Bu çalışmanın kapsamı yalnızca konuyla ilgili bir ilk adımın dayanak noktalarını göstermek olabilir: Bir; teorinin içinden, iki; sosyalizm mücadelesi tarihinin biriktirdiği deneyimlerden, üç; sınırlı da olsa bugünün verilerinden yola çıkarak.
Bu sınırlamanın bir anlamı / gerekçesi var. Bugün sendikal mücadele alanına politika düzeyinde yapılacak somut müdahaleler, bir güç ilişkisinin konusudur. Sosyalistlerin bugün mevcut gündemi “hareket boyutunun” güdüklüğüyle sınırlanmış durumdadır. Öyleyse her alanda olduğu gibi sendikal alanda da global bir politikayı hayata geçirmenin temel koşullarından bazıları henüz tam olarak oluşmamıştır. Bu koşullardan ilki üretilen politikaları bizzat somuta ayarlayacak, sözkonusu alanlarda etkin bir varlık tarzıdır. Bu koşul oluşmuş değildir.
Sonuçta bugün sosyalistler için içe dönük varlık tarzının aşılamamış olduğu bir veri olduğuna göre, belirli bir alana yönelik politikalar tasarımı bu varlığa dışa ve sınıfa dönük örgütsel bir biçim kazandırma sorunu ile birlikte ele alınmak durumundadır.
Bugün sosyalist hareketin asli politik açılımları olan, Legal Sol Parti, artı birlik hedefleriyle ilgili katedilen mesafe, bu mesafede elde edilen politik bir odağın oluşması güçlendirilmesi (örn. ortak yayın) yönünde kısmi kazanımlar, sosyalist hareketin sınıfa dönük yüzünde operasyonel bir zenginleşmeye yolaçacak dolayısıyla politika üretme ve yapma olanakları ve araçları açısından hareket alanının genişlemesini getirecektir. Bugünden gündeme getirilecek olan hedefler ve beklentiler dizisi sosyalist hareketin bütününü kapsayan global öngörüler / hedefler ile bir bütünlüğe oturtulmalıdır.
Yine de politika arayışının kendisi zenginleştirici bir etmen olarak spekülasyonu belli ölçüde içeriyor. Bu çalışmanın temel eksiği olan somuta tekabül edememenin böyle bir noktanın zorlamasıyla giderilebileceğini umabiliriz. Tabi bu zorlamalarla, sosyalist hareketin sınıf içinde halen sınırlı olan etkinliğinin toparladığı güç ve verilerin çakışmasının sağlanabilmesine bağlı.
Teori ve teori tarihinin içinden seçilecek bir başlangıç noktası konumuzla ilgili sadeleştirici bir arka planın oluşması bakımından anlamlıdır. Sadeleştirici, çünkü konuyla ilgili evrensel ilkesel bir çerçeve sınıf-bilinç ve sınıf-siyaset ilişkilerinin eksenine oturuyor. Tartışmanın bütün versiyonlarının dönüp dolaşıp geçtiği yer sendikal bilinç ve sınırları ile ilgilidir. Bu konuda sağlanacak bir ön netleşme günümüzde işyeri komiteleri, konseyler, sovyetler vb. türünden bir terminolojiyle sürdürülen tartışmalarda aşırı teorik zorlamalar, sınıf mücadelesi tarihine rastgele göndermeler sonucu oluşan pozisyonların birçoğunu geçersiz kılacaktır.
Yine de geçersizliği tescil eden tek başına teorik tutarsızlık değildir, teorik olarak nasıl gerekçelendirilirse gerekçelendirilsin bugün sınıfla ilişki kurma sorununu çözmek üzere ortaya atılan politikaların, yapılan denemelerin reel anlamlılık dereceleri de önem taşıyor. Bu konuda başta söylenenler hatırlanabilir. Başka türlü tekrarlayalım; sorun ”doğru politika”yı bulmak sorunu değildir. Sorun, sosyalist hareketin mevcut donanım versiyonunu sınıfla bağ kurma düzleminde ilerletici politik adımları formüle etmektir.
