Avrupa’nın sol geleneğin toplumun dokusuna nüfuz etmiş oluduğu ülkelerinde, KP’lerin iktidara uzanıp alamayışlarının ardından, aşırı nesnelleşip reformizme doğru evrilmeleri bir ortak tarihtir. Uzunca bir dönem Avrupa komünizmi ile canlanmaya çalışan KP’ler 1980’li yıllara doğru etkinliklerinin büyük bir bölümünü sosyalist ve sosyal demokratlara kaptırmışlar ya da kendileri sosyal demokratlaşmışlardı (İKP gibi).
Sovyetler Birliği’nde yaşananlardan önce Avrupa solu köşeye sıkışmışken, çözülüşle birlikte KP’ler, KP isimlerinden kurtulma yarışı yaşadılar. Solun kişiliksizliği ve bunalımı üzerine gelen çözülüş daha fazla prestij kaybını beraberinde getirmiştir.
Avrupa’da solun bir açılım arayışı olan Avrupa komünizmi “tarihsel uzlaşma” tezi üzerinde yükselmiş ancak temel hedeflerinden olan “mevzi savaşları”, anti-tekel ve anti-militarist mücadele yoluyla beklediği etkinliğe ulaşamamış ve 1990’lara gelirken kimliğinden oldukça fazla ödün vermiş ve yıpranmış bir tortu haline gelmiştir. Yeni sol ise teorik “katkı”larını pratiğe aktaracak yapılanmalara gidememiş ve çıkışsız kalmıştır. Buradan hareketle şunu söylemek mümkün, Avrupa Marksizmi sosyalist sistemin çözülüşünden önce de köşeye sıkışmış durumdaydı. Bütün bu karanlık tabloya rağmen Avrupa merkezli yeni bir silkiniş mümkün mü? Silkiniş, bir anlamda solun Avrupa’da yeniden prestij kazanması ve güçlü bir iktidar alternatifi anlamında düşünüldüğünde kıtada böyle bir silkinişin potansiyelini taşıyan ya da bu doğrultuda belirtiler gösteren ülke/ülkeler var mı?
Bu yazının konusu, Avrupa’da solun nasıl toparlanacağı olmaktan çok, Avrupa’nın sol geleneklerin kök salmışlığı, iç savaş ve devrimci durumda solun ciddi birer almaşık olabilmişliği ve kapitalizmin gelişimi, yerleşme biçimi, kıta içinde eşitsiz gelişimin benzer tortular bırakmışlığı anlamında özel bir dikkati hakeden İtalya, Portekiz, Yunanistan, İspanya’nın önemi ve sözü edilen silkiniş için sundukları olanakların araştırılması olacak.
Kapitalist kalkınma açısından yüzyılın başından itibaren hızla diğer Batı Avrupa ülkelerine yetişmeye çalışan, İtalya da dahil olmak üzere, Portekiz, İspanya ve Yunanistan modellerinde başlangıçta, burjuvazi-siyasi temsilci ilişkisi, siyasi temsilcinin görece gelişkinliği üzerinde yükselmiştir. Burjuva devletin, kuruluşundan itibaren, düzeni tehdit edebilecek sol bir tehlike karşısında burjuvazinin tümünü sistemi korumak üzere harekete geçirme yeteneği kapitalizmin hızla yayılması için etkin müdahaleciliği, burjuvazinin gelişiminin önünde seyretmiştir.
Faşizm ve ardından gelen iç savaşlar Güney Avrupa ülkelerinde bir ortak tarihi işaret ediyor. Kapitalistleşmenin gereksinimleri karşısında siyasi istikrarsızlık ve komünist alternatifin iktidar ihtimalinin ortadan kaldırılması hedefleriyle iktidara gelen faşist yönetimlerin, karşılaştıkları mukavemet ve ardından bu ülkelerde bıraktığı izler farklıklar barındırmaktadır. Ancak önemli bir ortaklık, kapitalist gelişme yolunda daha hızlı sıçramalarına ve tekelci gelişimlerine paralel, burjuva demokrasisinin daha fazla “zoru” daha az “onayı” temsil ederek yerleşmesine önemli etkisi olmuştur. Devletin daha fazla “zoru” temsil etmesini şöyle açmak mümkün; devletin sınıfsal içeriği kitleler nezdinde Batı Avrupa ülkelerine göre daha açıktır. Uzun yıllara yayılmış faşizmlerin tortusu devlete güvensizlik olmuştur.
