“Kapitalist sistemin yıkılışından sonraki cinslerarası ilişkiler konusunda öngörebileceklerimiz temelde olumsuz bir karakter taşıyor ve çoğu durumda neyin ilga edileceğiyle sınırlı. Ancak yerine ne getirilecek? Buna ancak yeni kuşaklar karar verecek: Hiçbir zaman parayla ya da başka bir kudret aracıyla bir kadını satın alamayacak olan erkekler ve gerçek aşk dışında hiçbir nedenin kendini bir erkeğe vermeye zorlamayacağı, ya da iktisadi kaygılar yüzünden sevdiği erkeğe hayır demek zorunda kalmayacak olan kadınlar kuşağı. Bu kuşaklar ortaya çıktığında mevcut bütün davranış normlarını cehennemin dibine gönderecekler; nasıl davranacaklarını kendileri saptayıp her tekil duruma ilişkin bir dizi tutum belirleyecekler ve işte bu kadar.” F . Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni
Gencay Gürsoy’un, Ahmet Altan’ın Sudaki İz romanı için yazdığı eleştiri yazısı geçmişe saygısız bir bakışa duyulan tepki ile kaleme alınmış anlamlı bir çalışmaydı. “Sular durulsun bakalım, iz kalıp kalmadığını o zaman göreceğiz1 diye bitirmiş… Bakıyoruz, sular Türkiye’de kolay durulmuyor, dibi göremiyoruz…
“Yarın değil, şimdi” sloganı taşıyan afişleri 1. Kadın Kurultayı’nın ruhunu ne denli yansıtıyordu? Bunu atlayalım. İlk duyuşta çok güzel şeyler çağrıştıran slogan bize kadın hareketinin sorunları üzerine düşünürken bazı anlayışları tartışmamızı olanaklı kılan bir anahtar gibi göründü. İlkin sosyalist demokrasi tartışmalarında da gündeme gelen ve çoğu kez karışıklığa yol açan amaç-araç ilişkileri; ikinci olarak da sınıfsız topluma ilişkin kategori ve biçimleri bugünden istemek ve mümkün görmekle, reformist konumlanış arasındaki ilişkiyi irdelemek istiyoruz .
Birinci noktayı nihai hedef-bugün diyalektiği sorunu çerçevesinde de düşünmek mümkün. Sosyalist insan’ı ya da sosyalist topluma özgü insan ilişkilerini bugünden yaratabilir miyiz, bu olanaklı mı? “Şimdi” istemek, “bilimsel” yasalar ya da nesnelliğe verilen vurgu karşısında çubuğu öznellikten yana bükmek anlamına mı geliyor? Soru sormak son zamanların yaygın adeti oldu, biz de modaya uyalım, ama kendi cevaplarımızı vermek koşuluyla… Varolan nesnellik ne düzeyde, ne tür kurumlaşmalar yolu ile aşılabilir, bireysel düzeyde ne ölçüde aşılabilir?
“Sosyalist örgüt gelecek toplum ilişkilerinin prototip olarak yaşanması gereken bir özel mekan değildir; sosyalist örgüt geleceğin toplumunun kurulmasına giden yolda siyasal iktidarın alınmasında son derece kritik rol oynayacak olan bir devrimciler organizasyonudur.(…) Temelde örgüt iktidarı alabilme amacının dolaysız aracıdır, tüm iç-dış ilişkileri bu amaçla belirlenir.”2 Kısaca söylemek gerekirse, sınıfsız toplumda kurulacağı düşünülen toplumsal ilişki biçimlerini, iktidar öncesi sınıf ya da öncü örgütlere taşımak yanlıştır. “Güzel insan”ı bugünden yaratmayı ne yazık ki olanaksız buluyoruz. Gerçekçi olmak zorundayız. Sivil toplumcu olunmayacaksa, bugünden gerçekleştirilebilecek modeller, adacıklarla ilgili düşünceler yaratıyor. Güncel ve gerçek olana, ideallerin uyarlanmaya çalışılması gereksiz hayal kırıklıkları yaratacaktır. “Bugünden istemek”, kapitalizm koşullarında radikal dönüşümlerin olabilirliğine inanmak, ütopik ve ahistorik olabileceği gibi, gerçekçi olunduğu durumlarda bir tür “reformizm”e de yol açabiliyor. Aşırı sol konumlanışların reformizmle çakışması rastlanmamış bir şey değil. Bugünden hedeflenmesi gereken, sosyalist insanın değil, sosyalist mücadelenin insanının yaratılmaya çalışılmasıdır.
Leninist örgüt teorisi bir eşitsiz gelişim gerçeği ve varsayımı üzerine oturur. Modelin bütününü sorgulayanlar bir yana, bu modele sahip çıktıktan sonra toplumun çeşitli kesimleri arasında, devrimin gerçekleşmesi hedefi açısından farklılık gösteren bir tutum izlemek gerekiyor. Öncü parti, kendini işçi sınıfı ve diğer katmanlardan ayıran bilinçli azınlık olarak tarif ediliyor. Böyle bir grubun, yani sosyalistlerin toplumun farklı kesimlerindeki dinamikleri, potansiyelleri doğru değerlendirerek, bu güçleri kendi gücüne kanalize ederek yürümesi gerekiyor. Clara Zetkin’in Lenin’den Anılar3 yazılarında bu konuda Komünist Parti’nin tutumu, tavrı ve istemleri konusunda hayli net bir bakış açısı çizilmiş. Lenin tüm hareketlilikleri “devrim” ve “devrimin korunması” amacı ile bağlantılandırarak görüyor. Bu bağlamda kadınlar da, gençlik de, bugün nefret edilen kavramları kullanmasak ve devrimin yedek gücü olmalarından söz etmesek bile, devrime yapacakları katkı açısından ele alınıyorlar. Doğru ve bugün için de geçerli bir tavır olduğunu düşünüyoruz.