Teoriden başlayabiliriz…
Marx ve Engels’in işçi sınıfına yönelik ilgilerinin oluşmasının arka planında büyük bir tarihsel dönüşüme tanıklık yatar. Marx ve Engels’in düşünsel gelişimleri burjuva devrimlerinin açtığı ufuk ve Avrupa üzerinde yarattığı dalganın izlerini taşımaktadır. Geri bir ülkeden yapılan bu tanıklık, politik pratik olmayan ama daha çok teorik bütünsel bir kurgunun ana temasını sunar. Toplumsal kurtuluş anahtarının burjuva devrimleri ile birlikte devletle ayrışan sivil toplumun içinde barındırdığı ve giderek antagonistik olduğunu, yani aşılmasında tarihsel toplumsal bir sıçramanın zorunlu olduğunu keşfettikleri çelişkide yattığını görürler. Bu çelişkinin bir tarafı dolayısıyla sıçramanın öznesi proletaryadır. Bu sınıf yaşanan hızlı dönüşümle varlığını somut bir gerçeklik olarak duyurmakta, toplumsal mücadele içinde elde ettiği etkin ve giderek merkezi konum ile, Marx’ın büyük ölçüde Alman düşünce geleneğinin sunduğu araçlarla ulaştığı sonuçları adeta kanıtlamaktadır. Marx ve Engels’teki nesnellik ve bunun türevi olarak “gerçek hareket” vurgusu bu nedenle yersiz değildir.
Marx ve Engels içinde yaşadıkları dönemde güçlü bir veri olan sendikal harekete de, kapitalist gelişmenin yerleştirdiği çelişkilerin bir tezahürü olarak baktılar. Yani sendikal hareket, sınıf hareketinin bir biçimi, nihai hedefe uzanan tarihi doğrultunun bir parçası olarak ele alındı.
Her şey bir yana bu, sendikal hareketin oluşumu ve gelişmesinin olgusal olarak desteklediği bir görüş açısıydı. Sendikal mücadele, küçük üreticiliğin kapitalist sanayinin ezici üstünlüğü karşısındaki gerilemesinin ve çözülmesinin yarattığı kitlesel tepki düzeyinde şekillendi. Geleneksel küçük üreticilerin üretim araçlarından kitlesel kopuşu, sendikal bilincin sınırlarının başlarda geçmişe özlem, sanayinin ortaya çıkardığı görüngülere şiddetli tepki olarak çizse de (makina kırıcılığı), çok geçmeden, sanayi devriminin ilerlemesi ile bu sınırları parçalandı ve işçilerin bir sınıf olarak hareket edebilecekleri bir dayanışma çizgisine ulaştı. Henüz yitirilmiş olan üretim araçlarını yeniden elde etme ve geleneksel üretimi muhafaza etme mücadelesi, emeğin “tam karşılığını” alma mücadelesine dönüştü.
Marx da Engels de sendikal hareketin, kapitalist sanayileşmenin doğurduğu çelişkilerden kaynaklanmakla beraber, sendikal bilincin bir çırpıda bu çelişkilere uzanamayacağını defalarca vurguladılar. Ancak bu, yine de sendikal hareketin, sınıf mücadelesinin nihai kurtuluşa yönelen ilk adımlarından biri olarak önemsemelerine engel olmadı. Dahası sendikal mücadelenin kendi doğal sınırlarını, çerçevelediği gerçek hareketin yasası gereği, parçalayacağı, üst biçimlere evrileceği beklentisini taşıdılar.
Neydi bu unsurlar?
Marx ve Engels işçi sınıfına bakarken ekonomi politik eleştirisinin kazandırdığı silahları, sınıfın kendiliğinden hareketinin gelişimi ile kesiştiği diğer sosyalizm kuramlarına yönelttiler. Bu kuramlarda burjuva toplumunun olurlanmasını gördükleri ölçüde eleştirileri sivrildi.
