Bugün reel sosyalizmin yaşadığı krizin, özel olarak sosyalist ideolojinin bir krizi biçiminde tezahür ettiği rahatlıkla söylenebilir. Bu hem bu tür ülkelerde bir yaşam tarzı ve pratiği olarak hem de kapitalist dünyada bir dünya görüşü ve mücadele biçimi olarak sosyalist ideolojinin bütünü açısından geçerli. Dolayısıyla, birinin diğerini beslediği bir süreçte genel olarak sosyalist ideolojinin bunalımı açığı çıkıyor. 1
Bu noktaya nasıl gelindi? Ayrıntılı toplumsal, iktisadi ve politik açıklamalar arka arkaya sıralanabilir. Ancak bu yazının amacı, böylesi bir açıklamalar seti oluşturmaktan öte, reel sosyalizmin yaşadığı ideolojik krizin anlaşılabilmesi için teorik bir arkaplan kurmakla, bazı temel hareket noktaları saptamakla ve kuşkusuz ayrıntılandırılmaya muhtaç, genel bir çerçeve içinde, kimi somut görünümlere değinmekle sınırlı. Hemen belirtmek istiyorum; böylesi genel bir yaklaşım içinde bile, örneğin bir Sovyetler Birliği’yle Doğu Avrupa’da yaşananlar arasındaki tarihsel somut farklılıkların altını çizmek son derece önemli ve anlamlıdır.
En genel olanla başlanabilir. Bu noktada, Althusser’in “genel olarak ideoloji” kavramının önemli bir kalkış noktası olabileceğini düşünüyorum. Ama önce bir saptama yapmak gerekiyor. Aslında bir soru: Kapitalizmin işleyişinde burjuva ideolojisinin varlık nedeni ve yüklendiği görevler ile, sosyalist bir toplumda sosyalist ideolojinin varlık neden ve yüklendiği görevler arasındaki fark nedir Böyle bir farklılıktan hangi anlamda bahsedilebilir?
Kanımca biçimsel planda böylesi bir farklılıktan bahsetmek mümkün değildir. 2 Her ikisi de sınıfsal bir ideoloji olarak içinde yeraldıkları genel ideolojinin iktidardaki biçimidir ve bir toplumsal harç olarak iş görür.
“Genel olarak ideoloji”den anlaşılması gereken, insanların yaşamlarının kendileri için değişen ölçülerde anlam taşıyan bir dünyada, bilinçli aktörler olarak yaşamalarını sağlayan bir düşünce ve somut pratikler bütünüdür. 3
Öyleyse sınıfsal ideolojilerin meşruiyetlerini yukarıda ifade edilen türden bir düşünce ve yaşam pratikleri alanında kazandıklarını kolaylıkla söyleyebiliriz. Kuşkusuz, “rıza” ve “zor”un bazen birinin bazen diğerinin ve çoğu zaman her ikisinin uygun bir bileşimi biçiminde kullanımı çerçevesinde.
Buradan hareketle, sosyalist ideolojinin krizinin sosyalist ülkelerde açığa çıkan nedenlerine geçilebilir. Ama önce şunu eklemek istiyorum: Sınıfsal bir ideolojinin meşruluk krizi, egemen sınıf tarafından oluşturulmuş bulunan ve çoğunlukla o ideoloji içinde kalındığı sürece rasyonel kabul edilebilecek biçimde eklemlenmiş ideolojiler matriksinin şu ya da bu nedenle çatlamasının bir sonucudur. Bu çatlama, kapitalist toplumlarda sınıf mücadelesinin doğrudan bir sonucu olarak ekonomik politik ve ideolojik nedenlerden kaynaklanabileceği gibi, tamamen dışsal (savaş doğal felaket vb.) nedenlerin yukarıdaki alanlara yansımasından da kaynaklanabilir. Bugün, Batı’nın ileri kapitalist ülkelerinde bu türden bi çatlamayı manipüle edebilecek sınırsız esneklikte sayısız yol mevcuttur. 4 Tam da bu noktada sosyalist ülkelerde yaşanan krizin ideoloji cephesinin böylesi bir manipülasyon yeteneğinden niçin yoksun olduğu sorusunu Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa somutunda cevaplamak gereği açığa çıkmaktadır. Sorunun cevabı aynı zamanda sosyalist ideolojinin krizinin nedenlerini açıklamak anlamına gelecek.
