38. sayıdaki yazımda proletaryalaşma teriminin içerdiği bazı sorunları ele almaya çalışmış, ve bundan dört tane sonuç çıkarılabileceğini söylemiştim. Bu yazıda, kalan bazı eksik noktaları tamamlamaya ve kapalı kalan bazı yerleri biraz daha açmaya çalışacağım.
Marx, Hegelci Hukuk Felsefesinin Eleştirisi‘nde, kurtuluş olanağının neden proletaryada olduğunu açıklar. Ancak ona göre bu sınıf gökten zembille inmeyecek proleterlerin proletaryaya dönüşmesi bir oluşturma çabası gereksinecektir1
Aynı şekilde, Marx ve Engels, Komünist Manifesto‘da proleterlerin bir sınıf olarak organize edilmelerinden bahsederler.2 Marx’a göre bu oluşturma mücadele içinde olacaktır. Buraya kadarı, Marx’ın Alman idealist geleneklerine karşı pratik vurgusunu ve bu pratik içinde de müdahaleci tavrını (isterseniz nüvesini) gösterir. Marksizm-Leninizm diye birşey olmasının temelinde Leninist Öncü Teorisinin, Marksizmde bulduğu bu “hazır” yerin payı büyüktür. Hazır kelimesinin tırnak içinde olmasının nedeni ise kısmen Marx’ın kendi kişisel gelişiminde kısmen de Alman SDP öncülüğünde, Avrupa komünist hareketinin 19. yüzyıl son çeyreğinden 1917’ye kadar yaşadığı dönemin özgüllüğünde yatar. Marx’ın kişisel gelişiminden kastedilen elbette Kapital‘le somutlanan dönemidir. Marx bu döneminde kapitalizmin nesnel yasalarının peşine düşer aradığı “demir zorunluluklar”dır (iron necessity). Marx oldukça sıkıntılı geçen bu döneminde işini öyle iyi başarır “ekonomik” altyapıyı öyle analiz eder ki, daha sonraki kuşaklar giderek daha fazla ekonomist olmadıklarını göstermek zorunda kalırlar. Galiba Althusser “Bütün radikal yenilikler [aynı zamanda S. Sercan] körleştiricidir” derken bunu kasteder. 3 Alman SDP ise “birden”, yaşadığı kitleselliğin keyfini sürerken, “marksizmin papası” Kautsky kelimenin dar anlamında da hazine bekçiliği görevini alır. O da görevini o kadar başarılı yapar ki, Lenin’in Marksizmi bu bekçiden kurtarması gerekecektir. Kautsky, her Papa gibi mutlak otoriteyi temsil ederken, aynı zamanda “halkın” bilmesinde mahsur bulunan bazı konuları kutsal odada şerefli bir sürgünle ödüllendirir. Bugün bile, Lenin ile Kautsky arasındaki mücadelede Kautsky’nin Marx’a daha sadık olduğu yolunda bir görüş vardır. Lenin ile Kautsky (ve Plekhanov) arasındaki uzun ve kırıcı polemiklerde pek az istisnayla -genel sanının tersine- “ortodoksluğu” Kautsky’nin “revizyonizmi” de Lenin’in temsil ettiğine ilişkin bir tezi not etmek isterim.”4 Burada hem istisna hem de pek az olan şey, elbette ki proletarya diktatörlüğüdür. Proletarya diktatörlüğü düşüncesi, Marx’ın da söylediği gibi marksizmin temelidir. Kautsky’nin proletarya diktatörlüğünü reddetmesinin onu nerelere götürdüğü açıktır. 5
Marx’ın, “mücadele içinde oluşan proletarya” görüşünden verili anda proletaryanın oluşumunun tamamlanmadığı görüşünü rahatlıkla çıkartmak mümkündür. Bu “oluşmama” proletaryanın oluşumuna süreç vurgusu katar, yoksa, ortada hiçbir şey olmadığını göstermez. Proletaryanın oluşumunun tamamlanmadığını söylemek, olumsuz bir bakış olarak alınmamalıdır. Burada kullanıldığı anlamıyla, bu sadece ortada hiçbir hareketin varolmadığı bir zamanda değil, aynı zamanda ortamın toz dumandan pek görülemediği bir zamanda da geçerlidir. Oluşumun tamamlanmadığını söylemenin en önemli getirisi bizi bizzat oluşumun yasalarını aramaya zorlamasıdır. Laclau “bir mücadele ilişkisi dışında sınıflar yoktur” 6 derken sanıyorum yukarıda belirtilen rahatlıktan yani proletaryanın oluşumunun tamamlanmadığını söylemekteki rahatlıktan yararlanır.7
Laclau’nun burada yaptığı bir totolojiden yola çıkarak kendi görüşlerini kurmaktır. Totolojidir, çünkü sınıflar var oldukça mücadele olacaktır. Hiçbir politik mücadelenin olmadığı bir an varsaysak da, kapitalizmin işçi/kapitalist arasındaki temel çelişkiyi gösteren ücret biçimi üzerinde bir mücadele olacaktır. Ücret biçimi ve bunun çağrıştırdığı mücadele sınıfın ilkel tanımıdır. Dolayısıyla sorun sınıfın varlığını kanıtlayan mücadelenin ne olduğunu bulmak değil sınıfların yokedilmesi için gerekli mücadeleyi kurmak ise Laclau’nun totolojisi yeterli olmaktan kesinlikle uzaktır.
Bir totolojinin anlamlı olabileceği durumlar olduğunu kabul etmek gerekse de, Laclau’nun totolojisi yol açıcı değil. Tam tersine her türlü yaratıcı sınıfsal süreç görüşünü tıkamaktadır. Totolojisini tersinden okuyalım:
“Bir mücadele ilişkisinde sınıflar vardır.” (Burada Laclau’yu tersinden konuşturduğumuz için vurgunun mücadele ilişkisinde … vardır kelimelerinde olduğu açıktır.) Bu durumda Laclau sınıfların mücadele içinde oluştuklarını ve buna bağlı olarak her türlü yaratıcı süreç düşüncesini gözardı eder.