Örneğin, marksist ücret kuramında, işgücü bir meta olarak tanımlandığı ölçüde, ücret savaşımını temel alan sendikal mücadele, sistemin dışına koyulamaz. Bu kuram çerçevesinde sendikalar kapitalist toplumun ayrılmaz parçası haline gelirler. Yıllar sonra Gramsci bu yalın argümandan yola çıkarak sınıfın sendikalara alternatif örgütlerini (konseyler) tarif etmeye koyulur.
Bunun kuramın bir çelişkisi olduğu söylenebilir mi?
Teorinin farklı departmanları arasındaki eşitsizlik bir tutarsızlık kaynağı olarak görülebilir. Yoksa Marx ve Engels kapitalizm eleştirilerinin içerdiği radikalizmden hiç bir zaman vazgeçmediler. Sendikal mücadeleye bakarken sergiledikleri iyimserlik, onların sınıf-bilinç ilişkilerine bakışlarından kaynaklanmaktadır.
Marx ve Engels’e göre sendikal (kendiliğinden) bilinç ile sosyalist bilinç arasında bir süreklilik vardır. Bu süreklilik içerisinde ortaya çıkan engeller dışsal, “gayri yasal” olarak görülürler. Marx böyle bir yaklaşımla, I. Enternasyonal’in son döneminde geçmiş pratiğe bakarken, elde edilen deneyimin sınıf hareketinin kendisinin onu sınırlayan doktrinleri aştığını gösterdiğini ve bunların sınıf hareketinin ilerleyişi karşısında artık gericileştiklerini söylemektedir.
İşçi sınıfı kendi kurtuluşunu kendi elleriyle hazırlamaktadır ve bu sürece yönelik içeriden (bilince dair) tehditler “gerçek hareketin” zorunlu bir sonucu olarak aşılacaktır.
19. yüzyıl marksizminin sınıfa yönelik bu yerleşik bakış açısı daha sonraki deneyime önemli sorular devretti. Sorular kapitalizm eleştirisinde temsil olunan bir tarih bilincinin kapsayıcılığı ile sınıf bilincinin kısmiliği arasındaki mücadele pratiğinde gözlenebilir olan boşluktan türediler. 19. yüzyıldan 20. yüzyıla dönerken mevcut pratiklerin desteklediği bir dizi tartışma bu konuda, bir ucu 19. yüzyıl marksizminin kitle retoriğinde ifade bulan, diğer ucu zamanı için henüz yeni olan fakat Ekim Devrimi ile birlikte geleneksel teorinin bir parçası haline gelen bir öncülük kavrayışında temellenen bir farklılaşma yarattı.
Tartışmaların tutanağı
Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin oluşması ve yükselişi, uluslararası sosyalist hareketin tarihinde önemli bir kesit oluşturur. Yalnızca, II. Enternasyonal’den ve reformizmden kopuşun yolunu döşediği için değil. Bir, ulusal bir farklılaşmanın oluşması, sosyalist hareketin diğer seksiyonlarına bilgi deneyim aktaracak bir merkezin belirmesi açısından, iki, siyaset alanında hızlı yükselişin devrimcilik-reformculuk tartışmasının ötesinde sınıf-siyaset ilişkisini işçi sınıfı tartışmasının merkezine sokmuş olması bakımından. Siyaset pratiğinin yasaları ilk defa bu dönemde canlı bir tartışmanın konusu oldular. Strateji, taktik vb. askersel terminoloji literatüre bu dönemde geçti.
ASDP’nin işçi sınıfı hareketine bakışı, sınıfın kendiliğinden hareketi ve onun örgütleri ile siyasal mücadelenin organları (parlamentoda temsil olunan bir işçi partisi) arasındaki ilişkiyi bir işbölümü mantığına dayandırır. İşçi sınıfı toplumsal dönüşümün olanağını yaratacak bir basıncı ekonomik mücadeleler alanında oluşturacak, siyaset pratiği ise parlamenter bir tarzda, sınıfla bağların genişletilmiş bir parti tarafından doldurulacaktır.