Kadınların nüfusun yarısını oluşturmaları ile devrimin, toplumsal hareketin motoru olmaları farklı şeylerdir, ama burjuvazi eski düzenin işine yarayan tüm kurum ve ideolojilerini kullanarak Komünist Manifesto‘da düşünüldüğü kadar ilerici bir sınıf olmadığını ispatladı. Militarizmden ulusalcılığa, din ve aileye kadar tüm biçimleri kendi diline çevirerek kullandı, kullanmaya da devam ediyor. Bütün bunlar kapitalizmin temelinde yatan ve kapitalin devamını sağlayan ana çelişkiyi görmemizi engellememeli. Bu çelişki emek-sermaye çelişkisidir. Devrimci dinamiğin temel amacı bu çelişkinin çözümlenmesidir. Ana çelişkinin oluştuğu alanların dışına da “sınıfsal” bir bakış açısı ile eğilmek gerekmektedir. Bu ise sözgelimi kadın hareketi içinde de burjuva ideolojisine karşı mücadele etmek, erkeklere karşı değil, kapitalizme ve onun üstyapısına karşı mücadele etmek anlamına gelir. Çünkü bugün toplumdaki egemen ideoloji erkek ideolojisi değil, burjuva ideolojisidir… Bir tür revizyonizm, ve belki de sivil toplumculuk kokan baskı grubu anlayışı reddedilmelidir. Cinsiyet farlarının ortadan kalkması, burjuvazinin yararına olmadığı oranda devrimin yararına çevrilmelidir.Kadın hareketinin bağımsız ideolojisi olamaz ve bunu söylemek de asla indirgemecilik değildir.
Kadın hareketi silyasallaştırılmalıdır. Bütün bunlar da biz sosyalistlerin görevidir, kimseden beklemeyelim.
Biraz da bizzat sosyalistlerden gelen sosyalizm eleştirilerine değinmek istiyoruz. Biz sosyalist olmanın hakkını ne zaman verdik ki bazı eksikleri sanki bizim dışımızda birileri tarafından varediliyormuş gibi eleştiriyoruz? Sol’un kadına bakışının feodal değerlerle örülmüş “bütün sevdam halkım, bütün kızlar bacım” anlayışını kesinlikle değiştirmesi gerekmektedir. Kadın sorununa 80 sonrası gösterilen bu birazda abartılmış ilginin tek faydalı yanı, yine de sol hareket içinde yaratabileceği bir kültürel reorganizasyon olabilir. Burjuva kültürün aşılması başka, onun eskisine, feodal değerlere dönülmesi başka bir şeydir. Kim kimin “bacı”sı olmak için sosyalist olur? Eski sol yapılarda, belki bugün de bu tür bir anlayışla malul olmuş tutumlar görülebilir. Bunu değiştirmenin yolu ne hedefsiz eleştiri okları yağdırmak ve kimseye sesini duyuramamak, ne de eleştirilen kendi geçmişin bile olsa inkarcılığa varan bir söylemdir. Mutlak doğru ve yanlışlardan söz etmiyorsak, hataları görmenin ve eleştirmenin de bir zamanlaması ve yapıcılığa yöneltmesi gereken bir işlevselliği vardır. “Sol”un “sol”a bakışına sonraki bölümde değinmek üzere geçiyoruz. Ancak bir son söz olarak şunu söylemek istiyoruz; ister kadın hareketinde, isterse de sosyalist hareketin bütününde yaşanılan tarihsel sürece uygun gerçekten devrimci slogan ve tavırlarla, hiçbir açılıma yol açmayacak inatçı ayak diremeleri birbirinden ayırmak gerekiyor.
Sol Çevrelerde Feminizan Yaklaşımlar
1980 sonrasında Somut Dergisi’nin sayfalarında tartışılmaya başlanan feminizmin sahiplenicileri de, karşı çıkanları da aynı çevreden geldi. Genel bir adlandırmayla “sol” çevrelerden. Bu “sol” çevre, 80 öncesinde şu ya da bu biçimde devrimci mücadeleye bulaşıp toptan inkar noktasına gelenlerden, sosyal demokrasi ile sosyalizm arasında bocalayanlara, ve halen aktif olarak sosyalist mücadele içinde olduğunu iddia edenlere kadar geniş bir yelpaze oluşturuyor.
Sadece feminist olduğunu iddia edenlerle bir alıp veremediğimiz olmadığını baştan söylemeliyiz. “Ben feministim ama aynı zamanda marksist dünya görüşünü benimsiyorum” dendiğinde işler değişiyor. Sorunumuz bu çevrelerle birlikte iş yapma saplantısı taşıyan sosyalist çevrelerledir; hesaplaşmamız gereken de bir anlamda onlar. Özellikle son 5-6 aydır feminist yazarlara her sayılarında sayfalar ayıran sol dergilerin, kendi içlerinde çözemedikleri, bilimsel sosyalist teori ve pratik arasındaki diyalektiğe ilişkin problemlerini, feminizmden aldıkları taze kanla aşmak istediklerini düşünüyoruz. Amacını, dar kadro partilerinden daha ötelere yürümek, ilkesini ise sosyalist demokrasi olarak saptayan bir yayın -Sosyalist Birlik- “Başlarken” yazısında şu ifadeleri kullanıyor: “Tepede küçük azınlıkların bütün yetkileri elinde topladığı, buyrukçu, bürokratik ve anti-demokratik örgütlenme geleneği, ülkemizde devrimci mücadelenin gelişmesine renkli ve canlı bir kültür yaratılmasına büyük zararlar verdi.”4 Ve yine Sosyalist Birlik‘in 3. sayısında “Feminizm, Sosyalizm ve Bir Kongre Raporu” başlıklı yazıdan: “Yaşamın derinliklerinin kavranması için kadın değerleri önemli. Bugün varolan sığ, hoşgörüsüz ve kendini beğenmiş bakış açıları yerine, derin, hoşgörülü bir dünya perspektifini geçirebilmek için, toplumu radikal bir dönüşüme uğratabilmek için, öğretmen olmadan önce öğrenci olmak feminizme ve gelişen diğer ezilen hareketlere açık olmak gerekiyor.”5
Sosyalist Birlik‘te feminizm üzerine çıkan tüm yazılarda feministlerin ileri sürdükleri tezlerin, sosyalistlere bir şeyler öğreteceği iddiası var. “Feminist bilinç toplumun her alanına, her hücresine sinmiş iktidar ilişkisini sorgular ve yeni insanlığın değerlerini yaratmaya çalışır.”6 “Kadınlar bir parça olamayacak kadar çokturlar ve açıktır ki, bu büyük çoğunluğu anlayıp kucaklamayan bir mücadele genel olamaz.”7 “Feminizmi olmayan bir sosyalizm kadınlara güven veremez”8 çünkü. “Yukarıdan verilen haklar bir süre sonra liderlerin o dönem varolan politik eğilimlerine, ya da ülkenin ekonomik-sosyal şartlarına göre rahatça geri alınabiliyor.”9 Bütün bu düşünceler hatırlanacağı gibi Zemin dergisinin kimi yazılarında da dile getirilmişti .
