Reel sosyalizmin çözülüşüyle birlikte marksizmin tüm teorik yapısı yeniden sorgulanmaya başladı. Sosyalist hareketlerin ne bu hesaplaşma rüzgarından kaçınmaları mümkün, ne de sahaya anlamlı bir kendine güvenle çıkmaları… Kendine güven duygusu da çok aşındı. Bu aşınmayla birlikte reel sosyalizmin on yılları boyunca, teori ve ideoloji adına yaşananların korkunç bir rehavet olduğu da su yüzüne çıktı.
Bir teorik muhasebede sağlıklı sonuçlara ulaşılabilmesi kimi koşulları gerektirir. Birinci olarak sözünü ettiğimiz toplumsal-politik teori olduğuna göre sezgi gücünün çok önemli bir payı olacaktır. Yine yaşanan bunalımlardan sonra bu güçten de çok şey yitirildiği biliniyor.
İkinci koşul, daha işe başlarken ulaşılmak istenen sonucun aşağı yukarı kestirilebiliyor olmasıdır.
Neyin teorik üretimi? Hangi amaçla?
Bu soruların yanıtı, içine girilen hesaplaşmaların sonucu olarak değil, yine geçmiş birikimlerin verdiği yön duygusuyla, elbette bir ön çerçeve anlamında yakalanabilir. Ama çerçeveden ve ahlaktan yoksun bir “sil baştancılık” bu birikimlerin üzerine toprak atmaya devam etmektedir. Bunların dışında, bunalımı küçümseme eğilimleri yer yer işi inada bindirmişlerdir. Ama bunların çıkışsızlıkları da ortadadır. Tüm bunları hatırlatmak güncel bir teorik ve politik tartışmaya gelebilmek için gerekiyor…
Perestroykanın restorasyona dönüşmesinden önce yükselişe geçen ulusal dinamikler, marksizm içinde bu konuya değin bir tartışmaya da yeniden ivme kazandırdı. Süregiden Yugoslav iç savaşı, Sovyetler Birliği’nin dağılması, ulusal / etnik topluluk ve azınlıkların süratle kimlik edinmeleri, milliyetçi dalganın batıya sıçrama olasılığı… tüm bunlar gerçek sorunlardır; ve konunun marksizmde ele alınışının yeniden tartışmaya sokulması da gereklidir.
Bu yazı, ulusal sorun denilince Türkiyeli marksistlerin ilk akıllarına gelen Kürt sorununu eksen almıyor. Olsa olsa bu özel alanın taşıdığı yakıcılık kimi argümanların vesilesini oluşturmuştur. Geçtiğimiz yaz başlayan ve sürdürülen “95 aydın ve Kürt sorunu” tartışmaları da, bu yazıda değinmekten kendimi alamayacağım vesilelerden biri.
Bir atmosfer değerlendirmesi
Marksizm içinde ulusal sorun tartışması her zaman önem taşımakla birlikte özel yükselişler kaydetmesi belirli konjonktürlere denk gelmiştir. Bunların ilki ve belki de evrensel özellikler yakalanmaya en müsait olanı Marx ve Engels’in tanıklık ettikleri – sömürgecilik dahil burjuva demokratik devrim ve uluslaşma süreçleridir.
Bir ikinci konjonktür kapitalizmin dünya sistemi kimliğinin perçinlendiği ve dolayısıyla zihinlere de yerleştiği emperyalist dönemin başları ve I. Dünya Savaşı yıllarıdır.
XX. yüzyılda ulusal kurtuluş hareketlerinin 1920 ve 60’larda yaşadığı yükseliş dalgaları, yine teorik üretim için teşvik işlevi görmüşlerdir. 1970’ler bir ulusal mücadeleler akımının hızının kesilmeye başladığı bir dönemdir. Bir önceki on yılın marksizmin içinde türettiği 3. dünyacı / milliyetçi eğilimler, devrimci demokrasiden sosyalizme doğru yaşanılan evrimler, gerek geleneksel solun gerekse Batı yeni solunun bu dalgadan aldığı payın çapı hatırlanırsa, hız kesilmesinin kimi arayışlara ya da soru işaretlerine yol açması olağan sayılacaktır. 70’li yılların ortaları daha çok böylesi zihin egzersizi niteliği taşıyan tartışmalara sahne olmuştur.
Yaşadığımız günler ise emperyalist saldırı ve tribalizmin ağırlığını taşıyor.
Bu dönemlerin ayrıntılı bir tartışmasına girmeyeceğim ve tartışmayı esas olarak içinde bulunduğumuz dönemin argümanları ve eğilimleri ile sınırlı tutacağım. Bu konjonktürleri hatırlatmaktan amacım ise bugünün bir özgünlüğüne dikkatleri çekmek: Marksistler daha önceleri ulusal sorunla ilgilendiklerinde hep bir ilerleme beklentisi taşıdılar ve uğraşlarını bu beklentiyi de açıkça teşvik eden bir maddi çerçeve içerisinde sürdürdüler. İlerleme beklentisi derken, ulusal sorun sosyalizm ilişkisini doğru ya da ters orantılı gören farklı yaklaşımların herhangi birini özel olarak vurgulama amacı taşımıyorum. İyimserlik tümünün ortak paydası. Örneğin ulusallığa en küçük prim tanımayan Luxemburg ile ittifaklar politikasını ulusal topluluklara da taşıyan Lenin ya da modernleşmeci bir Avrupa komünisti ile ulusal kurtuluşçu bir doğulu marksist bu iyimserliği paylaşırlar. Herbiri tartışmayı bir karşı saldırının örgütlenmesi hedefini, devrimci dönüşümlerin güçlendirilmesi amacını gözeterek, bunların olanaklılığına duydukları güçlü ve güncel güveni koruyarak yürütmüşlerdir. Bugün ise sosyalizmin “saldırı altında” olduğu koşullarda başka bir atmosfer solunuyor ve başka bir psikoloji ediniliyor.
Günah çıkarma çağrıları ile savunma refleksleri… İkilem şimdilik budur. Bu düzlemden de herhangi bir anlamlı sonuç çıkması güç. Öyle ki bizzat bu geriletici atmosfer “iyimserliği” yitirmemek isteyen marksistlerin asıl rakibi olarak şekilleniyor.
Kapitalizm – Modernleşme – Ulusal(cı)lık
Kapitalizm öncesi insanlık tarihi eğer merdiven basamaklarına benzetilebilirse, kapitalizm yeni ve görkemli bir kata ulaşmaktır. Bir kere, yalıtık toplulukların birbirlerinden içsel olarak etkilenmeyen yaşantıları, bir dünya tarihinde birleşir.
Kapitalizmle doğan bu dünya tarihi ekonomik etkenden, kültüre, kaba kuvvete, ideolojilere kadar tüm araçların kullanıldığı bir anafordur. Anafora kapılmamak için onu göremeyecek, haberdar olamayacak kadar istisnai koşullarda yaşıyor olmak gerekir.
Ama kapitalizm eşsiz yaygınlaşma ivmesiyle böyle istisnaları da yok eder.
Bu toplulukların yine de belirli alt kümelenmeler halinde varlıklarını sürdürmelerinin ise artık güçlü nedenleri vardır. Tanrısallaştırılmış krallardan daha ikna edici nedenler.
Tüm bunlarla kapitalizm, uzun yıllar modernleşme ile eş anlama gelmiştir. Belki daha doğru bir deyişle, kapitalizmin “eşsiz” görüntüsüyle başa çıkabilecek bir başka toplumsal proje şekillenene, maddi bir güç haline gelene kadar kapitalizm eşittir modernleşme.
Marksizm, geçmişe dönüp bu eşitlik ya da denkliği silmekle, reddetmekle uğraşmadı. Bu ilişkinin insanlığın hafızasında kırılabilmesi için modernleşme alanına bir başka projenin çıkması gerekirdi. Marksizmle birlikte, başta marksistler için bir iddia olarak, daha sonraları global bir kültürün parçası olarak kapitalizm olsa olsa modernleşmenin bir varyantı, istenirse aşaması sayılır oldu.
Modernleşme – kapitalizm ilişkisi, araya eşitlik konulduğu zamanlar düz, pürüzsüzdü. Ama daha sonra bu konudaki rivayetler de çeşitlenmiştir.
Bir önemli soru kümesi, kapitalizm-ulus-modernleşme üçgeninde döner durur: Kapitalizm modernleştirir; ama bu modernleşmenin peşi sıra getirdiği milli önyargıların, şovenizmin arkaikleştirme eğilimine ne denecek?