İdeolojinin meşruluğu
Burjuva ideolojisine meşruluk kazandıran şey, yaşam alanına ait farklı ideolojileri, özellikle, bir “iktisadi ideoloji” ve “meta fetişizmi” kanalıyla bütünleştirmesidir. Bu bütünleştirme işlemi, gerek sınıflar ve gerekse bu sınıflara ait bireyler düşünüldüğünde, özü gereği farklı sesleniş biçimleriyle gerçekleşir. Bu şu demektir: Örneğin, bir burjuva ya da küçük burjuva bireyin bu sürece katılımıyla bir proleterin bu sürece katılım biçimi sınıfsal konumları itibariyle farklıdır. Aynı şey bir bütün olarak sınıflar düşünüldüğünde de geçerlidir.
Burjuva ideolojisince salgılanan “iktisadi ideoloji” ya da asıl olarak üretim ilişkilerinin bir sonucu olan ve fakat bu ilişkilerin yeniden üretimini bütün yaşam alanına yayan “meta fetişizmi”, sınıf bağlarını yokedip, bireyleri atomize ederken bir kapitalist için sınıfsal benlik oluşumu biçiminde bir proleter içinse sınıftan merkezkaç eğilimi besleyen, bir uzaklaşma biçiminde kendisini gösterir.
Emeğinin özgür satıcısı olarak proleter, pazarda kapitalistle karşılaştığında yalnızca bir bireydir. Fakat, nesnel durumu gereği kendisiyle aynı konumda olan diğer proleterlerle paylaştığı ortak bir yan, yani özel bir meta olarak emek gücünü satıyor olmasından kaynaklanan bir ortaklık sözkonusudur.
İşte bu bir sınıf durumu’na karşılık gelir. Böylesi bir sınıf durumu bir devletin yasal olarak da özgür ve eşit “yurttaş”ları olarak örgütlenebildikleri zemine ve ekonomik / siyasal yaşama katılıma olanak tanıyan bir yasal/hukuksal çerçeve tarafından ana hatlarıyla belirginleşir. Sınıf durumu’nun bu şekliyle belirginleşmesi ve kavranması ise tanım gereği, burjuvazinin ideolojik meşruiyetinin sınırları içine dahil olunması demektir. “Demokrasi”, hem bir siyasete katılma pratiği hem de bir söylem biçimi olarak böylesi bir ideolojik meşruiyetin gerçeklik kazandığı önemli bir alandır.
Tüm bu soyutlanmış ekonomik ve politik biçimler dışında, egemenlik / meşruiyet ilişkisini “hegemonya” kavramının Gramsci’de kullanıldığı anlamıyla birleştirmek sanırım konunun daha iyi anlaşılması açısından yararlı olacaktır.
Gramsci’de “hegemonya” kavramı, “sivil toplum” analizinde önemli bir yer tutar. Sivil toplum, hegemonya ve rıza kavramlarıyla ele alınırken, devlet, zor’u simgeler. Çerçi, Gramsci’de hegemonyanın, devlet ve sivil toplum arasında paylaştırıldığı ya da sivil toplumun da devletin içinde yeraldığı (Gramsci burada, Laissezfaire’i de devlet düzenlemesinin bir şekli olarak düşünmektedir) iki farklı kullanımından daha sözedilebilir; ancak bu bizi şu anda ilgilendirmiyor. 5
Gramsci’nin sivil toplum analizinden, hegemonya kavramına bağlı olarak sosyalist bir strateji açısından çıkardığı sonuç, sivil toplumu gelişkin ve güçlü Batı’da, sosyalist bir hükümet olma olanağı tanıdığı halde “sosyalist bir iktidarın”, bir toplumsal devrimin (eş anlamda kullanıyorum) gerçekleştirilememesinin nedenleriyle doğrudan bağlantılıdır. Bu paradoksun çözümü için iki yol önerilir: İlki, protelaryanın ideolojik-kültürel şartlandırılmasının kırılması; ikincisi piyasa yoluyla meta fetişizminin görünmez yayılışı ve üretim sürecinin özgül ideolojik yapılanışından kaynaklanan hegemonyanın yıkılması… Bu iki yolun götüreceği mantıksal sonuç, iktidarın asıl yerinin sivil toplumun içi olduğudur Gramsci de bunu yapar: “Devlet kurumlarının kitleleri doğrudan doğruya baskı altına alıp engellemediği bir siyasi demokraside, sermaye hegemonyasını sürdüren sivil toplumdur. Sistem baskıyla değil rıza ile sürmektedir” diye yazar. 6
Parantez içinde belirtmeliyim; bu analizi bilindiği gibi Gramsci’nin sivil toplumcu olarak nitelenmesine yolaçmıştır. Gramsci’ye haksızlık yapılmıştır. Batı toplumları düşünüldüğünde Gramsci’nin bu yaklaşımı, teoriye bence önemli bir katkıdır. “Modern Prens”e yaptığı vurgunun atlanmaması kaydıyla… Sanırım çağdaş sivil toplumcuların kasıtlı olarak atladıkları ve anlamak istemedikleri de budur.
