için icazetli partiye iktidarı teslim etmekle de muhalefete geçmek ve devlet müessesesini korumak amaçlanıyor.
Bu duruma tüm yüksek bürokrasi hayret ediyor. İktidarın bu kadar kolay teslim edilmesini bir türlü anlamak istemiyor ve karşı çıkıyor. Askeri darbe teklif ediyor. Reddolunuyor. CHP muhalefete geçerek tek amacı olan devlet düzenini korumak görevini üstleniyor. Devlet düzeni bozulduğu an müdahale ediyor, gerek askeri darbelerle, gerekse siyasi müdahalelerle. Görünüşte “halk hareketi” olarak gelişen DP hareketi, bu kesimin coşkulu sevgisiyle karşılanıyor. Böylece ezilen kitleler ustalıkla aldatılıyor. Yeni palazlanan ticaret burjuvazisi, büyük bir hızla gelişiyor. Yeni yetmeler çok büyük bir sömürü ortamında hızla zenginleşiyorlar. Kapitalistleşmenin bu evresinde yapılan hesapsız yatırımlar sonucunda köyden şehirlere akanlar iş bulabilme olanağına kavuşurken, gittikçe artan enflasyon, devlet düzenini hallaç pamuğu gibi atıyor, sarsıyor.
Bozulan devlet düzenini tekrar yerine oturtmak, burjuvazinin yaşamını yürütebilmesini sağlamak için, ortaya çıkan 1960 hareketi, devletin yeniden örgütlenmesini, yeni şartlarda sağlamaya çalışıyor. Burada en büyük görev CHP’ne düşüyor. 19. yüzyıldan kaynaklanan bir gelenekle yeni anayasalar yaparak devlet düzeninin oturtulmasına çalışılıyor. Bu çırpınışta ilk hedef devlet düzeninin korunmasıdır. Türkiye’de izin verilen sol hareket ise bundan farklı düşünmüyor. Zaten farklı bir düşünceye izin de verilmiyor! Bu açıdan biraz da “kerhen” anayasaya dört elle sarılan Türk solundaki esas mantık “meşruiyetini ispatlamak” oluyor. Böylece ister istemez burjuva devlet düzenini meşrulaştırmak görevini de “sol” üstleniyor. Sonuçta diyelim, tüm aldığı oylar CHP’nin oyları olduğu için, kitleler karşısında CHP’nin küçük kardeşi ünvanını da alıyor.
Bu nedenle sağ ideoloji bir kez daha büyük bir zafer kazanıyor.
Emekçi kitlelerden sol harekete gelmesi gereken yığınla oy AP’ ne giderken sol hareketin oy potansiyeli küçük burjuva aydınlarıyla birkaç sendikacıdan öteye gidemiyor. Bunda bir terslik yok. Çünkü sol hareketi yönlendiren insanların çoğunun geçmişi CHP’ne dayanıyor, hatta İttihat ve Terakki’ye. Ama, tarihsel olarak acı bir terslik var ve bunu düzeltmek gerekiyor: Sol hareket CHP’nin çizdiği yoldan hiç ayrılmak istemiyor. Kadro hareketinin getirdiği ideolojik yapının etkisi, günümüze kadar zehir saçıyor. Sol hareket bundan kendini kurtaramıyor ya da kurtarmak istemiyor. Böylece burjuva devlet yapısını savunmakla görevlendirilen CHP, cumhuriyetin ilk döneminde attığı tohumların semeresini, 1960 yıllarının sonlarına doğru sol hareket içinde ortaya çıkıp hareketi karmakarışık eden MDD stratejisini benimseyenlerle alıyor. Türkiye’yi yarı-feodal bir toplum olarak değerlendiren bu stratejiye göre feodaliteye karşı mücadele ön plana çıkartılıyor. Bilindiği gibi, işçi sınıfı ile bu mücadeleyi kendi sınıfsal menfaatleri açısından yürütmek zorunda kalan “milli burjuvazi”nin önemi de çok büyük oluyor.