Bu bağlamda işçi hareketi ile marksist hareket arasındaki “ikiliği” formülleştiren ilk teorisyenlerden biri Kautsky oldu. Lenin Ne Yapmalı’daki ekonomizm ve kendiliğindencilik eleştirisinde Kautsky’nin bu formülünden yararlanır: ASDP pratiğinde kalıcı olarak kavranan bu ikilik burjuva siyaset normlarına tatbik edilerek reformizmi doğurur. Lenin’de ise, teorik düzeyde devralınan bu ikilikte devrimci durum kavramlaştırmasında temellenen bir sıçrama gizlidir. (Buraya ileride dönülecek)
Bir başka süreklilik teması: Geçiş talepleri
Geçiş talepleri formülü her ne kadar Troçki’nin adıyla anılsa da, kendiliğinden bilinç ile sosyalist bilinç arasında süreklilik ilişkisini varsayan bir formül olması bakımından kaynağı Rosa Luxemburg’a uzatılabilir. (Troçkist yorumcular da, “devrimci marksist geleneği” ASDP içindeki radikal muhalefetten başlatma eğilimindedirler).
Alman sosyal demokrat hareketinin hakim pratiğinin bir tepki olarak biçimlenen radikal muhalefetin önderlerinden Rosa Luxemburg bu pratikte saklı olan, yukarıda sözünü ettiğimiz “ikilik”çi bakış açısının tersine siyasal mücadele-ekonomik mücadele arasındaki kategorik ayrımları karşısına alan bir konum oluşturmağa çalışır. Kitle mücadelesi bu konumun anahtarıdır. R. Luxemburg, 1905 Devrimi’nden esinlenerek ‘kitle grevi’ kavramını dile getirir. Kitle grevi, çalışan kitlelerin sosyalizme kazanılmasında, toplumsal üretimin bütünü üzerinde denetim kurmalarını dolayısıyla sosyalist bilincin kitle düzeyinde yayılması ve kalıcılaştırılmasının aracı olacaktır. Luxemburg bu kavram aracılığıyla ekonomik mücadelenin sınırları içinde kurumsallaşan sendikal örgütlenmenin aşıldığı ekonomik mücadele ile siyasal mücadelenin bütünleştiği bir pratiğin tanımlanmasına çalışmıştır.
Nihai hedef, ASDP pratiğinde olduğu gibi yalnızca bir propaganda konusu olmaktan çıkarılmış, gündelik mücadele içerisine emdirilmeye çalışılmıştır. Ancak, burada ayırdedici olan sınıf mücadelesinin seyri içinde partinin programatik yönlendiriciliğinde, sınıfın kendi keşfettiği ya da ona sunulan “özetkinlik” araçlarının sınıfın kitlesinin bir bütün olarak sistemden koparan bir bilinç noktasına tedricen yerleştireceği varsayımdır. Devrimci bir nesnellikte, sınıfın bir bütün olarak düzenle cepheden savaşa girdiği, aslında devrimci kalkışmanın özgül bir biçimlenişinden başka bir şey olmayan, bu mücadele pratiği (kitle grevi) genelleştirilerek ona eğitici bir anlam kazandırılır. Soyut bir düzlemde sosyalist hareketin, kitlelerle kalıcı olarak bütünleşmesinin formülleri araştırılır. Bu yaklaşımın yalın hali, devrimci durum kavramını, öncünün siyasal deneyim ve becerisinin yansıtıldığı bir moment olarak dışarıda bırakır. Devrimci durum, daha çok yığınların büyük çoğunluğunun iktidarı ele geçirmenin zorunluluğuna inandığı bir bilinç durumuna indirgenir.
