Kapitalizm tarih kitaplarına insanlığın bir buruk dönemi olarak geçtiğinde, kapitalizmi canlandıracak bir tabloyu nasıl resmederdik, diye düşünüyorum. Ya da bir tiyatro sahnesine nasıl yerleştirirdik? Önce kocaman bir afiş, “Her şey alınır satılır, fiyatı olan her şey üretilir.” Sahnenin ortasına kocaman bir makine, geniş bir üretim bandı. Bu üretim bandı makinenin bir ucundan çıkıp, diğer bir ucundan tekrar makineye giriyor. Yardımcı aktör, çalışan insanlık, üretim ucunda kendini koyuyor bandın üstüne, parça parça tükeniyor. Tüketim ucunda bandın üstünde ne ararsanız var, arabalar, saatler, insanlar, yaşamınız, eğlenceniz, bir kahkaha, gözyaşları, evlilik cüzdanları, umutlarınız, bir melodi, piyango biletleriniz, sağlığınız! Her şey metalaşmış, makine giderek büyüyor insanlar ise silikleşiyor. Arka planda aynı bıktırıcı koro, “her şey alınır satılır, her şey alınır satılır.”
Bu yazıda, çalışan insanların bu aşağılık oyunun figüranları olmasının sağlık alanındaki etkilerini irdelemeye çalışacağım. Sağlık hizmetleri, kapitalizm için bu figüranların “tamirinden” ibaret. Figüranların çokluğu, tamir edilmesi pahalı olanların “çöpe atılmasına” izin veriyor.
Sağlığın mantığı
Sağlık hizmetlerini iki düzeyde ele alabiliriz. Önce, sağlıklı olmanın, insanların “fiziksel, sosyal ve ruhsal olarak iyi olmaları” anlamına geldiğini belirtelim. Kapitalist üretimde, nicel ölçütlere başvurulduğunda bu, insanların çalışabilir durumda olması olarak ele alınıyor. Gerçek anlamında sağlık, insanlığın bu temel hakkı, kapitalizmin mantığıyla çelişiyor.
Sağlık hizmetleri iki düzeyde verilebilir. İlki, koruyucu hizmetlerdir. Bunun için esas mantık, hastalığın önlenmesidir. Bu yaygın bir hizmet ağını, planlı bir bakış açısını gerektirir. Ayrıca, insanların sağlık düzeylerini belirleyen etmenler sağlık hizmetlerinin dışında birçok alanı kapsar. Bunun içinde çevre sağlığı, işyerinde çalışma koşulları, su, kanalizasyon gibi altyapı hizmetleri vardır. Düzenli sağlık taramaları, salgınların başında tespit edilmesi, sağlık hizmetlerinin koordinasyonu, sistematik bir aşılama programı, gelişkin bir veri toplama sistemi koruyucu hizmetler mantığının olmazsa olmazlarıdır.
Koruyucu hizmetlerin toplumsal kazanımları çarpıcıdır. Sağlığa ayrılan kaynakların artık çok etkin bir kullanımı söz konusudur. Bir salgını, hastalığı başında tespit etmek, önlemek daha sonra onu tedavi etmeye çalışmaktan çok daha kolaydır.
Kapitalizmin mantıkdışı doğası, sağlık alanında çarpıcı bir biçimde ortaya çıkıyor. Hastalar müşteri, sağlık bir meta haline geldiğinde ağırlık, korumaktan tedavi etmeye ve kâr etmeye kaydığında ortaya çıkan çarpık tablo aklı başında herkesi isyan ettirebilir.