Göreceğimiz gibi Laclau bütün incelemesi boyunca bu statik vardır/yoktur kavramlaştırmasını temel alır. Buradaki Laclau eleştirisini aşırı bulacaklar çıkabilir. Çünkü hemen ardından Laclau “Sınıf mücadelesi ancak, sınıfları, sınıflar olarak kuran mücadeledir.” diyerek geri adım atıyor gibidir. Laclau kitabının iki sayfası içinde birbirine bu kadar ters görünen iki cümleyi nasıl sığdırabilmiştir Biraz daha yakından bakalım. Laclau’ya göre sınıf mücadelesi üretim tarzı düzeyinde alınır ve sınıfların iki kutbunda yeraldığı üretim ilişkisi hem çelişkiyi hem de ilişkiyi kuran bir antagonistik ilişkidir. Laclau bu çelişkili ilişkiden şu sonuçları çıkarır:
“1) Bir mücadele ilişkisi dışında sınıflar yoktur. 2) Bu antagonizmayı [sınıfsal S. Sercan] anlaşılır hale getiren analiz düzeyi üretim tarzı düzeyidir.” Ve hemen devam eder. “Ancak sınıf mücadelesi kavramı aynı zamanda başka cins bir antagonizmaya da tatbik edilmektedir. Sınıflararası mücadelenin ancak bir toplumsal formasyonu karakterize eden bütün egemen politik ve ideolojik ilişkileri gözönüne alındığında anlaşılır hale geldiği düzey.” 8
Laclau burada sınıfsal antagonizma ve sınıf mücadelelerini, üretim tarzı düzeyine sıkıştırırken toplumsal formasyon düzeyinde daha sonra halk/yönetenler antagonizması diyeceği bir başka antagonizmaya yer hazırlamaktadır. Ona göre “birinci çelişki, sınıf mücadelesi alanıdır; ikincisi ise popüler-demokratik mücadele alanı.”9 Laclau sorunu kolayca çözmüştür, üretim tarzı düzeyinde sınıf mücadelesi toplumsal formasyon düzeyinde de popüler-demokratik mücadele yapılacak! Acaba Laclau gerçekten de bu iki düzeyi birbirinden tamamen yalıtılmış mı kabul etmektedir? Eninde sonunda aynı gerçekliğin teorik iki düzeyinden bahsedilmektedir.
İki farklı antagonizmayı “gösterdikten” sonra Laclau bu antagonizmaların “ifade edildiği” ideolojiler arasındaki ilişkileri araştırmaya geçer. Burada, “her ideolojik içerik açık bir sınıf anlamına sahiptir ve her çelişki -az veya çok karmaşık bir dolayımlar sistemiyle- bir sınıf çelişkisine indirgenebilir” diye tanımladığı marksist indirgemeciliğe savaş açar. Marksizmin her ideolojik içeriğin sınıf anlamına sahip olduğunu iddia ettiğini kabul etsek bile (bu tartışılmaktadır), bunun “açık” olması nereden geliyor? İkincisi, marksizm her çelişkiyi sınıf çelişkisine indirgemekte midir? Bu sorunun cevabı hem “conflict” hem de “contradiction” terimlerinin Türkçe’de “çelişki” karşılığıyla ele alınması nedeniyle ilk önce bu terimlerin açıklanmasını gerektirir. “Conflict” çelişki terimiyle karşılanabilirken (ayrılık zıtlık anlamında), “contradiction” çelişkili bir birliği yani iki zıt kutubun aralarında ilişki ve çelişkiyi yeniden üretmelerini sağlayan bir birliği ifade eder (bazen “temel çelişki” terimi karşılık olarak kullanılıyor). Buna göre kapitalizmde emek ile sermaye arasındaki ilişki bir “çelişkili birlik”tir. Ne emek ne ser maye diğeri olmadan varolamaz. Aralarındaki ilişki basit bir çelişki kurgusuyla anlaşılamaz iki kutup da kendisiyle birlikte karşıtını da belirleyen bir yeniden üretim süreci içinde anlaşılabilirdirler.
Laclau indirgemeci marksizm eleştirisinden sonra şu tezleri önerir:
“1) Sınıf mücadelesi ancak, sınıfları, sınıflar olarak kuran mücadeledir. 2) Sonuç olarak her çelişki sınıf çelişkisi değildir, fakat her çelişki sınıf mücadelesi tarafından üstbelirlenir.” 10 (Burada çelişki contradiction karşılığı.) Esas olarak çelişki terimiyle ilgilenmemin nedeni Laclau’nun bu ikinci tezidir. Türkçe metindeki haliyle alırsanız, Laclau’nun “her çelişki sınıf çelişkisi değildir.” harcıalem lafını niye yazdığını anlamak mümkün değildir. Elbette deyip geçilebilir. Ama İngilizce metinde Laclau’nun “çelişki”yi “contra-diction” karşılığında kullandığını gözönüne alırsak Laclau’nun ne yapmak istediğini anlayabiliriz. Ona göre her “çelişkili birlik” (isterseniz “temel çelişki”) sınıfla ilgili değildir, sınıfın burada yaptığı bir üstbelirlemedir. Laclau böylece ikinci antagonizmanın (yönetenler/halk) bir sınıf çelişkisi olmadığını bu antagonizmayı ifade eden ideolojilerin de sınıf ideolojileri olmadıklarını söylemek istemektedir. Sonuç olarak Laclau popüler -demokratik ideolojiler ile sınıf ideolojilerinin eklemlenmesini önererek, “en belli başlı” ideolojik sınıf mücadelesi alanını işaret eder: Popüler-demokratik mücadele.11
Bu kadar sınıf lafı terennüm edildikten sonra, ulaşılan sonuçta sınıfın nereye kaybolduğu merak edilebilir. Herhalde Laclau’ya göre popüler-demokratik ideolojiler sınıf ideolojileri olmadıkları için(!) sınıf ideolojileriyle eklemlenmeleri sonucunda ortaya tüm haşmetiyle şanlı sınıf çıkacak! Laclau’nun teorik çabası göz kamaştırıcı ancak ufak bir sorunu vardır; teorisi “farklı sınıf çıkarlarıyla eklemlenebilecek sınıf-dışı ya da tarafsız içeriklere sahip ideolojiler gereksinmektedir.”12 Sınıfların varlığıyla karakterize olan demokraside sınıf-dışı ideolojiler bulmak ve bunu tekrar proleter sınıf ideolojileriyle eklemlemek. Laclau’nun yapması gerekenler bu kadar “basit” ama kitabında “halkçılık” üzerine ahkâm kesmekten başka birşey yapmıyor.