Kapitalizm ulusal pazar ihtiyacını büyük bir güçle doldurur; örneğin bugün kendi içinde ulusal sorun yaşama ihtimali pek fazla önemsenmeyecek olan bir Fransa’nın, o büyük devrimini yaşadığı yıllarda, hatta bundan onyıllar sonrasına kadar birbirlerinin dilini anlamayan etnik topluluklardan oluşan bir mozaik olduğunu biliyoruz. Uluslar gerçekten kapitalizmin eseridir.
Ama kapitalizm dünya pazarı ve uluslararası işbölümü ihtiyaçlarını da aynı güçle doldurur. Kozmopolitizmi yaratan da, milliyetçiliğe arkaik bir sıfat atfeden de kapitalizmdir.
Kapitalizmin belirli bir mekanda üremesi, her zaman bir ulusal kimliğin gelişmesiyle elele gider. Ancak bu kimlik gelişimi çoğunlukla başkalarından kendini ayırmayı, kendisini başkalarına göre tanımlamayı bir yol olarak izleyecektir. Karşıya alınan etnik ya da ulusal “diğer” kimliklerin göstereceği direnç düzeyi, kapitalizmin uluslaşma süreciyle uyumunu, ulus-devletin oluşumuna evriltip evriltemeyeceğini belirler. Kapitalizm-uluslaşma çiftinin, ulus-devlet çerçevesinde realize olmaması her zaman bir sorun ve çelişkidir. Yeni toplumun tüm sınıfları için…
Tüm bu iç çelişkilerin bizi ilgilendiren yanlarına aşağıda geleceğim. Ancak bir küçük parantez ve belki de gereksiz bir görülebilecek bir vurguya bu noktada ihtiyaç duyuyorum. Sözü edilen çelişik yapı kapitalizmin tanımlayıcı yönlerinden biridir. Çelişkili yapıyı, kimi sosyalistler ya da devrimci demokratlar azgelişmiş / geç gelişmiş / bağımlı / sömürge vb. kapitalizm “türleri”ne havale etmeyi severler. Eğer bunlar alt türler diyeceksek, mutlaka herbirinin “tür” olarak üstelik her kümenin içindeki tek tek toplumların özgünlükleri elbette olacaktır. Ama benim sözünü ettiğim sorunlar, 19. yüzyıl Fransız kapitalizminden, ABD’ye Güney Afrika’dan, İsveç’e kadar geçerlidir.
Sosyalizm bir gelecek ütopyasıdır, bir toplumsal projedir. Bu ütopyanın güncellik içerisinde örülmesi anlamında sosyalist mücadele ise ütopyanın ötesinde bir gerçekçiliği barındırıyor. Marx, “varolanın eleştirisi” demişti. Varolandan yola çıkılacaksa, sosyalist mücadelenin kendisi de, ideolojisiyle, politikasıyla, taşıyıcısı öznesi ve harekete geçirdiği insan malzemesiyle yukarıda sözü edilen kapitalizmin çelişkilerinden uzakta değildir. Bu çelişik yapıyı gözönünde bulundurmayan bir politika yoktur.
Marksizmin kapitalizme atfettiği işlev, marksistler arasında bir tartışma konusudur. Marx’ın ve Engels’in Avrupa’da burjuva devrim süreçleri ve aynı süreçlerin kapitalizm öncesi toplumlara etkileri olarak sömürgecilik çerçevesinde sergiledikleri yaklaşımlar da bildiği gibi farklı yorumların konusu olmuştur. Girişte değindiğim silbaştancılığın, yalnızca bugün değil, onyıllardan beri en çok zorladığı alan da Marx ve Engels’in yaklaşımları oldu. 1970’lerin ortalarındaki zihin egzersizlerinde marksizmin büyük tarihsel yanılgısından çok söz edilmişti. Şimdilerde reel sosyalizmin ulus gerçeğini hiçe saymış olması dillerden düşmüyor.
Bence şu “yanılgı” ve “hiçe sayma” değerlerdirmelerinden söz edenlerin atladıkları temel bir nokta var. Yanılgı ve hiçe sayma marksistlerin durup dururken içine düştükleri bir kuyu değil. Kapitalizmin kendisi de, burjuva devriminin kendisi de aynı yanılgı ve hiçe saymayı eksik etmemiştir. Bir “hata” olarak değil. Bu anlamda öznelliğe gönderme yapan terimlerle değil; ama ulusal sorunun yapısı gereği. Ulusal sorun bağımsız, kendi kendisine yeten bir dinamizme sahip olsa idi, öznelliğe göndermede bulunmak haklı olurdu. Oysa ulusallık kategorisi her zaman aşırı önemsenmekten, atlanmaya kadar bir dizi çelişkili yoruma, bizzat kendisi kaynaklık eder.
Marx’ın ve Engels’in Almanya, Polonya, İtalya ve Macaristan halklarına “tarihsel” Çek, Hırvat, Slovak, Sırp vb.lere “tarihsel-olmayan” yakıştırmalarını uygun görmeleri, fazla değil birkaç onyıl içinde anlamsızlaşmıştır. Hırvatların bile nazizmle ittifak çerçevesinde, ve bugün Yugoslavya iç savaşında oynadıkları rolün bayağı tarihsel öneme haiz olduğu söylenebilir. Ama Marx ve Engels’in yakıştırmalarının -doğruluğu ya da yanlışlığı bir yana- bir mantığı vardır. Kızıl Ordu’nun daha devrimin hemen sonrasında, iç savaş boyunca yaptıklarının bir anlamı da sosyalizme yönelen dinamikleri değil, uluslaşma öncesi kabile dinamikleri ağır basan bir dizi topluluğun kendinde niteliklerinin “hiçe sayılması” olmuştur. Geleneksel sol yıllar, boyu Bolşeviklerin bu türden topluluklara barış ve uygarlık götürdüğünü söylemiştir. Barış ve uygarlık gerçekten de gitmiştir, doğru. Ama, kabul etmemek için, hiçbir neden yok götürülen değerler bu halkların ancak “kırk yıl düşündüklerinde” akıllarına gelecek şeylerdir. Yani gerçekten bazı “ulusal” şeyler hiçe sayılmıştır. Aynı yoldan Doğu Avrupa’da, da Asya’da da geçildi. Ama tüm bu uygulamaların -doğruluğu ya da yanlışlığı bir yana- bir mantığı vardır.
Elbette isteyen şimdi, 1991’de Amerikan İç Savaşı’nda Marx’ın tutumunu, Hindistan’da sömürgeciliğin modernleştirici işlevi dolayısıyla desteklenmesinin doğru olup olmadığını, yoksa sömürgeci zorbalığa karşı ezilen hakların mı desteklenmesi gerektiğini, Kızıl Ordu’nun Özbekleri ya da Macarları kendi haline bırakmasının mı doğru olacağını, dönüp tartışabilir. Ve kuşkusuz sosyalizmin bu reel pratiğinde tekil uygulamalar düzeyinde doğrular kadar yanlışlar da bulunacaktır. Ama bu meşru tartışmanın hiçbir faydası yoktur. Çünkü bugüne dair “derslerin” çıkartılacağı geçmiş birikim bu tür tekil (ya da toplu) örneklerde alınmış tutumlarda gizli değildir. Bu tartışmanın faydasızlığı bence ampirik kanıtlama yöntemlerinin sınırlılığını çağrıştırıyor. Evet, yüzlerce deneyden bir ağırlıklı sonuç elde edilir. Ama bir sonraki deneyin bu ağırlıklı sonuca uyacağını kim iddia edebilir? Bu iddia, yalnızca ampirik birikimin bir teorik çerçeve içerisinde yeniden organize edilmesinden sonra savunulabilir.
Marx, Engels ve Lenin’in, giderek Sovyet ve reel sosyalizm deneyimlerinin bir mantığı vardır. Bu mantığı bir başka yazıda tartışmayı denemiştim. 1 Mantık, bir üst paragrafta kullandığım kavramlaştırmayla teorik çerçeve, istenirse yöntem, konuya nereden bakıldığıyla ilişkilidir. Marksizmin durduğu yer işçi sınıfının uluslararası hareketinin ve sosyalizm mücadelesinin çıkarlarıyla tanımlanır. Ulusallık ise “bakılan” alanların yalnızca biridir ve kendine özgü ne bir mantığı ne de ilkesi vardır. İşçi sınıfı ve sosyalizm mücadelesi ulusal dinamiklerle olumlu yönde beslenerek de gelişebilir, tam tersine ulusallığın üzerinden geçerek de, yanından dolanarak da… Bunların herbiri değişik zaman ve mekanlarda mümkündür. Değişik olasılıkların mümkün, ve sosyalist mücadele açısından meşru olması ise sosyalist öznenin öznelliklerinden değil, kapitalizmin sunduğu zeminin kaypaklıklarından kaynaklanıyor.
