TARTIŞMAYA DIŞARIDAN KATKI: BİR YOLDAŞIN MEKTUBU
Görüş’ün Kasım sayısında Sayın Ahmet Kaçmaz’ın iki yazısı çıktı. Bunlardan ilki sosyalist demokrasiye ilişkindi ve sosyalizmi siyasal içerik ile araçlarından arındıran liberallikte tezler ileri sürülüyordu.
İkinci yazı Macaristan’a değiniyor ve Kaçmaz haklı olarak Macar komünistlerine(!) kızıyordu. Bir de bir tepkisi vardı ve insanların Macar komünistleri gibi gömlek değiştirircesine düşünce değiştiremeyeceğini yazıyordu Kaçmaz, buna inanmadığını belirtiyordu.
Değiştirilen gömleklerden söz açılması nedeniyle, Kaçmaz’ın sosyalist demokrasiye ilişkin yazdıklarına koşut bir mektubu buraya koymak zorunluluğunu hissediyorum.
C.H.
1996’da yıllar önce tanıştığım bir yoldaştan uzunca bir mektup aldım. Yazdıkları, ülkesinde yaşadıkları “zorlu” mücadelelere ilişkindi. Dersler çıkarılması gereken bir deney olduğu için bu mektubu olduğu gibi aktarıyorum.
“Dostum,
Son görüşmemizde, yani bundan yaklaşık yedi-sekiz yıl önce sana ülkemdeki değişikliklerden sözetmiştim. Sen de bana değişikliklerin ülkemde değil, “bizim” düşüncelerimizde gerçekleştiğini söyleyip durmuştun. Aslında sen de hak veriyordun, dünyada önemli değişiklikler oluyordu. Ama bir türlü bu değişikliklerin bizim düşüncelerimizde köklü dönüşümlere yol açmasını içine sindiremiyordun.
Şimdi kimin haklı olduğunu bulmaya çalışıyorum. Şu geçen yıllar içerisinde o kadar ilginç ve önemli şeyler yaşadım ki, bunları sana ayrıntılı bir biçimde yazarak kafamdaki soruların cevabını bulmakta yardımına başvurmak istiyorum.
Dostum, bildiğin gibi 1990’dan itibaren partimiz yasallık kazandı ve üzerimizde uzun süredir varolan bir yük kalkmış oldu. Geçmişteki hatalardan (sen bu lafıma kızacaksın biliyorum) olabildiğince arınmış bir biçimde, yepyeni bir ruhla çalışmaya başladık. Kısa kesiyorum, belli bir süre sonra partimiz çalışmaların meyvesini toplamaya başladı. Üye sayımız artıyor, parti yayınları büyük ilgi görüyor ve kitlesel gösterilerimize her geçen gün daha fazla insan katılıyordu. Daha önce sana söylediğim “solun bölünmüşlüğü”, partimizin iç gruplaşmalara hoşgörülü yapısı ve sekter grupların giderek tüm etkinliğini kaybetmesi ile ortadan kalkmıştı. Sol dendiğinde akla partimiz SYGP geliyordu. Ha, bu arada söylemeyi unuttum, partimizin adı daha toparlayıcı olsun diye Sosyalizmden Yana Güçlerin Partisi şeklinde değiştirilmişti.
Partimiz 1991 sonbaharında ilk ciddi sınav ile karşı karşıya geldi. Yapılacak olan genel seçimler demokrasi güçleri ile tutucular arasındaki çekişme nedeniyle büyük bir önem taşıyordu. Her ne kadar yasallığımızı tutucu bir hükümet sayesinde kazandıysak da, parti yönetimimiz sosyal demokratlar ile tutucular arasındaki mücadeleden tutucuların galip çıkması durumunda, elde ettiğimiz kazanımların güme gideceği tespitini yapıyordu. Çalışmalarını hızlandıran partimiz seçimlere kısa bir süre kala “demokratik kazanımların tehdit altında olması gerekçesiyle tüm oyların sosyal demokratlara akması ve güçlerin bölünmemesi” çağrısında bulundu. Tabi, sosyal demokratların halkın çıkarlarına ters uygulamalarından hiçbir biçimde sorumlu olmayacağımız da ekleniyordu.
Sonuçta sosyal demokratlar seçimlerden birinci parti olarak çıktılar. Ancak hükümet olmak sağcı bir koalisyona düştü. Sevgili dostum, partimiz liberalizm ile tutuculuğun içiçe geçtiği bu birkaç yıl içerisinde tam anlamıyla bir kitle partisi haline geldi. Üye sayımızda büyük bir artış vardı. Ancak bu sayıdan yola çıkarak toplumdaki güçler dengesinin bizim lehimize nasıl bir gelişme gösterdiğini anlamak çok zordu. Parti organlarında toplumdaki destekçilerimizin oranına ilişkin ciddi bir tartışma sürüyordu. Bu oranı belirleyebilmek için karşımıza çıkan üç fırsatı, genel-yerel-ara seçimleri sosyal demokrasiyi desteklemek görevi nedeniyle kaçırmıştık. Şimdi partimiz çok önemli bir dönemeç noktasına gelmişti: Bir güç değerlendirmesi!..
