Aydını, Gelenek‘in bu kitapta ana teması açısından bir kez daha kısaca tanımlamak istiyorum.
Aydın, bir taşıyıcıdır; taşıyıcı bir “zihin”dir. Yükü de, tarihsel gelişimin ve verili nesnelliklerin oluşturduğu bir bütün… Tarih ve gerçeklik, kendilerini en çok aydın zihnine yüklüyorlar.
Aydını bu “yük” kavramıyla birlikte ele alınca, ortaya oldukça kritik bir konu çıkıyor: Taşıyıcı zihin böyle bir yükle ne yapacaktır? Bir “boşaltma” süreci de sözkonusu mudur? Eğer öyle ise, aydının bu yükü boşaltmasını belirleyen koşullar nelerdir?
Bunlar önemli sorulardır.
Burada, kavrama özgü genellikler üzerinde çok oyalanmadan hemen daha özel bir alana, sosyalist mücadelenin aydınına geçiyorum. Oyalanmıyorum; çünkü sözgelimi bir sanatçının, kendi özgün duygu ve sezgileri ile “halhamur olmuş” yükü ne ise, bunu belirli bir üslupla belirli bir yapıta boşalttığını, orada kalıcılaştırdığını düşünmek güç değil.
Oysa sosyalist mücadelenin aydını bu anlamda bir sanatçı değildir. Dahası, böylesine özenmemelidir de.
Genel anlamda bir “aydın” kategorisi alınırsa, sosyalist mücadelenin aydını, bu kategorinin en cefakarı, kapıya dayanması muhtemel trajik durumlar karşısında da en dayanıklısı olmak zorundadır. Bir kere, yüküne seçmeci yaklaşamaz; tümünü almak zorundadır. Sonra, kurulu düzenin, burjuva sınıfının politikacısı da değildir; parçacı ve anlıkçı olmak, ona yasaktır.
Ama, bunlardan çok daha önemlisi var; işin özünü de orada aramak gerekiyor: Sosyalist mücadelenin aydını, bunca ağırlıktaki yükünü, başkalarıyla paylaşma anlamında, mutlaka “boşaltmak” zorundadır. En az paylaşılan yük, kendisiyle birlikte taşıyıcısını da çürüten bir fazlalık olur çıkar.
Trajik olan burada başlar. Taşınması gereken yükün ağırlığı ile paylaşım olanak ve araçlarının kısıtlılığı arasında çoğu kez görülen eşitsizlik, sosyalist mücadeledeki aydının en ciddi açmazlarından birini oluşturur.
Burada önemli bir noktayı atlamak istemiyorum: Sosyalist mücadelenin aydını, ama elbette gerçek aydından söz ediyorum, yükünü nasıl almışsa aynen öyle boşaltan bir marşandiz vagonu değildir. Yüklenme sürecini izleyen ya da onunla eşzamanlı olan son derece önemli bir işleme, çözümleme ve kurgulama süreci vardır gündeminde. Bu zihinsel emek süreci, sosyalist mücadeledeki aydının canalıcı işlevini oluşturur. Yük, ancak bu süreçle birlikte “boşaltım” aşamasına gelebilir. Ve, paylaşımı güçleştiren de bu süreçte ham yüke belirli bir biçimin verilmiş olmasıdır.
Çünkü, ancak biçim verilmiş, yeniden kurgulanmış bir yükün boşaltımı sırasındadır ki paylaşımcıların nitelikleri ve yeterlilikleri ön plana çıkabilir. Özellikle toplumsal mücadelenin kısır geleneklere dayandığı ülkelerde yetkin insanları yalnız bırakan, budur. Aldıkları yükü olduğu gibi boşaltanlar ise daha çok şarlatanlar, gevezeler ve sosyalizmin işportacılarıdır.
Bir kaç adım daha atılıp gündemin sınırları daraltılabilir.
Daha dar sınırlar içerisinde ise şu soruya yanıt aramak gerek: Türkiye’de, sosyalist mücadelenin aydınları arasında politik misyonlar yüklenmiş, çevrede “önder” olarak tanımlanan, daha deneyimli bir kesimi aldığımızda neler söylenebilir?
