Türkiye’nin son otuz yılına bakıldığında ilginç bir durum dikkati çekiyor. Türkiye kapitalizminin üretime ve iç pazara dönük dinamizmi ile solun göreli etkinliği arasında bir ilişki gözleniyor. Genel hatlarıyla bakıldığında Türkiye’de solun yükseliş dönemi, 1960’ların ortaları ile 1977 arasındaki yıllardır. Aradan zaman geçtikçe, 12 Mart’ın solu geriletmede belirli sınırların ötesinde etki yaratmadığı anlaşılıyor.
Özetle, Türkiye kapitalizminin üretime dönük iç dinamizmi ile en genel anlamda sola yönelim arasında doğrusal bir ilişki olduğu ileri sürülebilir.
Bu ilişkinin temelindeki etmenler ayrıca tartışılabilir. Örneğin iç pazara dayalı büyümenin hep “popülist” siyasal söylemle birlikte gitmesi bazı bilim adamlarımızın üzerinde durduğu bir saptamadır. 1 En başta iktidar partilerinin başvurmadan edemedikleri bu popülist söylemin, dolaylı yollardan sol ideolojileri beslediğini düşünmek mümkündür. Ancak, asıl önemli olan, üretime dönük dinamizm taşıyan bir kapitalizm ile insanların genel özlem, yönelim ve değerleri arasında kurulacak daha çözümleyici ilişkilerdir. Bu konuda elde doyurucu çalışmaların bulunduğunu söylemek çok güç. 2
Son on yıl düşünüldüğünde, bu tür araştırmalar için nesnel bir dürtü bulunduğu da söylenemez. Çünkü bu dönemde Türkiye kapitalizmi, batılı finans kuruluşlarının “yapısal uyarlanma” dedikleri bir sürecin içine girmiş, iç pazara dönük üretimci dinamizm geride kalmıştır.
Bütün bunların tartışmaya değer olduğunu söyleyip geçiyorum. Buradaki asıl amacımı ise şöyle özetleyebilirim: Bugün Türkiye’yi ekonomik, siyasal ve toplumsal anlamlarda bir bunalım dönemi bekliyorsa, solun bu bunalım döneminden bir ölçüde silkinerek çıkma şansını araştırmak…
Bu, hiç kuşkusuz çok yönlü irdelemeleri gerektiren bir uğraştır. Ayrıca, gelişmeleri bugünden tam tamına kestirmek de mümkün değildir. Ancak, asgari düzeyde bazı kestirimlerde bulunabilmek için fazla cüret gerekmiyor. Bir bölümü önceki dönemlere atıf ve karşılaştırma yoluyla yapılabilecek bu tür saptama ve kestirimler arasında şunlar da yeralıyor:
- Tek başına ANAP’ın gerilemesi, insanlara yerleşen bireyci, tüketici, edilgen, aranışsız ve apolitik yönelimlerin de aynı oranda körelmesi anlamına gelmeyecektir. Bu tür duygu ve yönelimlerin gerçek anlamda körelmesi;
- Denenen ve içselleşen dinginliğin, ulaştığı doyum noktasında, karşıt ağırlıklarca dengelenmesi;
- Lafız düzeyinde kalan ekonomik serbesti ve tüke-tim özgürlüğü ile fiili kısıtlılık ve eşitsizlikler arasındaki uçurumun daha net biçimde ortaya çıkması;
- Ekonomik bunalımın küçük burjuvaziyle orta katmanları daha çok sarsacak ek boyutlar kazanması; ve
- Burjuva parlamentarizmi düzleminde patlak vere-cek siyasal bunalımların siyasal ruh dinginliğini bozması ile mümkün olabilecektir.
- Yukarıdaki bu göstergelerin önümüzdeki yıllarda belirginleşeceğini söylemek mümkündür.
- Ekonomik bunalımın özellikle küçük burjuvaziyi derinden etkileyip yeniden ayrıştıracak boyutlar kazanması gündemdedir. Küçük burjuvazinin hareketlenmesi demek, yanıbaşındaki işçi sınıfının ideolojik ve siyasal motivasyonunu körelten bir etmenin zayıflaması demektir.
- Yapılacak genel seçimler sonucunda Türkiye’nin kendine özgü bir siyasal gerginlik ortamına girmesi muhtemeldir. Siyasal gerginliğin ya da bunalımın, yarattığı tazelenmiş duyarlılık ve aranışlarla on yıllık depolitizasyon cenderesini gevşetmesi de mümkündür.
- ANAP’ın iktidardan gitmesi halinde yerine gelecek herhangi bir partinin ya da koalisyonun Türkiye kapitalizmine yeni bir yol çizme olanağı kısa dönem için olmayacaktır. Diğer partilerin, 12 Eylül’le ve ANAP’la özdeşleştirilen yapıların bekçiliğini ya da emanetçiliğini yapma durumunda kalmaları, siyasal hareketliliği daha da artırabilecektir.
Doğru ya da eğri, yukarıdaki türde kestirim çabalarının gerekçesi elbette sosyalizmin Türkiye’deki gelişme perspektiflerini araştırmaktadır. 1992 sonrası dönemin, örneğin l960’ların başı ile 1977 arasında olduğu gibi, üretime ve iç pazara dönük bir dinamizme angaje olma şansı çok zayıftır. Bu durumda, sosyalizmin, 1965-71 ve 1973-77 dönemlerindeki ekonomik temellere dayanan bir dalga yakalayıp onun üzerinde yükselmesi pek muhtemel değildir.
Ancak bu söylenen, önümüzdeki dönemde sosyalizmin herhangi bir yükseliş şansı bulunmadığı anlamına gelmiyor hiç kuşkusuz. Böyle bir şans vardır. Ama, bazı hayalci beklentilere karşıt bir düşüncemi peşinen dile getirmek istiyorum: Önümüzdeki yakın dönemin bunalımları hangi boyutlara ulaşırsa ulaşsın, sosyalist hareketin genel bir dalgayı bu kez kendi başına alıp götürmesi mümkün olmayacaktır. Sosyalist hareketin yapabileceği, ortaya çıkabilecek genel bir dalgaya tutunmak, ilerde asıl silkinişini yapabileceği döneme böyle yol almaktır.