Sorunun ciddiyeti ve tartışmadaki tansiyon parti içerisindeki küçük bir azınlığın “partimizin artık iktidarın eşiğine geldiği”ni iddia etmeleriyle iyice arttı. Parti çoğunluğu bu maceracı görüşleri kısa sürede mahkum ettiyse de, gücümüzü nasıl sınayacağımızı birbirimize sormadan edemiyorduk.
Parti yönetimi bir sonraki seçimleri beklemek yerine, partinin nüfus çoğunluğunu kazanıp kazanmadığını belirlemek üzere bir araştırmaya gidilmesi kararı almak zorunda kalmıştı. Araştırmanın yöntemleri konusunda partililer birbirinden değişik öneriler yaptılar ve sonuçta ülkenin dört bir yanına on binlerce sandık konuldu. Sandığın üzerinde “sosyalizmden yana mısınız?” sorusu yazılı bir afiş vardı. Yapılacak iş bu soruya verilen yanıta göre “Evet” ya da “Hayır” yazılı pusulaları sandıktan içeri atmaktan ibaretti. Her sandığın başında parti üye veya yandaşı bir arkadaşımız bekliyor ve sonuçları etkileyecek tecavüzlere karşı sandıkları koruyorlardı.
Sonuçta sandıktan yüzde 43.4 “Evet” çıktı. Ve işler iyice karıştı. Bu sonuç ne anlama geliyordu. Bunu saptamak için parti MK’sı olağanüstü toplandı ve 43.4’ün anlamını tartışmaya başladı. Hatırladığım kadarıyla bir hafta kadar süren tartışmalarda ortaya birçok görüş atılmıştı.
Bunlardan ilki, yüzde 7’lik bir oy artışı için mücadelenin “hemen şimdi” hızlandırılması gerektiğini savunan görüştü. Benim değerlendirmeme göre bu görüşü savunanlar programımızı ortodoksça yorumlayanlardı. Bunların tam karşısında ise yüzde 7’lik bir oran için, olgunlaşan bir devrimci durumun (bu kavram partimizde yeni politik kültür egemen olduktan sonra ilk kez telaffuz ediliyordu) değerlendirilmemesini cinayet olarak nitelendiren bir grup vardı. Bu grup yeni düşünce konseptinin dogmatikçe ele alınamayacağını ileri sürüyorlardı.
Bir de sandıktan çıkan sonucun bilimselliğini kabullenmeyenler vardı. Bu kategoriye girenlerin bir bölümü “sosyalizmin yandaşlarını saptama sandıkları”na daha çok, sosyalizme sempati gösterenlerin oy attığını, bu nedenle parti yandaşlarının daha az olduğunu iddia ediyorlardı. Diğer bir bölüm ise sandıkların coğrafik dağılımında önemli yanlışlar yapıldığı kanısındaydılar.
Tartışmalar giderek gerginleşmeye başlamıştı. Kimi yerel yöneticilerden “ortalık toz duman içinde, partimiz halkın çoğunluğunu arkasına alıp almadığına karar versin” yakınması gelmeye başlamıştı.
Görüşmelerin sonuna gelinmişti. MK üyeleri kesin karar için oylamaya geçilmesini beklerlerken genç bir MK üyesinin sesi duyuldu. Dün gibi hatırlıyorum dostum. Genç üye, “böylesine ölümcül bir konuda MK karar verme yetkisini kimden aldı” diye haykırmıştı. Açık söyleyeyim, o an yöneticilerimizin yerinde olmak istemezdim. Hepsi ayıp birşey yapmışcasına kıpkırmızı kesilmişlerdi. Genç MK üyesinin demokrasi dersi anlamlı olmuştu. Kısa bir süre sonra MK demokratik geleneklere uymayan çalışma tarzını mahkum etmiş ve yanlış hatırlamıyorsam 313 nolu genelgeyi yayınlamıştı:
Partimizin, ülkemizin içinden geçtiği bunalımlı dönemdeki tavrını ve devrimci bir kalkışmayı hak edip etmediğini saptamak üzere bir süredir MK bünyesinde süregelen tartışmalardan bir sonuç alınamamış ve bu konuda sağduyu sahibi üyelerimizin karar vermesinin en ilkesel tutum olacağı ortaya çıkmıştır. Tüm üyelerimiz, halkın çoğunluğunu arkaya alıp almadığımıza ilişkin düşüncelerini “ALMIŞTIR”, “ALMAMIŞTIR” pusulalarını parti birimlerinde kurulan sandıklara atarak ifade edeceklerdir.