Son olarak bütün bunlar bizi Laclau’nun mantıklı gibi görünen tezine getiriyor. Yani “sınıf mücadelesi ancak ,sınıfları, sınıflar olarak kuran mücadeledir” tezine. Laclau’da bu “kurma” mümkün olduğu ölçüde ana sıkışmıştır hiçbir süreç kurgusu incelemesi yok. Böyle olunca da bu anlık “kurma”, küçük-burjuvaziye bir teslimiyet demokrasi mücadelesini tek yol olarak görme sonucunu doğuruyor.
Söylem Oluşturma Ya Da Determinizm?
Burada marksist determinizm kuramıyla ilgilenmek zorunluluğu çıkıyor ortaya. Literatürde determinizm üç şekilde incelenebilmektedir:
1) Altyapının üstyapıyı belirlemesindeki determinizm.
2) İdeolojik ögelerin sınıfsal bağlantılarındaki determinizm.
3) Üretim tarzlarının birbirlerini izlemesindeki determinizm.
Burada (1) ve (2)’nin farklı yazılmaları eleştirilebilir. İki kavramlaştırmanın benzer olduğu açık, ancak ikincisinin ideolojik ögeler arasında eklemlenme tartışmasına yol verdiği ve bu yüzden daha “dinamik” olduğu da bir gerçektir. Üstelik, ilki altyapının üstyapıyı dolayımsız belirlediğini söyleyen mekanik determinizmle karıştırılmamak ve altyapının da üstyapıyı etkilediğini göstermek için sonunda “son kertede belirleme”de (Engels) sabitlenmişken, 13 ikincisi ideolojik ögeler ile sınıflar arasındaki belirleme ilişkisinin karşılıklı algılanmasına daha yatkındır. Yatkındır diyorum, çünkü nasıl altyapının üstyapıyı mekanik bir şekilde belirlediği düşünülebiliyorsa, tek tek her ideolojinin hangi sınıflara ait olduğu da mekanik bir şekilde söylenebilir ve “tarihi olmayan ideolojiler” sınıfların tarihini de yadsımayı beraberinde getirir. Bu yaklaşımın ters ucunda ise yukarıda Laclau’da gördüğümüz gibi sınıfsal determinizmden tamamen soyutlanmış ideolojik ögeler yaklaşımı vardır.
Bu iki ters ucu Poulantzas ve Laclau’da görmek mümkündür. Poulantzas ideolojik ögelerin sınıfsal aidiyetlerini göstermeyi kendisine hedef alır. İncelediği ögelere örnek olarak güçlü ulusal devlet, milliyetçilik, ırkçılık, militarizm, elitizm ve despotizmi gösterebiliriz. Bu mekanik sınıfsal aidiyet belirlemenin bence en önemli açmazı, küçük burjuva ideolojisinin egemen sınıfın ideolojik söyleminde yeralan ögelerden oluştuğunu söylemektir. İşte burası”söylem düzeyinde kurulmadan önce”, varolan bir sınıfsal çıkardan sözedilemeyeceğini söyleyen düşünceyle Poulantzas’ın düşüncesi arasındaki kısa adımın göründüğü yerdir. Bunun karşısında Laclau ise doğru yöntemin şu olduğunu iddia eder:
“Kendi başına ele alınan ideolojik ögelerin hiçbir zorunlu sınıf ifadesi (çağrışımı) olmadığını ve sınıfsal ifadenin ancak bu ögelerin somut bir ideolojik söylem halinde eklemlenmesi sonucu oluşacağını kabul etmek. Bu da bir ideolojinin sınıfsal içeriğini analiz etmek için önkoşulun soruşturmayı baştan sona ideolojik söylemin özgül birliğini kurarak yürütmek olduğu anlamına gelir.” 14 (Metinde altı çizili.) Elbette bu, ideolojik söylemin birliğini sağlayan şeyin ne olduğu sorusunu gündeme getirir. Laclau’nun buna verdiği cevap teorik şatosunun uhuyla yapıştırdığı ikinci parçasını ele verir:
“Bir ideolojik söylemin birleştirici ilkesini oluşturan şey adlandırılan ve böylece de bu söylem vasıtasıyla oluşturulan ‘özne’dir” 15 Özne, hangi özne? Laclau böylece soruyu cevaplandırmayı reddetmektedir. Sınıfsal aidiyetleri olmayan ideolojik ögeler nasıl oluyor da “özne” oluşturmak üzere biraraya gelebiliyorlar? Laclau’da bu sorunun yanıtını boşuna aramaya gerek yok o ideolojik ögelerin nasıl bir söylemsel birlikte buluşabildiklerini “mantıksal tutarsızlık” 16 (önerdiği tek “tutarlılık” popüler-demokratik mücadeledir) dışında açıklayamaz.