Bir MDD Masalı
MDD stratejisini ya da bunun varyasyonlarını benimseyenler, hayallerinde olduğu gibi, Türkiye’de bir “milli burjuvazi” ile bunun partisini arıyorlar. Karanlıkta, bir odada ve orada bulunmayan bir siyah şapkanın aranması gibi. Varlığı olmayan bir sınıfın partisi de olamayacağına göre, geriye sadece böyle bir partinin yaratılması görevi kalıyor. Yılların CHP’ne böyle bir görev veriliyor. Sol hareketin bir bölümünde bu tiraji-komik strateji büyük ilgi görüyor. Sayfalar dolusu yazılar döktürülüyor. 1971 yılı, bu sahnelerin ertelenmesine neden oluyor.
Burada önemli bir nokta üzerinde durmakta yarar var. CHP’nin içinde bu dönemde yeni ve sahte bir Don Kişot yaratılıyor, günümüze uygun şartlarla: B.Ecevit. Tüm yaşamını devlet düzenini savunmakla geçiren ve bu nedenle CHP’nin başına geçirilen İ.İnönü’nün yanında çıraklık devrini tamamlayan B.Ecevit’e çok önemli bir şey öğretiliyor: Her ne pahasına olursa olsun devlet düzenini korumak. Bu görevi yerine getirrnek için CHP’nin her türlü kılığa girmesine cevaz veren İ. İnönü hiç mücadele etmeden Parti’yi Ecevit’e teslim ediyor. Buna çok kimsenin aklı ermiyor: Nasıl bu kadar kolaylıkla yaşamını onunla özdeşleştiren İ.İnönü partisinden istifa edebiliyor? Bunun gibi yığınla soru asıl önemli noktaya dokunmadığı için belleklerde hâlâ bir soru işareti olarak kalıyor. Esas konu ise İ.İnönü için çok basit: Devlet düzenini sonuna kadar özellikle en tehlikeli dönemlerde kendini feda etme pahasına türlü tavizlerle sonuna kadar kim koruyabilir? Bunu B.Ecevit’in şahsında gördüğü için Parti’yi kolaylıkla ona teslim edip dünyayı gönül rahatlığıyla terkedebiliyor. Devlet düzenine bekçilik etmenin özellikle muhalefet dönemlerinde çok önemli olduğunu bilen İ.İnönü için artık geri kalanların hiç önemi yoktu. Nitekim B.Ecevit, İnönü’yü hiç yanıltmıyor. Özellikle Kıbrıs çıkartması bunun şahane bir örneğini veriyor.
Mavi gömlek efsanesi 1974’te değişen şartlar içinde ortaya çıkıyor. Ama özü hep aynı kalıyor. Özünde CHP’li olan tüm sol hareket sözde “af” için, ona oy veriyor. Hapishanelerde, dışarı çıkmak için bekleyenlerin ümidi olarak, demokrasiyi tepeden bekleme alışkanlıkları olanlar için, günlük görüntüler, duygular ön plana geliyor. Tarihsel perspektiften yoksun olanlara, daha sonraki seçimlerde “MC’ye Hayır” propagandasıyla TİP’de katılarak ve 12 Mart’taki performansını düşürerek, ileride TKP’ye iltihakın ilk ipuçlarını veriyor.
Bir Anti-Tekel Masalı!