Geriye dönüyorum. Yukarıda kapitalizm-modernleşme-ulus üçgenindeki sorunlardan söz etmiştik. Kimi sonuçları netleştirebiliriz: Kapitalizm, tartışmasız insanlık tarihinde modernleşmenin kapısının açılması olmuştur. Burjuvazinin gerek ulusal gerekse uluslararası ölçekli gereksinimleri, ama yalnızca iktisadi çıkarları değil örneğin toplumsal hegemonyasını sürdürebilmek için kullanacağı ideolojik gereksinimleri hem yerel taassubun hem de modern kozmopolitizmin -veya burjuva enternasyonalizminin- yolunu açar.
Kapitalizm modernleşmenin koşuludur; hem metropolde, hem bağımlı ya da sömürge toplumlarda.
Ama aynı kapitalizm günümüzde milliyetçiliğin de nedenidir.
Milliyetçilik, şovenizm, hatta ırkçılık dönem dönem burjuva hegemonyasının fiili ve ideolojik önkoşullarını oluşturabilir. Bunun da ötesinde modernleşmecilikle ne kadar çelişirse çelişsin, bu unsurların bütünüyle yok edilmesi burjuva ideolojisinin bütününe de uymaz. Burjuva çağdaşlaşmacılığı kendi içinde milliyetçiliğin tüm gerici varyasyonlarına gizlenebilecekleri bir kovuk saklar.
Bu çelişik yapıya dair bir örneği alıntılamak istiyorum:
“Kapitalizm Güney Afrika’da tekil bir ulus-devlet üretmedi; Avrupa kökenli az sayıda beyazın çoğunluk üzerindeki ulusal baskısını ve bunun yanında Afrikalıların bantustan birimleri halindeki etnik bölünmüşlüğünü haklı kılmak için devlet ve ideolojik aygıtlarıyla işbirliği yaptı”. 2
Kapitalizmin bu düalitesinin saptanmasından sonra, bir ikinci saptama düalitenin uzun vadede hangi yönde evrim göstereceğine ilişkin olmalıdır. Evrim kesinlikle kozmopolitizm yönündedir. Kapitalist üretim ilişkileri kendilerini daha geniş ölçekte, hem yataylamasına hem de derinlemesine geliştirmek için önlerindeki engelleri etkisizleştirirler. Yataylamasına ya kapitalist ilişkilerin, işgücü piyasasının ve pazarın nüfus ve coğrafya olarak genişlemesi; derinlemesine, yani yeni teknoloji ve tekniklerin uygulandığı kâr oranlarını yükseltici ürün ve piyasaların yoktan varedilmesi. Birinci yön eğer kitle tüketimiyle örneklendirilebilirse, bu yeni piyasaya yönlendirilecek bir kitle “duyarlılığını” yaratılması gerekir. Geleneksel yaşam tarzları ideolojiler bir gün gelir, bunun da önünde engel oluşturur.
Ama uzun vadede modernleşme eğiliminin baskın çıkması, sürecin bütün mantıksal sonuçlarına varması olarak anlaşılmamalıdır. “Evrim” aslında kesintili, sıçramalı, geri dönüşlü, eşitsiz bir evrimdir. Kapitalizmin mantıki sonucu, kendi kendisini tüketmekten başka birşey olmaz. Ama kapitalizm de bu sonuca hiçbir zaman kendi ayaklarıyla varmaz. Düalitenin geleceğine ilişkin bu tezden kendiliğinden çöküş vb. köktenci sonuçlar türetilmemelidir. Ama konumuz çerçevesinde türetilebilecek bir sonuç, kapitalizmin ilk başta bizzat oluşturduğu ulusallık kategorisinin alanını giderek daralttığıdır. Örneğin ulusallık kategorisinin tarihe gömülmesinden söz etmek kapitalizmin dönüştürücü yeteneklerini abartan fazla “köktenci” bir öngörü olacaktır. Rus entelijansiyasının geleneklerinden ödünç terimlerle ifade edersek, böylesi bir öngörü iflah olmaz bir “batıcılık” ise, ulusallık kategorisinin kapitalizm tarafından genişletileceği ya da hiç etkilenmeksizin varlığını sürdüreceği yolundaki varsayımlar da, aynı ölçüde iflah olmaz bir “slavcılık” olacaktır.
Bugüne dair bir ek yaparak bu ara bölümü kapatabiliriz.
Bugün yükselmekte olan ve birçok yorumcunun “ulusallık” ile adlandırmaya dilinin varmadığı akım tribalizm, işte kapitalist gelişimin eşitsiz trendlerindeki bir geri düşüş konjonktürü olarak görülmelidir. Bu geri düşüş, modern Avrupa ve Amerika kapitalizminin içsel ideoloji ve mantıklarının tartışılmaz bir reddini ifade etmekte, ama aynı zamanda aynı kapitalizmin dünya çapında bir saldırısı ve ilerlemesine de “meze” olmaktadır.
Bir kez daha marksizm ve ulusallık üzerine
Marx’dan başlayarak sosyalist mirasın içindeki çeşitli ulusal sorun yaklaşım ve politikalarına yöneltilmiş eleştirilere yukarıda kısmen girdim. Burada yine yukarıda çizdiğim kendi çerçevemi bir kaç adım daha ilerletmek ve kimi noktalara netlik kazandırmak istiyorum. Bu işe de yakın dönemde dikkatimi çeken kimi değerlendirmelerin eleştirisiyle başlayacağım.
Karşı çıktığım değerlendirmelerden ilki “marksist ulusal sorun teorisinin iflas ettiği”. Batı yeni solunun çeşitli temsilcileri ile üçüncü dünyanın devrimci demokrasi teorisyenlerinin bol bol dile getirdikleri bu görüşte daha baştan bir terslik olduğunu düşünüyorum. Marksist ulusal sorun teorisi diye adlandırılabilecek bir teori ya da teori bölmesi mevcut değildir. Mevcut olması da işin tabiatına aykırıdır. Marksizmi ekonomi politik eleştirisi, diyalektik ve tarihsel maddeci bir metodoloji, bir sosyoloji kuramı, bir siyaset kuramı vb. ögelerin toplamı olarak düşündüğümüzde, elbette bunların yanına başka şeyler de eklenebilecektir. Hindistan ve Çin üzerine yazılardan sömürgecilik teorisi, emekçi sınıfların tasviri ve Sınıf Mücadeleleri’ne Engels’in yazdığı önsözden kent sosyolojisi, sayısız güncel makale ve tarih değinmesinden savaş ya da askerlik teorisi (ya da sanatı), satır aralarından estetik teorisi, kadın sorunuyla ilgili az sayıda yaklaşımdan bir feminizm teorisi ve yine bir sürü makaleden ulusal sorun teorisi… Mantıklı geliyor mu?
Mantıklı olup olmadığı sorusunu ilk elde yanıtlayamayanlar bizim konumuzu ilgilendiren çalışmaları gözden geçirebilirler. Ortaya oldukça tuhaf bir görüntü çıkacaktır: Kimi uluslar tarihseldir, kimileri değildir; sömürgeciliğe övgüler düzüldüğüne çok sık rastlanır; tarihsel oldukları tartışılamayacak denli açık olan Rusların kendilerine ulusal bir gelecek çizmeleri olasılığı Marx’ı dehşete düşürür… Dahası Fransız burjuvazisi ulusu karşısına almakta, Amerikan İç Savaşı’nın “ilericilik” atfedilen kanadının sınıfsal bir özü olup olmadığı sorunu ile ilgilenilmemektedir… Sonuçta elde kalan Marx ve Engels’in formülasyonlar oluşturmaya kalkıştıklarında son derece keyfi davrandıkları saptaması olacaktır. Somut değerlendirmelere giriştiklerinde ise, bazen ulus gerçekliğiyle ilgilenmezler, bazen ise sınıfları görmezler… Eğer marksizm bu ve benzeri bölmelerden oluşuyorsa marksist olmak için bir motivasyon kalmayacaktır. Gerçekten bazıları için kalmamıştır da…
Ancak, marksist kalmakta ısrar eden kimi yorumcular daha var ki, bunlar Marx ve Engels’in hataları ile doğrularını ayıklamak işine girişirler. Bu ayıklama işleminde elekten dökülecek olan parçalar ayrı bir açıklamaya ihtiyaç duyurturlar. Hataların açıklanmasına sıra geldiğinde, söylenenler şunlar oluyor: Marx ve Engels’in zaman zaman kurtulamadıkları Avrupa-merkezcilik, uluslaşma-kapitalizm bağlantısındaki doğrusal-evrimci yaklaşım, hatta üretici güçlerin gelişkinlik düzeyiyle sözü edilen ulusal topluluğun nitelikleri arasında kurulan kısacık bağ dolayısıyla ekonomizm… Tüm bu eleştiriler getirildikten sonra bence yine marksist olmak için bir neden kalmayacaktır.