Sevgili dostum, sosyalizm yandaşlarını belirlemek için hazırlanan sandıklar bu kez parti binalarına taşındı ve iki gün süren bir oylama yapıldı. Hepimiz çok büyük bir heyecan içerisindeydik. Kimi MK üyeleri şimdiden hazırlıklara başlamanın gerekliliğini savunuyorlar, kimileri ise parti üyelerinin şimdiye kadarki tepeden inme devrimlerin akıbetinden gereğince ders aldıklarını, yeni bir maceraya izin vermeyeceklerine güveniyorlardı.
Sabaha karşı sayım tamamlanmak üzereydi. Partimizin ve ülkemizin kaderi belki de şu birkaç saat içerisinde çizilecekti.
Aslında çizildi de… Ben o sabah erken saatlerde parti il örgütünde yarı uykulu vaziyette sonucu bekliyordum. Bizim ilde partililerin önemli bir bölümü çekimser kalmış, ancak yüzde 22’si “arkamıza aldık”, yüzde 19’u ise “almadık” düşüncesini ifade etmişlerdi.
O sırada il örgütünün telefonu çaldı. Arayan partili arkadaşımız hemen radyoyu açmamızı istiyordu.
“Emir ve komuta zinciri içerisinde…”
Başkaları partimizden önce karar vermişti girişimde bulunmak için.
Partimiz için zor günler başlamıştı dostum. Dişe diş bir mücadele ile elde edilen demokratik kazanımlar, haklar, yasallık, yeni politik kültür ve bunların konseptleri, hepsi ama hepsi bir anda önemini kaybetmişti… Bundan sonra…”
Bundan sonrası posta idaresinin azizliğine uğramıştı. Mektup bir biçimde ıslanmış ve yaklaşık bir buçuk sayfası okunmaz hale gelmişti. Benim için büyük bir talihsizlikti bu çünkü, arkadaşım bu beklenmedik kesintiden sonra ülkesindeki sosyalist kuruluş günlerini anlatıyordu. Böyle bir partinin devrime nasıl öncülük ettiği işin en ilginç yanıydı ve ben bunu öğrenemiyordum! İzleyebildiğim kadarı ile faşist darbeden yaklaşık iki yıl sonra arkadaşımın ülkesinden çelişkili haberler gelmeye başlamış ve kimse tam olarak neler döndüğünü anlamamıştı. Sonra hepimiz yeni iktidarı selamlayıvermiştik. Arkadaşımın mektubu şöyle devam ediyordu:
“İktidarı almamızdan sonraki dört yıl içerisinde sana anlatmam gereken son derece çarpıcı şeyler yaşadık.
Doğu Avrupa’daki tepeden inme devrimlerin yaşadığı trajedi, bizim sorumluluğumuzu artırıyordu. Bu nedenle yaşamın her alanında dikkatli ve titiz olmaya çalışıyorduk.
Önce siyasal yapıdan sözedeyim. Devrimden sonra bizim dışımızdaki partilerde çok büyük bir karmaşa yaşandı. Halk Temsilcileri Kongresi aldığı bir kararla Faşist Parti’yi kapatmıştı. Diğer partiler ise 6-7 aylık bir yeniden yapılanma süreci geçirdiler, yeni isimler aldılar. İlk yıl sonunda partimiz SYGP dışında, sosyal demokratlar, şeriatçılar, liberaller, muhafazakârlar ve radikal yeşilciler (bir bölümü partimiz içerisine katılmıştı) birer parti olarak ortaya çıkmışlardı. Bunların dışında küçük radikal sol çevreler vardı. Bunlar partinin tüm birlik çağrılarına kulak tıkayan sekter gruplardı.
Partimiz devrimden sonraki kargaşa ortamında, diğer siyasal güçlerin şaşkınlığından yararlanarak iktidar tekeli kurma yoluna girmedi. Devrimden sonra oluşturulan geçici hükümette 11 SYGP’li üyeye karşılık 4 sosyal demokrat, 3 muhafazakâr, 2 liberal, 2 yeşilci ve bir dinci üye bulunmaktaydı. Başlatılan sosyalist dönüşümler geniş kesimlerin desteğini alarak yapılabiliyordu. Tabi hükümetin bileşiminden anlayabileceğin gibi, devletleştirmeler vs. gibi adımların atılması yeşillerin tutumuna bağlı oluyordu. Ama parti, inatçı ve ikna edici bir çalışma ile halkın, emekçi kesimlerin desteğini alarak bir dizi reform yapmayı başarmıştı.