Gene biraz olması gerekenlere göz atalım. Sağlık hizmetlerinin mantığında, birincil sağlık hizmetleri, ya da birinci basamak hizmetleri yatıyor. Sağlık hizmetlerinin bu tipte örgütlenmesinin en rasyonel biçim olduğu Dünya Sağlık Örgütü’nün 1978’deki Alma Ata deklarasyonunda beyan edilmiş. 1 Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) tanımıyla: “Birincil Sağlık Hizmeti, toplumdaki bireyler ve ailelere, onların tüm katılım ve ülke ve toplumun kabullenebileceği değerler ve karşılayabileceği maliyetle, evrensel olarak ulaşılabirliği sağlanan temel sağlık hizmetleridir.” 2
Birincil sağlık hizmetleri, toplumun bütün sathına yayılmış, pratisyen veya tercihen bu alanda uzmanlaşmış hekimler tarafından bütün yerelliklerde acil hastalar dışında herkesin, ilk olarak başvurduğu bir örgütlenme biçimidir. Hizmeti veren kuruluş, nüfusu 2.000 ile 50.000 arasında değişen bir bölgeden sorumludur. Bu bölgedeki aşılamanın yürütülmesinden, bu kuruluş düzeyinde tedavi edilebilecek bütün hastalıklara uzanan bir yelpazedeki temel sağlık hizmetleri bu aşamada ele alınır. Poliklinik başvurularının en az yüzde 80’inin bu düzeyde çözümlenebileceği düşünülmektedir. Ancak, bu kuruluşun kapasitesini aşan sorunlarla karşılaşıldığında hekim, hastayı bir üst düzey kuruluşa sev keder. Sağlıkla ilgili bütün araştırmalarda, birinci düzey sağlık hizmetleri üzerinde inşa edilmiş bir sağlık sisteminin en başarılı sonuçları verdiği defalarca kanıtlanmıştır.
Bundan sonraki aşama, ikincil sağlık hizmetleri, konularında daha uzmanlaşmış, daha fazla bir nüfusa hizmet eden (tercihen 100.000 ile 500:000 arasında) daha büyük kuruluşların verdiği hizmettir. Daha üst düzeylerde ise, daha da uzmanlaşmış ve daha da merkezi kuruluşlar vardır, bunlara ancak ilk iki düzeyde halledilemeyecek sorunlar yansır.
Eski sosyalist ülkelerin ve hâlâ Küba’nın, Kuzey Kore’nin sağlık alanındaki etkileyici başarıları bu sisteme dayanmaktadır. Zaten bu sistemin kendisi bir sosyalizm propagandasıdır; WHO’nun yayınları toplatılırsa şaşırmamak gerekir! Bu sistemin uygulanabilmesi için sağlık eğitiminden, kanalizasyona varan bir ölçekte sosyalleşme ve toplumsal planlamanın uygulanması şarttır.
Kapitalist ülkelerde sağlık hizmetleri, özel şirketler ve özel sigortalar tarafından sağlanan örgütlenme biçimlerinden, devletin daha ağırlıklı olarak sağlık hizmetleri sağladığı biçimlere doğru azalmaktadır. Aralarındaki ortak nokta, ilaç şirketlerinin ve hastanelerin kârlarının belirleyiciliğidir.
Örneğin Amerikan sisteminde çok yoksulları ve 65 yaşın üstündekileri kapsayan devlet garantisi dışında sağlık hizmetleri özel sigortalar tarafından finanse edilmektedir. Bu biçimiyle, ulusal yıllık ürünün yüzde 12’si sağlık hizmetlerine harcanmakla birlikte 40 milyona yakın insanın hiçbir sigortası, garantisi yoktur. 3 Sözde devlet tarafından sağlanan yoksullara hizmetten ise resmi yoksulluk sınırının altında olanların yalnızca yüzde 40’ı yararlanabilmektedir. 4 Doktorların ortalama yıllık kazancı 150.000 $’dır.