Elekten aşağı böyle düşülüyor. Peki ya yukarıda kalan ögeler “…Marx, Lenin’in … teorisinin temeli olacak olan iki kavramı formüle etti: a) Başka bir ulusu ezen ulus özgür olamaz … b) Ezilen ulusun kurtuluşu, ezen ulusun bizzat kendisi için de sosyalist devrimin bir önkoşuludur.” 3
Bu pasajı aktardığım çalışmanın yazarları, Traverso ve Löwy, Marx’da binbir hata bulup hâlâ marksist kalmak isteyenlere böyle bir yardım eli uzatmış oluyorlar. Ancak kendileri daha gerçekçi: “Marx ve Engels, ulusal sorun konusunda tamamlanmış bir teoriden çok, bir fikir formüle ettiler. Bu gerçek onların teorik incelemelerinin sınırlı olduğunu gösterir, ama aynı zamanda Kautsky … ya da Stalin tarafından önerilenler gibi çok katı ve normatif tanımlamaların tehlikesine karşı korur.” 4 ve “Onların yazılarından kapitalist üretim tarzının yükselişiyle bağlantılı ve siyasal bir üstyapıda, ulusal devlette kristalleşmiş tarihsel bir formasyon olarak bir ulus kavramı çıkartabiliriz … Ancak bu kavram hiçbir zaman sistematik bir şekilde geliştirilmedi”. 5
Yeri gelmişken yazarların Marx’ın eksiklerinde kapitalizmin devrimci gücüne duydukları fazla güvenin payını gördüklerini, ulusal sorunun ihmalinin esas olarak buradan kaynaklandığını belirttiklerini de ekleyeyim. Marx’ın ve Engels’in burjuvazinin tarihsel dinamizmini bir ölçüde abarttıkları görüşüne katılıyorum. Bunun, örneğin sömürgeciliğin modernleştirici gücünü alkışlamalarında ciddi bir katkısı olduğu da doğrudur. Ancak kapitalizm öncesi toplumların gelişme yönlerinden söz edildiğinde, bu toplumların geleceklerine kapitalizmin damga vuracağı kehanetinde bulunmak, bu gelişmenin taşıyıcı öznelerini ararken de sömürgeci burjuvaziye rastgelmekte bence karşı çıkılacak bir taraf yok. Bir yanlış varsa, Marx ve Engels’in çizdikleri genel doğrultuda değil, anlatımlarındaki kimi “ilginçliklerde” aranmalıdır: Marx ve Engels’in geri halklar hakkında kullandıkları üslup gerçekten aşağılayıcıdır, Çarlık gericiliğine karşı Osmanlı destekçiliği, İngiliz işçilerine sunulan hafif milliyetçi çağrışımlı temalar, Sırp devleti projelerine sempati ifade etmeleri… tüm bu riskli değerlendirmeleri takip eden üslup, doğrudur, bugünkü marksistlere yabancıdır. İstenirse, genel yaklaşımın özünde değil ama üslupta bir Avrupa-merkezcilik bulunabilir.
Bu noktayı bırakıp yukarıdaki alıntılara dönersek sonuç değerlendirmede (a) ve (b) şıkları halinde altı çizilen iki yaklaşımın tercih edilmesinde Marx’a ve Engels’e yüklenen keyfiliğin katmerlisinin bulunduğunu düşünüyorum. Marx ve Engels’in, bir teoriye kalkış noktası teşkil edecek tez olarak “bir ulusu ezen ulus özgür olamaz” diyebilmeleri mümkün değildir. İrlanda ve İngiliz emekçilerine yönelik bir somut tahlil ve ideolojik yanı ağır basan bir mesajdan teori temeli çıkartmak fazla zorlamadır. Böyle bir zorlamayı İrlanda yazılarından yapmayı seçmek ise keyfiliktir. Kimse Marx’ın Hırvatların özgür bir ulus olduğu yanılsamasına kapıldığını ya da Hırvatların özgürleşmesini başka halkların özgürlük koşulu olarak tasarladığını iddia edemez. İddia yerine, “ama Hırvatlar tarihsel olmayan ulustu” diye itiraz edilmesi ise mümkün değildir; çünkü şu “tarihsel ve olmayan” ayrımı tamamiyle politik bir saptamadır, teoriyle de direkt bir ilintisi yoktur. Marx ve Engels, Almanlar, Polonyalılar, vb.den söz ettiklerinde bunların ezmekte oldukları ulusal/etnik toplulukların konumlarıyla ilgilenmezler…
Ulusal soruna ilişkin yaklaşım ilkelerini barındıran ve bunlara tutarlı bir bütünlük kazandıran bir marksist teori yoktur. Çünkü marksizmin bu alanın yalıtılmış sınırları dahilinde tutarlı olmak diye bir sorunu yoktur, olamaz ve olmamalıdır.
“Yoktur” görüşümü yukarıda dağınık da olsa örneklendirerek açıklamış bulunduğumu zannediyorum. Ancak “yalıtılmış sınırlar dahilinde” ibaresinin altını çizmek istiyorum. “Olamaz”a küçük bir ek: Aslında ulusal sorun alanında hiçbir ideolojinin böyle bir şansı bulunmuyor. İdeolojilerin sınıfsal aidiyetleri olduğu kabul ediliyorsa, ulusallık her durumda bir yan parametre, bağımlı değişken olacaktır. Bu nitelik işin nesnel tarafı. Ama bu nesnellik ile ulusal motiflerin belirli bir sınıfsal ideolojinin iç kompozisyonunda oldukça güçlü bir mevkiye yerleşmesi arasında da çelişki yoktur. Tersine saf haliyle milliyetçilik değilse de, ulusal motiflerin değişik ideolojiler tarafından kapsanmaya ve kendilerini kapsayan ideolojiye uyum göstererek çok anlamlı işlevler üstlenmeye uygun bir yapıları vardır. Bir de “olmamalıdır” dedim. Bu bir tercihin ifadesidir. İdeoloji ve politika alanındaki işlevsellik ilişkisine bakılarak ulusal sorunlar karşısında sosyalist bir hareket çok çeşitli refleksler gösterebilir. Bu reflekslerin ideoloji düzleminde belirli açıklamalara kavuşturulmaları mümkündür. Açıklamaların yargılanacağı kürsü ideolojik mücadelede oynadıkları rolün üzerine inşa edilebilir. Teoriyi ve bilimi bu alanlara tam boy sokmaya çalışmak yarar getirmeyecektir; teorinin ideolojileşmesi ve yaratılacak deformasyonlar da cabası…
Tüm bu söylenenlerden bir sonuç daha çıkıyor: Ulusal sorun karşısında ortodoks marksist ya da ortodoks leninist bir politika yoktur. İlle de ortodoksi ya da klasisizm aranacaksa da yanlış yere bakılmasın: Teori alanında marksist ortodoks iki ilke çıkarsanabileceğini düşünüyorum. Birincisi, kapitalizmle başlayan ve tüm inişli çıkışlı grafiğine rağmen süregiden, sonrasında sosyalizmin devralıp -tamamen doğrusal kılınamayacak bir trend üzerinden mantıksal sonucuna ulaşacak olan ulusların kaynaşma süreci ve ütopyası. Açıkçası uluslararası bir asimilasyon.
İkincisi, ulus kategorisine sınıfsal, yani dünya işçi sınıfı hareketlerinin ve sosyalizm mücadelesinin çıkarları merceğinden bakmak.
Tanım sorunu
Bu iki ilkenin ulus konusunda uygulanabilirlik kazanmasının şimdiye kadar değinmediğim bir boyutu var. Ulus kavramının klasik ve aşağı yukarı her zaman aynı ögelerin altının çizildiği tanımları vardır. Bu ögelerin kompozisyonunda hangisine ağırlık ya da öncelik verileceği üzerinde pek de ilgi çekici olmayan bir tartışma sürer gider. Tartışmanın marksizmin içinde de yapıldığı biliniyor. Marx’ın, Lenin’in, Stalin’in, Mao’nun belirli yanlışlarının birinci ögeye yeterince ağırlık tanımamasından mı kaynaklandığı, yoksa ikincinin fazla önemsenmesinin sonucu mu olduğu üzerine yürütülen fikirler bana pek fazla ilginç gelmiyor. Zira yukarıda çokça vurguladığım gibi yanlış ya da doğru tutumların ulusa getirilmiş tanımlamalara sınırlı kaynakları olabileceğine inanmıyorum.
