1960’lardan başlayarak batı marksizminde ekonomizm üzerine geniş bir külliyat oluştu. Kimi lokal doğruların zaman zaman yakalandığını inkar etmek mümkün değil… Ancak bu yönelim, gerek bakışların ekonomizme çevrilmesine neden olan leitmotif gerekse eleştirilerin politik izdüşümleri gözönüne alındığında ne kendilerinin ne de “marksizmin” bunalımının aşılmasına hizmet etti.
Hizmet ettiği şey, batıda 60’lardan itibaren bilinen rotasına oturmuş bulunan politik yaklaşımların gereksindiği teorik barutu sunmak oldu.
Avrupa’da kitle ya da işçi hareketi açısından yüzyılın ilk çeyreğindeki konumundan oldukça farklı bir nesnellikle karşı karşıya olunduğunu herkes gözledi. Sosyalizme giden yolların çeşitliliği gibi tezler, zaman-mekan farklarının hesaba katılması anlamına gelemediği için bir canlanma da getirmedi. Marx’ın zaman zaman dile getirdiği “burjuvazinin kendi mezar kazıcılarını güçlendirmek zorunda” olduğu tezi vb. tezler önce ampirik düzlemden kalkılarak reddedildi.
İşte ekonomizm eleştirileri ve altyapının son tahlilde belirleyici olduğu tezinin boy hedefi haline gelmesi batı marksizmini rahatlatıcı bir işlevi bu yüzden gördü.
Proletaryanın tanımı (hizmet sektörü, beyaz yakalılar vb) uzun uzun tartışıldı. Bunu sınıf kavramının ve Marksizmdeki yerinin tartışılması izledi. Tıpkı sosyalizme giden farklı yollar tartışmasının sosyalizme gitmenin gerekip gerekmediğinin tartışılması ile noktalanması gibi.
Önce işçi sınıfının dinamizm göstermediği ve gösteremeyeceği kabul edildi. Sonra gözler hep bu dinamizm boşluğunu ikame edecek muadiller aradı. Marcuse gençliği buldu, öro-komünistler ittifak dediler; Gramsci’nin “tarihsel blok”undan destek almaya çalıştılar. Carillo, devletin ideolojik aygıtlarının devlete karşı çevrilebileceğini söyledi. Nüfusun önemlice bir bölümünün “proleter olmayan unsurlar”dan oluştuğu keşfedilerek, bu kesimlerin ihmal edilmediği politikalar üretilmesi gündeme geldi. Kadın ve çevre hareketleri de bu kervana katıldılar. Laclau’nun popüler “demokratik söylem”i ve popüler sosyalizmi gerçekte yukarda anılan birikimin derlenip toparlanmasından başka bir anlam taşımadı.
Yeni Solun Peygamberi: Laclau
Batı marksizminin ekonomizm eleştirileri gözönüne alındığında, belli bir kesimde otorite haline gelmiş olan Laclau’nun tezlerine kabaca da olsa bakmakta yarar var.