Feministlerin “genel sosyalizm hedefine gözünü dikip etrafını göremeyen” 10 sosyalistleri ıslah etme çabalarının anlamı şudur: İktidarı ele geçirmek için önce çoğunluğu kendi yanına almayı bekleme saplantısı: Nihai hedefe doğru yürüyen iktidarın iç dinamikleri konusunda bilgisizlik: Toplumda yeretmiş iktidar ilişkilerini sorgulama iddiası altında tüm bir leninist örgütlenme teorisinin reddi: Yeni insanlığın değerlerini, bu arada sosyalist demokrasiyi bugünden yaratmayı hedefleme yanılgısı.
Bilimsel sosyalist teori, sosyalizmi hedefleyen yapılara, kendi problemlerini kendi içlerinde çözmelerine yetecek kadar çok malzeme bırakmıştır. Leninist örgütlenme teorisi ise bu iç dinamizmi kesinlikle barındırır. Kadınca duyarlılık ve hoşgörü görünümü altında Türkiye solunun gündemine sokulan bu problematikler zaten uzun zamandır -en azından kimi yapı ve çevrelerce tartışılmaktadır. Türkiyeli sosyalistlerin dışarıdan bir feminist bilinç aşısına ihtiyaçları olduğunu hiç düşünmüyoruz.
Sosyalist demokrasiyi yeşertiyoruz iddiasıyla öne sürülen tüm bu yanlış düşünceler için son bir söz daha: Sosyalist toplumun ilişkilerini iktidar öncesi sınıf ya da öncü örgütlerine taşımak mümkün değildir. Sosyalistlerin olduğu yerde sosyalist toplum motiflerini aramayı fazla abartmak, bizi, hoşgörülü, zengin ve renkli kişiliklere belki ama, en çok da ve kesinlikle yozlaşma ve pasifikasyona götürür.
Bir vurgu daha; Sosyalist Birlik‘in feminist yazarları tüm yazılarını inkar ve tepkisellik -asla hesaplaşma değil- psikolojisiyle yazdıkları için bütünlüklü bir çerçeve oluşturamıyorlar, bu nedenle de herhangi bir adlandırmayı haketmiyorlar. Onları belki feminizme ilgi duyan “çağdaş” sosyalistler, belki de ortodoks sosyalistleri ıslah etmeyi görev edinmiş feministler olarak tanımlamak mümkün. Ancak Türkiye’deki feminist literatür ve söylem bu solculuktan dönme feminist yazarların tasarrufunda değil kuşkusuz. Bir de daha ciddiye alınması gereken ürünler veren, kendi alanlarını daha net olarak saptamış sosyalist feministler var.
Sosyalist Feminizm
Batı Avrupa ülkelerinden farklı olarak, Türkiye’ye feminizmle sosyalist feminizm aynı dönemde girdi. Feminizmin batıdaki gelişim süreci ile Türkiye’ye girdiği dönem arasındaki ilişkiye bir göz atmakta yarar var. Bilindiği gibi batıda feminizm geçen yüzyılın sonlarında ve bu yüzyılın başlarında ilk yükselişini yaptı ve dönemin sosyalistleri tarafından burjuva eylemliliği olarak mahkum edildi. Gerçekten de bütünlüklü bir toplumsal projeye sahip olamaması, feminizmin en büyük zaafı oluyor ve görünüşte kadın-erkek arası ilişkilerde, geleneksel yaklaşımlarda radikal değişiklikler öngören feministlerin talepleri düzenin sınırları dışına çıkamadığı için bir açmazla karşılaşıyordu. Bu sorun feminizmin ikinci yükseliş dönemiyle birlikte 1970’lerde bir sentezle aşılmaya çalışıldı. Sentezin adı sosyalist feminizm. Böylece sorun çözülmüş oluyordu. Feministler bir yandan düzen dışı devrimci bir perspektifi sosyalizmden ödünç alıyorlar, diğer yandansa, bilimsel sosyalist kurama “yaratıcı” katkılarını sunuyorlardı.
Bu sentez, 1980’le birlikte siyasal kesintiye uğrayan, kitlelerden ve pratikten koparılan, Türkiye solundaki içe kapanma, geçmişin muhasebesini yapma ve hesaplaşma psikolojisine denk düşüyordu.
Geçmişin değerlendirmesini yapmak bu yazının sınırlarının dışındadır. Ancak şunu söylemek istiyoruz: 80 öncesinin devrimci hareketliliği çok eksikli bir devrimci tipoloji yaratmıştır. Bu eksikli tipolojinin düşünce ve davranış modeli, feministler için sayısız çoklukta malzeme bırakıyor. Ancak bilimsel sosyalist teori, uygulayıcılarının eksikli eylemliliklerinden göreli bir bağımsızlığa sahiptir. Gelişkin sosyalist insanla, sosyalist mücadelenin insanı iki farklı kategoridir. Bilimsel sosyalizmin hedeflerinden biri gelişkin sosyalist insanı yaratmaksa, sosyalist mücadelenin insanının hedefi de iktidara ulaşmak için gerekli araçları yaratmaktır. Bu ise hepimizin bildiği gibi az ve kolay bir iş değildir. Saf ve ütopik olmayan, belirli bir genişlikteki -tarihsel toplumsal sınırları çizilmiş- somuta o somutun insan malzemesine gerçekçi bir yaklaşımdır önerilmekte olan. İçinde sosyalist mücadeleye ilişkin moral değerlerin de araştırılıp biçimlendirildiği bir kadro çalışması…
Sosyalist feministlerin kadınlar için öne sürdükleri taleplerin tümü bilimsel sosyalist teoriye içkindir. Klasik marksizm, kadın olsun, erkek olsun, her bireyin kendi yazgısını belirleme hakkına tümüyle ve özgür biçimde sahip olacağı ve herkese doğal yeteneklerini geliştirip uygulayabilecekleri en geniş olanakların sağlanacağı bir toplumsal sistemi hedeflediği için kadının bağımsızlığı gibi ayrı bir ilke sorunu yoktur.