Tanım konusuna gelince; esas olarak dikkat edilmesi gereken nokta, amaç eğer ulus politikasına ilişkin kimi ipuçlarını yakalayabilmek ise, politikanın dinamik özelliğini “tanım”a yansıtmak ve ulus politikasının esnek olması gereken yapısına “tanım”ı uyumlu kılmak olmalıdır. Bu uyumu sağlamak açısından ulus kavramının ögeleri arasındaki “ortak siyasal kimlik ve mücadele”nin daha genişletilmiş bir kavrayışla, daha güçlü vurgulanmasında ve diğer ögelerin önüne konmasında fayda vardır. Kavramın genişletilmesinden kastettiğim ise şu: Bir ulusu (etnik) topluluktan ayırmamızın nedeni akademik kayguların ötesinde iki olgunun siyasi anlamının farklı olacağında yatıyor. O halde ilk göz atılması gereken öge de, sözkonusu demografik topluluğun siyasal kimliği olmalıdır; ama tüm geçmiş birikimleri ile, içerdiği sınıfsal ayrışma ve iç sınıf mücadeleleri ile, geleceğine maddi olarak ulusal bütünlüğün mü sınıfsal ayrışmanın mı damga vuracağı vb. öngörülerle… Bu anlamda “siyasal” sıfatının işaret ettiği tüm yön ve açılarla birlikte…
Böyle bir geniş kavramlaştırma bence, örneğin Sovyetler Birliği’nde yaşanan ulusal kavgalara dair de elimize belirli ipuçları verecektir. Konumuz bu örneğin kendisi olmadığı için yalnızca özetliyorum; Sovyet halklarının büyük çoğunluğu bir iç sınıfsal ayrışmayı hızlı yaşamaya adaydırlar, bir. İki; bu halklar şu ya da bu düzeyde sınıfsallık olgusunun -sezgisine değil, bizzat- bilgisine sahiptirler ve sınıfsal siyasi programlarla tanışıktırlar. Üç, kimi zengin ve batıyla entegrasyona çeşitli açılardan daha yatkın olan uluslar dışında, bu cumhuriyetler kendi kendilerine yeterli olmaktan çok uzaktırlar ve birbirlerine fazlasıyla muhtaçtırlar. Dört, bu toplulukların Sovyet sosyalizminin parçası olmanın ötesinde öyle çok yerleşik bir ulusal kimlikleri ve talepleri onyıllar boyunca olmamıştır. Hal böyleyken, restorasyon yoluna girmezden, ya da uluslararası burjuvazinin müdahalesine açık hale gelmezden önce Sovyetler Birliği’nde bir dizi ulus sorununun çözülmemesi, hayret vericidir. Nesnel verilerle bakıldığında çözülmemeleri için bir neden yoktur. Geriye yalnızca siyasi önderlik sorunu kalmaktadır. Sovyetler Birliği’nde ulusal “sorun” son yılların gaflet “siyaset”i tarafından yaratılmıştır. Ama artık siyasal etkinlik içindeki bu topluluklar, kendilerini bizzat bu etkinlik içerisinde birer ulus olarak yeniden üretmektedirler. Bu örnekte siyaset faktörünü temel açıklayıcı parametre olarak kullanmayı denedim. Bence, bu yöntem -ve dolayısıyla tanım- ile hareket edildiğinde, yıllar boyu bu ulusların kendi kültürlerini geliştiremediklerinden, dini baskı gördüklerinden, sürüldüklerinden ya da demokratik bir ulusal yaşantı kuramadıklarından söz etmenin manası kalmayacaktır. Bu değerlendirmelerin manasızlığı ise yalnızca politik gelişmelerden kalkılarak dahi saptanabilir: Ayrılıkçı ulusal hareketlerin kullandıkları motifler kapitalizm hayranlığı son yılların Türkiyesi’nde çok yakından tanıdığımız “köşeyi dönme” ya da “gemisini kurtaran…” ideolojileri dini taassub, pan-İslamizm, pan-Türkizm, liberalizm… Bunlar arasında “bastırılmamayı”, “ezilmemeyi”, “hoş görülmeyi” hak eden, “barış içinde birarada yaşanabilecek” herhangi bir şey ben göremiyorum.
Ortodoksi el değiştiriyor
Teoride ve politikada ortodoksluk konusuna yeniden dönmek istiyorum. Sovyet deneyinin uluslararası harekete maliyeti özünde şudur: Sovyet deneyinin marksist enternasyonal hattın belirli bir yerellikte yeniden üretimindeki özgünlüklerle leninizmin evrensel özü tek bir paket olarak masaya gelmiştir. Çeşitli nedenlerle Sovyet marksistlerinin stabilize oldukları kimi aşırı kalıpçı teori yorumları tüm uluslararası geleneksel sol için yaratıcı her girişimin yolunu kapayan aforizmalara dönüştü. Ortodokslukla yaratıcılığın elele vermesi geleneksel solun 70 yıllık tarihinde çok rastlanılan bir durum değildir. Bugün güdük ortodoksiye ne olduğunu biliyoruz. Büyük bir ağırlıkla diğer uca inkarcılığa varıldı. Yaşanan sorgulama ve arayış döneminin ne tür ve ne güçte anlamlı ürünler vereceği belirli değil; zaten bu konumuz da değil. Varmak istediğim nokta, yıllar yılı geleneksel solun alaya alınmış kalıpçılığının, kötü bir ortodoksinin bu kez kendine yeni sahipler bulduğu.
İşte birkaç örnek: “…yapılması gereken bugün ezilenlerin kurtuluşuna destek olmak, yarın onlar başkalarını ezmeye yöneldikleri an yeni ezilenlerin yanında saf tutmaktır.” 6
“Ezilen ulus milliyetçiliği esas olarak demokratik bir içeriğe sahipken, ezen ulus milliyetçiliği esas olarak anti-demokratik, gerici ve baskıcı bir içeriğe sahiptir…
“Bir ulus, devlet olarak örgütlenmedikçe kendi kaderi üzerinde nasıl söz sahibi olabilir?” 7
Birinci alıntı Savran’dan ikincisi Kurtuluş gazetesinden… Özel olarak bu kaynaklara yönelteceğim bir eleştiri olmayacak; gerçekten de Türkiye solunda devrimci kesimlerin Murat Belge’nin 95 imzalı deklarasyonuna gösterdikleri tepkinin genel olarak bütünü, bence kötü ortodoksinin bir göstergesidir…
Nasıl mı?
Savran’a göre sosyalizmin ulusal soruna ilişkin ilkeleri vardır: Örneğin ezen ulus sosyalistleri her zaman ve her yerde ayrılma hakkının propagandasını yaparlar; ezilen ulus sosyalistleri ise birleşme talebini yükseltirler. Ve leninizm budur, Lenin de Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı çalışmalarında bunu anlatır.
Peki iş burada biter mi? Bence tam da bundan sonra başlar. Ulusal bir dinamizmin gerici bir işleve mi oturacağı, yoksa sosyalizmin geleceğine su mu taşıyacağıdır, asıl ilgi konumuz. Bunun hem nesnel kimi belirleyenleri vardır, hem de sosyalist politikanın müdahalesiyle alacağı biçimler. Ulusların kendi kaderlerini tayin haklarını özgürce kullanmalarını savunmak dört başı mamur bir politika değil, ancak sosyalizmin kendi öznesinin yapılanması ve işçi sınıfının enternasyonalist eğitimi açılarından etik bir ilkedir. Yanlış anlaşılmasın, etik ilkeler son derece önemlidir. Ama politika bütünlüğü olmadığında etik ilkesellikler ahlakçı tipolojiler üretir yalnızca. Yine Savran’a göre marksistler önlerindeki somut duruma göre davranırlar. Mevcut reellikte ezilen hangi ulus ise onu desteklerler. Gün değişip, dünkü ezilen ezen pozisyonuna ulaştığında bu sefer destek ondan çekilip başkalarına sunulur. Politika, Anglo-Sakson üniversitelerinin “oyun teorisi” modellerinde bile daha ciddi bir görüntüye sahip. Bir kere, bu yaklaşım “doğru politika”nın tanımında yer alan “doğru öngörü” ya da önceden öngörebilme yeteneğini bir kenara koyuyor. Bir ezilen ulusal topluluğun yarın bir başka ulus üzerinde ezen konumuna çıkıp çıkmayacağı öngörülebilir ve politikalarda yansıtılabilir birşeydir. Üstelik böylesi gelişmeler Savran’ın da bizzat örneklendirdiği gibi deneyle sabittir. Dahası, teoriyle de sabittir. Ulusal kimlik kendi içinde barışık ve yeterli bir olgu değildir, her zaman kendisini başka ulusal kimliklere referansla tanımlar. Uluslar arasında düşmanlığın tohumları ulusal kimliğin tam da içinde gizlidir.