Peki, genel dalgayı kim nasıl yaratacak?
Az önce değindiğim gibi, Türkiye kapitalizminin yeniden üretimciliğe dönmesi hem daha uzun bir dönemin işi olabilecektir hem de kendi dışında uluslararası ölçekte bazı yönelimlere bağlıdır. Hepsi bir yana, belirli bir birikim ve büyüme modelinin her durumda ve koşulda sol yükselişe temel olacağı da iddia edilemez. Gene de, “dalga” denilen olgunun tek başına kapitalist ekonominin iç dinamiklerine dayandırılması dar bir bakış olacaktır. Az önce başlıklar halinde sıralanan aşınmalar, genel siyasal tablonun değişmesiyle birlikte, üstyapıda yeni hareketlenmeler yaratabilecektir. İşte, Türkiye sosyalist hareketinin yakın gelecekteki muhtemel öznel gücüyle alıp götüremeyeceği, ama pekala tutunup güçlenebileceği dalganın kaynağı burası olabilir.
Türkiye sosyalist hareketinin, ortaya çıkacak herhangi bir genel dalgaya tutunabilmesi bile, hareketin hiç gecikmeden teorik, siyasal ve örgütsel bir iç silkiniş yaşamasını gerektirmektedir. Bu silkinişi gerçekleştirememiş bir hareketin, dalgaya tutunmayı bile başaramaması mümkündür. Böyle bir başarısızlık ise, yerinde sayma şöyle dursun, fiilen gerileme anlamına gelecektir.
Bu tehlikeden nasıl kaçınılabilir?
Bana göre bunun tek yolu Türkiye sosyalist hareketinin diri kadrolarının teorik reorganizasyonu tövbekarlara özgü bir iş saymayı bırakıp bu işe bizzat soyunmaları, siyaset denilen şeyi ortalığa talep saçmaktan ibaret görmeyi bırakıp “gerçekleştirilebilir” bir siyaset modeli kurmaları, nihayet partisizliği bin ayıp örten bir et olarak görmekten vazgeçip partileşmeleridir.
Bu yazıda bu zorunlulukların hepsini birden ele almam mümkün değil. Yalnızca teorik reorganizasyon alanındaki bazı güçlüklere ve görevlere değineceğim. Düşüncelerimi, birbirleriyle her durumda bağlantılı olmayan başlıklar biçiminde dile getirmeye çalışacağım. Bu arada, teorik reorganizasyon görevini isteyerek ya da istemeyerek bulanıklaştıran sol içi odaklarla polemik gerekiyorsa, bundan da kaçınmayacağım.
Birinci Düşünce: Türkiye sol hareketinin radikal kesimleri, ortalığı saran reformizm ve revizyonizm dalgasına karşı etkili bir savaş yürütmek yerine cenin refleksi denebilecek bir savunma tarzını benimsemiştir.
Bilim adamlarına göre, yetişkin insanların, uykuda yan yatmış durumda dizlerini karınlarına çekip başlarını öne eğmeleri, ana rahminde yaşanan dönemden kalma bir korunma ve beslenme refleksidir.
Türkiye solunun radikal kesimleri bugün bir bölümüyle böyle bir refleks içinde. Reformist tezler karşısında büzülen beden, yaşamını aşırı radikalleştirilmiş besinlerle sürdürmeye çabalıyor. İlginç ve düşündürücü olan nokta, bu radikal besinlerde özgün çözümlemelere pek rastlanmamasıdır. Örneğin açık açık “biz Lenin’i reddediyoruz” diyenlere karşı Lenin’den alıntılarla mücadele etmek, bana pek anlamlı gelmiyor.
Türkiye’deki güncel reformizm II. Enternasyonal önderlerinin söylediklerini ne kadar andırırsa andırsın, Avrupa Komünizmi’ne ne kadar çalarsa çalsın (aslında bugünkü reformizm Avrupa Komünizmi’nin çok çok gerisindedir), yapılacak iş “siz zaten şusunuz” demenin ötesine geçmelidir.
Radikal beslenmenin daha özel bir tarzı da sık sık “devrim perisinin Türkiye’ye yöneldiği” türü sözlerle iman tazelettirmektir. Açık söylemek gerekirse “Türkiye’nin sosyalizme gebe olduğu”, “ülkenin asırlık bir çınar gibi sosyalizme eğildiği” ya da “sosyalizmin Türkiye’nin üzerine yıkıldığı” türü metaforların bugünkü ortamda etkili olabileceklerini düşünmek çok güç.
Tarihsel gelişimin belirli uğraklarında, toplumun bütün yapıları, hücreleri ve bireyleriyle sarsıldığı bunalımlar yaşanabiliyor. Böyle dönemlerde, eğer sosyalizmin kendisi örgütlü bir maddi güç haline gelebilmişse, beklemediği ölçüde çok sayıda ve yeni unsur (gençler başta) kazanabiliyor. Özetle, insanlar, tarih bilincinin çok dışında ve gerisinde, çıkışsızlığın çıkışı demek olan bir tür içgüdüyle sosyalizme yönelebiliyorlar. Kaderci metaforlar da ancak böyle dönemlerde etkili ve işlevli olabiliyor.
Günümüzün Türkiyesi ise çok başka bir noktada. “Geleceği düşünme ve biçimlendirme konusunda görülen tahripkar inanç kaybı” 3 yalnızca batılı kapitalist ülkeler için değil, Türkiye için de büyük ölçüde geçerli. Az önceki türden metaforlar, bu uzaklıktan etkili olamazlar. Paslanmış bir mekanizmayı, pasını temizlemeden yağlamaya çalışmanın anlamı yoktur. Başka deyişle, düşünceyi ve vicdanı saran kabuklar, çözümleme boyutu taşımayan mesihi mesajların etkisini sıfıra indirecek kadar kalınlaşmıştır. Eğer murad edilen şey işçiye, öğrenciye ve aydına dirilik aşısı yapmaksa, bugün bu aşılardan en etkisizi kadercilik dozu yüksek olanlardır. Evet, iç açıcı bir durum değildir, ama böyledir.
Peki, yapılması gereken bilim midir? Kendi başına bilimi öne çıkarmak mıdır?