İşte sosyalist feministlerin itirazları da tam bu noktada başlıyor. Sosyalist feministler klasik marksizmi indirgemecilikle ve kadının özgül ezilmişliği sorununu yeterince görememekle suçluyorlar. Marksizmin kapitalist sistemin analizini yaparken, üretim ilişkilerini baz aldığını, oysa kadının özgül ezilmişliğini belirleyen üretim-yeniden üretim ilişkileri arasındaki bağı atladığını söylüyorlar. “İşte bu iki alanda, yani üretim ve yeniden üretimde kadınlarla erkeklerin konumları farklı; kadınların doğurganlıkları, çalışma kapasitesinin yeniden üretiminde onları özel bir yere yerleştiriyor. Kadınların ezilmişliğinin en genel düzeydeki temeli de bu yer.” 11 Sosyalist feminizm hem kadının ezilmişliğini, hem de kapitalizmin işleyiş mekanizmalarını bütün boyutlarıyla kavrayabilmek için içinde yaşanılan toplumu, kapitalist olarak adlandırmanın yeterli olmadığını, doğru olanın cinsiyetçi/kapitalist sistem şeklinde bir tanımlama olduğunu iddia ediyor. “Cinsiyetçi sistem, tarih içinde hep üretim tarzları ile eklemlenerek varolmuş. Tek başına kendi iç dinamikleriyle yaşayan bir sistem değil. Bugün kapitalist üretim tarzı ile eklemlenen bir cinsiyetçi sistem var.” 12
Görüldüğü gibi türdeş olduğu varsayılan iki kategorinin birbirine eklemlenmesinden söz ediliyor. Oysa bu iki kategori türdeş değildir. Eğer sosyalist feministler kadının ezilme ve sömürülmesini yeniden-üretim süreci içindeki işlevselliği nedeniyle bir altyapı ögesi olarak değerlendirmek istiyorlarsa, bunun hatalı bir yaklaşım olduğunu söylemek gerekiyor.
Cinsiyetçilik aslında bir ideoloji, bir üstyapı unsurudur. Altyapı ile üstyapı arasında ise mutlak bir uzaklık olmadığı gibi birbirleriyle bu denli iç içe girmiş oluşumlar her yerde ve her zaman mevcut olmuştur. Kapitalist sistem eğer cinsiyetçi/kapitalist sistem olarak adlandırılacaksa, niye dinci, militarist, ulusalcı vs./kapitalist sistem diye adlandırılmıyor? Kapitalizm kendinden önceki toplumsal formasyonlardan kim geleneksel yapılar gibi cinsiyetçi ideolojiyi de devralmıştır; ancak kapitalizm bu ideoloji ve formasyonları bir tür üstbelirleme ilişkisi içinde tutar ve temelin emek-sermaye çelişkisi olduğu yerde de aynı düzeyde bir cinsiyetçi sömürüden söz etmek olanaksızdır.13
Tüm bunları söylemek, kadınların toplumsal yaşamın her alanında özellikle de siyasal etkinlik alanlarında özel bir yaklaşımı gereksindiklerini reddetmek anlamına gelmiyor. Bu özel yaklaşım, “negatif ayrımcılık” değildir. Kadınların binlerce yıldır sırtlarında taşıdıkları, edilgin ve ikincil konumun geliştirmelerine engel olduğu özellikleri kazanabilmeleri için gereklidir; toplumsal üretkenliğe ve siyasal yaşama katılmaya istek, toplumsal ve siyasal etkinlik alanlarında deneyim, yaratıcılık, özgüven, eylemlilik gibi… Ancak tüm bu özelliklerin, sosyalist feministlerin iddia ettikleri gibi “bilinç yükseltme grupları”nda değil, tam tersine yaşamın en iyi kavrandığı, siyasal hareketliliğin en üst düzeye ulaştığı sosyalist mücadelenin ana yapılarında kazanılabileceğini iddia ediyoruz. Bu konuya “örgütlenme” başlığı altında tekrar dönmek üzere, son bir vurgu yapmak istiyoruz: Sosyalist feministlerin, kadınların bilinçlenmesini sağlamak üzere, sosyalist yapılardan bağımsız, özerk alanlar açmak istemeleri, hem aşmak istedikleri kadının ikincil konumunu sessiz bir kabullenişten ibaret olduğu için bir paradokstur, hem de sosyalizme sosyalist mücadeleye duyulan güvensizliğin ifadesidir.
Sosyalist feministlerin sosyalizme ve sosyalist mücadeleye duydukları güvensizliğin en önemli dayanaklarını, sosyalist ülkelerdeki kadının konumuna ilişkin değerlendirmeleri oluşturuyor.
Sosyalist Ülkelerin Deneyimleri
Feministler genel olarak sosyalist ülkelerde kadının önemli bir ilerleme kaydettiğini kabullenmekle birlikte, cinslerarası eşitsizliğin hâlâ sürdüğünü ve bu eşitsizlikleri yeniden üreten mekanizmaların ve pratiklerin varlıklarını sürdürdüklerini iddia ediyorlar. Sosyalist feministlerin, özellikle Sovyet deneyimine ilişkin yaptıkları değerlendirmelerde, cinsel eşitsizliğin sürdüğüne ilişkin kanıtları şöyle toparlamak mümkün:
- İş hayatında cinsiyete dayalı işbölümü sürmektedir. Bu işbölümünde kadınlara verilen işler erkeklerinkinden daha az kazanç getiren ve az saygın işlerdir.
