Türkiye sosyalist hareketinin gündeminde çok cepheli bir sıçrama var. Ben bu sıçramanın çok cepheli oluşunu işimizi zorlaştırmaktan çok, daha anlamlı kılan ve siyaset bizim için de bir sanatsa, mutlaka onu güzelleştiren, ama asıl önemlisi elde edeceğimiz sonuçları daha ileri noktalara taşıyacak bir özellik olarak görüyorum. Yeter ki cepheler arasındaki bağlantıları bulalım, kendi içindeki eşitsizlikleri bir harmonik ilerleyişin engeli değil, itici gücü yapalım.
İdeolojiden siyasete, örgütlülükten teoriye, bilimden kültüre uzanıyor cepheler… Bütün bunların eşzamanlı olarak gündeme gelmesinin uluslararası bir zemini ve Türkiye ile ilgili nedenleri var. Bu nedenler bizim nesnelliğimizdir. Bu nesnelliği tüm karamsarlığa rağmen sevmek durumundayız. Tarihte pek az konjonktür böylesine bütüncül bir mücadele çağrısı yapmış, pek az dönemde bütün cephelerin birden açılmasına davetiye çıkarılmıştır.
Genel olarak Türkiye sosyalist hareketinin bu çağrıya kulak asmayacağını pek düşünmüyorum. Bir biçimde davete cevap yollayacakların olacağına inanıyorum. Özel olarak bizim için konuşuyorum, Gelenek okurları bilirler, kitap dizisinde sosyalist hareketin gündemindeki “can alıcı sorun” saptamasında yukarıdaki türden “bütüncül” mücadele perspektifi, özellikle son birkaç sayıda gündeme getirilmeye başlandı. Ben örneğin Metin Çulhaoğlu‘nun son iki sayıda yapmak istediğini çok fazla önemsiyorum. Türkiye’de cepheleri geçmişe havale etmek, cepheleri kapatıp yeni cepheler açmak çokça sevilir. Uluslararası hareketin geçmişinde işlerin öyle, hem de başarı ile yürütüldüğünü biliyoruz, oysa Çulhaoğlu Türkiye sosyalist hareketinin bugünkü nesnelliğinde kapatılmış bir cephe olmadığını vurguluyor.
Kimbilir belki de bütünüyle açılmış herhangi bir cephe yok. Evet, ne kadar güdük kalırsa kalsın Türkiye sosyalist hareketinin “evrensel” kimi değerlerin de yardımı ile siper kazabildiği veya siperlerin varlığını bir biçimde koruduğu iki cepheden birisi “teori” cephesidir. Belki bunların üstüne basarak o bütüncül mücadeleye doğru yolalacağız ama kesin olan birşey vardır: Türkiye sosyalist hareketi teori cephesini de yeni baştan açmak zorundadır.
Açmak zorundadır çünkü cephelerdeki eşzamanlı mücadelenin gereksinimleri parçaların birbirlerinden görece “kopuk” varolabildikleri dönemlerden oldukça farklı olacaktır. “Bütün”ün mantığı tek tek parçaların iç yapısından bir “kendine uygun”luk talep etmektedir. Bu talebi karşılamanın en iyi yolu, süreklilik ve bir anlamda kesintisizliği cephelerden en az kurcalanabilir olanı “örgütlülük”e bırakıp diğer alanları bunun etrafında bir bütünsel sıçrama için yeniden düzenlemektir.
Bu, örgütlü mücadeledeki doğrusal ve biçimsel süreklilik diğer cephelerde, örneğin teori cephesinde tarihsellikten arındırılmış yeniden doğumlara olanak tanır mı demektir?
Hayır, bu demek değildir ve tanımaz! Sosyalist mücadelede özne, kendi örgütlülüğünün sürekliliğini zaten tarihselleşmiş bir teorik hattan alır, biz bu hatta bir yeniden doğuşu veya bu hatta bir reddiyeyi, kendimize – kendi örgütlülüğümüze içkin bir teorik mirasın sümen altına itilişini değil, teorik mücadelenin yeniden düzenlenişini savunuyoruz.