Tek başına bilim? Kesinlikle hayır. Türkiye sosyalist hareketi bugün iç ve dış hat manevralarını bir arada, bağlantılı biçimde yapmak durumundadır. Dışa dönük çıkışıyla içini düzeltme, içe dönük olarak yaptıklarıyla da dışa açılma şansına sahiptir. Bu manevraların aracı, mesihi mesajlar olamaz. Dahası, tek başına bilim de olamaz. Sosyalist hareket için bilim, önce teorizasyona sonra da ideolojik silahlanma ve tahkimata yarar. Sosyalist hareket, göze göz dişe diş örneğinde olduğu gibi, ideolojik kuşatmayı ideolojik saldırıyla yarmak zorundadır.
Mesihi (messianic) mesajlar ise, ideolojiye göre büsbütün metafiziktir.
İkinci Düşünce: Günümüzde Türkiye sosyalist hareketi ideolojik mücadeleye eskisine göre artırılmış bir ağırlık vermekle kalmamalı, bizzat kendisi daha çok “ideolojileşmeli”dir.
İdeoloji kavramının Marx’ta ve Lenin’de farklı içeriklerde kullanıldığı bilinir. Bu konunun ayrıntılarına girmeyeceğim. Şunu söylemek yeterli olacaktır: Marx’ın kendi özgün tanımı içinde kalındığında, ideolojinin kalıcılığına, dönüşümcü yerleşikliğine, çeşitlenmesine, doğurganlığına ve giderek belirli sınırlar içindeki belirleyiciliğine ilişkin perspektifler üretmek güçtür. Marx, kapitalizmin nesnel gelişiminin, asıl kökeni yabancılaşma, sonra da bilinçli çarpıtmalar olan ideolojinin de aşılmasını sağlayacak bir olgunlaşmayı getireceğini düşündü.
Lenin, bu kadar basit olmadığını gördü. Bugün ise, işin Lenin döneminden de güç olduğunu görmek gerekiyor.
İdeoloji aşırı doğurgandır. Aşırı doğurganlığı, kümülatif bir birikim yaratır. Marx’tan bu yana geçen yüz küsur yıl düşünüldüğünde bu doğurganlık ve birikimin sonucu şöyle anlatılabilir: Bugün çıplak gerçeği ve ona yönelen aklı kuşatan ideolojik kabuklar çok daha artmış, yoğunlaşmış ve pekişmiştir. İçe nüfuz etmek, delici güçte tek bir sondajın başarabileceği iş olmaktan çıkmıştır. Bunun nedenlerinden biri, değinildiği gibi, ideolojinin doğurgan ve kümülatif niteliğidir. Diğer neden de, üretim sürecindeki nesnel konumu net çizgilerle ayrıştırılabilen proletaryanın, gündelik yaşamının diğer alanlarında küçük burjuvaziye çok fazla bulaşmış oluşudur. Bugün Zonguldak’taki bir maden işçisinin nesnel konumu alışveriş yaptığı küçük bakkalınkinden büsbütün farklıdır. İyi de, o işçiyle bakkalın genel mantaliteleri, yaklaşımları arasında bu denli köklü farklılıklar olduğunu söyleyebilir misiniz? Bugün işçi sınıfının, Dickens’ın ya da Gorki’nin romanlarında betimlenen ayrışmışlığı sürdürdüğünü söylemek güçtür. Gene proletaryadır, ama “üstyapısı” aynı anda çok fazla şeydir.
Bu bizi hangi sonuçlara götürür?
Eğer sosyalist hareket gerçeklik ile ona yönelen özne arasındaki ilişkiye delici tek bir girişle uzanamayacaksa, en dıştakilerden başlayarak, gerçekliği ve özneyi saran kabuklara karşı bu kabukların düzleminde ve belirli bir söylem ortaklığında savaş vermek zorundadır. 4 Eğer ideoloji Lenin’in yaklaşımında olduğu gibi teorileri anlatmak için kullanılırsa, sosyalist hareketin önündeki görevlerden biri, engel ideolojilere karşı kendi teorilerini ve ideolojilerini geliştirmek ve bu anlamda ideolojileşmektir.
Bütün bu söylenenler, belirli bir ülkedeki sosyalist hareketin kendi üstyapı teorilerini ve ideolojik arsenalini oluşturması anlamına gelir. Bunlar yapılmadan, sosyalist hareketin kendi etki alanını genişletip çeşitlendirmesi mümkün olmayacaktır. Örneğin “ben yurdumu seviyorum” diyen işçinin karşısına “işçilerin yurdu yoktur arkadaş” diye çıkıp bir güzel enternasyonalizm nutku çekebilirsiniz. Ama, sonucun bir hoş sedadan öteye geçmemesi pek muhtemeldir. Bunun yerine, yurtseverliğin ne olması, yurtseverlikten ne anlaşılması gerektiği konusunda kendi görüşlerinizi geliştirmeniz gerekir.
Şimdi, tek tek düşünmek gerekir:
- Türkiye sosyalist hareketi, Türkiye toplumunda örneğin dinin yeri konusunda kendi özgün çözümlemelerini yapabilmiş midir, yoksa “din halkın afyonudur”u yinelemekle mi yetinmiştir?
- Türkiye sosyalist hareketi, devleti ve Türkiye halkının devlete ilişkin yaklaşım ve ideolojilerini çözümlemiş midir, yoksa “devlet egemen sınıfın baskı aracıdır” dedikten sonra büyük bir şehvetle “sönümlenme” tartışmalarına mı başlamıştır?
- Türkiye sosyalist hareketi, beğenmediği sol düşünceleri “küçük burjuva ideolojisi” diye damgalamanın ötesinde, Türkiye’deki orta sınıfların ve küçük üreticilerin ideolojik yönelimlerini çözümlemiş midir?
- Türkiye sosyalist hareketi, 12 Eylül’ün gündelik yaşam alanında palazlandırdığı ideolojik oluşumları ele alıp incelemiş midir, yoksa “12 Eylül faşizminin kitleler üzerindeki baskısı” deyip geçmiş midir?