1970’lerde CHP’ne başka bir görev veriliyor sol hareket. İnanılmaz ama gerçek: Anti-feodal mücadeleden, anti-tekelci mücadeleye bir çırpıda geçilerek, millî burjuvazinin partisini, tekel-dışı sınıfların partisi haline dönüştürmek mücadelesine girişiliyor. Senelerin ve “toprak ağalarının” partisi olan CHP 1960’larda nasıl “milli burjuvazi”nin partisi olmuşsa, bu sefer de inanılmaz bir biçimde halkın karşısına sol hareket tarafından “sosyal demokrat” parti olarak çıkarılıyor. Böylece yine sayfalar dolusu yazılar ve sol hareket ile CHP arasında ittifaklar oluşturuluyor. Çünkü anti-tekelci mücadelede işçi sınıfı partisine ittifak olarak bir sosyal demokrat partiye ihtiyaç duyuluyor. Uluslararası arenadaki bilimsel sosyalist partilerin çizgisi böyleyse bu durumu “enternasyonalist politika” çerçevesinde sessiz-sedasız kabul etmenin doğru olduğu düşünülüyor ve eğer Türkiye’de böyle bir parti yoksa da yaratılmasının zorunlu olduğu görülüyor. Bu kadar basit! Geçmişte “milli burjuvazi” nin olmayan partisi nasıl yaratılmışsa, “sosyal demokrat parti” de öylece yaratılıyor. Niçin olmasın?
CHP yine tarihi misyonunu yerine getiriyor ve tabii şevkle bu görevi kabul ediyor. İşçiler tarafından da, işin acı tarafı, bu sahte görüntü, sol hareket sayesinde, ciddiye alınıyor. Bunun sorumlusu olan sol hareket ise, hiç birşeye aldırış etmeden, tarih önünde bir gün yargılanacağını umursamadan, demokrasiyi sözde sosyal demokrat parti olarak nitelendirdiği CHP’nden bekleyerek ona koşuyor. İşverenlerin lüks otellerde kurdurduğu koalisyonlar alkışlarla karşılanıyor. İpliği 1978’de pazara çıkana kadar, sol hareket içinde CHP’ni destekleyenlerle desteklemeyenler arasındaki kavga gittikçe büyüyor.
1978’de ikinci defa iktidarı sırasında, IMF ile pazarlıklar, uzatmalı sendika liderlerini bünyesinde toplama çabaları sosyal demokrat olmaya bir türlü yetmiyor; ama hâlâ ondan partilerini kurma izni bekleyenlerin umudu hiç kırılmıyor. Halk sektörü gibi komik ütopyaları ile köylülüğe yönelmeler de bir sonuç vermeyince, kitlelerin “umudu” birdenbire balon gibi sönüveriyor. Böylece kitlelerin gücünü kaybeden CHP burjuvazinin getirdiği yokluklar içinde kayboluyor. Maraş olayları ile ve sıkıyönetim ilanıyla perde iniyor.
1980 sonrası tüm partiler kapatılıyor. Ama eski partilerin devamı olarak yeni partiler kuruluyor. Tekelci sermayenin kendini yenileme isteği ile ANAP, özellikle CHP’nin mirasından kaynaklanmak isteyen SHP. SHP, eski ilişkilerinin devamı olarak kitlelere umut vermek için çaba gösteriyor. Gittikçe azan enflasyon ve demokratik haklardan yoksunluk karşısında fakirleşen kitleler, işsizlik nedeniyle çıldıran insanların bulunduğu bir toplumda, halka, umut vermek için soyut kelimeler yerine somut hareketler gerekiyor. Bunu da SHP, yapısı gereği bir türlü beceremiyor. 1977’lerde mavi gömlek efsanesini bir çırpıda kullanıp silkiveren burjuvazi, 1980 sonrasında demokratik haklarından yoksun bırakılan işçi sınıfına aynı oyunu bir daha tekrar etmek ihtiyacı duymuyor. Bu oyunu daha ilerki senelere bırakıyor. Ama bu defa başka bir yol seçiyor: İslam dinini kitlelerin, özellikle ezilenlerin “umudu” olarak gösteriyor. Yaşam savaşı verenler için İslam bir kurtuluş yolu olarak sunuluyor. İşçilerin önüne iki seçenek konuyor: Ya meyhane, ya ibâdet. Bu tuzağa düşmemek için 1980 öncesinde sol hareketin işçi sınıfının bilinç düzeyini sürekli yükseltmesi ve bunun yollarını bulması gerekirdi. Ama yapılan iş tam tersi oldu ve “demokrasi… demokrasi” diye işçiler CHP’lileştirildi.