Miliband’ın, sayesinde çok şey öğrendiğini söylediği Miliband-Poulantzas tartışmasına Laclau taraflar üstü denilebilecek bir üslupla katıldı. Her iki taraftan da katıldığı ve katılmadığı yönler olduğunu söyledi. Laclau’nun Poulantzas’a yönelttiği en önemli eleştirilerden biri ekonomizmin sınıf indirgemeciliğini reddetmeyen bir eleştirisini yapmış olmasıdır. Laclau bunun Lukacs, Korsch gibi örnekleri de vererek, 20. yüzyıl Marksizminin tarihinde sık rastlanan hatalardan biri olduğunu ekliyor. Laclau’ya göre üstyapıların ve bilincin önemini ve özgüllüğünü vurgulamak yetmiyor; bunlara “sınıfsal aidiyet yüklememek” de gerekiyor.1
Laclau’nun Miliband-Poulantzas tartışmasına taraflar üstü bir pozisyondan katıldığını söylemiştik. Ancak kendisine biçtiği misyon bununla sınırlı değil. Formasyonunu batıda edinmiş bir aydın için oldukça iddialı sayılması gereken şu teze bakalım: “…Marksizm için, ideolojik pratiğin sınıf indirgemeciliğinin son izlerini de bir tarafa atacak özenli bir teori geliştirmek her zamankinden daha fazla önemlidir. Bu teori olmadığında işçi hareketi hem sekterizm hem de oportünizm hatalarına düşecektir. Eğer yaptığımız adlandırma doğru ise bu teorinin merkezini popüler-demokratik adlandırmaların özgül özerkliği teorisi oluşturmaktadır.”2 Laclau teorisiyle bir kurtarıcı, bir peygamber olarak ortaya çıkıyor. Popülerlikten “genele rengini çalmış olanı” da anlamıyor. Yani Laclau, popüler-demokratik adlandırmanın bir alanda sabitleşmesini istemiyor. Ele avuca gelebilen herhangi bir baskı grubu bile kendisine, Laclau’nun popüler-demokratik adlandırmasında yer bulabiliyor. Dolayısıyla yeni solun yeni peygamberi, geçmiş peygamberler içinde en çok Nuh peygambere benziyor. Öyle ya, herkese yer var.
Laclau tebaasının sınırlarını bu kadar geniş tutarken belki de öngöremediği bir biçimde Türkiye’den de yandaş buldu. Althusser örneği gözönüne alındığında aynı mekanizmanın Laclau için tekrar etmesini anlamakta aslında bir zorluk olmamalı.
Gramsci, üstyapılar teorisyeni olarak anıldı, Althusser, üstyapının görece özerkliği konusunda ısrar etti. Peki Laclau ne yaptı? Yaptığı artık üstyapının önemini vurgulamak değil, altyapının önemini sorgulamak anlamına geldi. Marksist sınıf kavramının en hafif deyimle başka türlü anlaşılmasına giden yol buradan geçti.3
Yerli Althussercilerimiz üstyapının görece özerkliği vurgusundan altyapının öneminin sorgulanmasına geçişte övgüye layık bir uyum gösterdiler. Şimdi yeni solun Türkiye’de biriktiren kesimdeki Laclau etkisi üzerine Belge’nin kimi yazılarına kısaca gözatalım. Belge, Sosyalizm, Türkiye ve Gelecek adlı kitabının birinci bölümünde Batı’da çelişkilerin antagonistleşmemesi ile ilgili düşüncelerini açıklıyor ve kendi deyimiyle birinci bölümde “kapitalizmin tadını çıkardığı istikrarın kökenlerini alışıldığı gibi ekonomik dalgalanmalarda değil, siyasi kültürde arıyor.”4 Yani altyapının değil üstyapının esas alındığı bir tahlil yapıyor. Belge’nin aynı biçimde üstyapıdan hareketle tahlil ettiği konular arasında faşizm de var. Almanya ve İtalya’nın geç uluslaşmış olma gibi bir ortak yanları olduğunu hatırlatıp faşizmin ortaya çıkışını açıklıyor: “… Geç uluslaşma tepkisi İtalya’da da faşizmi getirdi.” 5 Bu kadar da değil. İki faşizm arasındaki farkı “İtalya’nın daha sağlam sivil kurumlar ve gelenekler oluşturabilmiş olması” ile açıklıyor. 6 7
Belge, Laclau’nun hadisi üzerine sınıf indirgemeciliğinden köşe bucak kaçıyor. Konu proletarya olduğunda elveda demek gerekmediği konusunda bize teminat veriyor. Ancak, hizmet sektöründe çalışanların sayısındaki artış ile klasik mavi yakalı denilen işçi sınıfının “toplum içinde sayısal ve niteliksel önemi” azaldığı için “diğer kesimleri dikkate almayan klasik klişelerin” yetmediğini yazıyor. 8 Bu, Marksist sınıf kavramından sınıf indirgemeciliğinin son kırıntılarının da bir kenara atılmasının Türkçesi oluyor.