Amerika’da sağlık şirketleri, çeşitli örgütlenmeleri aracılığıyla sadece 18 ay içinde değişik politikacılara sadece resmi yollardan 7.7 milyon dolarlık bir “yardım” da bulundular. 5 Kapitalist ülkelerde sık sık ortaya çıkan gayri resmi rüşvetler elbette bu kocaman rakama dahil değil. Söylemeye gerek var mı bilmiyorum, bütün sağlık hizmetlerinde işçi sınıfının durumu kapitalistlere göre çok daha kötü, işçi sınıfı içinde de siyahların ve diğer azınlıkların durumu ise beyazlara göre daha kötü. 6 Tahmin edilebileceği gibi kârlı ilaç şirketleri ve hastaneler sistemdeki her değişikliğe karşı diş ve tırnakla direniyorlar. Bir diğer çarpıcı nokta da, ücret anlaşmazlıklarının beşte dördünün sağlık hizmetleriyle ilgili olması. 7
Kapitalist ülkelerdeki bir diğer örgütlenme biçimi İngiltere’de görülen Ulusal Sağlık Hizmetleri bütün sağlık hizmetlerinin evrensel olarak devlet tarafından sağlanmasını temel alıyor. Bu model, kapitalist ülkeler içinde, özel sektöre ağırlık veren ama sağlık hizmetlerinin devlet denetiminde evrensel olarak sağlandığı Kanada ve Almanya gibi ülkelerle birlikte halkın sağlık sisteminden en memnun olduğu biçimi yansıtıyor. Sağlığın evrensel bir hak olduğu ve devletin topladığı vergilerle finanse edildiği İngiltere’de devlet ister istemez koruyucu hizmetlere daha çok prim veriyor. Bu sistemde ortaya çıkan sorun ise kaynakların kısıtlılığı yüzünden ortaya çıkan uzun bekleme listeleri, bazı hizmetlerin yetersiz kalması vs. Buna rağmen, sonuçları tasarlanabileceği için halkın büyük çoğunluğu sağlık sisteminin özelleştirilmesi türü projelere büyük tepki duyuyor. Geçtiğimiz günlerde İngiltere’de yapılan seçimlerde İşçi Partisi’nin Muhafazakarlar’a yöneltiği “sağlık sistemini de özelleştirmeyi gizli gizli planladıkları”na yönelik suçlamalar o kadar etkili oldu ki, Başbakan defalarca böyle bir planla-rı olmadığını tekrarlamak zorunda kaldı. Aslında, böyle bir planları vardı ama geniş tepkiler sonucunda planları sulandırmak zorunda kaldılar.
Bu konuya ilişkin teorik tartışmalara biraz değinirsek iki temel anlayıştan bahsetmek mümkün: Frankfurt ekolü, ve Fransa’daki regülasyon (düzenleme) ekolü 8 genel olarak refah devletinin işçi sınıfının gözünde sistemi meşrulaştırma ve sisteme içselleştirme işlevine çubuk büküyor. Bu saptama yanlış olmamakla birlikte, buna burjuvazinin bilinçli bir tercihi olmaktan ya da “verilen” bir hak olmaktan çok, işçi sınıfı hareketinin gücüyle ve mücadelesiyle kazanılmış bir hak olarak bakmak daha doğru. Bu meşrulaşmanın esas belirleyeni, sosyalist öncünün ve sosyalist hareke-tin bu ülkelerdeki zayıflığıyla birlikte açıklanmalı. Özellikle, işçi sınıfı hareketinin kimliksiz olduğu toplumlardaki sağlık hizmetlerinin iki temel özelliğini saptamak mümkün: özel sektöre dayanan bir sağlık sigortası mantığıyla işçi sınıfının farklı kesimlerinin farklı hizmetlerden yararlandığı, dolayısıyla sınıf içi katmanlaşmayı ve bölünmeyi körükleyen ve “hak edeni”, “hak etmeyenden” ayıran bir yapılanma. 9 Buna karşılık, birlikte mücadele eden, göreli gelişkin sınıf mücadelesi anlayışının hakim olduğu ülkelerde evrensel sağlık hizmetleri en azından bir “hak” olarak sağlanmış durumda. Elbette, “hak” ile “uygulama” arasındaki açı varlığını koruyor. Ayrıca, bu “hakkın” finansmanının, gene eşitsiz olarak işçi sınıfından toplanan vergilerle sağlandığını da unutmamak gerekiyor. Bu “refah devleti”nin diğer yönlerinde de geçerli. Örneğin işsizlik sigortası, çalışma şansına sahip işçilerden yapılan kesintilerin, yedeğe alınmış işçileri bir dönem beslemesi anlamına geliyor. Bir yanıyla, sınıf içi genel sigorta olarak işlev görüyor. Bu, bir lütuf değil, bir dayanışma biçimidir. Kapitalistler ise, bu dayanışmanın sonucunda işsiz kalanların yeterince kötü duruma itilmediği ve yeterince düşük ücretlere razı olmadıkları gerekçesiyle itiraz ediyorlar. Türkiye’de işsizlik sigortasına ilişkin henüz tamamlanmamış tartışmalar da bunu örnekliyor.