Bugün iktidar partisinin umut açısından İslâm’dan başka radikal silahı kalmadı. Bu nedenle Süleymancılarla, Nakşibendiler’le, Nurcular’la işbirliği için elinden gelen tüm gayreti gösteriyor. Türban olayına bu açıdan hiç şaşmamak gerekiyor. Laik bir ülke olarak her türlü giysinin, yüksek eğitim kurumlarında serbest olması gerekirken, büyük gürültüler kopartılması hiç de tesadüf değil, oyunun bir parçası… Sorun; böyle tartışmalarla, kitlelerde biriken potansiyelin başka kanallara aktarılmasını amaçlamak. Asıl şaşılması gereken ilerici geçinenlerin bu tuzağa düşmeleri.
1980’den sonra ilkokullara zorunlu din dersi koyan büyük Atatürkçüler, tarikatların alabildiğine gelişmesine sadece “anayasaya evet” için mi izin verdiler? Rabıta örgütünden hocaların maaş almaları olayında, Türkiye’nin dövize ihtiyacı olduğundan mı, yoksa görmemezlikten mi imzalar attılar? Bunlara sadece gülünür. Binlerce insan ABD’den burs alırken ses çıkarmayanlar, Rabıta örgütünden alınan paralar için niçin böyle feryat ediyorlar? Bu sorular bitmez tükenmez biçimde ardarda sorulabilir. Ama bilinen bir gerçek var: 24 Ocak kararlarının altında ezilen kitleler, önlerinde uzayıp giden zor günleri “tevekkülle” karşılasın diye, İslâm dini, bir kurtuluş olarak, burjuvazinin yeni bir “umut yemi” biçiminde karşımıza çıkıyor. Her mahallede bir milyoner yetiştirilmesi gibi, her mahallede bir cami yapımı, birbirini takip eden vakıf kuruluşları, Almanya’da yükselen “İslamî cihad” sesleri, umudun sadece bir parçasını oluşturuyorlar. İşte bu durumda siyasi iktidar, tekelci sermayenin menfaatlerini yurt dışında olsun, yurt içinde olsun gözetebilmek için, hem laiklikten bahsetmek, hem de dini devletle bütünleştirmek için çaba sarfedenlere müsamaha göstermek zorunda kalıyor. Tekelci sermaye çok iyi biliyor ki şeriat devleti, Türkiye’de kurulamaz, kurulmasını tekeller de istemez. Mümkün değildir. Bunu çok iyi biliyor ve küçük burjuva aydınlarının çığlıkları karşısında, yaptığı işi çok iyi bilen kişilerin tavrını takınarak, soğukkanlılığını bozmuyor.
Sömürü düzenini savunmak için şimdilik “mavi gömleğe” ihtiyaç yok. Ama dünyanın ve Türkiye’nin şartları içinde, enflasyonla boğuşan halka tek umut olarak İslâm’ı göstermek ne zamana kadar yeterli olacak? Bunun sonucunu yalnızca işçi sınıfının örgütlü mücadelesi tayin edebilir.
Laiklik prensibine toz kondurmayan SHP, bugün kitlelerin şeriat umutları yerine somut bir program koyamıyor. Bundan korkuyor. Korkması normal, çünkü kitlelerin ihtiyacına cevap verecek bir program onun da başını belaya sokar. Böyle bir programla birlikte kitlelerden gelecek baskı karşısında yeterli ölçüde eyleme girmesi mümkün değil. Bunu hiçbir yöneticisi istemiyor. Partinin küçük burjuva yapısı da istemiyor. Kitlelerin önünde ilerici gözükebilmek için SHP, çareyi, günlük olayları ve kişileri didiklemekte buluyor. Bazı göstermelik sendika liderlerine yönetimde yer vererek ya da örgüte bazı ağzı laf yapan işçileri üye yaparak işçilerle bağ kurulduğu yolunda adımlar atıldığını iddia etmek, gülünç olmaktan öteye gitmiyor. Kuruluşundan bunca sene sonra bir program çıkıyor ortaya, hem de bunun için toplanan bir kurultayda ve bunun herkesi memnun etmek için hazırlanan, bütünsellikten uzak bir dizi reformun alt alta dizilmesinden başka birşey olmayan bir taslak olduğu görülüyor.