Bizim bir nesnelliğimiz var diyoruz. Bu nesnelliğin içerisindeki mücadelenin mücadele cephelerine olan etkisini kavramak veya o etkinin otoritesini kabul etmek sınıflar mücadelesinin ve iktidar perspektifinin biricik koşuludur. Sosyalist hareketin kendinde bir yapı olmaktan çıkarak kendisini belli bir yerellikte üretebilmesi, kendi parçalarını, kendi “cepheler”ini bu nesnelliğe adapte edebilecek girişkenliği göstermesine bağlıdır.
Bu parçalardan çokça sözedeceğiz, bunlar içerisinde “ideoloji” gibi yalnız Türkiye sosyalist hareketinde değil, bütün bir uluslararası harekette mücadelenin mantığı içerisinde gereken değerin verilmediği bir cephenin yapısal özelliklerini bulmaya çalışacağız. Bu sözedişlerimizin, çalışmalarımızın nedenini iyi açıklamamız gerekmekte. Türkiye sosyalist hareketi, bu bağlamda mücadelenin ve sıçramanın bütünselliğine hitap edecek kurgu ve kavramlaştırmalara yönelmelidir: Bunu tek tek cephelerin “bağımsızlığıyla” değil, bütünün gereksinimlerine hitap edecek biçimde yapmalıdır. Biz, kendi varlıklarını ancak tek bir cephenin tahkimi ile anlamlı kılabileceklerden ayrılmak durumundayız. Türkiye sosyalist hareketi bu parçacı gündemlerle daha fazla oyalanabilecek, marksist teoriyi keşfe çıkıp örneğin radikal liberalizme, sosyalizmde ideolojik bir çıkış özlemiyle örneğin aleviciliğe, siyaset gündemine girebilme kaygısı ile örneğin ezilen ulus milliyetçiliğine, Eylülizmin kültürel şokunu yıkabilmek için örneğin uygarlık düşmanlığına, bilimde rekabet edip tutunma sevdası yüzünden örneğin pozitivizme sarılan ve herbiri kendi alanında bağımsızlığını ilan etmiş özürlü bölmelerle yetinebilecek halde değildir. Türkiye sosyalist hareketinde her cephede ayrı bir name tutturan yeterince “özne” vardır ve böyle hiçbir yere gidilemeyecektir.
Yukarıda bir kurgu ve kavramlaştırmadan sözetmiştim. Marksizm, oldukça kapsamlı bir literatüre sahip bugün. Bu literatürün yalnızca siyasi eğilimler, yani az çok tutunabilmiş çizgiler açısından değil, kendisini bütünüyle teorik olarak ifade edebilmiş ve bu sınırlılık nedeniyle ilk önce teorik olarak tıkanmış marksizm okulları açısından da, bir dizi kavramlar matrisi bulunuyor. Teorik çalışmalarda konjonktürün ve siyasal hesapların önemi biliniyor. İşte bunların ve teorik geleneklerin etkisi ile oluşan bu matrislerin herbirinin uluslararası hareket açısından büyük bir değeri olduğu teslim edilmelidir.
Konumuz açısından bakıldığında birbiri ardında yer verdiğimiz siyaset, teori, bilim, kültür, ideoloji gibi kavramların marksizmin kendi tarihinde oldukça zengin kullanımları olduğunu ve ancak herbirinin yaratıcıları tarafından oluşturulan matrise oturtularak değerlendirilebileceğini söyleyebiliriz.
Kanımca bu birbiri ile bağlantılı ve sosyalist mücadelenin iç bileşenleri olarak adlandırdığım alanların kavramlaştırılmalarında, tek tek herbirine yakıştırılan rollerin tartılması ve bu doğrultuda çeşitli marksizm okullarına yönelik yargılarda bulunulması çok verimli olmayacaktır. Onun yerine, bütün bir çerçevenin, yani kavramlaştırılanlar arasındaki bağlantıların nasıl kurulduğu ve sistemin nasıl çalıştırıldığı çok daha fazla önemsenmelidir.
Yani, Gramsci’nin “siyaset”ten, Laclau’nun “ideoloji”den, Althusser’in “bilim”den, kimi Sovyet felsefecilerinin “kültür”den ne anladıklarını ayrımsamanın önemini teslim etmekle birlikte, bu yapılara tikel olarak yaklaşmanın getirisinin çok sınırlı olacağını düşünüyorum. Üstelik, eğer yeni sentezler için buralardan yararlanacaksak, kavramların marksizmdeki “öz”e uygunluğu gibi başı sonu olmayan zihinsel bir uğraştan çok, herbirinin kendi kurgumuz açısından alacağı konumlanışı değerlendirmek daha anlamlı olacaktır.