Konunun teoriye ilişkin bir başka boyutu da, kapitalist-emperyalist sistem içi işbölümünün belirleyenlerinden birinin de, işçi sınıfının bu ülkelerde kazandığı hakların maliyetinden kaçınmak olduğunu söylemeli. Yatırımların insan hayatının daha ucuz, emeğin güvencesiz olduğu ülkelere kaydırılmasının ana sebeplerinden biri de bu.
Son bir nokta olarak da, kapitalizmin eşitsiz gelişmesinin sosyalistlere sunduğu en önemli düzen çatlaklarından birinin sağlık olduğunu belirtmek gerekiyor. Gökdelenler kenti, finans merkezi New York’ta verem oranının artışı “üçüncü dünya” ülkelerini aratmıyor. Salgın düzeyine ulaşan hastalığın kurbanlarının üçte ikisi ise siyah ya da Latin kökenli. Şehir, normal olarak bu durumda bir “sağlık acil durumu” ilan etmeli, ancak hastalık yüzünden kendisini dava etmek isteyebileceklerin durumunu güçlendirmemek için bunu yapmıyor! Ayrıca yanlış anlamayın, dava açacağından korkulanlar yoksul hastalar değil, bunlarla çalışırken hastalığı kapan avukatlar, doktorlar, görevliler. 10 Bu alanda akılcı politika üretmek, kapitalizmin sınırlarının dışına çıkıyor.
Kapitalist dünya’da sağlık sisteminin krizde olduğu herkes tarafından kabul edilen bir gerçek. Son dönemde “yeni sağ” ve “liberal” dalga doğrultusunda üretilen yeni modellere değinmeyi, Türkiye’de önerilen değişikliklerle birlikte ele almak üzere biraz ileriye bırakarak, sosyalist ülkelerdeki duruma kısaca göz atmak istiyorum.
Sosyalizm
Sosyalist ülkelerin bu alandaki başarılarının çarpıcı olduğu herkes tarafından kabul edilen bir gerçek. Zaman zaman, sağlık hizmetlerinin bedava olmasının insanları kendi sağlıklarına karşı duyarsız kıldığı türünden ilginç itirazlar duysak bile, insanların hizmetler bedava diye bile bile hasta olacakları o mutlu günleri tercih ettiğimi söylesem sanırım yeterli olur. Burada, sayfalarca istatistik verilebilir. Dünyanın en düşük bebek ölüm oranlarından, 20 sene gibi kısa zaman sürelerinde yoksulluğun batağından, dünyanın en gelişkin kapitalist ülkelerinin düzeyine çıkan ve yer yer geçen istatistiklerden örnekler de aktarılabilir.
Bunun yerine, Küba’dan çok güncel bir örnek üzerinde tartışmak yararlı olacak. Küba’yı seçmemin önemi açık. Elbette öncelikli sebep diğer sosyalist ülkelerdeki karşı-devrimlerden sonra yalnız kalan, benzinsizlikten insanların bisikletle seyahat ettiği, ne kadar zor durumda olduğunu her gün okuduğumuz bu küçük güzel ülkedeki anlayış farkını ve bu farkın kısıtlı kaynaklara rağmen yapabildiklerini sergilemek.
AIDS, kapitalizmin vebası!
AIDS dendiğinde akla ilk gelenler, kapitalizmin marjlarında kalmış kesimlerinden, başa çıkılamayan bir hızla yayılan bir hastalıktan, Fransız ve Amerikan ilaç şirketleri arasındaki patent kavgalarından oluşan karanlık, umutsuz bir tabloyu oluşturuyor. İlk başlarda verilmeye çalışılan “suçlu hastalar” imajıyla birlikte, uyuşturucu ve diğer sosyal problemlerin katmerleştirdiği “modern veba” değil mi?
Küba’da değil.