Gelir dağılımını düzeltmek için, her şeyden önce planlama gerçeğine inanmak gerekiyor. “Devlet Planlama Teşkilatı, planlı kalkınmanın hizmetinde yeniden düzenlenecek” demek aslında hiçbirşey dememektir. Çünkü, diyelim, bir dış ticaretin kontrol altına alınmadan herhangi bir “plan”ın yapılması mümkün değildir. İhracat ve ithalatın tümüyle devlet kontroluna girmesi gerekiyor. Sonra yine şu: Türkiye’de banka sistemini denetlemeden planlama yapılamaz. Bunun için Merkez Bankası’nın bir bankalar bankası haline getirilmesi ve bankacılık ile sigortacılığın derhal devletleştirilmesi gerekiyor. Üretim kesiminde üretime yön verebilecek manivelaların, planlama ünitesinin elinde olması gerekiyor. Bunun için Demir-Çelik ve makina sanayii türünden temel imalat sanayiinin, bütün büyük işletmelerin millileştirilmesi gerekiyor. Ancak bu yolda atılacak adımlardan oluşmuş sosyalist bir planlama ile yüksek düzeyde kalkınma hızına erişmek mümkün olabilir. Bu kalkınmanın gerektirdiği ileri teknolojiyi kullanarak işçi sınıfının gelir düzeyini yükseltmek sorunu da çözüm bulabilir. Kısaca bu örnekten bile şu ortaya çıkmaktadır: Sadece “İlaç Sanayii”nin devletleştirilmesini programa koymak, kitleleri aldatmak için yola çıkmak demektir.
Bir de “Program” Masalı
Bu durumda SHP’nin emekçi kitleler lehine ciddi ve bilimsel bir program ortaya koymaması normal kabul edilmelidir. Program çalışmaları sırasında, parti alt kademelerinde yapılacak tartışmalardan çok şeyler beklediklerini söyleyen SHP’li liderlerin “tartışma”nın nasıl olması gerektiği konusunda en ufak bilgileri olmadığı böylece ortaya çıkıyor. Bir defa tartışmanın olabilmesi için üyelerin ideolojik yapıları ve bilgi düzeylerinin yüksek olması gerekiyor. Üyelerin çoğunun küçük burjuva ideolojisi etkisinde olması nedeniyle ya tartışmalar kısır döngüye girer ya da tartışmadan rahatsız olanlar çoğunluğa sahip olurlar. Özellikle tartışmaya alışmamış üyenin (bilgi düzeyi yükseltilmemiş üyenin) tartışmasının kahve tartışmasından herhangi bir farkı yoktur. Tartışma, ancak, sendikalarda tartışma geleneği olan işçilerin ezici bir çoğunluğa sahip oldukları sosyal demokrat partilerde söz konusu olabilir. İşçi sınıfının dünya ve yurt olayları ile ekonomik düzeyde sendikalarda tanışması ve tartışması bir gelenek haline dönüştüğü taktirde, sosyal demokrat partilerde işçiler siyasi düzeyde tartışmalara girebilirler. Böyle bir gelenekten yoksun işçilerden örneğin SHP’de özellikle gerekli bilgilerle donatılmaksızm tartışma istenmesi kadar gülünç birşey olamaz. İşte bu nedenlerle, SHP içinde program ve tüzük tartışmaları da sadece göz boyamaktan ileri gitmedi. Sonuçta program kurultayında, kulisler merkez yönetimine girecek kişiler için birer faaliyet alanı oldu. Özetle, olması gereken oldu.