Gramsci yaklaşımını, hegemonyanın kuruluşunun sosyalist bir stratejiye olanak tanıyan bir biçiminde formüle etmiştir. Ancak, kavramın Gramsci’deki kullanımının bizi şu anda esas olarak ilgilendiren genel bir anlamından daha sözetmek mümkündür. Hegemonya salt sivil toplumda kurulmaz, devlet ve sivil toplum arasındaki sürekli bir etkileşimin ve çatışmanın ürünüdür. Gramsci bu durumu devlet ile kilise arasındaki ilişkiler açısından örneklendirir. Şöyle yazar: “Burada Kilise ‘civile’ toplumun bütünüyle (oysa bunun gittikçe azalan bir ögesidir) temsilcisi, Devlet de, sürekli bir billurlaşma girişiminin, gelişmenin belirli bir aşamasının belirli bir durumun temsilcisidir. İşte bu anlamladır ki Kilise de Devlet olabilir ve çatışma laik ve laikleşmekte olan ‘civile’ toplumda Devlet’le Kilise arasında kendisini gösterir. Bu da Kilise, Devlet’in ve ayrıcalıklı, belirli bir grubun tekelleştirdiği toplumun bütünleyici bir parçası haline geldiği zaman olur. Bu ayrıcalıklı grup, Kilise’nin temsil ettiği dayanak bölgeleri üzerindeki tekelini güçlendirmek üzere Kilise’yle bütünleşir.” 7
Gramsci’de hegemonya kavramının bu şekliyle kullanımının daha iyi anlaşılması açısından, Raymond Williams’ın tamamen katıldığım bir yorumuna da değinerek, reel sosyalizmin yaşadığı ideolojik krizi kimi somutluklar üzerinde tartışmaya geçmek istiyorum.
R. Williams’a göre, Gramsci’deki kullanımıyla “hegemonya”, bütün toplumsal süreci güç ve etkilerin özgül bir biçimde dağılımıyla ilgili olarak değerlendirdiği ve sürecin bütünlüğü düşüncesini kabul ettiği için “ideoloji” ve “kültür” kavramlarının klasik kullanım anlamlarını aşmaktadır. 8 “Önemli olan yalnızca bilinçli bir inançlar ve düşünceler dizgesi değil özgül ve egemen anlamlar ve değerler tarafından pratik olarak örgütlenen ve yaşanan bütün bir toplumsal süreçtir.” 9 Williams buradan hareketle, siyasal ve kültürel anlamıyla hegemonyanın, tanım gereği herzaman egemen olmakla birlikte hiçbir zaman ne bütünsel ne de tamamen dıştalayan olmadığını, nedenleri çoğu zaman açıklanabilecek politik ve kültürel alternatifleri denetlemek, dönüştürmek ya da onlarla bütünleşmek zorunda olduğunu belirtir. 10
“Hegemonya” kavramının yukarıda kısaca değinilen biçiminin klasik altyapı/üstyapı analizini aşan önemli bir yan taşıdığının altını özellikle çizmek gerektiği kanısındayım. 11 Bu biçimiyle kavranan “hegemonya”, günümüz kapitalizminin yeni ideolojik yönelimlerinin ve yapılanışının anlaşılması açısından da ayrıca önemlidir. Bu noktayı bir başka yazıda ele almayı düşünüyorum; şimdi Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa somutuna geçebiliriz.
İdeolojinin krizi
“Kriz” kavramının kendisinden başlanabilir. “Kriz”, tanım gereği bir belirsizlik durumunu anlatır. Bugün Sovyetler Birliği bir yana, Doğu Avrupa ülkeleri sözkonusu olduğunda hangi tür olursa olsun bir krizden sözetmek artık mümkün değildir. Olsa olsa kapitalistleşmelerinin belli bir aşamasında yaşayacakları olası bir krizden ya da iyi niyetli bir yaklaşımla Batı’nın kapitalist ülkeleri için bir kriz potansiyeli taşıdıklarından sözedilebilir. Bu durum, belki en çok “Doğu Almanya” için geçerlidir.