Yazara göre “soruna ezilenlerin açısından” bakmak gerekiyor. Eğer marksist bir sosyalizmden değil ahlakçı bir sosyalizmden bahsediyor olsaydık bu açı yerine otururdu. Ama benim bildiğim marksist sosyalizm genel olarak ezilenlerin değil, özel olarak işçi sınıfının bakış açısıyla örtüşmeyi hedefler. Ulusal çelişkide ezilenin bakış açısını benimsemek marksizm değildir. Marksizm kendine özgü bir yaklaşımı, sözkonusu çelişkide yeni bir saf, yeni bir cephe haline getirir.
Geleneksel solun “ulusal sorun” başlığı altında ders kitaplarına yazdığı, kendi kaderini tayin hakkı, ezilen ulusların ilericiliği vb. noktalar şimdi Savran’ın tepkilerinde kendilerine yeni yuva bulmuşa benziyorlar.
Kurtuluş ise bu ortodoksinin daha sert köşeli örneklerini veriyor. Bildik ortodokside, güncel pragmatik politikaların teorik ilkesellikler düzeyinde sunuluşu da vardır. Üçüncü dünyanın anti-emperyalist güçleri üzerindeki gündelik ya da dönemsel politika hesapları Sovyet yazınında kapitalist olmayan yol benzeri “teori”lere dönüşebilmiştir. Kurtuluş da, örneğin Türkiye’de yaşanan ulusal sorun özelinde kendi kaderini tayin hakkının ezilen ulusun devlet olarak örgütlenmesiyle kullanılabileceğine inanıyor olabilir. Konunun asıl muhatabı olan ulusal kurtuluş hareketinin önderliğinin bile böyle düşünmediği biliniyorken bir sosyalist hareketin bu yargısı oldukça tuhaftır, ama bu önemli değil. Önemli ve asıl tuhaf olan, kendi kaderini tayin etmek için devlet olarak örgütlenmek gerektiği genellemesidir. Alıntıladığım pasaj, tezini aykırı cevap verilmesini abes saydığı bir soru olarak ortaya koyuyor. Benim cevabım yazarın abes sayacağı biçimde “aykırı” olacak. Kendi kaderini tayin etmek için bağımsız devlet kurmak gerekmez, bağımsız devlet kuruluşu zaten kendi kaderini tayin hakkının fiiliyata dökülmesidir. Üstelik kimi durumlarda “bağımsız” devlet kurmak, ulusun kaderinin vasi değiştirmesinden ibaret bir değişim anlamına da gelebilir.
Ancak bizim bildik ortodoksinin yine de “anlaşılır” olan ve anlaşılması da gereken bir özü vardır. İster doğru bulun ister bulmayın, teorik özü yoksullaştıran, ideolojik mesajları bulamaça çeviren, yüzeysel formülasyonların denk düştükleri belirli gerçeklikler, anlamlı mücadeleler vardı. Yukarıdaki iki örnek ne yazık ki, böyle bir yön taşımıyor, taşımaları da olanaksız. Eğer Sovyetik ortodoksiye “politik ortodoksi” dersek, bu örnekler, -ilkinin altı çizilmek kaydıyla- doktriner ortodoksi” başlığı altında sınıflandırılabilir.
Yenilik ve devrimcilik arayanların bir kısmı devrimcilik şablonu olarak Amerikaları keşfederlerken yalnızca yenilik arayan liberal yönelimden çıkan ürün 95’ler bildirgesi oldu:
“‘Ezilen’ topluluk, ilkin savunma gerekçesiyle de olsa, kendi milliyetçiliğini geliştirdikten sonra gereğinde kendine ‘ezecek’ daha güçsüz bir millet bulur”. 8 Bu saptamaya itiraz edecek bir marksist çıkacağını sanmıyorum. Ama bu saptamayı yapan M. Belge’nin neden bugün “Kurtuluş Savaşı’nı birlikte yürütmüş iki halk”ın böyle bir duruma gelmelerine şaşırıyor; bunu anlayamıyorum. Türk ve Kürt halklarının doğrusu olmayan bir milliyetçilik kutuplaşmasına sürüklenmekte oldukları doğrudur; ve bu durum ilk saptamayla son derece uyumludur.
Bu itirazım işin ayrıntısı sayılabilir… Ben, söz konusu tartışmada girilmeyen bir alana tartışmayı taşımayı deneyeceğim. Kimi devrimci kesimlerin tepkisini göze alarak, bir ölçüde de 95’lerin liberal özlerine daha önce gösterilen ve genel hatlarıyla katıldığım eleştirileri tekrar etme durumuna düşmemek için başka vurguları ön plana çıkartmak istiyorum.
Devrimci kesimlerin liberalizme karşı gösterdikleri tepkinin doğru olması, eleştirilen metinde parmak basılan iki gerçeği unutturmuştur. Bunlardan birincisi, milliyetçiliğin gerçekten hiçbir koşulda doğru olamayacağıdır. İş enternasyonalizme gelince mangalda kül bırakmayanların, Kürt hareketindeki milliyetçilik karşısında secdeye varmaları yalnızca ikiyüzlülük ve kişiliksizliktir. Türkiye’de devrimcilerin önemli bir kısmı bunu yapmaktadır.
İkincisi, Kürt hareketine yakın kimi basın organlarında insanlık tarihini Kürtlerle başlatmaya Kürtlerin en eski ve gelişkin kültürü temsil ettikleri iddialarına varan milliyetçi -belki daha doğrusu ırkçı- temalardır. Mustafa Kemal döneminin güneş-dil teorilerinin Orta Asya ve bozkurt masallarının “Kürtçeleri”ne hoşgörüyle bakmak marksistlerin işi değildir.
Tabi bunları söylemek metnin, bugünkü mücadelede devrimci olmayan bir saf tuttuğunu unutturmamalıdır. Bugünün koşullarında, 95 imzanın düştüğü saf ezen ulusunkidir.
Ben metnin ne murad ettiğine daha yakından bakmakta fayda olacağına inanıyorum. Asıl dikkat çekmek istediğim konu yakından bakılınca seçilebiliyor.
Metin esas olarak kendisini bir gözlemci derekesinde tanımlamaktadır. Metinde itiraz edilen ve tepki duyulan çeşitli olgular, temalar var. Bunların sarılıp sarmalandığı çerçeve son yılların “ideolojiler öldü” tuhaflığıdır. “İdeolojiler öldü” ise, aydın deklarasyonlarının hiçbir mücadele şansı kalmamış demektir. İdeoloji yoksa, pragmatizm vardır, “iş bitiricilik” vardır, köşeleri tutanlara, politik gücü elinde tutanlara gün doğmuş demektir. 95 aydının tepkisi başta bu çerçeve nedeniyle anlamsızlaşmıştır. İmzacılar ulusçuluğu, ulusal motif ve kavgaları çağdışı ilan ederlerken haklıdırlar. Ama şu tribalizm dalgasına karşı kapitalist modern çağın erdemlerine güven tazeleyerek mücadele edilemeyeceğini, ihmal etmişlerdir. Tribalizmin de, milli savaşların da kapitalizmin çelişkili doğası içerisinde “normal” olduğunu atlıyorlar. Metne göre ulusal kavga”manasız” birşeydir, o kadar. O kadar ki, Kemalizm, Demokrasi, İslam, Sosyalizm ve bu arada Kürt milliyetçiliği gibi “büyük harfle” yazılan birtakım kavramlar artık bir kenara atılmalıdır. İmzacılar ideolojileri bir kenara atarlarken, geriye bir boşluk kalmayacağını düşünmüş olabilirler. Ama bir boşluğun kalacağında anlaşırsak, Belge dolgu malzemesi olarak olsa olsa -adını koymaksızın ve yazmaksızın- büyük harfle Modernizm’i önermiş olmaktadır.
Ancak modernizm bu anlamda büyük harfle yazılmaya gelecek bir olgu değildir. Modernizm projesi, içinin değişik ideolojiler tarafından önemli farklılıklarla doldurulmasına açıktır. Büyük harfle yazılacak olan da, modernleşmeye somut anlamını veren ideoloji olacaktır.