Bu düşüncenin daha rafine hali olarak karşımıza çıkan “geçiş talepleri” formülasyonu da aynı varsayımsal temelden hareket ediyor. Bir farkla, sırdan bir işçinin doğan bir bilinç durumuyla, onu iktidarı ele geçirmenin zorunluluğu düşüncesine taşıyacak evre arasına mücadelenin somut şartlarına göre oluşturulmuş bir talepler hiyerarşisi koyulur. İşçi sınıfı bu hiyerarşinin basamaklarından yukarıya doğru eğitimini tamamlar. İşçi sınıfı tarafından sloganlaştırılan her talep, sistem içinde gerçekleştirilmesi giderek güçleşen bir diğer talebi gündeme getirir. Geçiş talepleri formülü devrimci durum kavramının çizdiği çerçevenin dışına çıkartıldığında pedagojik evrimci bir yaklaşımı ifade eder.
Süreklilik mi, sıçrama mı?
Sonuçta, tüm bu tartışılanlar “işçi sınıfı ne zaman ve nasıl devrimcileşir?” sorusuna ya da klasik bir ifadeyle “işçi sınıfının tarihsel misyonu ile onun mevcut konumu arasındaki boşluk nasıl kapanacaktır?” sorusuna yanıt arıyor.
Leninist katkının, Ekim devrimi pratiğinde tarihsel oluşumundan bağımsız olarak yukarıdaki modelin kendisini tamamen mantıksal olarak tersyüz etmemiz mümkündür. İşçi sınıfı geçiş talepleri hiyerarşisinde kazandığı eğitimin bir sonucu olarak mı düzenin sınırlarını keşfeder? Yoksa toplumsal bir sarsıntının arifesinde, devrimci bunalımın kendisini hissettirmesiyle birlikte kapitalist düzenin sınırları mı taleplerin kendisini hızla radikalleştiren bir daralma yaratır? Bu tersyüz edilmiş model, leninist öncü, devrimci durum kavramlarının birbirleriyle bütünlük yaratacak tarzda ilişkilendirilmesinin olanağını verir.
Süreklilik varsayımında, sınıf-bilinç ilişkilerinin kavranışında nesnellikten geçmeyen dolaysız bir nedensellik ilişkisi kurulur. Buradan sonraki adımın bir tür sosyalist demokrasi tasarımı olması şaşırtıcı değildir. Kitlelerin hareketi onların bilinçleri düzleminde tahlil edilebilen bir istikrarın arzettiğine göre, geleceğe dönük umutlu toplum tasarımları kolaylaşır ve sonsuzlaşır, çünkü hep daha güzelini tasavvur etmek mümkündür.
Burada öncü parti gibi bir kavram gereksizleşmiştir. Ya “kitle partisi” ya da ne sendika, ne de parti olan örgüt tasarımları işçi sınıfına sunulur. Sınıf mücadelesinde ekonomik olan ile siyasal olanı bütünleştirmeye çalışan örgüt modelleri sonuç olarak ne ekonomik olan ne de siyasal olan bir pratiğe yönelirler.
Leninist örgüt teorisinde ise sınıf-bilinç ilişkisi sıçramalı bir ilişki olarak ele alınır. Buradan sendikal mücadele açısından çıkarılacak sonuç, sendikal mücadelenin kendi başına düzen için bir tehdit oluşturamayacağıdır. Ancak devrimci bir nesnellikte üzerinde mücadele edilen çok küçük bir talep dahi siyasal iktidar sorununu gündeme getirebilir.
Öncü örgüt bu türden bir momentte, varlık gerekçesini realize eder. Daha doğrusu örgüt ve kendi kadro donanımı işçi sınıfı ile kurduğu bağları, kısaca devrimci durum öncesi etkinliği sonucu yaşattığı birikim ile açığa çıkan dinamizmi iktidara yöneltme konusunda bir tür öncülük sınavına girer.