- Ev işi yükünün azaltılması, ya da evdeki iş ve sorumluluk yükünün cinsler arasında eşit bir biçimde dağıtılması sağlanamamıştır. Bunun sonucu da ev dışında çalışan kadınların, pratikte çifte vardiya yapmak zorunda kalmalarıdır. Evdeki durumun değişmemesinin temelinde erkek rollerinin, kadın rollerinin tanımlanışına benzer bir biçimde yeniden tanımlanmış olması yatar.
- Sosyalist devletler, ailenin yeniden üretim işlevini önemle vurgularlar; bu amaç hem yurtseverlik biçiminde ifade edilir, hem ekonominin işgücü talebini karşılama gereği biçiminde… Kadınlar bu konuda toplumsal bir sorumluluk taşıdıklarını düşünmeye yöneltilirler ve onlardan ailelerini, daha geniş toplumsal hedeflerle uyumlu olacak bir biçimde sınırlandırmaları ya da genişletmeleri istenir. Çocuk bakımından özellikle ilk yıllarda anne sorumludur. Bu durum toplumda yayılmaya çalışılan “çalışan anne” imgesiyle de uyumluluk oluşturur.
- Evde yüklenilen sorumlulukların eşit olmaması, kadınların genellikle zaman ve enerji gerektiren siyasal temsil mekanizmalarına katılmaya duydukları isteksizlik konusunda belirleyici faktörlerden biridir.14
Anlaşıldığı kadarıyla, toplumsal yeniden-üretimde, yani ev işlerinde ve çocuk bakımında kadınlara tanınan ağırlıklı rol, onların toplumsal ve siyasal etkinlik alanlarında erkeklerle tam eşit konumda olmalarını yavaşlatıcı bir faktör olmakta, ve tam yasal eşitlik ve fırsat eşitliği tek başına -kadının geleneksel rollerinden tam anlamıyla özgürleşebilmesi sağlanmadığı sürece- cinsel eşitlik sonucuna götürmemektedir. Sovyet mühendisi Vera Ribka’nın söylediği gibi: “Demek ki eski önyargılar hâlâ yaşıyor. Belki eskiden olduğu gibi kadının yolunu kesmiyorlar, ama onu yavaşlatan çakıl taşları görevini görüyorlar.”15
Bunların hepsine evet, ama bir şartla: Sovyetler Birliği’nde kadının yaşadığı bu durum, aşılma zorunluluğu ilke olarak kabul edilmiş, ancak arzulanan noktaya gelinememiş, tüm eşitsizlik biçimleriyle türdeştir. Kadın sorununun bu anlamıyla çok özgün bir yanı yoktur. Sovyetler Birliği’nde bir dönem analığın özendirilmiş olması, ya da kadının geleneksel rollerinden tam anlamıyla sıyrılamamış olması, Sovyetler Birliği’nin 70 yıllık geçmişinde bazı dönemleri oluşturan, örneğin devlet eliyle kulakların yaratılmış olmasından, ya da kuruluş yıllarında ilerici sanat, ya da bilimsellik adına sunulan propagandif çabalardan farklı bir kategoriyi oluşturmaz. Kadın sorunu ile ilişkili olarak bunların tümü, gerçeklikleri ya da zorunlulukları ile kavranmadıkça bütünlüklü bir bakış oluşturulamaz. Sorunu böyle anladığımızda kadının toplumsal konumunu da, hedeflenenle verili nesnellik arasındaki mesafede tanımlamamız gerekiyor. Sovyet deneyi, belirli bir an seçilerek, nihai hedef olan komünist toplum bazında ve bu hedefe o anki uzaklığı açısından eleştirilebilir. Ancak geçiş sürecinin kendisini verili bir ön formasyona göre ve teorik bazda eleştirmek mümkün değildir. Geçiş süreci politikalarının bir ön formasyona göre eleştirilmesini içsel olarak olanaksız kılan bir başka neden, geçiş toplumunun tarihsel olarak salt kendine özgü nesnel yasalarının bulunmayışıdır. Dolayısıyla Sovyetler Birliğinde uygulanmış olan ve uygulanan tüm politikalar, kendi iç yasallıklarına göre değil ancak sonuçlarına göre eleştirilebilirler. Yani bu sonuçların, toplumu nihai hedefe ne ölçüde yaklaştırdığı açısından. Sosyalizme geçişte mutlaka nesnel bir çelişki ya da hareket ettirici güç aranacaksa, bu, kurulu ve geleceğe dönük unsurlarla, geçmişten kalan unsurlar arasındaki çelişkidir. Ancak bugünkü Sovyet toplumunda ilkinin siyasal temsilcileri varken, ikincisinin siyasal temsilcileri son derece sınırlıdır. Hatta sınıfsal temeliyle bakıldığında, gerçek anlamda yoktur. Ayrıca ikinci kategori belirleyici olmaktan çoktan çıkmıştır. Bu yüzden Sovyet toplumundaki çelişkinin siyasal düzeye de antagonist biçimde yansıması mümkün değildir.
Sosyalist toplumlar ilkesel ani çıkışların -özellikle toplumda kök salmış geleneksel yapıları hedeflediğinde- hem toplumda yarattığı hoşnutsuzluk açısından, hem de öncelikli hedeflere verdiği zararlar açısından, sosyalizmin varoluşunu tehdit edebileceğini en yakından yaşamışlardır. Önemli olan ilkelerle pratik zorunlulukları en iyi biçimde bağdaştırabilecek siyasi irade ve denetim mekanizmalarına sahip olmak, aynı zamanda sosyalist toplumun geleceğini tehdit edebilecek zamansız sıçramalara neden olmamak kaydıyla, giderek daha çok sayıda inisiyatif sahibi gelişkin sosyalist insanı yaratarak, onu bu irade ve denetim mekanizmalarında etkin hale getirmektir.