Amacım bu ortaklıklardan doğrudan bir sonuç çıkarmaktan öte, geriye doğru bakıldığında faşizmlerin yükselişinin hangi nesnelliklerde ve sosyalist öznenin hangi durumunda başarı kazanabildiğinin araştırması olup, aynı öznenin iktidar mücadelesinin başarısızlığı ve sonuçlarının değerlendirilmesi olacak.
Konuya giriş anlamında bu ülkeler üzerinde bir tarihi gezinti ile başlamak yararlı olabilir.
İtalya Ve İKP
20. yüzyıl başı İtalya için hızlı bir sıçramayı gerektiren kapitalizmin ihtiyaçları, dışarıda Avrupa ülkeleri arasında pazar paylaşımında mevzi kaybetmeme çabası ile belirlenmiş ekonomik ve siyasi güç savaşını, içeride ise, gelişmekte olan işçi sınıfına ve proleterleşme yolunda olan köylülüğün hareketine karşı mukavemet oluşturma zorunluluğunu barındırıyordu. Yüzyılın başında ülkenin kuzeyinde yoğun bir sermaye birikimi süreci yaşanırken (1896-1900 arası sanayide yüzde 7 oranında büyüme), güneyde tarıma dayalı yapı kırılamamıştı. 1920’de önemli bir muhalefet potansiyelinin paralelinde yeni doğmuş İKP (PCI), işçi hareketi ile birlikte Giollotti hükümetini sıkıştırmayı başarmıştı. Torino’daki devrimci kalkışma Gramsci’nin “işçi konseyleri” teorileştirmelerine zemin oldu. İKP aynı yılları takiben, nesnelliğin yükselişe uygun olmasına rağmen bu yükselişe hakim olabilecek olgunlaşmayı yaşayamadan, taşıyamadığı kitle desteğinin faşist iktidara taban oluşuna tanık olmuştur. Uluslararası komünist hareketin faşizmi yıkmaya yönelik stratejisi, İtalya özelinde kitleleri geniç cephler içinde kazanma politikaları ve anti-faşist direnişi şekillendirme zorunluluğu içinde belirlendi. Sonuç dar ve bolşevik model yerine, geniş, cepheci model oldu.
1920’de İtalyan komünistleri, parlamentarizme şiddetle karşı çıkarak, seçimlere katılmanın yanlışlığını savunurken “sınıfa karşı sınıf” politikasının üzerinde yükselmeye çalışıyorlardı. Aynı yıllarda şekillenen Togliatti’nin şu değerlendirmelerine bakalım:
“Sayısı az ve geniş bir küçük burjuva kitleyle sarılı olan İtalyan işçi sınıfı, kendi içinde olduğu gibi öz partisi içinde de, sürekli olarak hasım sınıflarla orta katmanların zararlı etkisine maruz kalma tehlikesine açık bulunmaktadır. İşçi sınıfı partisinin bu tehlikeyi önlemesi için tek çare, proletarya ile yoksul köylülerin ittifakını gerçekleştirmeye ve orta sınıfların politik örgütlerinin parçalanmasına yönelik tutarlı bir sınıf politikası oluşturmaktır…” 1
1924’te yine Togliatti şöyle diyordu:
“Parti artık işçi sınıfının en iyi bölümünün bilincinde çok sağlam bir yer kazandı. Bugün ne yapmak gerekir? İtalya’nın geniş işçi kitleleriyle, geniş köylü kitlelerinin partisi olmak gerekir.”2
Buradan sonrası daha iyi biliniyor, faşizme karşı geniş kesimleri harekete geçirmek için ulaşılan birleşik cephe tezleri.