Küba’da AIDS’e karşı çabaları aktaran makaledeki ilk dikkat çeken nokta yazarların özellikle “resmi” istatistikleri sürekli kontrol ettiklerini, insanlara “bağımsız” bir şekilde konuştuklarını sık sık vurgulamaları. Sanırım, sosyalizmi karalama kampanyalarının yarattığı imaja karşı bir savunma zorunluluğunu hissediyorlar. 11
Öncelikle Küba’da sağlık örgütlenmesinin, tek, birleşik bir sistem biçiminde olduğunu, birinci basamak hizmetlerin bu örgütlenmenin temelini oluşturduğunu söyleyelim. Birçok bulaşıcı hastalığın kökü kazınmış durumda; toplumun hepsi yaygın sağlık hizmetlerinden her düzeyde temel bir hak olarak yararlanıyor. Küba’da 1961 devriminden sonra sağlık hizmetlerine ilişkin belli temel prensipler kabul ediliyor, bütün örgütlenme bugüne kadar bu temelde yapılıyor. Bu prensipler şöyle:
- Sağlık, devletin sorumluluğundadır ve halkın hakkıdır.
- Bakım, kapsayıcı olmalı, koruyucu ve tedavi edici hizmetleri birleştirmeli.
- Bakım, bedava ve herkes tarafından erişilebilir olmalı.
- Toplumsal hizmetler, sağlık hizmetleri ve toplumun sosyo-ekonomik gelişimi koordine edilmeli.
- Sağlık sistemine halkın katılımı esastır.
Bu prensiplerle geliştirilen sistemin başarılarının çarpıcı olduğunu söyleyip, AIDS’e geçelim. Hastalık ortaya çıkıyor ama öncelikle hastalığın görüldüğü kesimlerin kapitalist ülkelerdekinden farklı olduğunu söyleyelim. Uyuşturucu kullanımının olmadığı, fahişeliğin yalnızca ülkeye gelen yabancıların civarında ve çok marjinal bir olgu olduğu ülkede hastalığın görüldüğü popülasyon ya hastalığa yurtdışında yakalanıyor, ya da kan transferiyle. Dolayısıyla ilk aşamada yurt dışından kan ve kan ürünleri ithali yasaklanıyor, eldeki ürünler kontrol ediliyor ve bu kanal tıkanıyor. İkinci aşamada da, yurt dışına giden herkesle başlayan ve giderek tüm toplumu kapsayan bir tarama çalışmasına gidiliyor. Herkes zaten örgütlü olduğu için tarama oldukça kolay. 10 milyon nüfuslu ülkedeki AIDS’li sayısı 500 olarak bulunuyor. Taramaya katılmak istemeyen tek tük insanları da sosyal görevliler ikna etmeye çalışıyorlar, zorlama yok. Çok çekinceleri olanları da, AIDS’li olabileceklerini düşünerek hastalık konusunda bilgilendirmeye “çalışıyorlar.
Ya seropozitif, yani hastalık taşıyıcısı ya da hasta çıkarsanız? Kesin emin olmak için, tekrar tekrar değişik yöntemlerle test ediliyor. (Kapitalist ülkelerde geliştirilen testlerin benzerleri Küba’da da geliştirilmiş. Daha ucuz olan kendi testlerini kullanıyorlar, ancak seropozitif çıkanlar batıda geliştirilmiş olanlar dahil, bir çok değişik teste tekrar tabi tutuluyorlar) Hamile kadınların tümü doğum öncesi bakımdan yararlandığı için AIDS’li hastalar bu aşamada kolaylıkla saptanıyor ve hastalar isterlerse kürtaja başvurabiliyor. Hasta olduğu kesinleşenler için sanatoryumlar var. Bu konuda özel eğitilmiş insanlar hastayı bilgilendiriyor. Aile, mesleki durum göz önüne alınıyor ve sanatoryuma alınıyorsunuz. Sanatoryuma alınmak, sosyal çevreden uzaklaşmak olduğu için Kübalı görevliler AIDS’lilerin nasıl bulundukları ortamda bakılabileceklerini araştırmaya çalışıyorlar.
Sanatoryuma alınmak istemeyen kişiler (bunlar da ender) zorlanmıyor, ama hastalığı bulaştırmayacakları ve yakın takip edilebilecekleri bir çerçeve oluşturuluyor. Sanatoryumda elbette işten alınan maaş kesilmiyor. İnsanların çevrelerinden uzaklaşmalarının AIDS’e bağlı olduğunun bilinmesini istemedikleri durumda buna uygun yalanlar, örneğin başka yere tayin, yurtdışı görevi vs. sağlanıyor. Ülkenin çeşitli yerlerinde sanatoryumlar açılarak insanların yakınlarını rahatlıkla görmeleri sağlanmaya çalışılıyor.