Farklı tarihsellikleri bir yana, özellikle Sovyetler Birliği ile Doğu Avrupa ülkelerini, “kriz” kavramının tanımı gereği ayrı ayrı ele alıp değerlendirmek gerektiğini söylemek istiyorum. Bugün Sovyetler Birliği düşünüldüğünde bir ideoloji krizinden, daha doğru bir ifadeyle bir ideolojik meşruiyet krizinden sözetmek mümkünken, Doğu Avrupa için bu tür bir değerlendirme yapmak artık mümkün değildir. Seçim yapılmıştır. Olsa olsa seçimin bu yönde yapılışının ideolojik meşruiyet açısından sorgulanabilecek nedenleri araştırılabilir.
Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da bugün yaşanan süreçlerin ideolojik cephesine ilişkin bir başlangıç tarihi vermek gerekirse nasıl bir tarih seçilmelidir? Bu alandaki sinyallerin tarihi elbette, arandığında uzak geçmişte de bulunabilir. Ancak çok somut bir başlangıç olarak Glasnost ve Perestroyka’yı seçmek sanırım çok yanlış olmayacaktır.
Özetleyerek sıralamak gerekirse, glasnost ve perestroyka ile başlayan süreç şöyle işlemiştir:
- Varolan ekonomik, politik ve ideolojik problemler.
- Bu problemlerin öznel ve nesnel nedenlerinin çözümü olarak glasnost ve perestroyka.
- Glasnost ve perestroykanın Doğu Avrupa’ya yansıması ve çözülme.
- Özellikle Doğu Avrupa’da, bu hızlı çözülüşe olanak tanıyan tarihsel miras.
Yukarıda sıralanan maddelerin ayrıntılı olarak tartışılması bu yazının sınırlarını aşıyor. İdeolojik meşruiyetin sorunlarının incelenmesi, özellikle ekonomik ve politik sorunlardan bir soyutlama yapmayı gerekli kılıyor. Ancak, bu tür bir soyutlamada belirleyici birer etken olarak hesaba katılmalarının sürekli akılda tutulması zorunludur.
Daha önce, sosyalist bir ideolojinin, sosyalist bir toplumdaki varlık nedenleri ve yüklendiği görevler ile kapitalist bir toplumda burjuva ideolojisinin varlık nedenleri ve yüklendiği görevlerin biçimsel olarak farklı olmadığını belirtmiştim. Sorun bir “hegemonya” ve bu hegemonyanın meşruiyeti sorunudur. Lenin’in, “proletarya kendi hegemonyasının bilincinde olduğu ve onu uyguladığı sürece devrimcidir” şeklinde ifade ettiği yaklaşım, yalnızca 1905 sonrasına ait taktik bir hedef gösterme değildir. Rahatlıkla “kuruluş” sürecine taşınabilir.
Bu tür bir hegemonyanın kuruluşunun Sovyetler Birliği’ndeki özgül görünümleri üzerinde durmadan önce bir hatırlatma yapmam gerekiyor: “Hegemonya” kavramına, toplumsal yaşamın çok yönlü karmaşık bütünü açısından yaklaşmanın daha doğru olacağına daha önce değinmiştim. Hegemonya bu sürecin içinde kurulur; dahası bu sürecin bizzat kendisidir.