Bu listeyi uzatmak mümkün, ama gerekli değil. Geçerken, bir nokta yanlış anlaşılmamalı: Hareketin bu ve benzeri konulara önce bilimle yaklaşması gerekiyor, bunda kuşku yok. Ancak, eğer işimiz akademisyenliğin ötesindeyse, bilimin saptadıkları konusunda siyasal bir yönelişimiz de olacaksa, bilimden edinilenleri ideolojileştirmek, sosyalist ideolojinin bir parçası haline getirip karşı tarafın önüne öyle çıkartmak gerekiyor.
Üçüncü Düşünce: Sosyalist hareketin belirli mekanlarında sıkışma ve daralma, teorik ve örgütsel anlamda üst düzey üretkenliğinin yolunu açabilir.
21 yıl öncesine dönelim. Bir yanda bütün türevleri ve haşmetiyle MDD, öte yanda sendikacıları ve aydınlarıyla Aybar çizgisi. İkisinin arasına sıkışmış, dar sayılabilecek bir kadro. Bu sıkışma ve darlık, 1970’ten sonra üç örgüt ve hareket yaratmıştır: TİP, TSİP ve TKP.
Hantal büyüklüklerin arasında kalan mekanlardaki bu kadrolar, bence öznel birikimlerinin ötesinde bir aranışçılığı ve verimi temsil ettiler. 1974 TSİP’ini, 1975’teki ikinci TİP’ini ve TKP’nin 1974 sonrası atılımının hep bu dar alandan çıkan kadrolar omuzladılar. Bu üç örgütün hata-sevap dökümünü yapmıyorum. Ama üçünün, 1974 – 80 arasında küçümsenemeyecek bir niceliği ve hareketliliği temsil ettikleri herhalde kabul edilecektir.
Bugüne gelelim. Bir yanda olanca amorfluğu ile SBP ve TBKP, öte yanda etkisi 1975-80 dönemine göre daha az olan devrimci demokrasi. Türkiye’nin yeni sol erkanını da bir yerlere koyarsak, geride gene nisbeten dar bir mekan kalıyor. Gözönünde bulundurulması gereken bazı noktalar da var. Birincisi, 1991 yılındaki bu mekan, 1970-71’in kadrolarının sıkıştığı kadar dar değildir. İkincisi, bugün nisbeten dar mekana sıkışanların deneyimleri, 20 yıl önce benzer konumda bulunanlara göre çok daha fazladır. Ve üçüncüsü, 1970-71’in kadrolarına musallat olan uluslararası merkez ve efsanevi önder merakı, bugün çok şükür aşılmıştır. Bunlar umut verici farklılıklardır.
Mutlaka aynısı olacak demiyorum. Üstelik tam tamına aynısının olması istenemez de. Bugün dar mekana sıkışanların, önceki modelde olduğu gibi içlerinden üç ayrı parti çıkarmaları herhalde bir garabet olacaktır. Olması arzu edilen ise şudur: Bu kesimin, bir yanındaki hareketsiz hantallıkla öbür yanındaki örgütsüz hareketlilik dışında, ideolojik, siyasal ve örgütsel alanlarda iyi bir performans göstermesi…
Bu, Türkiye sosyalist hareketini bir bütün olarak ileriye taşıyacak bir çıkış anlamına gelecektir.
Dördüncü Düşünce: Türkiye sosyalist hareketinde ideolojik yenileşme dinamiği bugün en çok devrimci demokrat kökenli gruplarda görülüyor. Ne var ki, devrimci demokrat kesimin çeşitli öbeklerinde gelişen olgunlaşma süreçleri içsel bazı kısırlıklara mahkumdur.
Gerçekçi olmak gerekiyor: Dünyanın ve Türkiye’nin bugünkü koşullarında, devrimci demokrat kökenli kesimin ana yönelim merkezi yeni sol olacaktır.
Ama benim asıl tartışmak istediğim bu değil. Üstelik bu gelişimi çok da fazla önemsemiyorum. Çünkü oraya yöneldikçe muhtemelen daha örgütsüzleşecekler, örgütsüzleştikçe bu kez yeni erozyon süreçleri yaşayacaklardır. Burada asıl değinmek istediğim, devrimci demokrat periferide daha dar anlamda bir tür “leninistleşme” süreci yaşayan kadrolardır.
Burada marksistleşmeden sözetmemem, leninizmi de tırnak içinde kullanmam bazı gözlemlerden çıkan sonuçlara dayanıyor. Açıkçası bu kesimlerin Marx’ı by-pass edip kısır bir Lenin yorumuna demir attıklarını düşünüyorum.
Lenin’in gençler nezdinde ilginç, biraz da netameli bir çekiciliği vardır. Örneğin Ne Yapmalı‘yı okuduktan sonra sosyalizm adına ne yapılması gerektiğini A’dan Z’ye öğrendiğini düşünüp ferahlayan çok genç olmuştur. Açık söylemek gerekirse, bu öyle pek iyi bir duygu değildir.
Bunun nedenini anlatmadan önce, bir süreci betimlemek gerekiyor. Son yılların Türkiyesi’nde geleneksel solcular ile devrimci demokratların ayrı ayrı sergiledikleri ruh halini kestirmek güç değil. Geleneksel solcuların ellerindeki testi paramparça olmuş, su da etrafa saçılmıştır. Çok büyük bölümü için testiyi ve suyu bir araya getirmek artık imkansızdır. Devrimci demokratlar ise, hep dolu sandıkları bir testinin çoğunun boş olduğunu yeni fark eden kişilere benziyorlar. Ama ne de olsa testileri kırılmamıştır. Şimdi, bir bölümünün boş olduğunu gördükleri testilerini doldurmaya çalışıyorlar. Dinamiğin orada görünmesinin nedeni budur.
Peki ne koyacaklar? Bazıları yeni sol, bazıları da Lenin dolduruyor. Yapılan budur.
İkinci kesim, yani Lenin dolduranlar için çok açık konuşmak gerekiyor. Ciddi ve gelişkin bir marksizm bilgisine ve kültürüne dayanmayan aceleci Lenin yönelimleri kısır kalmaya mahkumdur. Marx ile sigortalanmamış toy bir Lenin ve Ne Yapmalı yüceltiminin dar örgütçülük oyununa, polemikçiliğe ve sekterizme dönüşme riski çok büyüktür. Dahası, böyle bir yönelimde, leninciliğin ülkedeki somut gelişme ve koşullardan büsbütün bağımsız, kendi iç değerlerine sahip ayrı bir faaliyet şeklinde algılanması da mümkündür.