Faşizmin yıkılışı aynı komünist hareketin hanesine yazılabilecek bir kazanım oldu; ancak iktidarı alamamak bedeliyle. Anti-faşist ulusal direniş cephesinde İKP önder konumdayken, diğer muhalif unsurları kendisine bağımlı kılmak yerine, ortak bir hat üzerinden yürümeye çalıştıkça iktidardan uzaklaşmıştır.
1940’larda tarihsel uzlaşma tezini savunan İKP’nin sağa doğru gidişinin uluslararası komünist hareketin belirleyiciliğinde çeşitli sebepleri sayılabilecekken, bu durumu ülke nesnelliği içinde hareketin doğuş biçimi ve içsel şekillenişine bağlayarak açıklamak yeterince doyurucu gelmeyebilir. Ancak şunu baştan belirtmekte yarar görüyorum: Uluslararası komünist hareketin aynı yıllardaki tezleri ne kadar sağa çekici etki yaratmış olsa da, bolşevikleşmede eksik kalmışlığın, kitleler içinden kitlelere hükmedebilecek daralmaları, örgütlülüğü yaşayamayışın etkisiyle bu tezler hazmedilememiş ve mutlaklaşmıştır. 1920’lerde Togliatti’nin devrimci İKP’si ile 1940’ların “tarihsel uzlaşmacılığı” arasındaki uzun yolu anlamak için, “yükseliş ve düşüşe ilişkin hızlı salınımların teorileştirmeleri ve siyasi biçimleridir” demekten öte kopukluk görmek mümkün değil. İtalya’ya özgü yol arayışıyla taşıyamayacağı kadar kitleselleşen sol, kitleselleştikçe sağa gidiş ve l950’lerde İtalya’nın ikinci büyük partisi haline gelen İKP.
1950’den sonraki 20 yılda hızla gelişen kapitalist düzen kendini sola karşı güçlü hissettikçe, solu da içerecek ittifaklara daha rahat bakabiliyor. Hıristiyan Demokrat Parti DC’nin 1960’larda sola açılmasından önce İKP’nin “İtalya’ya özgü sosyalizme giden yol” çizgisine geçmiş olması ilginçtir. Bu geçiş sağ-sol koalisyonunun zemini olmuştur. 1968-1973 arası siyasi istikrarsızlıklar yoğun olmasına rağmen, İKP’nin yumuşak muhalefet izleyeceğinin güvencesi alındıkça daha reformcu ve sol ittifaklar iktidar olabiliyor. 1977’den sonra İKP, DC hükümetlerine açık destek verebiliyor. Bugün bu iki parti ülkenin en güçlü partileri ve PCI herhangi bir sosyal demokrat parti kadar “radikal”.
Faşizmin yıkılışı sonrası, İtalya’nın gelişimi ve AET ile ilişkilerin neden olduğu solun giderek sıkışmasını bir başka yazıya bırakarak, aynı yıllarda Akdeniz Kuşağı’nın diğer ülkelerini ele almak istiyorum.
İç Savaşlar Ve Akdeniz Kuşağı
Akdeniz kuşağının önemli istikrarsızlıklar yaşamış, faşizmlerden ders almış ve güçlü sol geleneği olan diğer ülkeleri, İspanya, Yunanistan ve Portekiz. Fransa’nın tarihi, sol açısından benzer bir konumlanışa sahip olmasına rağmen hem siyasi olgunlaşması, hem de kapitalizmin çok daha erken yerleşmesi sebebiyle farklı bir alanda tutulmayı gerektiriyor.
Avrupa’da, iç savaş yaşamış, solun önemli bir almaşık haline gelmiş olduğu bu ülkelerin Batı Avrupa’ya göre geç kapitalistleşmelerinin önemli farklılıkları barındırdığını başta da belirtmiştim. Bununla birlikte baskı ve zor unsurunun uzun süre siyasi tarz olarak işlevli kalması, üzerinde durulması gereken bir ortak özellik.