Sovyetler Birliği somutunda, ideolojik hegemonyanın bu biçimiyle kuruluşunun sorun yaratan önemli bir nedeni var: Gelişmenin, kapitalist toplumlarla kıyaslandığında oldukça önemli bir niteliksel farklılığının oluşu… Kazanımların gerçek kalıcı etkisinin, kuşaklar boyunca artan oranda bir gelişmeyi gereksinmesi… “Üretim ilişkilerinde dönüşme, sosyal hizmetlerde ve eğitimde yaygınlaşma ve modern teknoloji, kırsal görünümü değiştirdi ve dünün okuma yazma bilmeyen köylülerini modern üreticiler ve kentlilere dönüştürdü. İşsizliğin tamamen yenilmesi, yüksek oranda kadın nüfusun işgücüne katılması, nüfus artışının düşmesi ve üretim araçlarının modernizasyonu yaygın gelişme olasılıklarını tüketim ve yoğun teknolojik gelişmeye doğru bir hamleye zorlar.” 12
Yukarıdaki alıntıda sıralanan gerekçelerin hemen hepsinin maddi/ekonomik oluşu, sonucun ideolojik nitelikteki önemli yanını gözden kaçırmamıza neden olmamalıdır. Bahsedilen türden bir zorlama, maddi bir zorunluluk değil, daha çok ideolojiktir. İşte yukarıda bahsedilen kıyaslamaya ilişkin niteliksel fark temelde tam da budur. Zorlama ideolojiktir çünkü, beraberinde halkın beklenti ve taleplerine, değer yargılarına ilişkin kalıcı bir değişim getirir: Daha geniş ve özgür politik katılım, kültürel alternatifler, çeşitlendirilmiş tüketim, vb…
Bu durumun Sovyetler Birliği’nde sorun olarak açığa çıkmasının ekonomik olmaktan çok, tarihsel bir politik nedeni var: Somut gerçeklik öngörülenin kimi zaman gerisinde kalırken, kimi zaman ilerisine geçiyor. Bu durum Sovyet deneyinde politik iradenin, kullanımına soyutlanabilir üç seçenek sunmuştur. Politik irade zaman zaman nesnelliğin politik iradeye açtığı olumlu alanda zaman zaman nesnelliğin dayatmasıyla genel ilkelere ters düşen bir şekilde ve zaman zaman da nesnelliğe rağmen kullanılmıştır.
Bu üç durum, daha üst bir soyutlama düzeyinde ele alındığında şu söylenebilir: Yukarıda değinilen politik neden, kendisini daha çok, biriken sorunları çoğu zaman gerçekçi olmayan hedefler göstererek çözme biçiminde göstermiştir.
Metin Çulhaoğlu’nun ’20’li yılların sonlarına ilişkin olarak söyledikleri anlamlı: “Çarpıcı hedeflerden kendini uzak tutacak, çekici amaçlarını uzun onyıllara yayacak bir iktidarın kuruyup cılızlaşması, başlangıçtaki motivasyonunu yitirmesi tehlikesi ciddi olarak gündemdeydi.” 13 Bu durum, politikaların biçimlenişine genel olarak iki şekilde yansımıştır. Bazı sorunların çözümü hızla nesnelliğin gerçek zorlamasından öne alınmış ve hızlı çözümlere gidilmiş; bazılarıysa, gerçekçi olmayan hedeflerin güncelleştirilmesi sonucunu getirmiştir. Her iki durumun da kitlelerin beklentilerine yönelik ideolojik boşluklar ve sorunlar getireceği açıktır. Hızlılık, beklentinin oluşması ve onaylanması sürecinde sorun yaratırken, gerçekçi olmayan hedefler yaratılan beklentiyi sürekli bir belirsizliğe bağımlı kılmıştır.
Sovyet deneyinde 1970’lerin “komünizme geçtik”iyle, bugünün “yeni düşünce tarzına geçtik”i arasında bu anlamda fark yoktur. Aynı şey, yıllarca ileri sürülen “kapitalizmin kaçınılmaz çöküşü” düşüncesine dayalı tezler sözkonusu olduğunda da geçerlidir. Bugün, evrensel insanlık değerleri, çağdaş insanı ayırt eden kapsayıcı özellikler olarak hümanist bir yenilenme isteği biçiminde felsefede ya da militer olmayan emperyalizm, barış, yeni dünya düzeni, vb. biçiminde ekonomi ve politikada kendisini gösteren bu söylem aynı tür bir politik pragmatizmin ürünüdür. Bir farkla ki, “kuruluş” döneminin pragmatizmi yukarıda belirtilen nedenle anlamlı bulunabilecekken, bugün artık bunun olanağı yoktur.
“Hegemonya” kavramına geri dönecek olursak, kavramın tanım gereği herzaman bir “egemen oluşu” içerdiğini, ancak kendisine alternatif politik, kültürel oluşumları denetlemek ve dönüştürmek zorunda olduğunu daha önce belirtmiştim. Bunu, yukarıda bahsedilen nedenlerle birlikte düşündüğümüzde Sovyetler’de yaşanılan ideolojik krizin tek olmasa bile önemli bir nedeni sanırım açığa çıkacaktır. ’20’li yıllarda anlamlı bir gerekçesi olan, fakat sonraları onsuz yapılamayan ve değişmez bir politikaya dönüşen bu pragmatizm, sorunların çözümü sözkonusu olduğunda zaman zaman verilen primlerle ve zaman zaman da ertelemelerle işletilmiştir. Dolayısıyla, köylülük, küçük meta üretimi ve milliyetler meselesi gibi önemli temel alanlarda kurulacak bir hegemonyanın varlık nedeni sayılabilecek denetlemek, dönüştürmek veya dönüştürerek bütünleştirmek işlevleri gerçekleştirilememiştir.