Devrimci durumda kurumlar, örgütler o ana kadar tanık olunmadık bir değişime uğrarlar. O ana kadar sistemin yeniden üretimine hizmet eden yapılanmalar (gerek üstyapıda, gerek altyapıda) arasındaki işlev sınırları belirsizleşir. Sendikal bir örgüt böyle bir konjonktürde kendi tanım çerçevesini kırıp radikal biçimlere evrilebilir (bu bir zorunluluk değildir). Konsey, sovyet gibi oluşumlar hep devrimci durumların kendiliğinden şekillendirdiği yapılardır. Bu türden dönemlerde sendikal örgütler ve konsey, sovyet gibi örgütler arasında net kategorik ve işlevsel ayrımlar çizmek olanaksızdır. Aralarındaki ilişki de belirsizdir. Dahası belirsiz olmak zorundadır. Devrimci durumun yarattığı istikrarsızlık bu durumda ortaya çıkan karşıt güçlere de yansır. İstikrar ise bu güçleri yöneten güçlere atfedilebilir.
Kısaca devrimci durum, her şeyin siyasal zora tercüme edildiği bir kutupsal farklılaşma yaratır. Bu tür durumlarda ortaya çıkan örgütsel çeşitliliğe rağmen, bu çeşitliliği yöneten aslında bir güç ilişkisidir; devrimci ve karşı devrimci güçler arasındaki ilişki.
Sendikalar o ana kadarki etkinlikleriyle ortaya çıkan bu güç ilişkisinde devrimci olduğu kadar geriye çekici hatta karşı devrimci roller üstlenebilirler. Burada öncü ile, ortaya çıkan bu güçler haritasındaki dağılım arasındaki bağıntı önem kazanır.
İtalya’daki Konseyler deneyiminden, -her ne kadar hep spekülatif yanıyla (sosyalist demokrasi) değerlendirilse de-bu örgütlerin sendikal örgütlenmelere alternatif olarak öne sürülmesinin arka planında bir öncülük bunalımı yatmaktadır. Sendikaların tanım gereği “kapitalist kurumlar” olduğu yolundaki yorum doğrudur. Ancak bir devrimci durumda hiç bir şey kendi doğal tanımına sığmaz. Önem kazanan önderliktir.
İtalya’da olan, İSP ile Komünist fraksiyon arasındaki çatışmanın ürünüdür. Kopuşun tamamlanamamış olması, İSP’nin yönettiği sendikal örgütlenme tarzı ile Komünist fraksiyonun yönlendirdiği Konseyler arasında bir bölünme yaratmıştır. Bu bölünme, gücün dağılımında bir öncüyü besleyebilecek bir yoğunlaşmanın oluşmasına elvermez. İtalya’da devrimci durumun öncüsüz karşılanması devrime mal olur.
Bir devrimci durumda işçi sınıfının büyük bir oranda örgütlendiği birliğini sağladığı sendikalara da önderlik etmek büyük bir önem taşıyacaktır. Sendikalardan kopmak adına işçi sınıfını o çatı altında terketmek düşünülemez.
İşçi sınıfı örgütlerinin devrimci durumlarda uğradığı farklılaşmalar devrimci durumdan soyutlanarak genelleştirilebilir modeller sunamaz. Hepsi bir nesnelliğin doğrudan ürünüdürler. Bu yüzden işçi sınıfı örgütü tartışmasında her birinin ayrı bir taraf oluşturması sözkonusu değildir. Konsey, sovyet türü örgütlerin her birinin sendikaların aşıldıkları noktalarda gündeme gelmesi, bu tür örgütlerin sendikalara alternatif olmalarını gerektirmez.
Türkiye’de sendikalar ve sosyalist hareket
Buraya kadar yapılmaya çalışılan öncü örgüt ile işçi sınıfının ekonomik mücadele örgütleri arasındaki sınıf-bilinç, sınıf-siyaset bağlantılarından yola çıkılarak bir netlik kazandırmaya çalışmak oldu.