Nitekim program komisyonunun üyelerden kopuk olarak hazırladığı tasarı Kurultayca tartışılmadan kabul edildi. Bu açıdan da SHP’yi ciddi bir sosyal demokrat parti olarak kabul etmek olanaksızlaştı. Bu durumda “sol” kelimesi yine kitleler önünde hiç bir somut önerisi olmayan ya da kaynakları olmayan bir dizi reform sloganı olarak ortaya çıktı.
O zaman SHP’den geriye ne kalıyor? Üst düzey yöneticilerin bir yığın parlak demeçleri ve çeşitli hizipler arasında arabuluculuk yapmak için seçilen bir lider… İsminden başka bir özelliği olmayan SHP’nin lideri ise I. Kurultay’ın açılış konuşmasında Evren Paşa ile yaptığı görüşmeden sonra, Parti’nin “öz programını” ilân ediyor. Artık bu görüşlerde bir değişiklik beklemek anlamsız oluyor. SHP’ye devlet tarafından verilen izin aşağıdaki şartlarla belirleniyor. SHP lideri bunları açış konuşmasında şöyle savunuyor:
“a) Komünizme ve faşizme karşıyız.
b) Atatürk ilkeleriyle kurulmuş olan cumhuriyetin temel yapısını sağlam ve yaratıcı görüyoruz.
c) Bir seçim dönemi geçmedikçe anayasayı değiştirme girişimi yapmayacağız.
d) Devlet düzenini tehlikeye düşürmeyecek kapsamda bir af talep edeceğiz.
e) İşçinin, esnafın, memurun, sanayicinin partisi olacağız.
f) Yatırımcı, büyümeci ve gelir bölüşümü dengesi yaratacak bir sosyal demokrat ekonomi modeline geçiş belirli bir zaman alacaktır. “Geçiş dönemi”nin bazı özel sorunları olacağını kabul ediyoruz. Bu dönemde dış kaynak sağlanması, ihracatın desteklenmesi, döviz dengesinin korunması gibi ihtiyaçlara özel önem vereceğiz.
g) Dış politikayı sadece ekonominin bir aracı gibi kullanmayacağız. Ekonomi için sonuç alma pahasına dış politikada tehlikeli ödün vermeyeceğiz…”
O günlerde Milliyet köşe yazarı Teoman Erel adı geçen konuşmayı işte böyle özetlemişti. “…İMF gerçeğini tümüyle reddedemeyeceğini…dış borçları ödemede Arjantin gibi radikal çıkışları düşünmediğini…” söyleyen SHP lideri kapitalist sistemin sağlam bir sacayağını oluşturacağını tüm dünyaya ilan etmişti. Açıkyüreklilikle. Ama artık bununla da yetinmiyor. “Devlette dayanışma” geleneğini terk etmek için harcanan tüm çabalara karşı çıkarak, CHP’nin eski çizgisini muhafaza edeceğini korkmadan söylüyor. Devletle bozuşan ya da başka bir deyimle devlete karşı kendi hakları için örgütlenmeyi amaçlayanlara karşı çıkarak, CHP’nin tarihsel misyonuna sahip çıkıyor. Böylelikle devletten vize alabiliyor. İşte kurultay konuşmasının ve cumhurbaşkanı ile yapılan görüşmelerin sonuçları böylece ortaya çıkıyor.Bu durumda babasından miras kalan, devlet düzenini ön planda tutan kişiliğe sahip birinin başkanlığını veto edenlerin, aslında tarihsel bir yanılgıya düştükleri de hemen görülebiliyor.3
Tüm bunlardan sonra SHP programından yeni bir şey beklemek abesle iştigal olmuyor mu?