“Ama bütün yabancılar bizim bir geçiş toplumu olduğumuzu unutmuş görünüyor; şimdiki sistemimiz geçici bir sistem. Komünizme doğru yürüyoruz, unuttunuz mu? Bugünkü örgütlenmemizde bir çok eksiklikler var; ve her gün yeni bir sorunla karşılaşıyoruz. Ama bu sorunlar ilerlediğimizi, katı olmadığımızı gösteriyor ve ekonomik kapasitemiz ölçüsünde hatalarımızı düzeltiyoruz.”16
Örgütlenme
Türkiye’de kadın örgütlenmesi ve kadınların sol örgüt ve hareketler içinde aldıkları yere karşı iki tür eleştiri yöneltiliyor. Bunlardan birincisi 1980 öncesi kendi yaşadıkları deneyimlerden yola çıkarak kendi örneklerine yöneltiyorlar eleştirilerini, diğerleri ise bizce bugün için de evrensel geçerliliği olan Leninist örgütlenme teori ve pratiğinin eksiklerini sayıp döküyorlar. Öncelikle klasik örgütlenme modelinin Türkiye’de henüz hiç yaşanmadığını, gerçekleştirilmediğini söylemek istiyoruz. Bu modelde işçi sınıfının merkezi öncü örgütü iktidarın elde edilmesine yönelik genel planda politika yapmak üzere planlanmıştır. Merkezi öncü örgüt etrafında oluşturulan yan halkalar ise -etki alanları, hareketlilikler- alanların özgün çelişki ve dinamikleri çerçevesinde etkilenmeye, örgütlenmeye çalışılırlar. Türkiye açısından geçmiş eleştirilirken de, yeni oluşturulmaya çalışılırken de gözden kaçırılmaması gereken budur. Ötesi pireye kızıp yorgan yakmaktır. Toplumda varolan ana çelişki bir kez emek-sermaye çelişkisi olarak saptandıktan sonra, işçi sınıfı dışında kalan kesimler de kendi özgün yapı, dinamik ve çelişkileri ne olursa olsun kapitalizmin yarattığı bu ana çelişki tarafından üstbelirlenirler. Yani bu alanlardaki çelişkiler de ancak kapitalizmin, emek-sermaye çelişkisinin ilgası ile çözüme ulaşabilirler. Bu önerme doğru kabul ediliyorsa, sorun yan katman ve grupların özgül dinamiklerinin işçi sınıfı ve onun öncü gücünün eylemliliği, hareket planı ve hedefleri ile koordinasyon sorunudur. Yine de bunu kesinlikle basit bir güdümleme ilişkisi şeklinde algılamadığımızı belirtelim. Geçmiş deneyimlerde ana yapıların yan örgütü olarak kurulan komsomol tipinde ya da demokratik kitle örgütü şeklinde örgütlenmelerle aşılmaya çalışılmış, ancak en etkili ve geniş bağlar devrimin hemen öncesinden başlayarak devam eden toplumsal meşruiyet ortamı içinde şekillenmiştir. Dar bir oluşumu içeren ve yalnızca sosyalistlerden oluşan (sözgelimi Kızıl Kadınlar Örgütü gibi) ilkeleri dar ve sıkı tutulmuş kimi örgütlenme biçimleri de dağarcığımızda vardır. Eskiden beri varolan örgütlenme biçimleri bize bugün için çok önemli ölçüde örnek ve veri oluştursa da, bu bizim yalnızca bunlarla sınırlı olduğumuzu göstermez. Ne uluslararası harekette ne de Türkiye için hiçbiri ölü ve kesin sınırlı modeller değillerdir; ancak belirli bir ciddiyet ve denenmişlikleri vardır.
Feminizmin yaratıcı katkıları örgütlenmeye ilişkin önerilerinde de sürüyor. Kadınların tek başlarına göğüslemek zorunda kaldıkları baskıların tartışıldığı ve birbirlerine aktardıkları deneyimleriyle bir toplumsal grup olduklarının bilincine varabildikleri (kadınlık bilinci geliştirdikleri) bilinç yükseltme grupları feminist harekete özgü bir örgütlenme biçimi olarak da ön plana çıkıyor. Feministler farklı sınıf ve katmanlardan gelen kadınların kurtuluşlarına giden yolda aynı yapı içinde birleşmelerini mümkün ve gerekli görmüyorlar. Önerilen partilerden, örgütlerden, erkeklerden bağımsızlık ilkesini tanıyan iktidarı hedeflemeyen, küçük kadın gruplarını gevşek bağlarla ve ancak kampanyalar aracılığıyla biraraya getiren gevşek federatif bir yapı. Örgütlenme sürecinin yaratılan örgüt kadar önemli olduğunu, kadınlık konumunun konuşulduğu, deneylerin aktarıldığı, dayanışma ve bu süreç içinde güvenin pekiştiği bir yapı öneriliyor. “İlkelerimiz şunlar olmalıdır: Gönüllülük, öz etkinliklerin gelişmesine ve arttırılmasına uygun yapılar yaratmak. Kişiselliği yoketmeden kolektif kararlar alabilmek, hiyerarşilere karşı olmak, yönetim kurulları yerine, her kadının etkinliklerin yürütülmesinde yer almasını sağlamak. Oylamalar yerine ikna yöntemlerinin yerleştirilmesi. Sadece çoğunluğun değil azınlığın ve tek tek kadınların haklarının korunmasını güvence altına almak. Rotasyonla çalışma, uzmanlaşmayı zararsız hale getirme. Etkinliklere katılan bütün kadınlara eşit derecede söz ve karar hakkı. Temsili değil, doğrudan demokrasi.”17