Buradaki belki en önemli saptama sınıf siyaset ilişkisindeki, işçi sınıfının bütünü kapsayan bir sıçramanın öncü partinin varlığı koşullarında belirli nesnelliklerden geçtiğidir. Nesnelliklerden en önemlisi, devrimci durum öne çıkarıldı. Ancak işçi sınıfının örgütsel çatısındaki önemli değişikliklerin yalnızca bir devrimci durum ortamında ortaya çıkmadığı, dolayısıyla sosyalist hareket ile işçi sınıfı arasındaki çeşitli örgütsel biçimleri olabilecek yakınlaşmaların değişik parametrelere bağlı olarak sözkonusu olabileceğinin bilinmesi gerekiyor.
Tüm bu yazılanlardan asıl problemin öncü örgüt-işçi sınıfı denkleminde ifade bulduğu ortaya çıkıyor. Ancak bu denklem somutluk sözkonusu olduğunda yalın halini yitirir. Dolayısıyla elde ettiğimiz argümanın Türkiye’ye tatbikinin, sınıf mücadelesinin, sendikal mücadelenin somut koşullarının oluşturduğu kıstaslar altında bir optimum çözüm arayışı olduğu açıktır. Tabi denklemin öbür tarafında sosyalist hareketin mevcut durumu ve açılım olanaklarının oluşturduğu bir değişkenler dizisinin varolduğunu unutmadan.
Günümüzde, sosyalist hareketin işçi sınıfına onun örgütlerine, daha özelde sendikal örgütlere bakışı, iki kavramı merkeze alıyor: Sınıf sendikacılığı ve ücret sendikacılığı. Bu iki kavram, her zaman geçerli olabilecek bir kategorik ayrımı çizmesinin yanında, sınıf sendikacılığı sosyalist hareketin sendikal mücadeleye bakışını bugün Türkiye sol hareketinin bütün departmanlarını kapsayacak şekilde özetliyor. Öyleyse bu kavrama daha yakından bakabiliriz.
Tanım gereği sendikal örgütlenme işçi sınıfının sahip olduğu tek metanın, işgücünün kapitalistler karşısında rekabet gücünü artırmak, korumak üzere oluşmuş bir yapılanmadır. Bu noktadan itibaren dahi sendikal örgütlenme bir sınıf karakterine sahiptir, en azından bir meta olarak işgücünün arz cephesindeki rekabeti ortadan kaldırmış, sınıf birliğini sağlamıştır. Ancak bu temel üzerindeki bir birlik doğal bir radikalizme sahip değildir. Sınıf sendikacılığı kavramı bu asgari temelin ötesinde bir açılımı ifade ediyorsa, bu sınıf mücadelesinde yüklendiği ideolojik bir motiften dolayıdır.
Öyleyse, sınıf sendikacılığı kavramı, ya da sendikal mücadelede sınıf tavrı bir ideolojik taraflılık içermektedir. Bu doğaldır, çünkü sendikal mücadele hiçbir zaman saf anlamıyla ekonomik mücadele olmamıştır. Bu ise bizi yeniden temel sorunumuza, sosyalist hareket ile sendikal hareketin ilişkisi sorununa getiriyor.
Sınıf sendikacılığı kavramı çok somut olarak Türkiye’de işçi sınıfı hareketi tarihinde bir DİSK’i anlatır. Geleceğe dönük olarak Türk-İş’ ten ayrışmış, sosyalist siyasetin her etkinliğine sızdığı, sosyalizmin bir politik hedef olarak bir ideoloji olarak, beslenip, boy atabileceği devrimci bir sendikayı anlatır. Ancak bu haliyle ciddi bir bulanıklığı ve belirsizliği de anlatmaktadır. Çünkü sorunumuz propagandif bir hedef güzellemesi değil, bu hedefe dönük güncel somut adımların gereklilik ve olanaklılık sınırlarının kesiştiği yerde saptanmasıdır.
Örneğin, bugün yeni bir DİSK yaratma çabası ya da Türk-İş’in temsil ettiği uzlaşmacı sendikacılıktan parça parça kopmayı hedefleyen bağımsız sendikacılık ne ölçüde anlamlıdır, ne ölçüde yaşama şansı vardır.