Ulusallığın geleceği
Tüm dünya ulusal ya da “tribal” dinamiklerle altüst olurken, en kolay şey ulusçuluğun çağımızın en önemli olgusu ya da gerçeği olduğu üzerine birtakım tezler ileri sürmektir. Bu yaklaşımların gerek burjuva dünyada gerek sol cenahta ortaya çıktığı, giderek de zenginleşen bir edebiyat halinde devam edeceği görülüyor.
Ulus ve ulusçuluk gerçeği üzerine yukarıdaki sayfalara ekleyeceğim fazla birşey yok. Ancak sosyalistler arasında alıcı bulması muhtemel bir senaryo üzerinde durmak istiyorum. Senaryo şöyle:
Emperyalizmin karşı saldırısı, şu an için sosyalist sistemin yokoluş şokundan tam olarak çıkamamış çeşitli rejimler açısından belirli tepkilerin ortaya çıkmasına vesile olacaktır. Bugünkü koşullarda, freni kalmamış, pervasızlaşmış bir emperyalizm olgusu, üçüncü dünyada 60’ları hatırlatan, hatta uluslararası dengelerin sınırlayıcı etkisinden azad olduğu için daha da radikalleşebilen anti-emperyalist bir dalga doğuracaktır. Bu dalga, dünya devrim süreçlerinin eski üç ayaklı modelinin yıkılmasından sonra ortaya kalın bir üçüncü dünya ayağı (belki Küba, Çin vb. sosyalist ülkeler bu kategoriye dahil edilecek) ile cılız bir gelişmiş ülkeler proletaryası ayağından oluşan yeni bir model çıkartacaktır.
Ulusal hareketlerin nedensel zemininin genişlediği doğrudur. Ancak bu genişleme, gelişim perspektifi alanında aynı genişlikte bir tekabülünü bulmuyor. Artık anti-emperyalist hareketlerin bu nitelikleriyle varlıklarını kalıcılaştırabilecekleri bir dünyada değiliz. İki sistem arasındaki çelişkinin ara kategorilere hayat şansı verdiği dönem kapandı. Kapitalist dünya sistemiyle hesaplaşma ihtiyacı bundan böyle ulusal hareketlere daha fazla içselleşecektir. Şu an için yanıtlar listesinde kapitalizmden kopuş seçeneğinin ağırlık taşımayacağı da açık olmalıdır. Kapitalizmden kopuş bugünkü konjonktürde aşırı rizikolu bir seçenektir.
Ama bu durumun marksistler için verdiği bir mesaj görülmelidir:
Sosyalistler ulusal hareketler karşısında daha seçici davranmalıdırlar. Belki, daha doğrusu, önümüzdeki evrede sınıf analizini eksen olarak kabul edenler için, sahip olmaları gereken “seçici” bakış tarzını uygulama olanağı artacaktır. “Ulusal” ya da “yerli” burjuvazilerin veya orta sınıfların elindeki bir önderliğin geleceğine dair artık fazla bir tartışmaya gerek kalmamıştır. Mülk sahibi ve anti-sosyalist sınıfsal önderlikler yamücadeleyi emperyalizme, uluslararası kapitalizme en kısa zamanda peşkeş çekecekler, ya da önderlik mevkilerinin yeni ve daha ileri adaylarıyla aralarında bir iç mücadele başlayacak.
Uluslararası kapitalizmin uzlaşma eğilimi gösteren hareketlere “yardım” elini uzatmakta tereddüt etmediğini Ortadoğu’daki son barış girişimleri göstermiyor mu? Ulusal hareketlerin içinden sosyalizme açılan pencereler ise örneklerini yaratmış değil, bu gelişme için daha bir süre beklemek gerekecek.
Bu noktada iki sorunun akla gelebileceğini düşünüyorum.
Birincisi; ne beklenecek?
İkincisi; bu analiz ulusal hareketin tüm gelişme yollarını kapattığına göre özünde ulusal kurtuluş mücadelesinin reddi anlamına gelmez mi?
Beklenecek olan üç şey var. Önce kapitalizmin egemenliğini ebedileştirdiği iddiasının maddi olarak aşınması… Dünya kapitalizminin ekonomik sorunlardan, emperyalist şiddete, ırkçılığa kadar ürettiği bir dizi sorun bu aşınmanın öyle çok fazla zaman almayacağını düşündürtüyor. Sonra emperyalizme karşı ya da kapitalizme karşı bir direniş dinamizminin güçlü sinyaller vermesi… Ama hepsinden önemlisi bu çelişkilere bir rota sunma yeteneğine sahip tek hareketin, marksizmin, kendisini yeniden bir siyasi özne olarak şekillendirebilmesi ve müdahale gücü kazanmasıdır. Bu ögeler ortaya çıktığında, bence giderek küçülen dünyamızda ulusların iç ayrışma süreçleri de ivme kazanacaktır.
İkinci olası soruya, fazla kestirmeci ve köşeli görülmemesini dilediğim bir cevap vereceğim. Ulusal hareketlerin bu bütünlüklü kimlikleriyle gelişme yolları zaten tıkalıdır. Ulusallık hattında kaydedilebilecek bir mesafe tarihsel olarak sonludur, gecikmiştir, başka hatlara bağımlıdır… Bugün bu marksist yaklaşımın daha net ifade edilebilmesinin olanaklı hale gelmesi bir açıdan da sevindirici sayılmalıdır. Örneğin marksistler bundan böyle bir siyasi hareketin ulusal nitelikte bir kurtuluş mücadelesi sayılıp sayılmayacağı konusunu değerlendirirken sözü edilen sınıfsal ayrışma yönelimini de hesaba katmalı, “ulusal kurtuluş hareketi”nin tanımına sınıfsal ayrışma derecesi de eklenmelidir. Çünkü, dünya çapındaki sınıf mücadelelerinin artık içinde bulunduğumuz evresi burjuvazisi ve proletaryası ayrışacak kadar gelişmemiş olan ulusal dinamiklere emperyalizmin iç çekişmelerindeki basit piyonlar olmaktan başka bir anlam yüklenmesini olanaksız kılmıştır. Nerede kaldı “kurtuluş” mücadelesi!
Sonuç yerine Türkiye’ye bir bakış
Modernizmin siyasi bir muhteva ve işlev taşıyabilme gücünü kendinde barındırmadığını yukarıda vurgulamıştım. Bu tezin pozitif olarak anlamlandırılabilmesi için eklenmesi gereken bir kaç nokta var.
Uluslararası düzlemde tanımlanmış haliyle marksizmin bilimsel boyutu doğal olarak bir ağırlık taşır. Bu genel düzeyde de bilimsel olandan, su geçirmez bölmeler olarak elbette değil, ama analitik bir fayda umuduyla ayırmayı deneyebileceğimiz ideolojik boyuttan söz edilebilir. Gelecek ütopyası, işçi sınıfı başta olmak üzere kitlelere hitap edebilmenin araçları ve söylemi, siyasi mücadele tarzı ve ahlakı, enternasyonalizm, devrimci dayanışma…
Ancak bu evrensel ideolojik motiflerin belirli bir toplumsal zemin üzerinde ete kemiğe büründürülmeye hâlâ ihtiyaçları kalacaktır. Evrensel ideoloji sistemleri “ideolojik ve siyasi hareket” haline ancak özgün yerelliklerin somutunda dönüşebilirler. Bu dönüşüm işlemi ise başlı başına bir yeniden üretimi tanımlar.
Yukarıdaki tartışmalarda eleştirdiğim yorumcuların bu işlemi daha farklı algıladıklarını düşünüyorum. Örneğin 95’ler için evrensel yasallıklar “yeterli”dir. Buna karşılık değindiğim iki eleştiri konuyla ilgili yerel niteliklerden başka birşeyi göremezler. İster bu uç örneklerde şekillendikleri haliyle, ister daha rafine biçimlerde, yerel ile evrenseli bir kutupsallık ilişkisi içinde ele almak oldukça riskli görünüyor.