Her birinde farklı uzunlukta olmak üzere, kısa sayılamayacak faşizm dönemleri, faşizmin iktidara gelmesine sebep olacak kadar tehdit oluşturabilen proletaryanın muhalefeti ve iktidara yürüyebilecek donanımdan yoksunlukla belirlenmiş sosyalistlerin de var olduğu bir nesnellikle açıklanabilir.
Faşizmlerden çıkış, bir yandan doğrudan komünist hareketlerin yönlendiriciliğinde başarılabilirken, solun iktidarı alamayışı bu ülkelerde bir tesadüf değil. Faşizme karşı direniş yıllarında solun şekillenişi, iktidarı alış biçimine ilişkin önlerine koydukları teorileş-tirmeler ve siyasi geleneklerinin ortaklıkları açıklayıcıdır.
İspanya İç Savaşı ve komünistlerin yenilgisi solun bir kesimi tarafından, III. Enternasyonal’in uluslararası belirleyiciliğine mahkumiyeti ile açıklanmaya çalışıldı. Bu sorumsuz bir kolaycılıktır. Komünist hareketin cephe teorileri Enternasyonal’in Sovyet teorisyenleri kadar Avrupalı KP’lerin önderliklerinin de ürünüdür. Dimitrof’un “faşizme karşı birleşik cephe” modeli ile Thorez’in “halk cephesi” politikası aynı teorik çabanın ürünüdür. Akdeniz kuşağındaki KP’lerin mücadeleleri de aynı kaynaktan beslenmiştir. İspanya’da kurulan cephede Komünist Parti’nin en güçlü parti iken iktidarı kaybetmesi SSCB’nin politikasına bağlanırken şu noktayı da düşünmek gerekiyor; Franko’ya muhalif geniş kesimleri kapsayan halk cephesini iktidara taşımaya çalışan KP’nin bu stratejiyi benimseyişi aynı devrimci öznenin ülke nesnelliğini nasıl değerlendirdiği ile ilgilidir. Bu noktada dış ve iç belirleyenin aynı nesnellikte birlikte şekillendiğine işaret etmek istiyorum.
Cephelerle alınan iktidarlar içinde sosyalist çözümün sunulması bir derece şansa sahiptir, iktidar ise sosyalist özne için bir olasılıktır.
Konuyu biraz açmak amacıyla Portekiz’den bir örnek vermek istiyorum. PKP’nin uzun yıllar lideri olan Alvaro Cunhal Portekiz’de faşizmi şöyle tahlil ediyor: “PKP’ye göre Salazarizm uzun yıllardan beri (dış emperyalizme bağımlı) tekellerin ve büyük toprak sahiplerinin siyaseti olmuştur. Bu siyaset bu sınıfların işçi sınıfına köylülüğe küçük burjuvaziye karşı orta burjuvaziye de vurarak savunma koruma ve saldırı siyaseti olmuştur”.3 Bu analizin siyasi sonucu elbette faşizme karşı kimi burjuva kesimleri de yanına almaya çalışan bir cephe hedeflemektir. Portekiz’de 40 yıldan fazla bir süre iktidarda kalan faşizm 1974 Karanfil Devrimi ile nihayet buldu ancak sosyalist bir devrim gerçekleşemedi. İktidarı alamayışın sebepleri bir çok faktörle açıklanabileceği gibi KP’nin henüz sosyal demokrasiye evrilmemişliğine rağmen geniş kitlesellik-lere oynama adına oluşturduğu revizyonların solu güçsüzlüğe doğru sürüklemişliğiyle birlikte düşünülmelidir.