Bu gerçeklere karşın ‘sol hareket’ uslanmıyor. Tarihsel yanılgılarından birini daha tekrar yapabilmek için kuyrukçuluğa devam ediyor. 1950-61-74’de yaptığı ve çok pahalıya malolan gafların bir yenisini daha tarih sahnesine çıkartıyor. Bir türlü akıllanmayan “sol hareket” Türkiye’de demokrasiyi ısrarla “sosyal demokrat” partilerden bekliyor, 1908’den bu yana “sol hareket” demokrasiyi verirlerse alıyor, vermezlerse şikayet ediyor, tıpkı ağzından memesi alınmış bir bebek gibi. 1960’da seviniyor; özgürlükler verildi diye. 1980’de özgürlükler elinden alındı diye çığlıklar atıyor, küsüyor. Bir kısmı da Kundera’nın romanını okuyarak kendini teselli ediyor. Bu nedenlerle sosyal demokrat olmayan bir harekete “sol” denmesine ses çıkarmıyor. Sözde “sosyal demokrat” hareketin her geçen gün kitleler önünde gülünç duruma düşmesine ses çıkarmayanların, “sol” kelimesinin giderek rezil olmasına ses çıkarmayanların, tek amacı, tek “umudu”, gelecekte izin verilirse (ki bu izin onlara göre, ancak “sosyal demokrat” bir parti iktidarında söz konusu olabilir), o zaman solculuk oynamaktır. Başka bir hedefleri yoktur.
Son Birkaç Söz
Son seçimlerde ortaya çıkan bazı olaylara burada değinmeden yazı eksik kalıyor. Çünkü yazıyı özetleyen olaylar çok ilginç ve daha şimdiden geleceğe ait ipuçları veriyor. İlk önce seçim sistemi ile başlamak gerekiyor. Böyle sistemler, ancak tekelci sermayenin iktidarda tam egemenlik kurmak istediği ülkelerde söz konusu oluyor. Türkiye’de tarihsel bir tesadüf değil, bir kişinin iki kişi üzerinde hâkimiyetini sağlayan böyle bir seçim sisteminin ortaya çıkışı… Bilindiği gibi tekelci sermaye l980’lerden beri egemenliğini sürdürebilmek için iki büyük parti istiyor sadece. 1983 senesinde yapmak istediğini 1987’de gerçekleştiriyor. Seçimlerden önce Turgut Özal’ın seçim sistemi için getirdiği değişikliklere karşı çıkan DSP tüm muhalefet partilerine “boykot” önerisi yaptı. Bu öneri tüm muhalefet partileri tarafından benimsenmiş olsaydı ANAP bu seçim sistemini Meclis’ten geçirmeyi göze alamazdı. Ama DYP’nin yarım ağızla kabul ettiği bu öneri, SHP Genel Başkanı Erdal İnönü tarafından reddedildi. Hem de bu “boykot” önerisinden korkan Turgut Özal’ın bir çağrısı üzerine yapılan görüşmeden sonra… SHP Genel Başkanı bir yandan DSP’nin yaşamına son vermeyi amaçlarken, diğer yandan da bu seçim sisteminin SHP’ye de yarayacağını saf saf düşünüyordu. “Biz seçimden korkmayız” bahanesiyle, devlet düzenine babası kadar bağlı olduğunu gösterebilmek için, Erdal İnönü son tahlilde yalnızca iki partiye müsaade eden bu tekelci seçim sistemini kabul etmekten çekinmedi. Tekelci sermayeye daha iyi hizmet edeceğini mi ifade etmek istiyordu acaba?
Bu durumu seçimden sonra SHP’nin eski Genel Başkanı Prof. Dr. Aydın Gürkan şöyle anlatıyor.
“…Erdal Bey’in seçim, kanununa hiçbir direnç göstermediğini gördük. Seçim koşullarını kabul ettiği için de ciddi bir itiraz hakkı doğmamış oldu. Yeni anayasa değişikliğinde Erdal Bey’in ve partinin de çok fazla direnç gösterme hakkı olmayacak. SHP olağan kürsü muhalefeti dışında toplu muhalefet göstermeyecek. “Kardeşim, sen bunu kabul ettin, ben de bu gücümle anayasaya uygun olarak bu hakkımı kullanacağım” diyecek, sen ne diyeceksin o zaman?”