1961-71 döneminden süzülüp gelen bu kesimin, feleğin olmasa bile sosyalist aydınlar olarak Türkiye’de mücadele vermenin çok daha dar çemberlerinden geçtiği ortada. Bir kere sosyalist mücadelenin aydını, ülkesinin teorik yoksulluğu ve geleneksizliği nedeniyle, aldığı yükü işlemede olağanüstü güçlüklerle karşılaşmıştır. Türkiye’nin bu genel sorunu, tek tek sosyalist aydınlarda alabildiğine içselleşmiş, giderek “kişisel” görünüm vermeye bile başlamıştır. Bu çemberden geçebilenler, klasik trajedi ile yüzyüze gelebilmişlerdir: Yükün ağırlığı, hatta kimi durumlarda “hassas” niteliği ile, paylaşıma hazır nitelikli insan sayısı arasındaki eşitsizlik. Pek çoğu, yolun sonuna bu noktada gelmişler ve işin acıklı kısmı da gene burada bitmiştir.
Aynı açmazı, yükü bu kez olağanüstü cılızlıktaki omuzlara defi bela kabilinden dağıtarak aşma çabası ise, komedinin başlangıcını oluşturmuştur. “Tek çözüm” sanılan bu yol Türkiye sosyalist hareketinde inanılmaz “çözülme”lere, anlaşılmaz “terfi”lere, yarı öfkelendirici-yarı komik kariyer özentilerine neden olmuştur.
Bir yanıyla bakıldığında 12 Eylül bu tür çarpıklıkları su yüzüne çıkarıcı bir işlev görmüştür. Oldukça sevindiricidir; eleğin üzerinde gene de azımsanmaması gereken bir nicelik kalabilmiştir. Tüm celadetine karşın 12 Eylül, harekette, kadrolar düzeyinde, 60 öncesinde görülen türde ve boyutta kesin kopukluklar yaratamamıştır.
Gene de ortada çok tehlikeli bir başka durum vardır: Tüm risklerine ve trajedi olasılıklarına karşın, ağır yükünü işleme sonra da paylaşma aranışı içinde olması gereken kadrolar, tam tersi bir kolaycılığı 12 Eylül’le iyice pekişen düşük standartlarda rantiye yaşama eğilimini yeğlemektedirler.
Bir tür “diferansiyel rant”…
Günümüz Türkiye’sinde solun pek çok alandaki standartları da en geri, en düşük örneklere göre belirleniyor. Deneyim, bilgi, formasyon, beğeni, örgütçülük, vb. vb. Böylece solun deneyimli ve belirli ölçülerde yetenekli kesimleri, düşmüş standartların kendilerine yarattığı rantı sahiplenmeyi ve böyle idare etmeyi tercih ediyorlar. Demokratlığı da geçtik, liberalizmin garip bir türünün baştacı edildiği ortamda, diferansiyel rant “tutarlı demokrat” denilenlerden başlayarak “ben sosyalistim” diyenlere doğru, giderek büyüyor.
Gittiği yerlerde de oburca tüketiliyor. Bir tek “Albinoni” ve bir tek “Adagio” ile klasik müzikçi olunan, “geleneksel step kültürü” nü aşmak için ise kurbağa bacağı yemeyi yeterli gören bir toplumda, “sınıf”tan, “sınıfsallıklar” dan bahsetmek de kendi türünde bir rant sağlıyor…
Toparlamak mümkün: Bir yanda rantiye yaşamın rahatlığı, öte yanda demokratlaşma sürecinin 1961-71 döneminde yetişen “önder” olabilecek kesimlere de yavaş yavaş sirayeti, ortada çok ciddi bir boşluk yaratıyor. Bu boşluk, sözü edilen rantiye kesim ile, sosyalizmin kendilerine terk edilmesinden hayli mutlu görünen bir başka anlamda rantiye, eksantrik odaklar arasındadır.
Bu boşluk doldurulacaktır. Bu boşluğa yönelmek için kimseden icazet almak da gerekmiyor.
Baştaki aydın tanımına yeniden dönülürse: Bugünün görevi, tarihin ve yaşamın gerçeklikleriyle yüklü olanları rantiyelikten kurtarmak, yüklerinin kendilerini çürütmesini önlemek, onları paylaşım süreçlerinin içine sokmaktır.
Özetle, rantın her türüne son verebilmek için mutlaka “toprağı kamulaştırmak” gerekiyor.