Doğrudan demokrasi denilen şeyin bugünden okul kulüp çalışmalarında bile ne tür “işlemezliklere” yol açtığını hepimiz biliyoruz; asıl sorulması gereken, kadının kurtuluşunun ancak sosyalist dönüşümlerle birlikte gerçekleşeceğini söylerken kadın hareketini sosyalist mücadelenin ana yapılarından ayrı özerk alanlara çekmeye çalışmanın ne anlama geldiği? Bu soruya verilen iki farklı yanıttan örnekler vermek istiyoruz. İlki Gülnur Savran’dan: “Çalışma alanı, emek-sermaye çelişkisi dışında, başka birçok salt kişisel gibi görünen ilişki de (bu arada kadın erkek ilişkisi de) baskı/ezilme ile sarılıp sarmalanmış; bu anlamda, bunlar toplumsal bütünü yeniden-üreten egemenlik ilişkilerinin bir bölümünü oluşturuyor. Dolayısıyla da toplumsal mücadele bu ilişkileri dönüştürmeyi de programına almak zorunda. Cinsiyete dayalı, bilgiye dayalı, kuşak farkına dayalı egemenlik ve hiyerarşi ilişkileri, sosyalizmin gündemine dahil edilmesi gereken toplumsal ilişkiler. Feminizm, kişisel olanın toplumsal ve giderek siyasal doğasını bu biçimde açığa çıkararak, sosyalist olmanın anlamına yeni boyutlar katıyor. Sosyalistlerin siyaset yapma üsluplarını, ulaşılacak hedef dışında, bu hedefe nasıl ulaşılacağını sorunlaştırıyor.”18
Burada artık varolan eski modellerin köklü bir eleştirisi ile yeni biçimler yaratma kaygısını gözlemlemek mümkün oluyor. Ancak Yıldız Ecevit’in yine 11. Tez’in bir başka sayısında örgütlenme üzerine dile getirdiği düşünceleri, ortada farklı bir amaç varmış duygusunu uyandırıyor: “Özerk kadın örgütleri, kadınların daha önce mahrum kaldıkları toplumsal platformda düşünme, planlama, aktif katılım deneyimlerinden geçebilmelerine yardımcı oluyor. Kadınlar özerk örgütler sayesinde siyasal etkinlik konusunda kendi gizli güçlerinin farkına varabiliyor, kendi seçtikleri eylem planını uygulayabiliyorlar. Bu örgütler ve gruplardan geçerek gelen kadınların siyasal ve örgütsel görevleri üstlenebilme olasılıkları artıyor.”19 Yine aktararak devam ediyoruz: “Kadınlar bir yandan özgül amaçlar için örgütlenmelerini sağlarken, bir yandan da daha önce dışladıkları nihai mücadele alanının içine girme yollarını aramalıdırlar. Kadınlar bu ortak mücadele alanının güçlü ve vazgeçilmez bir parçası haline geldiklerinde, hem kendi özgül taleplerine, hem de ortak mücadele nedenlerine uygun bir toplumsal güç oluşturacaklardır.”20
Bu iki alıntıda, içerdikleri nüans farklılıklarına karşın aynı dayanak noktalarını görüyoruz:
- Ampirik bir değerlendirmeyle, kadının bugüne kadar erkeklerle birlikte yaşadığı örgütlenme deneyimlerinde hep yardımcı ve destekleyici roller üstlendiği, katı hiyerarşi ve merkezi disiplin yüzünden siyasal karar alma mekanizmalarında etkin olamadığı saptamasından yola çıkılarak, sosyalist mücadelenin kadını geliştirici özelliklerine duyulan güvensizlik.
- Sosyalist ülkelerde kadının henüz tam eşitlik noktasından uzak olduğu bugünkü koşullar veri alınarak, sosyalist toplumların geleceğine duyulan güvensizlik. Sosyalist toplumlarda kadının toplumsal konumu ile ilgili yaklaşımlarımızı bir önceki başlıkta tartıştığımız için bu konuya tekrar dönmeyeceğiz. Ancak bu iki alıntıda da farkedilen, zaafları olan bir siyasal arka plandır. Bu zaaf, belirsiz bir gelecekte devrim yapıp işleri yeniden rayına oturtması beklenen işçi sınıfı dışında, başta parti kadroları olmak üzere hiçbir gücün, hiçbir kesimin sosyalizmi hedeflemediği ve sosyalizme yönelmediği varsayımına dayanır. Yönetime ve parti kadrolarına hiçbir içsel dinamizm tanımayan, düzenin kendini kendi araçlarıyla yenileme şansını yok sayan bu kısır döngünün varacağı sonuç, Liberter bir dejenerasyondur. Sosyalist feminizm ise kuramı, önermeleri ve vardığı sonuçlarla birlikte bu liberter dejenerasyonun tipik bir örneğini oluşturuyor.
- Gülnur Savran’ın iddia ettiği feminizmin sosyalizm anlayışına getirdiği katkıların neler olduğunu pek anlayamadığımızı itiraf etmeliyiz. Sözü edilen toplumsal ilişkiler zaten sosyalizmin gündemine dahildir. Yok eğer kastedilen, sosyalist iktidarı hedefleyen örgütlenmelerdeki hiyerarşik yapının sorgulanması ise, bizde varolan örnekleri eleştirenlerin, kendi tezleri için yüz akıyla sunacakları örneklerin irdelenmesini talep ediyoruz. Yine bugün varolan sosyalist örgütlenmelerin binlerce yıllık geleneksel yapıların bize devrettiği cinsler arası eşitsizliği işlevsel olduğu ölçüde ve belli oranlarda kendi içinde çözebilecek dinamiklere sahip olduğunu iddia ediyoruz.
Geleceğin sosyalist insanını bugünden yaratma saplantısı, kapitalist toplum içinde, kendine özel alanlar yaratarak tüm bir değerler sistemini yeniden biçimlendirmeyi hedefleyen alt-gruplar düşüncesine varır ki, bunu da ne yaratıcı bir katkı, ne de yeni bir şey saymak mümkün değildir. Mükemmeliyet (amaçta değil araçta) arayışı içinde işlevsiz küçük gruplar bir hedef oluşturamaz; olsa olsa kendi içinde ve kendine yönelik ajitasyon çekilen birer kendini tatmin aracı olabilir…
Toparlamak gerekirse, feminizmin çıkış noktaları gereği, ortak bir programı ve gerçekçi bir örgütlenme anlayışının olamayışı, kendini hep birtakım akımlara ya da öğretilere eklemleyerek tanımlamasına yol açıyor. Eko-feminizm, anti-terör nitelikli feminizm, anti-nükleer mücadele içindeki feminizm, sosyalist feminizm. ..