Stratejik sektörlerde üretim araçları kamu mülkiyetine geçmiş, tarımda ise küçük üreticiler kooperatifleşme hareketi ile zengin köylülük karşısında rekabet edebilir hale gelmişlerdi. Bu uygulamalarda ilk hedef, sanayi hatta tarımdaki tekelleşme süreçlerini durdurmak ve sosyalist ekonominin temellerini inşa etmekti.
Partimiz, diğer partiler toparlanma sürecine girdiklerinde en cesur kararlardan birisini aldı ve bir yıl içerisinde serbest seçimler yapılmasını kararlaştırdı. Bu kararla birlikte ülkede mevcut olan 71 eyalette Yerel Halk Konseyleri kuruldu ve bunlara adli, ekonomik ve idari alanlarda geniş yetkiler verildi. Ayrıca bu 71 eyalet üç özerk cumhuriyet halinde toplandı ve ulusal sorunun radikal bir çözüme kavuşturulması için önemli bir adım atıldı.
Tüm bu adımlardan sonra neler olduğunu ne kadar izleyebildin bilmiyorum dostum. Ancak sana yazmadan edemeyeceğim şeyler var.
Bir kere devrimden sonra üç seçim yaşadık. Her birinde ülkede yönetim değişti. Partimiz ilk seçimlerde, en çok oyu almasına rağmen sosyal demokrat-liberal-muhafazakâr bloğu karşısında muhalefete düştü. Sonraki seçimler iki yıl sonra oldu ve bu kez yeşillerin de desteği ile iktidara geldik! Ancak kısa bir süre sonra muhalefetin baskısıyla yapılan erken seçimler muhafazakâr-liberal koalisyon ile sonuçlandı. Şu anda partimiz bildiğin gibi muhalefette ve kimi toplumsal kazanımları koruma mücadelesi veriyor.
Bu arada ekonomik anlamda ciddi sıkıntılar içerisindeyiz. Şu kadarcık yıl içerisinde değişen iktidarlar yüzünden kilit sektörlerde kamulaştırmalar ve özelleştirmeler birbirini izledi ve işler arapsaçına döndü. Şu anda kapitalistlerde ciddi bir girişim korkusu var. Adamlar haklı, bizim olası bir iktidarımızda yine her şey sil baştan. Biz ise yönetimde olduğumuzda üretim süreci üzerinde herhangi bir kontrol kuramadık, sonuçta verimlilik azaldı. Kimi fabrikaların kapısına kilit vuruldu ve bu arada bazı merkezlerde işçiler “belirsiz” durumu protesto etmek için fabrikalara el koydular. Şimdi programında özel teşebbüsün korunması ve geliştirilmesi olan yeni hükümet, kimi düzenlemelerle ve yabancı sermayeyle ilişki kurarak özelleştirmeleri uzun vadede garanti altına almak istiyor, partimizin buna karşı nasıl bir politika geliştireceğini ben de merak ediyorum.
Siyasi açıdan en önemli sorunlarımızdan bir tanesi, yaklaşık 20 eyalette Yerel Halk Temsilcileri’nin muhafazakâr ve şeriatçı güçlerin elinde toplanması. Buralardaki partili arkadaşlarımızdan önemli bir bölümü birkaç ay önce “kamu düzenini bozmak” suçundan yargılanarak mahkum edildiler. Buna karşı parti meşru zeminde ne yapılacağını araştırıyor. Üstelik eğitimde de yerel temsilcilerin kararı yüzünden gerici bir müfredat uygulanıyor.
Çözdüğümüzü sandığımız etnik sorunlar ise, belki farkediyorsundur, bizi çok güç durumlara düşürdü. Üç cumhuriyetten ikisinde, bizi muhalefete iten her iki seçim sonrasında da “ayrılma hakkı”nı kullanmak isteyenler iktidara geldiler. Ve “birlik” iki kez (ve hâlen) dağıldı. Bu, ülkenin ekonomik-askeri ve diplomatik etkinliğine ciddi darbeler vuruyor. Herhalde geçen olimpiyatların ortasında “birlik” bayrağı altında yarışırken, “ayrılma” kararı yüzünden kendi bayraklarını kullanan sporcuları izlemişsindir. Çok sıkıntı verici…
Neyse, sorunlarımızı daha fazla anlatarak seni üzmemeliyim. Biz, her şeye rağmen gelecekten umutluyuz. Önümüzdeki genel seçimlerde umduğumuz patlamayı yapınca, işe bıraktığımız yerden devam edeceğiz. Sonunda mutlaka toplumsal tabanımızı kalıcılaştıracağız.
Haksız mıyım?
Lütfen ne düşünüyorsun yaz…
Sevgiler…”