Devrimci demokrat kökenli nevzuhur bazı lenincileri okudukça, yukarıdaki olasılıklar daha da korkutucu bir hal alıyor. Bu kesimin bazı yayınlarında, nihai doğruya nihayet ulaştıklarına inanan insanlara özgü bir üstten bakış ve bilgiçlik görülüyor. Kendi gelişim süreçlerine mekanik bir determinizmle, bitimli (finite) bir oluşummuş gibi bakıyorlar: Önce şu aşamayı geçirdik, sonra şuna yöneldik, şu kadar süre ideolojik tartışma ve netlik aranışıyla geçti… ve sonunda “olduk” (ya da erdik). “Olduk”tan sonra yapılacak iş ise ayan beyan açıktır: Ülkedeki bütün devrimcilerin eninde sonunda kendi çevrelerinde toplanacağına olan inancın biraz gizlendiği bir tür birlikçilik söylemi ile birlikte, bol Lenin alıntılı, önüne geleni “mahkum edici” amansız yargılarla dolu ateşli polemikler…
Sırası gelmişken, bilimsel sosyalizmin “öğrenilme” süreçlerine ilişkin birkaç söz söylenebilir. Bir örnekten yola çıkacağım. Geçenlerde birinin bana anlattığına göre, Sünni hocaların din bilgileriyle alevilerin din bilgileri arasında önemli bir fark bulunuyor. Söylenen şu: Sünni hocaların din bilgileri, İslamiyetin 7. yüzyıldan bu yana olan nesnel tarihsel gelişimini kapsamıyor; Sünni hocalar, İslamiyeti, en eskisi ancak 100 yıl geriye giden birtakım tarikatların sistemleştirilmiş, ayıklanmış ve dışa kapalı din öğretileri ile tanıyorlar. Alevilerin böyle bağımlılıkları olmadığı için, İslamiyetin gelişim çizgisine daha nesnel ve tarihsel bakabiliyorlar. Ayrıca, tartışmaya girildiğinde, tarihsel bilgiler konusunda Sünni hocaları güç duruma düşürebiliyorlar.
Evet, ne marksizm bir dindir ne de leninizm ondan çıkan bir tarikat. Gene de, önce ütopyacı sosyalizmin, sonra marksizm daha sonra da Lenin’in düşüncesinin izlediği gelişim çizgisini kendi tarihselliği içinde incelemeden doğrudan Lenin’in polemiklerine atlayanların, tarikatçı özellikler gösteren garip bir tür lenincilik yaratmaları da mümkündür. Bugün legalite-illegalite tartışmalarının bazı kesimlerde sürdürülüş biçimi ve bu tartışmalarda görülen kısırlık, sözünü ettiğim tehlikenin yalnızca bir göstergesidir.
Devrimci demokrat kesimdeki dinamizm ve olgunlaşma, son çözümlemede olumludur. Bu kesimler “biz artık olduk” demeyip iddialarına tevazu kazandırırlarsa, bu olumluluk daha da artacaktır.
Beşinci Düşünce: Sosyalizmin kendi öz kaynaklarına yaklaşımında, çözüm ne tek başına Marx’a dönmek ne de yalnızca Lenin’e kapanmaktır. Kaynak kullanımında en gerçekçi çözüm, Marx ile Lenin arasındaki açıda değişken konumların edinilebilmesidir.
Devrimci demokrat kökenlilerin az önce değinilen türde yönelimlerine, Marx’ı yer yer küçümseyen yazılar üreten bazı yerli sosyalistlerimiz de bir miktar çanak tutmuş olamaz mı?
Belki de şu cümleyi hatırlayacaksınız: “Eğer Lenin olmasaydı, Marx’ın sınıflı dünyanın iktisat derslerinde doktrinler tartışması içinde okutulan bir iktisatçı ve felsefe tarihinin bir dipnotu olarak kalacağını düşünüyorum.” 5
“Düşünüyorum” fiili bu fahiş cümle için hafifletici neden sayılabilir. Öyle ya önü arkası bir “düşünce” işte. Örneğin biri de şöyle “düşünüp” yazabilir: “Eğer Lenin’in Jakobenizmi, Savaş Komünizmi ve Stalin dönemi olmasaydı, bunların ürkütücülüğü yaşanmasaydı, Marx’ın düşüncesi Avrupa’da çok daha geniş kesimler tarafından benimsenecek, önceleri de öngörüldüğü gibi sosyalist devrimler Batı Avrupa’nın gelişkin kapitalist ülkelerinde gündeme gelecekti.” Bu düşüncenin de bilimsel hiçbir yanı yoktur. Aynı birincisi gibi, o da kurgusaldır.
Evet, her düşünce mutlaka bilimsel olmak zorunda değil. Ama her düşüncenin, bilimsellik kantarına vurulabilecek daha temel sistematikleri yansıttığı, bu sistematiklerin belirli bir projeksiyonu olduğu da gerçektir. Devam edersek, devrimci demokrat dinamizm Türkiye’deki radikal ustalardan başka neler duymuş, öğrenmiş olabilir? Örneğin şunu kaçırmış olamazlar: “Marx, politik yaşamının ikinci bölümünü, yalnızlıkla geçirdiği yılların dışında, örgütlü devrim taraftarlarıyla mücadeleye ayırıyor. Blanqui, Marx’ın yaşamında örgütlü devrim düşüncesinin ya da ekolünün temsilcisi sayılabilir; Marx, olgunluk dönemini, Blanqui’yi ve ekolünü çürütmeye ayırıyor.” 6
Burada söylenenler, artık düşünce değil, saptama ya da yorumdur. Ve bu saptama ve görüşlerin tek tek hepsi yanlıştır. Yanlışın da ötesinde, bunlar bilinçli olarak yapılmış çarpıtmalardır. Bazı sözcük oyunları dahil.