Sanatoryumda yakın ve sıcak bir bakım sağlanıyor. Eğer meslek bireysel olarak icra edilebilecekse gerekli bütün koşullar sağlanıyor. Çalışmaya hem bir hak, hem bir onur olarak bakılan bir toplumda üretken olmamak psikolojik sorunlara yol açıyor Sanatoryumda üniversiteye devam edenler bile var.
Toplum sathında ise yaygın bir eğitim örgütleniyor. AIDS’e, kapitalizmde olduğu gibi yumurta kapıya dayanana kadar başkalarının “hak ettiği” bir sorun olarak bakılmıyor. Toplumun ve devletin birlikte çözeceği bir hastalık olarak ele alınıyor. Eğitimle ilgili Kübalı görevlilerin bahsettiği bir sorun halkın devletin her sorunu çözeceğine olan inancının, yaymaya çalıştıkları bireysel sorumluluk vurgusunu zayıflattığı! Bireyin sağlığının toplumsal bir olgu olarak görüldüğü bu toplumda, önlemlerin bireysel olmak zorunda olduğunu anlatmakta güçlük çekiyorlar.
Türkiye
Küba’dan Türkiye’ye geçmek ne yazık ki biraz iç karartıcı olacak. Genel sağlık sigortası, özelleştirme, yeşil kart ve hastane rehinleri tartışmalarının arka planına biraz bakalım.
Maalesef pek istatistik kullanamayacağım, çünkü yok. Olanlara, devletin kendisi de güvenmiyor.
1. Ulusal Sağlık Kongresi 23-27 Mart arasında yapıldı. Bütün çalışma raporlarında vurgulanan, durumun ne olduğunu kendilerinin de pek bilmedikleri. Herkesin anlaştığı bir nokta var ama; görüntü iç açıcı değil: “Bakanlık bünyesinde halen toplanmakta olan verilerin kalitesinin düşük olduğu, daha doğrusu bu konuda hiçbir özel çabanın gösterilmediği saptanmıştır.” 12
Nüfusun yüzde 40’ı hiçbir sağlık güvencesine sahip değil. 13 Bu “güvenceli” yüzde 60’ın büyük bir bölümü ne düzeyde hizmet verdikleri tartışılmaz olan SSK hastanelerine muhtaç. Hastaneler, “Allah düşürmesin” diye bakılan kuruluşlar arasında devlet daireleri ve hapishaneler arasında sayılıyor! Birinci basamak hizmetleri dağınık ve bölük pörçük verilebiliyor. Çevre sağlığı, kanalizasyon, su güvenliği konularında büyük şehirlerin durumu bile içler acısı. Beslenme alışkanlıkları, daha doğrusu zorunlulukları giderek kötüleşiyor: Daha az et, daha az taze sebze, meyve, daha çok ekmek… Çocukların yüzde 20’sinde protein eksikliğine bağlı hastalıklar görülüyor. Çocuk ölüm oranları, verem, tifo, iş kazaları gibi sosyal hastalıklar kötüleşiyor. Ama ne kadar kötü, kimse sayılarla ifade edemiyor, çünkü bilen yok. Tıp eğitiminin kalitesi düşüyor, ilaç kullanımı bilinçsiz, doktorların, hemşirelerin yaşam koşulları kötüleşiyor, üzerlerindeki yük ise çoğalıyor.
Çözüm olarak önerilenler ise, eğer durum bu kadar acıklı olmasaydı herhalde komik olarak nitelendirilirdi. Dünyada yayılan piyasanın her şeyi çözeceği dogmasına paralel bir anlayış hakim. Diğer kapitalist ülkelerde de, sağlık sisteminin sorunlarını çözmek için bu konudaki başarısızlığı bütün örneklerde kanıtlanmış piyasa çözümlerine yöneliniyor. Ana hatlarını alalım:
- Genel sağlık sigortası
- Aile hekimliği
- Masraflara hastaların katılımı
- Yoksullara yeşil kart
- Sağlık hizmetlerinin özel kuruluşlara devri ve hizmeti veren ile finansmanın ayrılması.