Burada benzer bir kavram setiyle çalışan G. Therborn’a bakılabilir. Therborn marksistlere “ideolojik evren hiçbir zaman sınıf ideolojilerine indirgenemez” demektedir.17 İdeolojik evren gibi birşey tanımladıktan sonra da bunun “yapısal haritasını” çıkarmaya koyulur. Therborn haritasını biri varoluşsal’dan tarihsel’e, diğeri kapsayıcı’dan konumsal’a giden iki eksen yardımıyla çizer. “İnsan öznelliğinin boyutlarını arayıp bulma” çabasındaki Therborn ideolojik evreninde kullandığı bu eksenler yardımıyla dört bölge elde eder. Kanımca sonuçta ortaya çıkan bu karmaşa ideolojiler ve idealar arasındaki farkı gözardı etmekten, (Larrain) ideolojilerin tarihsel olarak negatiften pozitife yaptıkları yolculuğun doğasını kavramamaktan ve Althusser’in ideolojilerin kişiye seslenirliği iddiasını ciddiye almasından kaynaklanır. Laclau’ya göre de ideolojilerin asıl işlevinin kişileri özneler olarak adlandırması olduğunu söyleyen Althusser’in katkısı temel önemdedir. 18
Therborn’un ideolojik evren arayışı ondaki eklemlenme sorunsalı gözönüne alındığında anlaşılabilir bir şeydir, ama iki eksen (tartışılabilir eksenlerdir bunlar) kullanılarak alan belirlemek kabul edilemez. Therborn’un ideoloji tanımını kabul ederseniz (insan öznelliğinin oluşumuyla ilgili), ideoloji konusu tüketilebilir bir konu olmaktan çıkacaktır. Aslında bu tüketmeye nasıl bakıldığıyla ilgili bir konudur. Sınırları belli bir alanı “tüketmek” eğer belli bir hızınız varsa sadece zamanla ilgili bir sorundur. Ama eğer alanınızın sınırları belli değilse, daha da kötüsü bu sınırlar durmadan değişiyorsa, sahip olmak için dua etmeniz gerekenler kuvvetli bir nefesten daha fazla olmak zorundadır. Asıl felaket ise biçimsiz bir alan belirleme teşebbüsündeki başarısızlık karşısında her türlü alan fikrinden vazgeçmek olacaktır.
Therborn’un alanının bence asıl sorunu, Laclau’da olduğu gibi alanının ana sıkışmışlığıdır. Eksenlerinden birini tarihsel’e uzatmak alanı tarihsel yapmıyor. Bütün ideolojiler Therborn’un eksenlerindeki özelliklerine göre analitik düzlemdeki yerlerini alırlar. Sınıf ideolojileri de diğer ideolojilerle bütün ilişkilerinden soyutlanıp daha sonraki eklemlenme işlevleri için düzlemin bir yer(ler)ine yerleşirler. Bu düşünce sınıf ideolojilerini diğerlerinden soyutlamakla kalmaz, aslında bütün ideolojiler diğerlerinden kopuktur. Böylece Therborn bir ideolojik ögenin “diğerleriyle ilgili bir yoğunlaşma rolünü yerine getirme yeteneğini” anlamak gerektiğini söyleyen Laclau’nun da gerisine düşer. 19 (Gördüğümüz gibi Laclau da bu soruyu cevaplamıyordu).
Peki, Laclau ile Therborn’da gördüğümüz bunca lafın anlamı nedir? “Son tahlilde, Batılı marksistlerin burjuva ideolojisinin gelişmiş kapitalist toplumlarda aşırı ölçülerde tahkim edilmesinin yarattığı kuşatmaya karşı bu tahkimatı “kemirerek çözmek” perspektifini savunmalarını belli ölçülerde anlamak mümkün. Ancak bu tahkimatın malzemesini oluşturan ideolojik ögelerin, burjuva ideolojisi ile birlikte olma halindeki organikliğin hiç de küçümsenir bir şey olduğu söylenemez.” 20
Hekimoğlu’na katılmamak mümkün değil. Ancak bunun yanında söylenebilecek bir başka şey de Batı’daki bu tartışmaların, marksist sınıf anlayışını tartışmakla birebir gittiğidir. İkincisi, Batı’da, yukarıda aktardığım üç çeşit determinizm de “gözden düşmüş”lerdir. Batı “pratiği” önce ilk iki tür determinizmin tartışılmasına yol açmış (bu olumsuz değildir), daha sonra da üçüncü determinizmi reddetmeye varmış, sonuç olarak proletarya diktatörlüğünün reddedilmesiyle başlayan süreç giderek sosyalizmi bir tür demokrasi (ileri), oyununa indirgemekle son bulmuştur.
Üçüncü tur determinizmle, yani tarihsel determinizmle hepimiz sık sık karşılaşıyoruz. Hepimiz feodalizmden sonra kapitalizmin geldiğini, kapitalizmden sonra da komünizmin geleceğini biliyoruz. Ancak bu determinizm giderek her kesim tarafından eleştirilmektedir. Komünist olmayanların eleştiri sebebi malum, ancak eleştiren komünistler de bu düşüncenin kendiliğindenciliğe prim verdiğini öne sürüyorlar. Bu determinizmin tam formülasyonu şu:
Her üretim tarzı kendi iç çelişkileri nedeniyle yıkılarak yerini daha üstün bir üretim tarzına bırakır.
Bu tez gerçekten de son derece olumsuz bir tarzda kullanılabilir. Ama sorun tezden mi, yoksa onu anlamsız bir teleolojiye indirenlerin niteliğinden mi kaynaklanır? Ben cevabın ikincisi olduğuna inanıyorum. Bu tezi iflah olmaz miskinlerin (açıkçası miskinler şimdi bu tezi sahiplenme iddialarından vazgeçtiler ellerinde çok daha uygunları vardır) ya da varolan, devrimci olmasa da, sınıfla ilgiliymiş gibi görünen pratikleri rasyonalize eden her türden revizyonistin elinden almak gerçekten de olanaksız ya da gereksiz midir? (Her türden revizyonistin de şimdi bu tezden başka her türlü ıvır zıvıra alıcı olduklarını eklemeye gerek var mı?)