Diğer kesimler Laclau’nun da buyurduğu gibi dikkate alınacak. O halde üslup nasıl olmalı? Cevabı Laclau veriyor: Popüler-demokratik adlandırma. Belge de cevap veriyor: “…İlkin bir içerikten ve bu içeriğin kitlelere iletilmesinin en genel biçimlerinden sözediyoruz. Bu içerik aslında popüler-demokratik bir içeriktir.”9 “Sol, kültürel ve sanatsal kaynak olarak popüler kültürü seçmeli”10 Bunları yazdığı yerde, Süleyman Demirel’in Isparta’lı ağzı ile alay edenlerin, İngiltere’de Labour Party’nin pek çok ileri geleninin şiveli konuşmaktan gurur duyduklarını bilip bilmediklerini soruyor. Bu noktadan sonra popülizm ile araya sınır çekme çabası tüm anlamını yitiriyor.
Laclau ve Belge’nin yaklaşımları ile uyumlu ve aynı çerçevede yeralan başka örneklerden de sözetmek mümkün. Birikim’in Kasım 1989 tarihli 7. sayısında İrfan Yavru imzalı bir yazı yayınladı: ” ‘Devrimcilik’/’Reformculuk’ Ayrımı ve Devrimci Marksizm”. Yazıda “Marksizmin ekonomist yorumunda birleşen taraflar” ve “marksizmin ekonomist yorumu” gibi altbaşlıklar var. Başlıklardan Marx’ın ekonomist olmadığı, ama onun ekonomist yorumunun eleştirildiği izlenimi ediniliyor. Oysa Yavru ekonomizmin kaynağını Marx’a kadar uzatıyor. Marx’ın düşüncesinde teşhis ettiği ikili karakteri şöyle teşhir ediyor: “Bir yanda emeğin kapitalist yabancılaşmanın kritiğini yapan liberter Marx; öte yandan teknolojinin gelişimini, sermayenin iktidarının yaygınlaşmasını, onaylayan bir bakışla gözleyen Marx. Ekonomist yorum bu ikincinin üzerinde yükselir.”11 Ama bunun da nedeni var. “…Teknik karşısındaki mutlak onaylayıcı tavır, modernizme, üretimciliğe (prodüktivizm) ve bilime tapınma, ilerlemeci pozitivist felsefenin insanların algılama dünyasındaki yaygın hükmü… İşte Marksist dünya görüşünün doğduğu çerçevenin insanı, doğayı ve toplumu algılamasının ideolojik formları bunlardı.” Yani Marksizmin ekonomist yorumunun Marx’taki kökü bu tarihsellik ile belirlemiş oluyor. Dönüp dolaşıp yine altyapının sorgulanmasına geliyoruz.
Bu noktaya ileride dönmek üzere Yavru’nun yazısına başlık olan devrimcilik/reformculuk ayrımı konusunda Laclau’nun düşüncesine bakalım. Laclau iki kesimi de ekonomizm, sınıfsal politikalar takip etme ve popüler demokratik mücadeleyi ihmal etmek temelinde aynı kaba koyuyor.12 Yavru bu tezi “Marksizmin ekonomist yorumunda birleşen taraflar” ara başlığına alıp bir şekilde derinleştiriyor. Yazının başlığının diğer başlığı olan devrimci marksizm konusunda ise Yavru’nun yaptığı tanım şöyle: “…Devrimin; yerel geleneklerin direnişlerinin, ulusal mücadelelerin, kadın özgürlüğünün, ekolojist hareketin, kültür ve kimlik taleplerinin çok renkli çoğulculuğu içinde ortak bir akış olduğunu kavramaktır.”13 Bu tezde ne Laclau’nun ne de Belge’nin tezlerinden farklı bir şey söylemiyor. Bu bağlantıyı kurmak, eleştirileri incelenen tezlerin en yetkin ifadesine, orijinal kaynağa yöneltmeye olanak tanıyor.
Altyapının Önemi
Ekonomizm eleştirisi geleneğimizde vardır. Geleneksel solda ekonomizm eleştirisi siyasal boyutu ile nesnelliğe esir olmama, öznenin ve iradenin önemi; teorik ve felsefi boyutu ile yapılar arası ilişkide karşılıklı etkileşim, üst yapının önemi, eşitsiz gelişme; politik boyutu ile ise güncele hapis olmama, iktidar mücadelesini bir an bile unutmama ve bu anlamda güncel kazanımlara içerdiklerinden fazla önem atfetmeme gibi motifler içerir.