Durum kendisini en açık biçimiyle Doğu Avrupa sözkonusu olduğunda göstermektedir.
Bilindiği gibi bu ülkeler, II. Savaş sonrasında “Halk Demokrasileri” olarak kuruldular. “Nesnel koşullar” penceresinden bakılırsa, “prematüre” doğdular. Bu ülkelerden Çekoslavakya dışında kalanları bir Batı toplumundan çok, Doğu toplumu özellikleri gösteriyorlardı. Çoğunda gelişmiş bir sanayi ve güçlü bir işçi sınıfı yoktu. Çekoslavakya ve Bulgaristan dışındaki ülkelerin KP’leri cılız ve kitle desteğinden yoksundu. Savaş öncesinde ve savaş sırasında kadrolarının büyük kısmının ya hapiste ya da sürgünde yitirmişlerdi.
Macaristan, Polonya, Çekoslavakya gibi I. Savaş sonrasında bağımsızlıklarını kazanan ülkeler II. Savaş öncesi dönemi örtük ya da açık diktatörlükler altında yaşamışlardır. Bağımsızlık, özellikle bu ülkelerde etnik farklılıklara dayalı önemli bir sorunu da beraberinde getirmiştir. Savaş sonrasında Romanya, Polonya ve Macaristan’da sanayinin büyük kısmı tahrip olmuş durumdadır. Kıtlık ve yoksulluk oldukça yüksek bir düzeydedir.
Doğu Avrupa’nın savaş sonrası panoramasını oldukça özet olarak bu şekilde çizmek mümkün. Bütün bunlara “Halk Demokrasileri”nin kuruluşuna ilişkin, atlanmaması gereken önemli bir noktayı daha eklemek gerekiyor. II. Savaş sonrasında bu ülkelerde, anti-faşist ve demokrasi yanlısı partiler koalisyonuna dayalı hükümetler kurulmuştur. İktidarın bu niteliği, radikal ve kalıcı sosyalist dönüşümlere olanak tanımamıştır.
Bunun bilinen iki nedeni var: Sovyetler Birliği’nin olası bir Batı tepkisinden duyduğu kaygı ve rahatsızlık bunlardan birincisidir. Diğeri ise, ulusal egemenlik, bağımsızlık ve anti-faşizm nosyonlarının birleştirici etkisinden yararlanarak sosyalizmin kurulabileceğinin düşünülmüş olmasıdır. Bu nedenlerden özellikle ikincisi, sosyalist hegemonyanın kuruluşu açısından önemli bir problem kaynağı olmuştur. Ulusal egemenlik ve anti-faşizm nosyonlarının sosyalist bir ideolojiyle organik bir bağıntısını kurmak kolay olmasa gerek. Din dahil her türlü geri ideoloji bu ortamda yaşama olanağı bulmuştur.
Polonya örneği düşünüldüğünde bu daha açık görülür. Çar II. Nikola döneminden beri din, ortodoks Rusya’ya karşı Batı’yla tek bağlantı kanalı olmuştur. Katolik Kilisesi, Polonya’nın ulusal kimliğinin bir simgesi haline gelmiştir. Dinsel ideolojiyle böylesi bir özdeşleşme, kurulacak hegemonya için daha baştan önemli bir sorun anlamına gelir. Yukarıda bahsedilen nedenlerle birlikte düşünüldüğünde ideolojik hegemonyanın yeterince sağlıklı bir şekilde kurulamamış olmasına şaşırmamak gerekiyor.
Doğu Avrupa ülkelerinin hemen bütünü için geçerli olabilecek önemli bir sorun kaynağı daha var: Özellikle, “sosyalist bir sistem” olamayışın getirdiği sorunlarla beslenen ve Avrupalılığı kapitalist Batı’yla özdeşleştirmek biçiminde özetlenebilecek bir yaklaşım. Bu durum, Batı’ya karşı duyulan bir ezikliği ve peşi sıra da bir özentiyi beraberinde getirmiştir.