Bu çalışmada tercih edeceğim kavramsal kullanımın daha çok bütün bir çerçevenin içerisinde değerlendirilmesi gerektiği kanısındayım. Biraz da bu yüzden kavramların karşılıklarını bağımsız soyutlanmışlıkarında değil, ilişkilerin somutluğunda ifade etmeye çaba göstereceğim.
Olabildiğince geniş bir bakış açısı ile sürdürmeyi düşündüğüm bu çalışmalarda merkeze alacağım “sosyalist ideoloji”nin uluslararası marksist literatürde şaşırtıcı bir sessizlikle geçiştirildiğini düşünüyorum. Bu nedenle bu giriş yazılarında “ideoloji”mizin bir bütün olarak misyonlarımız açısından taşıdığı yüke gönderme yaparak ve önümüzdeki görevlerin nasıl iç içe geçtiğini hatırlatarak işe başlamak istedim.
Dönem olarak tam da Türkiye’de sosyalist ideolojinin oluşma sancıları üzerinde düşündüğümüz bir sırada Sovyetler Birliği’nde alabildiğine hızlanan karşı-devrimci süreç, konuya yönelik yaklaşımlarımızda cesaretimizi artırıcı bir işlev üstlendi. Sovyet sosyalizminin zengin mirasında “sosyalist ideoloji”ye ilişkin çok önemli tartışma konuları bulunmaktadır ve ben çözülüşün ağırlıklı olarak “ideolojik” temelli olduğunu düşündüğüm için bu konuların çok ciddi olarak değerlendirilmelerinden yanayım.
Sosyalist ideolojinin oluşma sancıları…
Kanımca bugün Türkiye’de oluşturabileceğimiz kavramsal matriste, “ideolojinin oluşması” tanımının büyük bir önemi bulunuyor. Ve işe buradan koyulmak gerekli.
İdeoloji kavramı, biliniyor, Türkiye’de çoğu kez “teori” ile birlikte kullanıldı. Bu marksizme yönelik çok haklı ama giderek çok da kısırlaştırıcı bir kutsamanın sonucuydu. Marksizm hem bir ideoloji, hem bir teori, hem bir bilim, hem bir felsefeydi…
Gerçekte öyle midir? Marksizmin bir bilim olduğuna son tahlilde bir itiraz yöneltmek güçtür. Onun bir teori olmasına da… Ancak marksizmin bir ideoloji olarak değerlendirilmesinde, kurulan sisteme göre kimi zaman problem çıkmayabileceği rezervini koyarak, ciddi sakatlıklar olduğunu düşünüyorum.
Bir başka yerde, Siyaset‘in son sayısında sosyalist ideolojinin marksizmi öncelediğine değinmiştim. Bu tabi çok açık, ancak üzerinde ayrıntısıyla durulması gerekiyor. Teorik sonuçları var bunun ve ek olarak çok önemli siyasal sonuçları var. Bunlar üzerinde durmak, asli fonksiyonlarından birisi burjuva ideolojisi ile hesaplaşmak olan sosyalist ideolojinin Türkiye’deki kavgasını, bu kavganın araçlarını gündeme getirmek bu çalışma dizisinin ana hedefi olacak.
Ben bu çalışmalarda teori-ideoloji ayrımını belki de gereğinden fazla belirginleştirerek yol almayı denemek istiyorum. Tek bir koşulla; Türkiye’de ideoloji-bilim karşıtlığına atfedilen önem ve bu bağlamda Althusser okumalarının tahribatı sanıldığından fazladır, bu çerçevede ortaya çıkan paradigmanın bütünüyle devre dışı bırakılması koşuluyla…
Ben marksizmin, ideolojik koşullanmaların üzerine “bilim”in silahlarını kuşanarak gittiği ve kendisini burada bulduğu tartışmalarını çok fazla anlamlı bulmuyorum. Marksizmin bilimsel doğasının “ideolojik” yapıları tamamıyla altüst ettiğine veya bizzat bir ideolojiye olan gereksinimi ortadan kaldırdığına hiç ama hiç inanmıyorum.