- Birinci basamak hizmetlerin yaygınlaştırılması.
Önce Genel Sağlık Sigortası. Bu projeye göre devletten en azından özerk (!), mümkünse özel bir kuruluş tarafından herkes sigortalanacak. Bunun finansmanının nasıl sağlanacağı yolunda hiçbir ilerleme yok. İçkiye, sigaraya vergi koyma gibi yaratıcı önerilerin bu problemi çözemeyeceği şimdiden ortada. Ayrıca en azından 10 milyon insanın prim ödeyecek durumda olmadığı da biliniyor.
Aile hekimliği de, birinci basamak hizmetleri kapsamında düşünüldüğünde yaygın ve sosyal bir örgütlenmeyi zorunlu kılıyor. Ayrıca tıp eğitiminin buna göre uyarlanmış olması şart. Masraflara hastaların katılımının, sağlığın daha da lüks bir hale gelmesinden başka bir sonuca yol açacağını düşünen var mı, bilmiyorum.
Yoksulların bedava hizmet görmesinin de, eğer sağlansa bile bu tür programların uygulandığı diğer ülkelerdeki sonuçları vereceği açık. Yani, üstünkörü ve sınıfsal ayrımları daha da netleşmiş bir sağlık hizmetleri çeşitlenmesi, bir yanda International Hospital, diğer yanda geri kalmış, kalabalık, bakımsız hastaneler. Ayrıca, bizim ülkemizdeki Fak-Fuk-Fon, ya da diğer ülkelerdeki benzerlerinin (Meksika’da Pronasol) nasıl kişisel politik amaçlar doğrultusunda, “sadaka” dağıtan kuruluşlar haline geldiği de çok açık.
Özelleştirmenin ise hastanelere ve ilaç firmalarına yarayacağı belli. Böylece, giderek daha da metalaşan sağlık hizmetleri de kanlı canlı bir sektör haline gelerek, kârlarına kâr ekleyen kuruluşlar türeyecek.
Türkiye’de önerilen tür değişiklikleri bizden önce uygulayan bir ülke Meksika. Sonuç; işçiler için kötüleşen sağlık koşulları, çöken bir sağlık sistemi, durumları daha da kötüleşen doktor, hemşire ve diğer sağlık çalışanları ve ülkenin en kârlı sektörlerinden biri haline gelen sağlık hizmetleri. 14
Sınıf hareketi gündemine sağlık politikalarına aktif müdahaleyi almalıdır. Öngörülen reformların uygulanması, zaten kötü olan durumu kat kat kötüleştirecektir.
Sağlık haktır!
Mülkiyet “insan hakları” arasında dokunulmazlığını korurken, insanlığın bu en temel hakkının gaspının dünya çapındaki sonuçları insanlığın çoğunluğu için felaket anlamına geliyor. İşin en kötü tarafı sorunun kaynak sorunu değil örgütlenme sorunu olduğu gerçeği. Küba gibi soruna farklı bir bakış ve örgütlenmeyle yaklaşan kaynakları kısıtlı toplumlar bile sağlık sorunun üstesinden gelebiliyorlar. Örnek olarak daha çok gelişmiş kapitalist ülkelerdeki kötü durumu ele aldık, daha yoksul kapitalist ülkelerde ise durum o kadar kötü ki arka arkaya sayılar sıralamak bir işe yaramıyor. Açlık, salgın hastalıklar, -o üç kuruşluk aşıyla önlenecek salgın hastalıklar- çığ gibi yaygınlaşıyor.