Eklenmesi gereken bir başka nokta da, Batı’nın Doğu’ya, Güney ülkelerine göre ayrıcalıklı davranacağı ihtimali üzerine yapılan hesapların yönetim ve kitleler tarafından genel kabul görmesidir. Buysa, özentinin yarattığı gerginliğin, yerini psikolojik bir rahatlamaya bırakmasına yolaçmıştır. Sosyalizmden bu denli hızlı bir uzaklaşmanın sayılabilecek nedenlerinden biri de budur. Bu psikolojinin, Batı kapitalizmi tarafından sürekli olarak beslendiğini ise sanırım ayrıca eklemek gerekmiyor.
Bir Le Monde Diplomatique yazarının ironiyle karışık bir şekilde belirttiği şu gözlemler ne yazık ki doğrudur: “Bir kere şunu bilmelidirler ki, tüm Batılılar Foch bulvarında oturmaz, tatillerini düşlere layık bir adada ya da Arizona’da bir çiftlikte geçirmezler; gene de Doğu Avrupalılar, düşlerini ne zamandır göz diktikleri bir dünyanın hayaliyle süslemekten geri kalmayacaklardır.” 14
Kapitalizmin erdemleri
Bugün Sovyet yönetimi tarafından “yeni düşünce tarzı” adı altında, yeni bir dünya düzeninin felsefi düzeydeki kurucu ögesi olarak ileri sürülen şey, Batı kapitalizminin erdemlerinin abartılı bir keşfedilişi biçimine dönüşmüştür. Batılı aydınların yeni gözdesi B. Kagarlitskiy’in bu konudaki değerlendirmesi yalnızca bugüne ait değil, Sovyetler Birliği’ nin geleceği açısından da olası bir tehlikeye ait anlamlı ipuçları vermektedir: “Yönetici grup, çok dar ve ilkel bir anlamda anlaşılan Batı toplumunun değerlerine yönelerek, teknokratik bir yola doğru giderek daha çok meyletmektedir. Liberal seçkinlerin ve bürokrasinin özlemini duydukları Batı, üçbin yıllık bir uygarlık değil, teknoloji ve tüketimdir.” 15
Doğu Avrupa ülkeleri bir yana, Sovyetler Birliği’nde yaşananların hâlâ bir belirsizlik durumu arzettiğini söylemek sanırım zorlama olmaz. Kitleler olup biteni hâlâ yeterince anlayabilmiş değillerdir.
Seçimin kapitalizmden mi yoksa daha ileri bir sosyalizmden mi yana yapılacağını sınıf mücadelesi belirleyecektir. Hem uluslararası ölçekte hem de oluşturulmak istenilen “yeni dünya düzeni” nin zayıf halkalarında… Bu çok açıktır.
Dipnotlar ve Kaynak
- İdeolojinin krizi mi, marksizmin krizi mi? Bilindiği gibi 1970’li yıllarda Batı’da marksizmin krizi temelinde yürütülen tartışmalar, bu krizin, “yeni toplumsal hareketler”in teoriye dahil edilmesi koşuluyla aşılabileceği çevresinde kümelenmişti. Varolduğu düşünülen kriz, aşılabilirse ancak böyle aşılabilirdi. Doğrusu, Batı marksizminin özgül anlamda bir krizinden bahsetmek mümkün olsa bile, genel olarak marksizmin krizinden bahsedilebileceği düşüncesine katılmıyorum. Marksist teorinin toplumun dinamiklerine ilişkin varsayım ve önermelerinden hemen hiçbirisi yanlışlanabilmiş değildir. Bugün yaşanan marksizmin krizi değil, sosyalist ideolojinin bir krizidir. Dün, marksist teorinin krizini aşabileceği pratik alan olarak öne çıkarılan “yeni toplumsal hareketle”in kendisi, bugün trajik bir şekilde bunalımdadır. Aynı şekilde bugün Sovyetler Birliği’nde çeşitli eğilimler, kendi iç ideolojik sorunlarının çözümünü bu alanda görüyor. Bununla da kalmıyor, “yeni düşünce tarzı” adı altında uluslararası komünist harekete salık veriyor. Trajedi sürmektedir…
- Burada, kapitalizmin ve burjuvazinin tarihsel gelişimi düşünüldüğünde, piyasa mekanizması, sivil ve politik kurumlarıyla neredeyse kendiliğinden bir ideoloji olarak burjuva ideolojisi ile, belli bir iradeyi öne alan, kurulan, oluşturulan bir ideoloji olarak sosyalist ideoloji arasında elbette bu anlamda önemli bir fark olduğu söylenebilir. Ancak bu farklılık daha çok ideolojilerin tarihiyle ilgili olduğundan, yukarıda bahsettiğim anlamda, bir farklılık olarak ele almak anlamlı değildir.