Birincisi: Marx politik yaşamının sözü edilen bölümünde “örgütlü devrim taraftarlarıyla mücadele etmek” şöyle dursun, I.Enternasyonal’in örgütlenme, tüzük vb. çalışmalarına bizzat katılmıştır. Örneğin I.Enternasyonal’in 1871 Londra Konferansı’nda dernek tüzüğüne “proletaryanın ayrı bir siyasal parti kurması” gerektiğini, bu sınıfın partileşmesinin “toplumsal devrim ve sınıfların ortadan kaldırılması açısından zorunlu olduğunu” vb. ekleten Marx’ın kendisidir. 7 Bunlar, Marx’ın “politik yaşamının ikinci bölümünde” olmaktadır.
İkincisi: Marx, politik yaşamının ikinci bölümünde Blanqui’nin kendisinden çok Bakunin’le, Proudhoncular ve Lasallecılar’la mücadele etmiştir. Marx’ın politik yaşamının bu bölümünde Blanquiciler’le de bazı ilişkiler ve tartışmalar olmuştur. Ancak bunlar kesinlikle örgütlü ya da örgütsüz devrim konusunda değil, proletarya diktatörlüğünün, işçi sınıfı iktidarının vb. niteliği konusunda odaklaşan tartışmalardır. 8
Üçüncüsü: Marx’ın parti fikrine temelden karşı olduğu şeklindeki bir tez, çok az sayıda bazı Batılı akademisyen tarafından, o da Marx’ın politik yaşamının ikinci değil birinci bölümüne ilişkin olarak ortaya atılmıştır. Gösterilen tek kaynak, Marx ile Engels’in 1851 yılındaki birkaç yazışmasıdır. 9
Dördüncüsü ve en önemlisi: Lenin’deki öncü örgüt anlayışının Marx’ta olmayışını ya da Marx’ın blankist örgütlülük anlayışına karşı çıkışını kendisinin örgütlü devrim‘e de karşı oluşu şeklinde yorumlamak, sözcük oyunlarını da içeren bir çarpıtmadır. Eğer asıl murad edilen Marx karşısında Lenin’in yüceltilmesiyse, bu işin bu kavramlarla yapılmasında Lenin’i de yaralayacak mantıksal bir çürüklük vardır. Çünkü ayırım örgütlü devrim-örgütsüz devrim şeklinde konulup Marx örgütlü devrime karşı gösterilirse, bundan çıkan tek sonuç Lenin’in örgütlü devrimden yana olduğudur. Oysa, Lenin’in konumu ve katkısı, salt örgütlü devrimi savunmanın ötesindedir. Sonuçta, Marx da Lenin de örgütlü devrimden yanadırlar. Lenin’in farkı ve katkısı, örgütlü devrim fikrini, öncü örgütle birlikte çeşitli parti örgütlerinden oluşan bir dişli çark sisteminin içine yerleştirebilmesidir.
Son olarak, çok önemli bir noktaya daha değinmek gerekiyor. Marx ve Lenin, tarihsel gelişim içinde birbirlerinin almaşığı değildirler. Marx bir bakıma globalliğin, bazı noktalarda derine inip bazılarında ise daha yüzeyde kalan bir kapsayıcılığın düşünürüdür. Lenin, daha farklıdır. Bir düşünür olarak Lenin; konjonktürel, somut ve yerel olanda en küçük ayrıntılara dek derinleşen bir beyindir.
Bu, günümüzün sosyalistleri için birkaç sonuca işaret ediyor. Marx’ın kapsamlılığı ve bu kapsam içindeki soyutluğu dolayısıyla Marx alıntıcılığı daha az risklidir. Bugünkü sosyalistler açısından, Marx söz konusu olduğunda asıl yapılması gereken, onun soyutundan, genelinden ve tarihselinden, bugünün somutuna, özeline ve konjonktürüne inmektir. Lenin ise, soyutlanmayı bekleyen bir ayrıntı zenginliğidir. Onun somutundan, özelinden ve konjonktüründen, bugünün soyutuna, geneline ve tarihsellik içindeki yerine çıkmak gerekir. Bu yapılmadıkça, özellikle polemik ağırlıklı Lenin alıntıları risklidir. Bu yapılmadıkça, Lenin ezberciliği, genç ve toy insanları her buzağının (ayrıntı: RSDİP’in ünlü tüzük maddesi) üstünde öküz (genel: Bolşevik – Menşevik bölünmesi) arayan tuhaf tiplere çevirir.
Marx ve Lenin, sosyalist hareketin ikili sigortasıdır. İkisini birbiriyle tokuşturmanın anlamı ve yararı yoktur.
Altıncı Düşünce: Sosyalistlerin bugün karşı karşıya kaldıkları ideolojik saldırının yeterince fark edilmeyen asıl önemli etkisi, diyalektik akıl üzerinde yarattığı büyük tahribattır.
Felsefeyi iyi bilmeyebiliriz. Diyalektiği özgün kaynaklarından incelememiş olabiliriz. Ama bence akıllı her sosyalist, pratik içinde ve onun sonucunda, diyalektik düşünceye doğal bir yatkınlık kazanır. Belki kendi de farkında olmadan bu yönde düşünmeye başlar.
Bugün sosyalistler, kendileri belki gene farkına varmadan, diyalektik aklı hedef alan güçlü bir saldırı karşısındadır. Bu saldırı, çeşitli kaynakların yanısıra, en güçlü biçimde medya’dan geliyor. 10
Engels’e göre Hegel’in en büyük katkısı, bütünsellik ve süreç ile ilgili yaklaşımlarıydı. 11 Bugün bunlardan her ikisinin de, sosyalistlerin zihinlerinde büyük bir saldırı altında kaldığını görüyoruz. İlginç olan bir nokta da, özgün olma çabasındaki bazı marksist yorumların, sanırım farkında olmadan, bu genel saldırıyı körükleyecek uçlara yönelmeleridir.
Düşüncem şöyle: Bugün marksistler, çeşitlilik karşısında bütünselliği, hız ve kopuş karşısında sürekliliği vurgulamak zorundadırlar. Teorik zenginlik, olguların son çözümlemede bir bütüne oturtulmasını büsbütün olanaksızlaştıracak uçlara yönelmek demek değildir. Tarihsel sürecin hızlandığı şeklindeki algılamalar, insanlara süreklilikten çok kopuşu düşündürmemelidir. Devrimcilik ya da diyalektik fantaziler adına bütünselliğin karşısına çeşitliliğin, sürekliliğin karşısına hız ve kopuşmanın çıkarılması, hem maddi yaşamın gerçek devinimine uymayacak, hem de diyalektik düşünme tarzını “piçleştirecek”tir.