Burada belki işleri kolaylaştırmak için marksist teori ve sosyalist ideolojiden sözetmek iyi olacaktır. Marksist teori (leninizmi kapsayarak) mümkün olan tek sosyalist teoridir, ama bu, kesinlikle sosyalist bir ideoloji veya sosyalist ideolojinin kendisi değildir. Bundan sonraki yazımda bu kavramsal tercihleri biraz süsleyecek tanımlara girmek istiyorum, ama burada daha önce anlamlı olacağına inandığım kurguyu ana hatlarıyla sergilemek ihtiyacını duymaktayım.
Sosyalist ideolojinin oluşumundan sözediyorduk. Bu ideolojinin diğer bütün ideolojiler gibi kendisini oluşturan öğeleri var. Bu öğeler evrensel ve yerel nitelikte ortaya çıktığı oranda tikel olarak oluşabilecek sınırsız sayıda sosyalist ideolojiden sözedebiliriz. Daha sonraki yazılarımda üzerinde durmaya çalışacağım Sovyet sosyalist ideolojisi ve bu çalışmaların temel kaygısı olan Türkiye’de sosyalist ideoloji vb…
Sosyalist ideolojilerin öğeleri arasında mutlaka gelenekselleşmiş ve artık bu anlamda hiçbir zaman saf dışı bırakılamayacak nitelikte olanlar vardır. Bu geleneksel öğeler içerisinde sınıfsız toplum özlemi (projesi değil) ve eşitlikçilik (soyut düzeyde) her daim sözü edilebilecek özelliktedirler. Ancak sosyalist ideolojinin bu türden öğelerinin varlığı, bir saf ideolojinin gündeme gelmesi veya bu geleneksel öğelerin uygulanabilir tek bilimsel uzantısını oluşturması anlamında marksizmi ideolojileştirmesi sonucunu doğurmaz. Sosyalizm bu öğelerin ideolojisi değil, çok farklı iç içe geçmelerle yeniden üretilen ve bu öğeleri, aynı zamanda bir teori olarak marksizmi kapsayan bir ideolojik yapıdır. Bu anlamda sosyalist ideolojide bir “öz” aramaktan çok ona “sosyalist” sıfatını kazandıracak bir “bütün”den ve bir doğrultudan sözetmek daha ufuk açıcı olacaktır.
Bu ön söyleşiyi kapatmadan belirtmek istediğim birşey daha var. Bugün sosyalist ideoloji üzerine düşünürken en çok korkulması gereken şey, yukarıdakilerle ilişkili olarak, sosyalist ideolojinin bizim teorimizin toplumsala, hatta daha siyasi olarak sınıflar mücadelesinin pratik gereksinimlerine tercüme edilmiş hali olduğunun sanılmasıdır. Başlarda vurguladığım cepheler açısından şöyle işlemektedir bu: Teori marksizmin veya sosyalizmin özneye malum halidir, siyaset ve kitleler sözkonusu olduğunda bu halin modu ideolojidir!
Bu yaklaşımın tehlikesi, teorinin sosyalist mücadeledeki sıkıştırılmış ve örgütlü halinin, ideolojinin ise kendiliğinden özelliğinin teslim edilmesidir. Ancak bu doğrulardan sonra problemimiz başlamaktadır. Siyaset, eğer bir öznenin iradi kararları doğrultusunda yol alıyorsa, teori modundan ideolojiye geçişte de iradi bir yan vardır ve ideolojimiz, teorimizin bir siyasal uzantısı olarak ortaya çıkar!
Hiçbir biçimde çıkmaz. Sosyalist ideolojinin sosyalist örgütlülükle elbette bir ilişkisi var. Bu ilişki, sosyalist ideolojinin iç yapısında öznenin kendisi için en uygun hiyerarşiyi tesis etmesi yolundaki çabayla ilişkilidir. Bu çaba içerisinde marksist teorinin (üstelik bu kez sosyalist ideolojinin öğelerinden, yalnızca öğelerinden birisi olarak) önemli bir yeri vardır. Ancak şu unutulmamalıdır: Sosyalist ideoloji, sosyalist hareketin zerre kadar teorik inisiyatif kullanamadığı bir toplumda başat ideolojilerden birisi haline gelebilir ve üstüne üstlük bir iç tutarlılığa da sahip de olabilir. Hatta sosyalist ideoloji, marksist teoriyi kendi kozmopolitliğinde likide bile edebilir. Bu nedenle teorinin ideolojileşmesi veya teoriden ideolojiye geçiş, veya teorinin ideolojik ifadesi gibi süreç tanımlamaları gerçekliği algılanamaz hale getirmekte, siyasal açıdan ise her tür sapkınlığa davetiye çıkarmaktadır.