Seçimlerden önce DSP’nin SHP‘ye teklif ettiği işbirliği ise Genel Başkan Erdal İnönü tarafından hemen anında reddedildi. DSP’nin seçimlerde 2.000.000 oy alacağına asla inanmadığı ve siyaset yaşamından, tekelci sermayenin direktifleri doğrultusunda silmek için; B.Ecevit’in teklifini reddederken, Erdal İnönü ve Kurmay Heyeti çok rahattı. Bu konuda da “ilerici” basından en ufak bir eleştiri bile almayan SHP Genel Başkanı Erdal İnönü seçimler sırasında, Türkiye’deki sosyalist hareketin senelerdir attığı bir sloganı tekrarlayarak, oyların bölünmemesi temasını sık sık işledi. DSP‘nin oy almaması için elinden gelen herşeyi yaptı. Genel Başkan Erdal İnönü, eski CHP geleneğini bozmadan DSP’yi bölücü buluyor, CHP’nin tüm oylarının tapusunun kendisinde olduğunu herkese inandırmak için tüm gücünü, özellikle de mali gücünü kullanıyordu. Sosyalist oylar ise tarihsel bir alışkanlıkla, kendi kazdıkları kuyuya düşercesine, demokrasinin genişletilmesini yine her zamanki gibi kendi yarattıkları sosyal demokratlardan bekleyerek onu desteklemeye devam ettiler. Desteklemeyi reddedenleri “hain” ilan etmekten çekinmediler. Bakalım ileride kendi partilerini kurdukları ve kitlelerden oy veya destek istemeye gittikleri zaman, SHP’nin onları bölücü olarak ilan etmesi halinde ne yapacaklar? Bu soruya cevap vermeleri mümkün değil. 1977 seçimlerinde niçin oy alamadıklarını bir türlü anlayamayanlar, belki de ve eğer olursa 1997 seçimlerinde de durumu anlayamayacaklar. Kendi yarattıkları hayâl dünyasının tuzağına kendileri düşecekler. Bundan kurtuluşları yok. SHP, şimdilerde seçim yenilgisini DSP’nin üzerine atmak için elinden geleni yapmaya çalışıyor. “Ah oylar bir bölünmeseydi” teraneleri ilerici geçinen aydın takımının desteği ile kitlelere ulaştırılmaya çalışılıyor. Basın da bu görevi yapmak için elinden geleni yapıyor. Seçimler öncesi Erdal İnünü’nün yaptığı gafları anında unutup ve başkasına saldırmak taktiği CHP’nin eski bir geleneğidir; SHP sürdürüyor.
Bu durumda, seçimlerden sonra istediğine kavuşan ana muhalefet partisi Genel Başkanı Erdal İnönü, babasından miras kalan tarihsel görevi yapabilmek için “sahte muhalefetini” sürdürecek gibi gözüküyor. Kitleleri her türlü eylemden yoksun bırakarak meclis kürsüsünde muhalefet yaptığı imajını ortaya koymaya çalışacak. Sosyalist oyları da “bölme” ile korkutarak onlara yaşam hakkı vermemeye çalışacak.
Böylece “sosyal demokrat” bir partinin Türkiye’deki çıkmazı ortaya çıkıyor. Başka bir deyimle, Türkiye’de “sosyal demokrat” diye bir kavramın söz konusu olamayacağı ortaya çıkıyor. Görünüşte sosyal demokrat kelimeleri partilerin tabelalarında yer alsa bile eninde sonunda burjuvazinin yeni bir oyuncağı olmaktan öte bir anlam taşımasının olanaksız olduğu görülüyor. Ama bu arada “sol”, halkın karşısında rezil oluyor. Sol’un bundan kurtulması gerekiyor. Bunun için de SHP’nin artık desteklenmesinden vazgeçilmesi ve herşeyiyle bir “rakip” olarak damgalanması gerekiyor.