Sosyalist feministler dışında kalan sol kesimlerin de örgütlenme konusunda söyledikleri net bir formülasyonun bulunmaması sorunun bizce en önemli noktasını oluşturuyor. Kurultaya gelip de 25-3 dakika gibi kısa sürelerde söz alma şansına erince, “neden buradayız” sorusunu sormamak gerekiyor. Bu soruya daha önceden cevap verilmeli. Sosyalistler demokratik kitle örgütü biçiminde bile olsa bulundukları, hatta daha önemlisi başını kendilerinin çektiği her yerde kendi seslerini duyurmalıdırlar, sosyalist olmalıdırlar.
Bir program oluşturulacaksa, kadın ezilmişliğinin özgül yanları yadsınmadan, vülgerleşilmeden hareket edilmelidir, evet. Ancak konulan hedeflerin sosyalizmle olan ilişkisi kurulmalı, demokratik hedeflerle sınırlanmamış, kitlesel bir kadın hareketi ve örgütlenmesi hedeflenmelidir.
1980 sonrası kadın hareketine damgasını vuran küçük burjuva aydın kadın imajı olmuştur. Bu yalnızca hareket içindeki kadınların sınıfsal kökenlerinden kaynaklanmıyor. Feminizmin burjuva ideolojisinin işine yarayacağı gerçeği hedef kitlenin karışıklığından ve yaratılan ideolojik bulanıklıktan kaynaklanıyor. Kadınlar kütlesi de sınıflara ayrılmaktadır. Hedef kitle sınıf bazında oluşturulmalı, geniş kitle çalışması hedeflenmelidir. Bugün sosyalist politikanın gereği budur.
Eşit haklar savunuculuğunu çağrıştırıyor mu bilemeyiz ama 1920’lerde Sovyetler Birliği’nde bazı yoldaşlar o zaman “sol”luk olarak nitelenen bir talepte bulunarak kadınlar için özel, ayrı örgütlenme ve organlara karşı çıkarak onların erkeklerle eşit biçimde ele alınmaları gerektiğini söylüyorlar. Lenin bu tezlere karşılık, “…küçük burjuva ve diğer kadın katmanları arasında da çalışma yapmak, özel organlar yaratmak, ajitasyon yapmak gerekir, bu feminizm değildir, pratik devrimci amaca uygundur.” diyor.21 Sorun görüldüğü gibi ele alınan alanların pratik devrimci amaca uygunlukla sınanmasıdır.
Bugün Türkiye’de geçerliliği olan demokratik kitle örgütü modelinde ise hedef kitle işçi kadınlar olmalıdır. Bu birkaç açıdan böyledir: Kuruluşundan programının hazırlanmasına ve pratikte uygulanmasına kadar sosyalistlerin görev aldıkları bir kitle örgütü işçi sınıfından ilkesel olarak ayrık olamaz, ideolojik bağımsızlığı savunulamaz. Türkiye’de örgütlenme potansiyeli İKD deneyimi ile de görülen büyük bir işçi kadın kitlesi mevcuttur. Bunlar Türkiye açısından çok önemli iki işkolu olan gıda ve tekstil işkollarında yoğunlaşmış olup, bizce sosyalist söylemi yaygınlaştıracağımız, sesimizi duyuracağımız çok önemli bir alanı oluşturmaktadır.
Sosyalistler eğer çağdaş kan arıyorlarsa, bunu feminizmde aramasınlar. Bu gereksiz, aşırı ve gelecekte hata yapılacak cinsten bir ilgi gibi görünüyor. Yoksa kendimize güvenimiz yok mu?
Dipnotlar ve Kaynak
- Gürsoy, Gencay; “Bulanık Sudaki İz”, 11. Tez sayı 2, Şubat 1986, s.222
- Giritli, Aydın; “Bir Tartışmada Yeni Boyutlar”, Yeni Öncü sayı 13, Ekim-Kasım 1988, s.106
- Zetkin, Clara; “Lenin’den Anılar”, Kadın Sorunu Üzerine, İnter yay. İstanbul, 1988, s.320
- Sosyalist Birlik, “Başlarken”, sayı 1, Mart 1989, s.3
- Başar, Zehra; “Feminizm Sosyalizm ve Bir Kongre Raporu Üzerine”, a.g.d., sayı 3, Mayıs 1989, s.61
- Özuğurlu A., Kurşuncu M. Şirin G.; “Feminizmi Olmayan Bir Sosyalizm, Kadınlara Güven Veremez”, a.g.d., sayı 1, s.91
- a.g.m., s.90
- a.g.m., s.91
- Başar, Z.; a.g.m., s.63
- Başar; a.g.m., s.58
- Savran, Gülnur; “Sosyalist Feminizm”, 11. Tez sayı 1, Kasım 1985, s.143
- Kaktüs sayı 1, Mayıs 1988, s.9
- Tüm çelişkileri emek-sermaye ana çelişkisine bağlayarak açıklayabilmek, insanoğlunun eriştiği en yüksek soyutlama gücüdür, yalınlaştırmadır; yoksa asla indirgemecilik değil. İndirgemecilik feminist ve sosyalist feministlerin önerdiği “cinsiyetçi sistem” çözümlemesine yakışır bir adlandırmadır. Feminizm, sosyalizmin bütünlüklü toplumsal projesini ödünç almakla, asla Gülnur Savran’ın iddia ettiği gibi mükemmel bir senteze ulaşmıyor, tam tersine en basit tanımıyla eklektizme saplanıyor.
- Bu maddelerin tümü 11. Tez sayı 9’da Maxine Molyneux’nün Sosyalist Toplumlarda Kadınlar: Teori ve Pratik Sorunları başlıklı yazısından derlenmiştir.
- St. George, George; Sovyetler Birliği’nde Kadın, El Yay. İstanbul 1987, s.115
- a.g.k., s.216
- Paker, Banu; “Örgütlenme”, Kaktüs sayı 7, Haziran 1989, s.67
- Savran, G.; a.g.m., s.149-15O
- Ecevit, Yıldız; “Kadın Örgütlenmeleri”, 11. Tez sayı 9, Şubat 1989, s.76
- a.g.m., s.79
- Zetkin; a.g.y., s.32O