Bu soruları tartışmaya başlamadan önce burada sosyalist sağduyuya çoktan armağan edilmiş feodalizm-kapitalizm-komünizm sıralamasıyla ilgilenmediğimi belirtmek isterim. Bu geçiş, özellikle, tarihçilerin ilgilendikleri, çok önemli bir konudur. Burada bir üretim tarzından diğerine geçişte ilkinin içerdiği temel içsel çelişkinin (contradiction) yarattığı determinizmi incelemenin her türlü tarih çalışmasının vazgeçilmez unsuru olduğuna dair bir görüşü aktarıp geçeceğim. 21
Burada, yalnızca kapitalizmden komünizme geçişteki determinizmle ilgileneceğim. Bu tarihsel determinizm, Marx’ta üretim ilişkileri ve üretici güçler arasındaki ilişkinin incelenmesiyle gençlik eserlerinden itibaren vardır. Bu iki kavram ve bunların eşitsiz gelişmeleri kullanılarak tarihteki tüm üretim tarzları için geçerli bir devrim/evrim ve toplumsal ilerleme (buradaki “ilerleme”, burjuva “gelişme” kavramıyla karıştırılmamalıdır) teorisi kurulur. Buna bağlı olarak tarih, ampirik olarak incelenir ve bunlardan iki sonuç çıkarılır:
1) Her üretim tarzı (ve bu arada kapitalizm) yerini daha üstün bir üretim tarzına bırakır. 2) Kapitalizm de dahil olmak üzere her üretim tarzı için bu sürecin motoru içseldir.
Buraya kadar, çok güzel ancak bu yasanın anlamlı olduğu zaman birimi üretim tarzlarının gelişme ve değişme ritmiyle uyumlu olmak zorundadır. Ancak, böyle bir zaman birimi ve dolayısıyla soyutlama düzeyi, bu teoriyi olası “teknisist”, “indirgemeci” eleştirilerinden kurtarabilir. Yasayı bu şekilde eleştirenler, yasanın asıl hedefinin ve soyutlama düzeyinin ne olduğunu unutuyor gibiler. Örneğin, eğer Marx “buhar motoru olmadan feodalizm yıkılamazdı” dediyse bunu “teknisist” olarak değerlendirip, “atom reaktörleri kurulmadan Lenin’in hırsı nedeniyle iktidarı almak gördüğünüz gibi marksizme yapılmış bir revizyondur sonunun da iyi çıkmadığını cümle alem gördü” diyen birine nasıl davranılırdı? Marx’ın örneğinde buhar motorunun fabrika sistemini ve dolayısıyla kapitalizmi mümkün kılma özelliği nasıl gözardı edilebilir? Ya da Marx buhar motoru “olunca” feodalizm hemen yıkılır mı demiştir? Marx’ın burada yaptığı üretici güçler ile üretim ilişkileri arasında uzun dönemli uyumu göstermek ve evrim/devrim yoluyla işleyen tarihsel determinizmi kanıtlamaktır.
Yasanın devrimci niteliğini kafalarımıza iyice soktuktan sonra bu yasanın tarihin tümü için geçerli olmasını daha iyi inceleyebiliriz. Yasa herşeyden önce uzun dönemi kendisine zaman birimi olarak seçtiği için kısa dönemde aşırı zorlanacaktır. İkincisi bütün üretim tarzları için genelgeçer olma niteliği tek tek üretim tarzlarında yeniden “kanıtlanmalıdır”. Söylemek istediğim üretim tarzları genelinde artık marksizmin temel silahlarından biri olmuş, bu yasa bu sefer kapitalizm özelinde yeniden üretilmelidir. Genel halinde yasanın devrimci niteliğinin, üretim tarzlarının, spesifik özelliklerinin soyutlanmasıyla elde edildiğine dikkat edilmelidir. Bu genel yasanın bu sefer üretim tarzları özelinde yeniden üretilmesi işinde kapitalizm dışındaki tartışmaları sonuçlarından yararlanacağımız bir ilgi ile tarihçilere bırakmakta çok büyük bir sakınca yok, ama tarihsel determinizmin kapitalizm için yeniden üretilmesinin sadece tarihçilere bırakılması kabul edilemez.
Öyleyse, aradığımız şey bellidir. Tarihsel determinizmin, kapitalizm için özel halini arıyoruz. Bu, kapitalizmin bir üretim tarzı olarak geçiciliğini ve üstün bir üretim tarzının onu izleyeceğini gösterecek. İkincisi, bu değişimin motoru kapitalizme içsel olacak yani kapitalizmin temel çelişkisi ile bağlantılı olacak. Demek istediğim, kapitalizmin bu determinizmi her yolla durdurmaya çalışması, bir tarafa ne yaparsa yapsın bu akışı geriye döndürmesi mümkün olmayacak. Saydığım bu şartlan proleterleşme ve proletaryalaşma kavramlarını kullanarak oluşturacağımız bir bakışın yerine getireceğine inanıyorum. Proleterleşme, bildiğimiz gibi, üreticilerin üretim araçlarından ayrılmasını ve ellerinde satacak tek meta olarak emek-güçlerinin kalmasını anlatmaktadır. Kapitalizm ilerleyişi içinde, mülksüzleşme (ilkel birikim) ve proleterleşmeyi kitleler halinde sağladı. Ancak bu olmuş bitmiş bir olay değildir. Bir süreç halinde olmaya devam etmektedir.
Kapitalizmin proleterleri yaratması ve yaratmaya devam etmesi bir zorunluluksa da “kapitalizmin ‘hazırladığı’ proleterleşmenin proletaryalaşması için bütün koşulları hazırlaması düşünülemez.” 22 Proleterler arasında verili anda türlü ekonomik, politik ve ideolojik ayrımlar vardır (farklılık değil). Dolayısıyla proletaryalaşma, öncünün bu ayrımlarla mücadele etmesi, komünizm mücadelesinde proleterleri bütünleştirmesi, proletaryayı oluşturmasına verilen addır. Proleterler arasındaki ayrımlar her türlü ideolojik ayrımdan “nitelikli” ve “sıradan” emek-gücü sahipliğine ve çalıştıkları işletmelerin özelliklerinden (küçük / büyük sanayi, sanayi / tarım işçisi, devlet / özel sektör) “hizmet sektörü”nde çalışmanın getirdiği ayrımlara kadar uzanır.