Yerel ile evrenselin birbirlerinin uzağında ayrı ayrı tanımlanmalarının vereceği sonuçlardan ilk akla gelenleri şunlar: Yalıtılmış evrensel ölüdür, dönüştürücü bir güç taşımaz. Yalıtılmış yerel kendisini entegre bir sistem olan dünyada siyasi güce dönüştüremez; yalıtılmış yerellik ulusal yalnızca bir zemine denk düşmekle kalmaz, dahası, ulusal bir kimlikle sınırlanır. Bu tür projeler, eşitsiz gelişme yasasının bir ürünü olarak her zaman küçük ya da büyük alanlarla buluşabilirler. Ancak bu olgu, üreyecek siyasi gücün kısırlığını ortadan kaldırmaz. Çözüm yoluna, sanırım şöylesi bir modelin kurgulanmasıyla adım atmak mümkündür: Evrensel olan, ancak ve ancak yerellikler çerçevesinde sürekli olarak yeniden üretildiği takdirde “varlık” kazanır; her yeniden üretim etkinliğinin yaratacağı gerilimler ve yeni sorunlar, sürecin içsel dinamizmini anlatır.
İkinci bir ek “zayıf halka” esprisiyle ilişkili. Leninist kullanımın bir dejenerasyonun tehdit ettiğini düşünüyorum. Kavramla kastedilen emek-sermaye çelişkisinin, içinde yaşanılan uluslararası ilişkiler ve bir dizi son derece yerel dinamiklerin arasından süzülerek bir somut mekanı kırılgan hale getirmesidir. Tehdit edici dejenerasyon ise, “zayıf” sıfatının çağrıştırdığı geriliği temel referans noktası olarak almaktadır. Gerilik ile zayıf halka arasında doğrudan bir bağ aranması ciddi bir hatadır. Zayıf halka bir bütünlük olarak, içerdiği en geri, dolayısıyla evrensel çizgilerden en uzak alt alanlarıyla değil, tam tersine evrensellikle en yalan temasın kurulabildiği yönler tarafından belirlenir. Türkiye, eğer nesnel olarak dünya kapitalizminin bir zayıf halkası ise, Türkiye’yi bu misyona layık kılan köylülük, ulusal çelişkiler vb. değil, işçi sınıfının sosyalizme alan sunan gelişkinliğidir. Bugün Türkiye devriminin geleceğini Kürt ulusal hareketine bağlayan yaklaşımlar ya da psikolojiler, yüzlerini yanlış tarafa çeviriyorlar. Yukarıda tüm tartışılanların ışığında, bugün Kürt ulusal hareketinin sınıfsal ayrışma ve ileri toplumsal projelerle temas noktaları üretmek ile yönü belirsiz bir tribalizm arasında salındığı görülmelidir. İşin ilginç yanı, ulusal dinamikler bu salınımdan kurtulacak gücü, çoğu zaman kendi içlerinden üretmek yerine daha ileri bir projenin çekim gücüyle döngüden kurtulmuşlardır. Açıkçası, Türkiye’de böylesi bir çekim merkezi, ileri sınai merkezleri temel alan bir sosyalist hareket olabilir.
Türkiye güncelliğinin son dile getirdiğim iddiaların kanıtlarını sunmadığını kabul ediyorum. Ancak dikkat edilirse, zaten bu iddialar hiçbir zaman ülkenin sadece “nesnel”, iradeden bağımsız gelişmelerince kanıtlanacak türden şeyler değil. Bu iddialar bir siyasi öznenin yatırım yapacağı alanların altını çizmek, bir siyasi mücadeleye yön göstermek açısından anlam taşıyor.
Bence, bugünkü eksikli panorama Türk solunda yanlış bir tartışmayı da sürekli yeniden üretiyor. Sözünü edeceğim yanlış, Türkiye sosyalist hareketinin ulusal soruna duyarlılık adına ezen ulus şovenizminin sosyalizm içindeki etkilerini abartması. Türkiye sosyalist hareketi, çeşitli bölmeleriyle, bazen son derece bilinçli, bazen nesnelliğin zorlamasıyla Kemalizmin mirasından uzaklaştıkça şovenizm de sosyalist hareketin bir iç sorunu olmaktan çıkmıştır. Bu arınmanın nihai sonuçlarına ulaştığını söylemiyorum; hatta böylesi bir sonucun hep arzulanan ama bir türlü ulaşılamayan bir hedef olarak kalacağını düşünüyorum. Elbette sol yelpazenin içinde Türk milliyetçiliğine görece yakın duranlar vardır, ve bu eğilimin etkileri belirli konjonktürlerde artacaktır. Ancak, Kemalizmin oldukça yıprandığı, milliyetçiliğin egemen sınıflarla ileri ölçülerde özdeşleştiği, sol kadroların yıllar boyu -söylem düzeyinde bile kalsa- eski geleneklerini sorguladıkları bir gerçektir. Bu gelişmeler Türk sosyalistlerini ezen ulus şovenizminden büyük ölçüde kurtarmaktadır. Herhangi bir “formasyon” ile değil, pragmatizmleriyle tanınan kimi çevrelerin örneğin SP’nin ise hangi dönemeçte Türk, hangisinde Kürt milliyetçisi, ne zaman devrimci, ne zaman uzlaşmacı öneriler geliştireceği bilinmez.
Şovenizmin, Kürt sosyalistlerinde yine de varlığını sürdürdüğü alanlar neler olabilir? Önce şunu hatırlatalım: Burada marksistlerin dışında kalacak soldan örneğin Cumhuriyet gazetesinin eski yazarlarından söz etmiyorum. Burada, marksizmin önkabulünden kalkarak bir tartışma yürütmeye açık olanlarla yetiniyorum.
İkinci uyarım; işçi sınıfından ya da sosyalizmin hitap alanı olması gereken bir kitlenin niteliklerini tartışmıyorum. Böyle bir kitle bugün mevcut olmadığı için…
Enternasyonalist eğitimin kitleler nezdinde mutlaka, ama sosyalist hareketin kadroları için de yüksek dozda ve sürekli tutulması gerekir. Enternasyonalizm de bir bilinç ve ruh olarak kendiliğinden üremez, belirli bir çabayla şekillendirilir. Bu anlamda kimi görevler ve tehlikeler hiç bitmez.
Bugün şovenizm ile buluştuğu için eleştirilen kimi Türk aydınları var. Türk solunda şoven eğilimler Kemalizm kökenli ve esinli olmuştur. Şimdi şovenizmle eleştirilen, esas olarak liberalizm damgalı bir akımdır. Bu açıdan bakıldığında hem sorun hem öne sürülen argümanlar, hem de tartışma ekseni değişmiştir. Eğer sol liberalizm Kürt ulusal mücadelesine “barış öneriyorsa”, bunu şoven olduğu için değil sınıflar mücadelesine ilişkin tutumuyla uyumlu olmak için yapıyor. Sol liberallerin bu özü atlanarak yapılacak eleştirilerinin bence hiçbir anlamı yoktur.
Çifte standardcılığın tasfiyesi gerekiyor. Kişiliksiz Kürt övgüsü, Türk milliyetçiliğinden daha iyi bir şey değildir. Sol yayınları gözden geçirdiğinizde devrimcilik adına yapılan Kürt milliyetçiliğinin her yeri sardığını görüyorsunuz. Sol cenah söz konusu olduğunda milliyetçiliğin Türk versiyonu gerileyen, Kürt versiyonu yükselen milliyetçiliktir. Bu çarpıklığın düzeltilmesi diye bir sorun bulunduğunu düşünenler ise, şu anda gerçekten azdır. Ancak Kürt milliyetçiliğinin Türk solunda yükselmesinin herhangi bir siyasi gelecek vaadetmediği de belli. Bu insanlar, “enternasyonalizmin hakkını verip”, ulusal mücadeleye katılabilirler, hatta katılmalıdırlar! Aksi takdirde Kürt ulusallığının esas öznelerinin anaforuna farkına varmadan kapılacaklar, ve siyasi yaşamları öyle bir “enternasyonalizm uğruna” şerefine ulaşmaksızın son bulacak…
Dipnotlar ve Kaynak
- Giritli A., “Marx Engels Ulusal Sorun”, Gelenek 16, Mart 1988.
- Hoffman John ve Mzala Nxutnalo, ” ‘Non-Historic Nations’ and the National Question: A South African Perspective”, Science and Society, v. 54, no. 4, Kış 90-91, s. 414.
- Traverso Enzo ve Löwy Michael, “Ulusal Soruna Marksist Yaklaşım: Nimni’nin Yorumunun Eleştirisi”, Dünya Solu 7, Bahar-Yaz l99l, s. 66.
- a.g.m., s. 59.
- a.g.m., s. 60.
- Savran Sungur, “Liberalizmin Doğrusu Yoktur”, Cumhuriyet, 23 Ağustos 1991.
- “Ezen Ulus Aydını ve Şovenizm”, Kurtuluş, no. 5, Eylül 1991, s. 19.
- Belge Murat vd., “Milliyetçiliğin ‘Doğrusu’ Yoktur”, Cumhuriyet, 8 Ağustos 1991.