Bugün önümüzde açık bir gerçek vardır. Sosyalist hareket bir sendikalar politikasını üretirken, Türk-İş’ten başlamak durumundadır.
Gerekçeleri 3 maddede sıralayabiliriz:
- İşçi sınıfı sendikal düzeyde, büyük çoğunluğuyla Türk-İş içinde örgütlü durumdadır. Ve bugün açıkça ortadadır, Türk-İş’te örgütlü bulunan işçiler yönetimden bağımsız olarak ciddi bir potansiyel olduklarını kanıtlamışlardır.
- Sözü çok edilen Türk-İş içi muhalefet her ne kadar sosyal-demokrasi ya da sosyal-demokrasicilik çerçevesinde biçimlenmiyorsa da kaynağını yönetimden hoşnutsuzluğun yarattığı gerilimde bulmaktadır. Sınıf hareketi Türk-İş yönetiminin çizdiği çerçeveyi zorlamaktadır ancak bu zorlama sosyal-demokrat bir çizgide erimektedir. Sosyalistlerin ise Türk-İş içinde etkinlikleri zayıftır, bu yüzden sosyal demokrasici bir zeminin sola doğru tepkisel olarak aşılması devrimci demokrasiye ulaşabilir. Sosyalistlerin bir alternatif yaratma şansı vardır. Bu da etkin ve sebatlı bir çalışmayla mümkündür.
- Uzlaşmaz devrimci bir konfederasyon önerisi için henüz erkendir. İşçi sınıfının büyük çoğunluğunu bünyesinde toplayan Türk-İş’ten kitlesel bir kopuşun koşulları henüz olgunlaşmamıştır. Bunun dışında sosyalist hareket sergilediği örgütçülük düzeyi ve güçlü Türk-İş dışında bir sendikal odağı yaratmak ve cazibe kazandırmak konusunda yetersizdir.
Burada Türkiye sosyalist hareketinin sınıfa yönelik politikalarında atacağı ilk adım sınıfla bağ kurmaktır. Sınıfla bağları güçlendirmeden ancak bu bağlar üzerine inşa edilebilecek bir sendikalar politikası büyük ölçüde fiktif olarak gündeme gelebilir.
Bugün mevcut durumda sosyalist hareketin oldukça sınırlı da olsa sınıfla sendikal düzeyde bağlara sahip olduğu söylenebilir. Sınırlılık bu bağların işkolları ve coğrafi olarak izole olmuş olmasından kaynaklanmıyor.
Gözlenebilecek ilginç bir nokta da solun değişik çizgilerinin değişik yerelliklerde etkinlik göstermesidir. Hep falanca işkolunda, filanca sendikanın falanca şubesinin, filanca siyasetin denetiminde olduğundan sözedilir. Sanayi proletaryasına bütün noktalarda temas etmek önemlidir.
Sosyalist hareketin sendikal mücadelede bugün sınırlı olan etkinliğinin yayılması, yerel etkinlikler arasında bağ kurmakla mümkündür. Bu ise ortak bir politik hat demektir. Bu hattı hayata geçirebilmenin yolu, sol içerisinde partili mücadele çizgisinde ortaklaşanların Türk-İş içinde ve dışında bir ortak platformun oluşturmalarından geçiyor. Bunun anlamı bugün sendikal mücadelenin sağladığı politikleşme motifini sosyal demokrasiye terk etmeyecek, bu motifin devrimci demokraside bulanıklaşmasına izin vermeyecek bir sosyalist çıkış olabilir. Türk-İş içinde varolduğu söylenen şaibeli sol kanat efsanesi, yerine etkinliği zayıf da olsa etiyle kemiğiyle mevcut bir sosyalist odağa bırakmalıdır.
Böyle bir platform, hem Türk-İş’in dışında devrimci bir sendikal odaklaşmanın ilk adımı, sınıfla politik hareket arasında bir geçiş noktası, hem de bir açık sol partinin ya da öncesinde buna yönelik politik odaklaşmanın işçi sınıfı içindeki ayağı olabilecektir.