Tehlike olarak daha önce vurguladığım gibi, en başta, sosyalist hareketin cephelerin birinden diğerine geçişte teori-ideoloji bağlantısını tamamen öznel bir biçimde değerlendirerek, teorinin (diyalektik ve tarihsel materyalizmi bir bütün olarak alabiliriz) popüler bir ifadesi ile ideolojiye geçilebileceğinin sanılması gelmektedir. Böylesi bir durumda ortada ya bir teori yoktur, ya onun likidasyon süreci başlamıştır, ya da sosyalist hareket kendi iç devinimini tekrarlamaktan başka birşey yapmıyordur.
İkinci tehlike ise sosyalist teorinin kendi başına ideolojileştirilmesidir ki, bu da nereye çekersek çekelim, sınırsız bir oportünizme gebedir. Siyasete soyunan özne, kendisine ait bütün bilişsel kazanımları budamaya başlar. Sonuçta her tür pozitif öğeyi yitiren teorik çerçeve kendisini popüler söylemin bir parçası halinde bulur. Ya da bilinçli ellerin aracılığıyla teori ideoloji kapısından sokularak, iki zamanlı hale getirilir. Birincisi öznel zamandır, sosyalist saflığını korumaktadır. İkincisi toplumsallaşmış durumda bir teori, yani teori olmaktan çıkmış ve ideoloji haline getirilmiş bir teoridir. Bu sonuncusunu Türkiye sosyalist hareketi için en ciddi tehlikelerden birisi olarak değerlendiriyorum. Türkiye’de teorik mücadelenin başının ve sonunun olduğunu sanan bir dar pratikçi eğilim herzaman vardır. Bunlar belli bir vadeye kadar “teorik üretimi” anlayışla karşılarlar, ama pijamalar çıkarılıp sokak kıyafetleri giyildikten sonra gündemde olan siyasettir ve tam da burada anlatmak istediğim biçimiyle ideolojidir. Teoriden ideolojiye geçiş şu zihniyet ile gerçekleşir:
“Güzel şeyler söylüyorsun ama bunlar işe yarıyor mu acaba?”
Teoriyi işe çıkarma pratiği ile birlikte alın size ideoloji… Bu tuzaktan kaçılamaz. Çünkü sosyalist teori, yani elbette bir eylem silahı olan sosyalist teori, böyle operasyonel bir biçimde tanımlanırsa ,baraj göletinde biriktirilip biriktirilip kapaklar açılarak dinamik ve “toplumsal” hale gelen birşeye dönüşecektir.
İdeolojilerin nesnel doğasını dikkate almadan, teorik üretkenliğin süreklilik talep ettiğini bilmeden, sorunun basit bir tercüme veya popülerleştirme sorunu olmadığını kavramadan bir adım ileriye gidemeyeceğiz.
Sosyalist ideolojinin oluşum sancıları içerisinde olduğu bu dönemde sosyalist hareketin bu nesnel sürece yapacağı öznel müdahalelerin büyük bir önem taşıdığını unutmamamız gerekiyor. Çok canlı ve mücadelelerle dolu olan ideolojik oluşum sürecinde teorinin optimum etkisi onun popülerleştirilmesi ile değil, onun öznenin öncülük misyonu çerçevesinde ideolojik yapılanmanın hiyerarşisinde zirveye oturmasıyla elde edilecektir.
Bu da az buz birşey değildir. Teorinin her daim yeniden üretimi, onun sosyalist ideolojiden etkilenim ve ona yönelik etkilerinin sürekli kontrol altında tutulması gerekmektedir. Bunu yerine getirmek, sosyalist mücadelenin bileşenlerini sabit volümler olarak algılayanların işi olamayacaktır.