Herşeyden önce proleterleşmenin “kendiliğinden” niteliği bu ayrımların kapitalist üretim tarzına bağlı olarak ortaya çıkmalarına neden olur. (Bu ayrımların üretilmesinin tırnak içinde bile kendiliğinden olmadığı yani kapitalist devletin bizzat işin içinde olduğu duruma daha aşağıda değineceğim.)
Devletin bu “kendiliğinden” proleterleşmeye yaptığı katkı, kapitalizme içsel özelliklerin normlara bağlanması, kontrol edilmesi ve hızlarının ve etkilerinin azaltılıp çoğaltılmasıyla sınırlıdır. Devletin burada yaptığı sermaye birikiminin içsel yasalarıyla belirlenen proleterleşmeyi ve kapitalist üretim örgütlenmesi sonucu “kendiliğinden” oluşan ayrımları düzenlemektir. Örneğin, “sıradan” / “nitelikli” işçi ayrımı, büyük / küçük sanayi işçileri arasındaki farklar bu tür ayrımlardır.
Proleterler arasındaki ayrımların bu farklı niteliği ayrımları yokedip proletaryanın birliğini sağlaması sürecinde, öncünün farklı araçlara ve dolayısıyla bir zaman sıralamasına yani önceliklere sahip olmasını zorunlu kılar.
Örneğin bu ayrımların bir kısmı öncünün ideolojik, politik mücadelesi ile çözülebilecekken diğerleri nasıl proleterleşmenin “kendiliğindenliği” kapitalist üretim tarzının hareketine bağlıysa, ancak iktidar alındıktan sonra tüm bir sosyalist dönem boyunca kapitalizmin bir üretim tarzı olarak yokedilmesi sırasında çözülecektir. “Kapitalizmde ister istemez birbirine paralel fakat ayrı olan proleterleşme ve proletaryalaşma süreçleri” ilk defa devrim sonrasında tek bir süreç olmaya başlayacaktır.”23 Öncü bu sefer proleterleşme aşamasında da hakim olacak, yani üretim tarzını kapitalistten komüniste çevirdiği tüm bir sosyalizm sürecinde proleteryalaşma devam edecektir. Bildiğimiz gibi komünizme gidiş, sınıfların yokedilmesine gidiştir. Oysa proletaryalaşmanın sosyalizm dönemi boyunca devam edeceği açıktır. Öyleyse bundan şu sonuç çıkar:
Komünizme gidiş devrim sonrasında sınıfların (ve devletin) yokedilmesi süreci değil, proletaryanın oluşturulması ve yokedilmesi sürecinin birlikte gittiği bir süreç olacaktır.
Devrim öncesine geri dönersek proleterleşme ve proletaryalaşma kavramları bize tarihsel determinizmi, kapitalizm özelinde yeniden üretme olanaği verirken o çok tekrarlanan teleolojik olma suçlamasını baştan reddeder. Proletaryanın oluşturulması işi başından itibaren öncünün pratik mücadelesini gereksinecektir. Proleterleşme ve proletaryalaşma arasındaki dengenin tarihsel materyalizmin genel yasası gibi bir zaman boyutuna (yani sınırına) sahip olduğunu ve aralarındaki ilişkinin eşitsiz geliştiğini belirtmek isterim. Örneğin, tarihe bakarsak endüstri devrimi öncesi, İngiltere’de köylülerin mülksüzleştirilmesinin sanayinin emek-gücü bulmasına yaradığını görürüz. Tarihsel süreci “konuşturursak”, sanayiye işçi bulmak için köylüler mülksüzleştirilmiştir, diyebiliriz. Ancak bir iki kitabın satıraralarında kalan şey, yıllar boyunca sanayinin bu insanları ememediği, birçoğunun sefalet içinde sürüldükleri şehirlerin gecekondularını doldurduklarıdır.
Mülksüzleştirme ve proleterleşme birlikte giden iki süreç ve biri diğerinin önşartı olsa da eşzamanlı değillerdir. Aynı şeyi proleterleşme ve proletaryalaşma süreci için de söylebiliriz.
Son olarak burada söylenenler Marx’taki “kendi mezarını kazan kapitalizm” ya da “mezar kazıcılarını yaratan kapitalizm” temalarından başka bir şey değildirler. Ancak determinizm ve iradenin birlikte gideceğini vurgulamak gibi bir farklılıkları var.
Geçen yazımda Marx’ta bir “hareketli düzlemin” varlığının proleterlerin birliğini hareketinin hızıyla sağlayacağı gibi bir sonuca varmasına neden olduğunu söylemiştim.24 Yani proleterler arasındaki eşitsizlik, yerini devrim sırasında kendini gösterecek olan proleterlerarası bir hiyerarşik bütünleşmeye bırakacak, proletarya ancak devrim ile “çağların biriktirdiği pisliği üzerinden atabilecek ve yenibaştan kurulan topluma uygun hale gelecek”ti. 25
Marx’ta ağır basan bakış budur, ancak bunun 1. Enternasyonal pratiği ile sınırlı olduğunu ve 1. Enternasyonal’in kapanışının bu evrimci pratiği miras almak isteyen 2. Enternasyonal tarafından bilinçli olarak gözlerden uzak tutulduğunu söylemek gerekir. 2. Enternasyonal, birincisinin prestijli ancak evrimci tarihini, kendi evrimci ve bu sefer kitlesel pratiğine uygun bir ata olarak görmüş ve 1. Enternasyonalin kapanışını, ikincisinin kurulabilmesi için gerekli bir ayrıntıya indirgemiştir. Oysa 1. Enternasyonal’in kapanışı kendi tarihi içindeki en önemli olaylardan biridir. 1. Enternasyonal o zaman için o kadar gerekli bir örgüttü ki, Paris Komünü için aktif bir katkısı olmamasına rağmen haklı olarak ondan sorumlu tutuldu. 26 Onun evrimciliği ancak bir mayalanma anlamına gelebilirdi. “1. Enternasyonal Avrupa’da hüküm süren baskının tam uyanma halinde olan işçi hareketine her türlü iç polemikten kaçınmayı emrettiği İkinci İmparatorluk dönemine aittir.”27 2. Enternasyonal’in evrimciliğinin ise 1. Enternasyonal gibi zorunluluklarla alakası yoktur. 2. Enternasyonal’in özellikle son zamanlarında korkunç sonuçlar vermiş olan evrimciliğinin nedeninin ne olduğunu araştığımızda sorumlu olarak tarihsel determinizmi bulmak doğru olmayacaktır.