Yeni solun ekonomizm eleştirisinin bütün bunlarla hiç bir alakası yok. Tekrar etmekte sakınca yok: Artık gündemde olan üst yapının öneminin vurgulanması değil alt yapının öneminin sorgulanmasıdır. Sosyalizm ve komünizm ya da kapitalizm ile sosyalizm arasındaki farkı, yeni solun bu kanalı üst yapıdan hareketle nasıl açıklayacak? Doğrusu bu ya, artık bu tür farklarla pek alakaları kalmadı. Belge’nin söylediğine bakacak olursak popüler demokratik söylemi merkeze alan mücadele en uzun vadeli mücadeleymiş: Sosyalizm karşımıza, kadın, çevre hareketi, proleter olmayan kesimler ve proletaryanın kültür ve kimlik taleplerini, ama bunların tümünü hesaba katan politik tavrın ürünü olan, sabırla (belki de kuşaklar boyu) sürdüreceğimiz mücadelenin sonunda çıkacakmış. Bu tamıtamına geleneksel solun politik boyutu ile eleştirdiği ekonomizmin üstelik genelleştirilmiş halidir. Gündemde olan artık yalnızca işçi sınıfının değil, her kesimin, her katmanın, ve hatta tek tek bireylerin güncel kazanımlarının mutlaklaştırılmasıdır. Pek uzun soluklu olan bu mücadele sonunda meyvasını verecek: Sivil kurum ve gelenekler. Bu ise, ille ve en kötü olasılıkla faşizm gelecekse bunun daha önce sözü edilen, İtalya’daki gibi “demokratik” bir faşizm olmasını sağlayacak.
Yeni solun bu kanalı, bütün bunlardan sonra sormak gerekiyor, Marksizme ilişkin neyi alıkoydu? Belge, diyalektik materyalizmi bir kenara koyduğunu söylüyor; Laclau, sınıf kavramını Marx’ta olduğundan farklı biçimde ele aldığını saklamıyor. Zaten Belge ancak “…Bir çok alanda hala büyük ölçüde marksist yöntemle düşündüğümü söyleyebilirim.” diyebiliyor.14
Gerek Türkiye’deki kabasaba türevleri gerekse Laclau ele alındığında sözkonusu olan yeni solun en çapsız, en eklektik, en bilim dışı kanalıdır. Çapsızlığı ve bilim dışılığı öncelikle kendisini, insanlığın gelişimi boyunca sahip olduğu en işlevsel soyutlama ve yöntemlerden mahrum bırakıyor olmasının ürünü.
Ama bu kanal aynı zamanda yeni solun Avrupa’da politika üretmeye ve hatta örgütlenmeye en yatkın kanalıdır.15 Zaten bu kanalın varlık alanı, Markuscu, öro-komünist, sivil-toplumcu, çevreci, kadın hareketi vb. gibi bir birikiminin tümünü kucaklayacak teorik zemin boşluğudur.
Bu kesimin tezlerinin teorik eleştirisinde, oldukça anlaşılır kimi doğruları ayrıca açıklamaya çalışmaktan kaynaklanan can sıkıcı bir yön var. Batıda çelişkilerin antagonistleşmemesinin nedenlerini “…alışıldığı gibi ekonomik dalgalanmalarda değil siyasi kültürde” arayan biri nasıl eleştirilebilir? Sınıfları birbirleri ile mücadele etmekten alıkoyabilen bir siyasi kültürün olamayacağını ciddi ciddi tartışmak gerçekten çok can sıkıcı.