Güney Avrupa ülkelerinde solun en fazla prestij sahibi olduğu Yunanistan’da YKP’nin iktidarı alamayışı ve yenilgisi cephe politikalarından geçmiyor. 1943’te kurulan KP 1945’te seçimlere katılmama 1946’da silahlı mücadeleyi sürdürme kararları alıyor. 1946-49 İç Savaşı ve komünistlerin yenilgisi ardından YKP’lilerin SSCB’ye gitmek zorunda kalmalarıyla etkisizleşiyor. 1974’de diktatörlüğün yıkılışı ile YKP üyeleri ülkeye dönebiliyor. Yurt dışında kaldıkları sürede bir bölünme yaşayan YKP’nin devrimci unsurları da 1974’ten -dönüşlerinden- sonra ılımlı görünümdeki hükümetlerce törpülenebilmiştir.
Bugüne Doğru
İç savaş çıkışlarında iktidarı alamamış komünist hareketler bunun bedelini giderek etkisizleşerek kit-leselleşmek adına daha fazla mevzi kaybederek belki de faşizm dönemlerinde ödediklerinden daha ağır ödüyorlar.
Artık Avrupa’nın büyük bölümünde olduğu gibi Akdeniz Kuşağı ülkelerinde de sosyal demokratlar iktidara geliyorlar. Bolluk toplumu refah devleti argümanları ile solun tezlerini de barındırarak daha güçlü bir ideolojik donanımla…
Kapitalizm bu ideolojik kuşatmayla altyapısındaki gelişkinlikle besleyebileceği olanaklardan da yararlanarak komünist solu kolaylıkla iktidarın uzağına itebiliyor. Ancak bu Batı Avrupa’daki örneklerine göre daha az gelişmiş bir tarzda daha ileri bir tarihte ve kıtada yaşanan kapitalizm içi entegrasyonlarla gerçekleşebiliyor.
İspanya’da Gonzales’in Yunanistan’da Papandreu’nun daha radikal söylemlerle toplumsal hareketliliği kucaklamaya çalışması ve bu ülkelerde refah devleti söyleminin yerleşebilmesinin nesnel zemini diğer Avrupa ülkelerine oranla elbette daha sancılı bir sürecin sonucudur. Siyasi istikrarsızlık sorununu çözmede yol kat etmiş ülkeler olarak AT’ye katıldıktan sonra AT içi entegrasyonları ile sosyal demokrasilerin prestij kazanmasına zemin hazırlayabilecek nesnellikler gelişebilmiştir. 1975’ten sonra İspanya’da Suarez’in kurduğu hükümet döneminde KP’nin (PCE) yasallaşması 1982 seçimlerinden sonra Gonzales’in bölgelere özerklik vermesi radikal görünerek komünistleri eritme getirisi sağlarken diğer yandan düzenin artık komünistlerden çekinmediğinin göstergesi sayılabilir.
Bütün bunlara paralel solun aynı dönemde oldukça sağa doğru giden ana kütlesi ile birlikte kimi bölünmeleri de düşünmek gerekiyor. KP’lerden sosyal demokrat partilere bir kayış ve diğer yanda “teröristler” (Kızıl Tugaylar 17 KASIM vb.). Düzen artık radikal unsurları törpülenme ya da aşırı marjinallik arasına sıkıştırabiliyor. Avrupa komünizmi tezlerinin bu sıkışıklıktan önce şekillenmiş olmasına rağmen ancak en fazla bu dönemde sarılınacak hale geldiği de bir gerçek. Bugünlere gelirken sadece Batı Avrupa solu değil, güney kuşak solu da ana yönelim olarak sağda yer alırken sosyalist sistemdeki çöküş özel olarak büyük önem taşımadı. Sosyal demokratlarla çok farkı kalmamış olan KP’ler sadece oy kaybına uğradılar (İKP yüzde 40’lara varan bir kesime hakimken bugün yüzde 12’lerde seyrediyor.) Çünkü Avrupa komünizmi bir anlamda zaten yenilmiş ve yeni solun da çıkışsızlık içinde olduğunu düşünmek mümkün. Buradan Avrupa’da komünist ideallerin belirsiz bir geleceğe ertelendiğini söylemek gerekmiyor. Elbette solun böylesine tarihsel bir kök salmışlığının olduğu her hak ve kazanımda işçi sınıfı mücadelesinin damgasının olduğu bu ülkelerde solun tükenmesi mümkün değil. Ancak solun ana kütlesini oluşturan geleneksel sol için orta vadede tek tek bu ülkelerde derinleşecek krizler istikrarsızlıklar ve denge değişimlerinden bağımsız bir toparlanış ve silkiniş beklemek mümkün değil.