Marx’ın “hareketli düzlemi”ni incelemeye geri dönersek burada görülebilecek hertürlü kendiliğindenci ve teleolojik eğilimi baştan reddedecek öncünün iradi müdahalesini baştan sona vurgulayacak, yani determinizmi irade ile kaynaştıracak bir bakış oluşturabilmemiz durumunda bugün komünist hareketin yaşadığı sorunları daha iyi anlayabileceğimizi ve bunlara çözüm arama işimizin kolaylaşacağını sanıyorum. Her şeyden önce tarihsel determinizmin genel yasasının kapitalizm özelinde yeniden üretilmesinde ısrar etmek gerekmektedir. Burada kapitalizmde düzlemin her zaman “hareketli” olduğuna dair bir ara sonuç çıkarabiliriz. Ancak bu hareketlilik, proletaryanın kendiliğinden birliğini hiçbir zaman sağlamayacaktır. Bu hareketlilik, irade, yani devrim ve proletarya diktatörlüğü mücadelesi içinde işlenmek zorundadır.
Peki, tarihsel materyalizmin genel yasalarının, kapitalizm özelinde yeniden üretilmesinde ısrar etmemin nedeni ne? Birincisi, genel haliyle yasa, tarihin motorunun sınıflar ve sınıf mücadeleleri olduğunu açık bir şekilde koyarken, sınıfların motoru ancak üretim tarzları özelinde ele alınabilir. Buna bağlı olarak üretim tarzlarının (genel olarak) hareketi ve irade ancak üretim tarzları özelinde ortak kavramlaştırılabilir. İkincisi, komünist hareketi uzun sürelerdir etkisi altına almış bir determinizm biçimi ancak bu “özel” determinizm ile kapı dışarı edilebilir. Sol harekette aşamacılığın çeşitli türevleriyle kendini gösterdiği burjuva demokratik devrim / sosyalist devrim ikilemesinden bahsediyorum. Lenin’in erken dönem ruhunun da sık sık çağırıldığı bu tartışmalarda olmazsa olmaz bir süreç vurgusunu büyük bir ustalıkla koyan Lenin aşa,macılığın atası yapılmak istenir. Bugün komünistlerin sosyalist devrimle birlikte “geçerken yerine getirecekleri” burjuva demokratik işler söylemine bile razı olmamaları gerektiğini düşünüyorum. Üçüncü ve son olarak proletaryalaşmadaki süreç vurgusunun proleter tanımındaki her türlü yetersizlikle mücadele etmek gibi bir getirişi olacaktır. Örneğin “Marx’ın beklentilerinin aksine”(?) “küçük burjuvazinin” hızla arttığı görüşü ve bundan çıkarılan sonuçlar… Toplama sayılarla büyük yekunlar tutan “küçük burjuvazi”, süreç düşüncesi olmayınca ya küçük-burjuvaziye tam bir teslimiyetle ya da “teoriye katkı” mahiyetinde garip “saf işçi” tanımlamalarıyla sonuçlanıyor.
Determinizmin komünistlerce eleştirilmesinin bir mantığı vardır. Tarihsel determinizm sonal hedefe zaten varılacağı gibi bir ekonomik determinizme indirgenince “paradoksal olarak” bir sonraki adım da sonal hedefin tamamen dışlanmasını getirmiştir. Bence bu konuda “Sonal hedef hiçbir şeydir” diyen Bernstein yerine, Bernstein sonrasında daha yıllarca komünizmin “Papa”sı kalan Kautsky incelenmelidir. Kautsky 1910’da yazdığı bir yazısında önlerindeki muhtemel bir savaşın devrim anlamına geleceğini yazıyor. Ancak ona göre “proletaryanın bir zaman, daha şimdiki devlet çerçevesinden yararlanarak bir savaşın ürettiği bir devrimin riskinden daha güvenli bir şekilde işleri götürebilirdi.” 28 Kautsky ekonomik determinizm anlayışı yüzünden proletaryanın evrimci gelişmesine o kadar inanmıştır ki bir devrimden korkuyor. Emperyalizmin silahlanmaya neden olmasının savaş tehlikesini getirdiğini ve bunun “kapitalizmin gelişmesini engellediğini” söylüyor. 29 Devrimden korkan Kautsky emperyalizmi kontrol altına almaları gerektiğini söyleyerek kapitalistlere akıl veriyor. Bunun tarihsel determinizm olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü determinizm doğrusallık değildir. Devrim ne kadar geç olursa proletaryanın kendiliğinden o kadar kuvvetleneceğini söylemek determinizm değildir. Herşeyden önce kapitalizmin “kendiliğinden” proleterleşmesinin yarattığı ayrımları dışlıyor. İkincisi determinizmi salt evrime indirgiyor oysa devrim ve proletarya diktatörlüğü olmadan determinizm boş bir laftır.
Proletaryanın “kendiliğinden” ayrımlarına ek olarak, bir de, devletin yaratılmasında bizzat işin içinde olduğu ayrımlar vardır. “Devlet, kapitalist toplumdaki konumunun ciddi olarak tehdit edildiği zamanlarda küçük burjuvazinin çıkarları için özel koruma tarzları geliştirmiştir.” 30 Therborn, bunların devletin popülist boyutları başlığı altında incelenebileceğini söylerken devletin ayrıca “küçük burjuvalaştırıcı” etkileri olduğunu belirtir.