Oldukça önemli bir tuhaflığa da işaret etmek gerekiyor. Laclau’ya olabildiğinde sert eleştiriler yöneltilebilir. Ancak kendisini işçi sınıfı dışında bir dinamizm arayan koşullar düşünüldüğünde bir ölçüde anlamak (elbette haklı bulmak değil) mümkün. Ancak bu dilin Türkçe’ye çevrilmesi mümkün değil. Proletaryanın eski proletarya olmadığını bir Türk sosyalistinin “post-endüstriyel kapitalizme geçiş”, “hizmet sektörünün genişlemesi”, “robotizasyon”, “sanayi proletaryasının giderek azalması” vb. gibi parametrelerle açıklamasını ciddiye almak mümkün değil.
Sonuç Yerine
Yeni solun bu varyantı için Avrupa gerçekten bulunmaz bir pazar. Deyim yerinde ise arz da talebin oldukça yüksek olduğu bir zamanda ortaya çıktı. Ama Türkiye düşünüldüğünde bunu tekrar etmek mümkün değil. Burada iç pazarı gençliklerinde de Birikim okuyan devrimci demokrat kesimin tövbekarları oluşturuyor.
Yavru’nun deyimi ile “düzen içi değişikliklerin bile darbelerle yapıldığı”, “milyonlarca ecinni çıkartacak potansiyeli” barındıran; Belge’nin sözleri ile “siyaset geleneği şiddet ve hatta vahşet dozu içeren” Türkiye’de, Belge’nin yeni yönelimi gereği seviyesiz bulmaması gereken bir deyimle söylenecek olursa, “bu mal burada gitmez”.
Dipnotlar ve Kaynak
- E. Laclau; “İdeoloji ve Politika”, Belge yay, s.135
- a.g.e; s.153
- Laclau “sınıf indirgemeciliğinin son izlerini de bir tarafa atma” işini kendi zihni sözkonusu olduğunda tamamlamış görünüyor. Türkçe’ye de çevrilen İdeoloji ve Politika adlı çalışmasının 1981 tarihli Almanca baskıya önsözünde şöyle diyor: “Kanımca, özellikle faşizm ve popülizm incelemelerinde, geleneksel marksist sınıf kavramını harfiyen benimsedim ve hegemonyal güç olarak yalnız sınıfların kurulabileceğini varsaydım. Bazı yeni çalışmalarımda bu betimlemeyi değiştirdim.” (E. Laclau; “İdeoloji ve Politika”, Belge yay., 1985, İst., s.7)
- M. Belge; “Sosyalizm, Türkiye ve Gelecek”, Birikim yay, s.256
- a.g.e; s.97
- a.g.e; s.97
- İtalya’nın “daha sağlam sivil kurumlar ve gelenekler oluşturabilmesi”nin İtalya’ya getirdiği kazanç Hitler’inki kadar “total”, onun kadar “ezici” olmayan bir faşizm oluyor. (Belge, Sosyalizm, Türkiye ve Gelecek, Birikim yay., s.97) Demek sivil kurum ve geleneklerin varlığı faşizmin ortaya çıkıp çıkmamasını değil, yalnızca biçimini belirtiyor. Belge, Mussolini’nin Hitler’den çok daha kültürlü olmasını da ekleyebilirdi.
- a.g.e; s. 191
- a.g.e; s.236
- a.g.e; s.249
- İrfan Yavru; ” ‘Devrimcilik’/’Reformculuk’ Ayrımı ve Devrimci Marksizm” Birikim, sayı 7, s.17
- Laclau; a.g.e, s.138
- İ.Yavru; a.g.m, s.21
- Belge, Tarihten Güncelliğe, s.43. Belge’nin kendi deyimi ile hâlâ büyük ölçüde marksist yöntemle düşündüğünü düşünmesinin nedenini sanırım buldum: Belge Marx’ın çalışmalarına altyapının analizi ile başladığını, ama ne yazık ki niyeti olduğu halde üstyapıya ilişkin eserler yazmaya ömrünün vefa etmediğini yazıyor. (Belge, Sosyalizm, Türkiye ve Gelecek, Birikim yay., s.160) Belge, marksizm ile arasındaki bağı ancak bu manasız spekülasyon ile kurabiliyor.
- Parti kurma girişimlerini, daha hafif, daha popüler üslubu ve en önemlisi daha politik kimliği ile Belge “pratik”e 80 öncesinden daha yakın görüyor.