- Therborn Güran, “İktidarın İdeolojisi ve İdeolojinin İktidarı”, çev: İrfan Cüre, İletişim Yay., İst. 1989, s. 11.
- Kapitalizmde ideolojik hegemonyanın Laissez-faire’de kuruluşu, bir “ödül ve cezalandırma” süreci üzerinde gerçekleşir. Laissez-faire, bireyleri iflas, daha fazla kâr ya da işsiz kalma, sınıf atlama tercihleri alanına hapseder. Gerçekte kimsenin kullanabileceği bir tercih hakkı yoktur. Sürecin kendisi böyle işler. Bu şu demektir: Hegemonya sürecin içinde kurulmaz, daha çok sürecin kendisidir. Her türlü farklı ideolojinin (geniş anlamda radikal, devrimci ideolojilerin ve dar anlamda çeşitli alt kültürlerin) bu alana, çoğu zaman içinin boşaltılarak ya da anlam yitimine uğrayarak taşınması (yansıması), hegemonyanın kuruluşunu ve eklemlenmeyi kolaylaştırır. Devlet bu alanda kumandayı elinde tutarken, çatışma, Laissez-faire ile farklı ideolojiler olmaktan çok tamamen iki farklı alan arasındaymış gibi görülür: Ekonomi dünyası ve siyaset dünyası… Çözüm, uygulanacak farklı hükümet politikalarındadır artık. Varolan çatışkı ve sorunların çözümünün bu yolla sağlanabileceğinin tasavvur edilişi ideolojik hegemonyanın kuruluşunun önemli bir uğrağını teşkil eder. Manipülasyonlara olanak tanıyan temel çok özet olarak böyle işler.
- Bu konuda ayrıntılar için bkz. Anderson Perry, “Gramsci, Hegemonya, Doğu/Batı Sorunu ve Strateji”, çev: T. Günersel, Alan Yay., İst. 1988.
- Anderson Perry, a.g.e., s. 48.
- Gramsci Antonio, “Hapishane Defterleri”, çev: A. Cemgil, Belge Yay., İst. 1986, s. 310 – 311.
- Williams Raymond, “Marksizm ve Edebiyat”, çev: Esen Tarım, Adam Yay., İst., 1990, s. 87.
- Williams R., a.g.e., s. 88.
- Williams R., a.g.e., s. 91.
- “Hegemonya” kavramının değindiğim türden bir kavranışıyla, Sovyet deneyinde sosyalizmin altyapıda gerçekleştirilen dönüşümlere indirgendiği şeklinde özetlenebilecek eleştiri geçersizleşir. Eleştiri Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin yalnızca iktisadi kalkınmanın bir aracı olduğu; altyapıdaki dönüşümlere tanınan önceliğin sosyalist insanın yaratılmasını engellediği şeklindedir. Bilindiği gibi Sovyetler’de özellikle ’30’lu yıllar, hızlı sanayileşme dönemidir. Sanayileşmenin, sosyalist insanın yaratılmasını doğrudan sağlayabileceği kuşkusuz düşünülmüş olabilir. Fakat sorunu bu noktada görmek kanımca indirgemecilik olur. Oysa, “hegemonya” kavramının bahsedilen şekilde kullanımı, sosyalist insanın yaratılamayışının ve sosyalist ideolojinin krizinin, kalıcı etkileri de olan politik manevralara ilişkin nedenlerini öne almak zorundadır.
- Vilas Carlos M., “Sosyalizm Üçüncü Dünya İçin Hâlâ Bir Alternatifmidir?”, Dünya Solu, Sayı 6, Güz ’90, s. 48 – 49.
- Çulhaoğlu Metin, “Sovyet Deneyinden Siyaset Dersleri”, Gelenek Yay., İst. 1989, s. 77.
- Claude Julien; “‘Gerçek’ Kapitalizmin Ülkelerine Yolculuk”, Seçmeler 2, Değişim Yay., s. 85.
- Kagarlitskiy Boris, “Marksist Olmanın Önemi”, Onbirinci Tez Kitap Dizisi, sayı 10, s. 101.