Devletin, bunun yanısıra, proleterleri bölmek için farklı araçları vardır. Örneğin çoğu hiçbir kazanım elde edemeyecek milyonlarca insanın üniversitelere tıkılması, büyük sürekli ordular, erken emeklilik düzenlemeleri, kadınların üretim dışında tutulmaları çabaları…31
Örneğin herkes aynı işi yaptığı halde, ücretlerin yaşa bağlı olarak artması. Ya da varlık nedenleri emekçileri bölecek mekanizmalar yaratmak olan burjuva partileri…
Son olarak marksist sınıf tanımının ve buradan hareketle marksizmin tüm temel varsayımlarının “kutupsal (polar) sınıflar” varsayımına dayandığına dair bir düşünceye değinmek istiyorum. Bu düşünceye göre marksizm “ara sınıflar”ın, özellikle de esnaf, zanaatkar ve köylülerin kapitalist gelişmeyle birlikte eşit bir şekilde proletaryamn saflarında birleşeceklerini söylemektedir… Bu “tezi” savunanlar marksizme düşman darkafalı burjuvalardan tutun, “marksizm iyi hoş ama ne yazık ki işler Marx’ın umduğundan farklı gelişti. Ee ne yaparsınız teori gridir dostum” diyen biraz ahmak ama iyi kalpli malumatfuruşlara kadar uzanmaktadır. Bu saçmalık ulaştığı yaygınlık ve gördüğü genel kabul ne olursa olsun bir tarafa atılmalıdır. Birincisi sınıfların giderek kutuplar halinde oluşması yaklaşımı sermaye birikiminin koşullarından çıkarılmış tarih içinde ampirik olarak da doğrulanmış bir yasadır, ama tek yasa değil! İkincisi bu kutupsal yaklaşım ekonomik tanımlanması ölçüsünde politika ve ideolojiyi dışlar. Bu kutupsal yaklaşım proleterlerin verili andaki eşitsizliğini göstermesi ve süreç vurgusu koyması ölçüsünde olumluluk taşımasına rağmen, kapitalist hareket yasalarını tek bir yasaya indirgediği ve kapitalizmin politik “üstyapısını”, salt bir yansı olarak ele aldığı için ve proleterlerin eşitsizliğinin salt “kendiliğinden” değil, aynı zamanda da üretilen bir şey olduğunu gözlerden sakladığı için kabul edilemez. Burada komünistlere düşen görev ise Marksist sınıf kuramı için bir süreç vurgusunun olmazsa olmazlığını vurgularken, bunun hiç de kutupsallığı gerektirmediğini söylemektir. Gelişim çizgisinin varolduğunu söylemek bunun doğrusal (ya da kutupsal) olduğunu iddia etmekle karıştırılmamalıdır.
Dipnotlar ve Kaynak
- Aktaran, H. Denis, Ekonomik Doktrinler Tarihi,Sosyal Yay., çev.: A.Tokatlı, c. 2, s. 439.
- Aktaran, R. Miliband, Marxism and Politics,s. 22.
- L. Althusser; Reading Capital, s. 78.
- Kautsky, Seçilmis Politik Yazılar, Kavram Yay.,Kasım 1990, 1. bsk., çev.: C. A. Kanat, çevirmenin önsözü,s. 8$.
- Lenin, Rusya’da liberal burjuvazinin marksizmden”kabul edilebilir herseyi aldığını, aslında onuncanlılığını yapan seyleri reddettiğini belirtiyordu. Bunlar,devrimci anlayıs, kapitalizmin kaçınılmaz çöküsü fikri,proleter devrimi ve proletarya diktatörlüğüne iliskin öğretilerdi.” Lenin, Yaklasan Felaket, Ekim Yay., 2. baskı,Ocak 1990, çev.: M. Korkmaz.
- E. Laclau, İdeoloji ve Politika, Belge Yay., 1.bsk., Ekim 1985, çev.: H. Sarıca, s. 112-113.
- Burada Laclau’nun rahat olduğunu söylemiyorum.Tam tersine isi zordur. C. Hekimoğlu’nun belirttiğigibi; “Laclau’nun meramı aslında sudur: Đsçi sınıfı ve sosyalistideoloji eğer iktidarı düsünüyorsa, küçük burjuvazive popüler demokratik ideolojiyi yanına çekmelidir.” Gelenek,no. 39, s. 33. Laclau, mücadelesiz sınıflar yokturdiyerek, komünistlerin elinden proletaryayı alır ve dahasonra yanında birer adet küçük burjuva ve popüler demokratikmücadele biçimiyle geri iade etmeye çalısır.
- Laclau, ibid.
- Laclau, s. 115.
- Laclau, s. 114.
- Laclau; s. 117-118.
- Jorge Larrain; Marxism and ldeology, Mac Millan,1983, s. 201.
- Larrain; s. 181.
- Laclau; s. 106.
- Laclau; s. 108.
- Laclau; s. 110.
- G. Therborn; İktidarın İdeolojisi ve İdeolojinin İktidarı, İletisim Yay., 1. bsk., 1989, s. 31.
- Laclau; s. 107.
- Laclau; s. 110.
- C. Hekimoğlu; “Olusum sancısındaki sosyalistideoloji”, Gelenek, no. 39, s. 32.
- D. Laibman, “Modes of production and theoriesof transition” Science and Society, vol. 48, no. 3, s. 258.
- S. Sercan, “Proleterler ve proletarya” Gelenek, no. 38, s. 57.
- ibid.
- ibid., s. 59.
- Marx and Engels, Collected Works, vol. 5, s.53
- Marx, Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Elestirisi, Sol Yay., s. 124.
- ibid., s. 123.
- Kautsky; s. 88.
- ibid., s. 97.
- G. Therborn; What does the ruling class do?, s. 120
- A. Przeworski; “Proletariat into a class”, Politicsand Society, no. 4 (1977): pp. 343-401.