Çeşitliliğin derecesi ölçülebilir mi? Bugün dünya nesnel anlamda dünkünden daha mı çeşitlilik içinde? Yoksa, ideolojinin kümülatif birikimi böyle bir görüntü mü yaratıyor? Yoksa, bugün renkli televizyonun başına geçen insan dünyanın dört bir yanında olup bitenleri gördükçe dünyamızın düne göre iyiden iyiye çeşitlendiğini mi düşünüyor?
Günümüzün insanı, görüntüye daha çok esir olmuştur. Oysa görüntüdeki bunca çeşitliliğe ve ayrıklığa rağmen, dünyamızdaki gelişmelerin belirli bir ana dinamik ekseninde çok daha fazla toplanıp içiçe geçtiği söylenebilir. Ama bunu “görmek” bir zihinsel uğraş işidir. Oturup seyretmek yerine çözümlemek, Althusser’in deyişiyle “olguların indirgenmiş özünden bir bütünlük yaratmak” demektir. Olguların indirgenmiş özünden böyle bir bütün yaratmak ise, bilim yapmak demektir.
Bu dönemde kalkıp kim bilim yapacak?
Sosyalistlerin yapması gerekiyor. Bu yapılırken alınması gereken bir önlem de yöntemle ilgili. Sosyalistler, kopuşu veri alarak “bitenleri” bulmaya çalışmak yerine, önce zamana yayılmış sürekliliklerden yola çıkıp, eğer varsa “kopuş”ları öyle tanımlamak durumundadırlar. Yoksa, görüntüye esaret bir kez daha kaçınılmazlaşır. Eğer öz ile biçim arasındaki ilişkiler sosyalistleri ilgilendiriyorsa, özle ilgili asıl temanın süreklilik olduğu; değişimin gerçek hızının dışarıya katlanarak yansımasının ise, adı üzerinde, biçime karşılık düştüğü hep hatırlanmalıdır.
Eğer bunlar yapılmazsa, koca koca insanlar oturup “robotlar geliyor, işçi sınıfı artık bitti” tartışması yaparlar. Eğer bunlar yapılmazsa, bazı eski sosyalistler yandaki ağılının damına dağdan kaya düşmüş köylü edasıyla “beyim, beyim, dünyanın damı delinmiş sen kalkmış sınıflardan sözediyorsun” türü çağdaşlık tafraları atarlar. Eğer bunlar yapılmazsa, bazıları kalkıp Marx’ı dipnota indirmekle büyük devrimcilik yaptıklarını sanırlar.
Son bir söz daha: Diyalektik sıçramalardaki kopuş, bazılarının sandığı gibi salt reddiyelere indirgenemez. Maddi gerçeklikteki diyalektik sıçrama, bilinmedik yepyeni gerçekliklerin devreye girmesi değil, herbiri kendi özgün (ayrı ya da bağımsız değil) gelişim sürecini yaşayan olguların yeni bir bütünsellik içinde bir araya gelmesidir. Düşünsel süreçlerdeki diyalektik gelişme ise, hiç bilinmedik olgu ve yönelimlerin, herhangi bir önselliğe dayanmadan birden ve ilk kez keşfedilmesi değil, verili düşünsel birikimi oluşturan ögelerin, maddi gerçekliği bir üst düzeyde kucaklamak üzere yeniden düzenlenmesidir.
Yedinci Düşünce: Türkiye sosyalist hareketi, kendi adına ortaya atılan iddiaların, gösterilen performansın hesabını tutmalı, bu konularda bugüne dek sergilenen belleksizlik ve vurdumduymazlığı aşıp “her şapkanın asılabildiği bir portmanto” olmaktan kurtulmalıdır.
Türkiye sosyalist hareketinin “her şapkanın asıldığı bir portmantoya” benzetilmesi, bundan 15 yıl öncesine dayanır. Benzetme, 1976 yılındaki TSİP Kongresi’nde, o zamanın önde gelen TSİP yöneticilerinden biri tarafından yapılmıştır.
Yüzdeyüz doğrudur.
Türkiye sosyalist hareketine önüne gelen şapkasını aşabilmiştir. Bugün de öyledir. Bunda şapka asanların fazla günahı yoktur. Çünkü hareket, asgari düzeyde de olsa bir duyarlılığı, sorgulayıcılığı ve takipçiliği gösterebilmiş değildir. Kuşkusuz kendini sosyalist sayan herkes, her grup mücadeleye girecektir ve kimsenin kimseye “sen nereden çıktın” deme hakkı yoktur. Ama, bundan sonrası başkadır. Bundan sonra, yapılan işlerin, sergilenen performansın, ortaya atılan iddiaların, verilen sözlerin vb. hesabı tutulmalı, gerektiğinde hesabı sorulmalıdır. Yapılmayan iş, inanılmaz bir duyarsızlık ve vurdumduymazlık sergilenen alan, işte budur.
Türkiye sosyalist hareketi bu alanda bu kadar vurdumduymazken, örneğin bir tek Perinçek’e ve yandaşlarına uygulanan anlamsız boyutlardaki ekskomünikasyonu marifet saymamalıdır.
Bütün bunlarla neyi mi anlatmak istiyorum? Aralarında kişisel olarak çok sevip saygı duyduğum 20 küsur yıllık arkadaşlarım da olmasına rağmen, bugün duyarlı bir sosyalistin, Türkiye sosyalist hareketindeki üç kesimi ciddi biçimde sorgulaması gerektiğine inanıyorum. Bu kesimler, Kuruçeşme erkanı, TSİP erkanı ve Toplumsal Kurtuluş erkanıdır.
Kuruçeşme erkanı sorgulanmalıdır. Partileşemedikleri ya da blok falan kuramadıkları için değil, insanlara “örgütlenmeyelim” dedikleri ve dedirttikleri için sorgulanmalıdır. Kuruçeşme erkanı Türkiye’de, 1989-90 gibi çorak bir dönemde yüzlerce insanı biraraya getirip umutlandırmış, sonra da hiçbir şey olmamış, hiçbir vaad ve iddiada bulunmamış gibi ortadan çekilmiştir. 1990 yılında, çoğu 15-20 yıllık deneyim sahibi yüzlerce sosyalisti toplayıp sonra “örgütlenmeyelim” demek, bir suç olarak görülmelidir. 12 Bunun sorgusu yapılmalıdır. Kırarak, aşağılayarak değil, dostça, yoldaşça yapılmalıdır.