Arada bir, daha şanslı ülkelerdeki kamuoyuna bu ülkelerdeki sorunlar yansıyor, vicdan rahatlatan yardımlar ve “durumuna şükretme” ruhu yaygınlaşıyor. Kapitalizm, sorumlusu olduğu durumu bile düzenin mekanizmalarıyla kullanabiliyor! Bizzat insan acısının kendisini metalaştırıyorlar. Kocaman gözleriyle, bir deri bir kemik kalmış siyahi çocukların resmi gazetelerde boy gösteriyor. Protein azlığından kaynaklanan bu dokunaklı hastalığın tıptaki terimi kwashiorkor. Ghana dilinde “ikinci çocuk yoldayken birincinin yakalandığı hastalık” anlamına geliyor. 15 Bir diğer yandan, AT ve ABD’de fiyatların düşeceği gerekçesiyle satılmayan ve satılsa bile devlet tarafından sübvanse edilerek gene de “piyasa fiyatına” satılan tonlarca tarım ürünleri fazlasının soğuk hava depolarında korunmasına her yıl milyarlarca dolar harcanıyor. Bu yazı yazıldığı sırada, Dünya Sağlık Örgütü 45. Genel Kurulu toplanmıştı. İlk açıklamaları, dünyada her yıl çeşitli hastalıklardan ölen 60 milyondan fazla insanın çoğunun “aslında” tedavi edilebilir hastalıklardan öldüğü.
Kapitalist-emperyalist sistemin bu toplu, bu sessiz soykırımına sosyalistlerin ülkemizde de, dünyada da söyleyecek çok şeyi var:
Özelleştirmeye hayır!
Sağlıkta herkese eşit uygulama!
Sağlık emekçileriyle, emekçi halkı karşı karşıya getiren uygulamalara hayır!
Sağlığa kâr amacıyla bakmaya hayır!
Sağlık ayrıcalık değil haktır!
Dipnotlar ve Kaynak
- Geçtiğimiz 14 yıl, WHO’nun kararlarının göreli gelişkin kapitalist ülkelerde bile uygulanamadığını gösterdi. WHO’nun kararlarının politik eleştirisi için Vicente Navarro’nun INternational Journal of Health Services, Volume 14, No 2, 1984 içindeki “A Critique of the Ideological and Political Position of the Brandt Report and the Alma Ata Declaration” adlı makalesine bakılabilir. Bu makale resmen Türkçeye çevrilmemiş olmakla birlikte, Birikim dergisinin 32. sayısındaki Ata Soyer imzalı “Yeni Dönem – Eski Tartışmalar” adlı makale, fiilen belirtmemekle birlikte esas olarak bu makalenin özet çevirisi niteliğinde. Ata Soyer, makalenin alıntılarını bile aynen kullanıp, kendi alıntıları olarak göstermiş.
- Dr. Gazanfer Aksakoğlu, “Sağlık Örgütlenmesi ve Tıp Eğitimi Modelleri”, Toplum ve Hekim, 18, Haziran 79, s. 31.
- Vicente Navarro, “An Analysis of the American Medical Association’s Recommendations for Change in the Medical Care Sector of the US”, Int. Journal of Health Services, vol. 21, no 4, s. 685.
- “Survey of Health Care”, The Economist, July 6th 91, s. 10.
- Tim Brightbill, “Political Action Committees: How Much Influence Will 7.7 Million Buy?”, Int. Journal of Health Services, vol 21, no 2, s. 285.
- “Race or Class or Race and Class: Growing Mortality Differentials in the United States”, Int. Journal of Health Services, vol 21, no 2, s. 229 – 235.
- “Survey of Health Care”, July 6th 91, s. 10.
- Regülasyon ekolüne ilişkin Türkçe kaynak olarak, Tülay Arın, 11. Tez’in ilk sayısındaki “Kapitalist Düzenleme, Birikim Rejimi ve Kriz” başlıklı yazısı toparlayıcı bir çalışma.
- Vicente Navarroy, “Production and the Welfare State: The Political Context of Reforms”, Int. Journal of Health Services, vol 21, no 4, s. 585 – 614.
- “Tuberculosis, The Plague”, The Economist, s. 46.
- Küba’ya ilişkin verileri bundan sonra kaynak belirtmeden kullanıyorum: “Human Immunodeficiency Virus in Cuba: The Public Health Response of a Third World Country”, International Journal of Health Services, Vol 21, no 3, s. 511 – 537.
- 1. Ulusal Sağlık Şurası, Sağlık Enformasyon Sistemi Grubu Çalışma Raporu.
- 1. Ulusal Sağlık Şurası, Sağlık Hizmetleri Finansman Grubu Çalışma Raporu.
- “Crisis, Neoliberal Health Policy and Political Processes in Mexico”, Asa Cristina Laurell, International Journal of Health Services, Vol 21, no. 3, s. 457 – 470.
- The Merck Manual, 1985, s. 887.