Bu yazıda değerlendirme dışı bıraktığım bu ülkelerin AT içi konsolidasyonla ilgili geçirdiği gelişme biçimleri ve AT içi dengelerin değişmesi ile ne gibi salınımlar yaşayabilecekleri bundan sonraki yazının konusu olacak. Ayrıca İspanya’da bugün artık komünizm başlığı altına alınabilecek parti İKP’den çok İHKP’dir Portekiz ve Yunan partileri sola ve sağa gelgitler içerisindedir İtalya’da kendisini komünizmin yeniden doğuşuna adayan yeni parti sosyal demokratlaşma sürecine direnmektedir; bütün bunları da daha sonra ele alacağız…
Türkiye İçin
Türkiye’de burjuva devriminin gerçekleşmesi ve biçimi ile ilgili kimi marksist siyasi metinlerde az gelişmişlik ve burjuvazinin siyasi devriminin tamamlanma- mışlığı tezleri ile belirlenmiş Latin Amerika ülkeleri- ne benzerlikleri vurgulanır. Bu metinlerle siyasi hesaplaşma elbette ayrı bir çalışma konusu olmasına rağmen bu yazı açısından başka bir paralelliğe işaret etmek mümkün: Burjuva devleti kuruluşundan itibaran burjuvazi – siyasi temsilci eşitsizliğinden devletin zorla birlikte düşünülüşüyle kapitalizmin geçirdiği sancılı gelişim süreci ile pek çok ayrımına rağmen Avrupa’nın görece az gelişmiş örneklerinin gelişim çizgisi ile kimi ortaklıklar taşımaktadır. Türkiye Güney Avrupa’daki gelişmelere yakınlaşamayacağı kimi gelenek ve nesnelliklere de sahip. Batı kapitalizminin olanaklarının da desteği ile ele aldığımız bu ülkeler kimi ileri altyapı unsurlarına kavuşmuştur ki siyasi bunalımlara cevap veriş tarzı değişmiş, solu sıkıştırabilecek olanaklara sahip olabilmiştir. Türkiye kapitalizmi ne bu olanaklara sahip ne de Avrupa ile entegrasyonu bir takvime oturabilmiş durumda… Ayrıca Türkiye siyasi istikrarını siyasete aktif katılımla sağlayabilmiş durumda değil. Türkiye’de siyasete kitlesel katılım geleneği bu ülkelerin hem sağ hem de sol olarak gerisindedir. Bu benzemezlik belirli dönemeçlerde Türkiye için avantaja dönüşebilir. Güney Avrupa kuşağında kapitalizmin sıçrayarak gelişme dönemeçlerinde sol kitleleri kaybetmeme uğruna düzeni köşeye sıkıştıracak motiflerden uzak durmuş ve yenik düşmüştür. Bugün Türkiye siyasi istikrarsızlıklara mahkum bir ülke ve köklü bunalımları atlatabilecek siyasi ve ekonomik donanıma sahip değil. Solun düzen içi kanallara sıkıştırılmasına uygun olmayan bu nesnellik radikal bir kopuşa gebe. Güney Avrupa kuşağında ise bu ülkelerin her birinde derinleşecek kriz ve kıtanın bütününü ilgilendirecek bunalımlardan bağımsız sol bir silkinişin olasılıklarını görmek mümkün değil. Ancak böyle bir bunalımla birlikte bunalımdan en fazla etkilenecek ve sınıfsal ve siyasal çıkışların en yoğun yaşanacağı ülkelerin bu kuşaktan olabileceğini düşünmek gerekiyor.