TSİP erkanı sorgulanmalıdır. Çünkü, yıllarca “TBKP’den çok farklı olduğunu”, “ortaya atılan sağ tezleri benimsemediğini”, “Leninizmi halen sahiplendiğini” vb. söylemiş, sonra altı ayda teslim bayrağı çekmiştir. Ya insanlara yalan söylemişlerdir ya da gerçekten kısa süreye sıkışan bir ideolojik çöküş yaşamışlardır. Bunlardan ikincisi için hesap sorulmaz elbette. Ama birincisi doğruysa, TSİP erkanı sorgulanmalıdır. Gene dostça, yoldaşça.
Nihayet, Toplumsal Kurtuluş erkanı sorgulanmalıdır. Çünkü benim bildiğim 1987 yılı başından bu yana “parti kuruyoruz”, “parti kuracağız”, “istesek hemen kurarız” vb. demiş, kurulacak partinin ilkelerini yazıp çizmiş, sonra da parti niyetini ciddi olarak taşıyanlara “reformizm”, “legalizm” vb. türü aptalca suçlamalar yöneltmiştir. Ciddi hiçbir örgütsel istihdam alanı yaratmadan, meraklı ve araştırmacı gençlere umut verilmiş, sonra bunlar ortada bırakılmıştır. Evet, bazıları yeni kanallar bulmuşlardır ve mücadelelerini oralarda sürdürmektedirler. Ancak bazıları da, bu derginin iyi bileceği bir tabirle, imambayıldı olarak geldikleri Toplumsal Kurtuluş‘tan patlıcan olarak çıkmışlardır. Bu da sorgulanmalıdır. Gene dostça, yoldaşça.
Şimdilik bu kadar. Bu yazıda tartışılmaya değer görüşler olduğuna inanıyorum. Ama bunların tartışılması için, önce okunması gerekir. Yalnızca Gelenek‘in sürekli okurları tarafından değil, başkalarınca da. Ne yazık ki, Türkiye solunda insanlar birbirlerinin yazdıklarını pek az okuyor. Bu yazıda bir ölçüde polemik bulunması, daha geniş çevrelerce okunma anlamında belki işlevli olur.
Yazının bütününde seçilebilecek bazı boşlukları ise, daha sonraki yazılarda kapatmayı umuyorum.
Dipnotlar ve Kaynak
- Bu konuda bkz. Korkut Boratav, “Türkiye İktisat Tarihi 1908-1985”, Gerçek Yayınevi, İstanbul 1989, 2.Baskı, s. 94-118.
- Türkiye’de kapitalizmin farklı birikim modellerinin temellendirdiği farklı ideolojik yapı ve yönelimler konusunda bkz. “Modernizm ve Kriz” (Çağlar Keyder ile İskender Savaşır’ın Söyleşisi), Defter no: 8, Şubat-Mart 1989, özellikle s. 121-123.
- Raymond Williams, “İkibine Doğru”, çeviren: Esen Tarım, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1989, s. 18.
- Esasen, bilime giden sürecin başı da buradadır: “Bilim, görüntüleri yok sayarak sadece içerikle ilgilenmez. İçeriği, yani gerçeği ararken biçimi, yani yanılsamayı da çözümlemek, değerlendirmek zorundadır. Biçimden bağımsız saf içerik yoktur. Her gerçekbelirli bir biçimde görünmek zorundadır.” (Orhan Koçak, “Marx ve Bilim”, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, cilt:l, s. 240)
- Çelik Bilgin, “İyimser Marx”, Toplumsal Kurtuluş, no: 37-38., s. 21.
- a.g.y., s. 23.
- Marx/Engels/Lenin, İşçi Sınıfı Partisi Üzerine, çeviren: Arif Celen, Sol Yayınları, Ankara 1979, s. 83.
- Hal Draper, “Proletarya Diktatörlüğü Tartışması”, çeviren: Osman Akınhay, Belge Yayınları, İstanbul 1990, özellikle s. 41-50.
- John Molyneux, “Marksizm ve Parti”, çeviren: Yavuz Alogan, Belge Yayınları, İstanbul 1991, s. 24.
- Söylediklerimi “havada” bulan olursa, lütfen şunu okusun: “Devletin örgütlenmesinde bir yandan yerele, federalizme, ademi merkeziyetçiliğe, bir yandan da globalizme bir “dünya hükümeti”ne yönelmek ekonomide bir yandan dünya ekonomisine, dünya pazarına entegrasyona özgür girişimciliğe bir yandan da piyasanın dikkate almadığı, alamayacağı sosyal, kültürel, ekolojik ihtiyaçları geniş demokratik katılımla tamamlamaya yönelmek, kültürde çeşitli kültürlerin birbirine açılmasını, akültürasyonu, karşılıklı etkileşimi desteklemek ve her alanda komünikasyonu çarpıtılmamış, tahakkümden arındırılmış bir komünikasyon hem bireyler arası yüzyüze, özgür açık komünikasyonu hem de bilgisayarlar vb. aracılığıyla birey ve grupların evrensel enformasyon okyanusundaki sınırsız komünikasyonu desteklemek ve kurmak durumundadır.” (Zülfü Dicleli; “Yeni Bir Geleceğe İlişkin Duygu Yenilenmesi”, Sosyal Demokrat, sayı:36, s.28, Nisan 1991) Dizgi sırasında muhtemelen bazı virgüllerin atlanmasından kaynaklanan anlamsızlıkları bir yana bıraksak bile, insan gerçekten hayret ediyor: Nedir bunlar? Neyi anlatıyor? Nereden çıkıyor? Bunu yazan nerede yaşıyor? Sosyalizmin ütopyası bitti de kapitalizminki mi başladı?
- Marx-Engels, “Selected Works”, cilt: 3, s. 130.
- Bu saptama bana değil, Ankaralı bir devrimci avukata ait. Benimsediğim için burada kullanıyorum.