Başta sosyalist ideoloji, ideolojik yapılar konusuna gösterdiğimiz titizliğin nedenine daha önce çeşitli vesilelerle değinme olanağı bulmuştuk. Sanıyorum Çulhaoğlu’nun, Yazıcı’nın, benim ve Dünya’nın konuya ilişkin yazılarıyla önemli sayılabilecek bir mesafe almış durumdayız. Yakın dönemde bütün bu çalışmaları belli standartlara sokacak, kimi alanlarda düzleyecek ve metodolojik iskeleti kuvvetlendirilmiş ürünler ortaya çıkabilir.
İşimiz burada kesinlikle bitmiyor. Bir bakıma yeni başlıyor…
Bizim açımızdan bu çalışmaları gündeme getiren, sosyalist devrimi hedeflemiş bir siyasal hattın nasıl bir ideolojik ortamda hareket etliğinin ve edeceğinin ortaya çıkarılmasını kolaylaştıracak bir teorik zemin oluşturma kaygısıydı. Daha da ötesi, bütün bu çalışmalardaki ortak paydalardan bir tanesi “ideolojilerin nesnelliği”dir, bu nesnellik içerisinde sosyalist öznenin ne türden bir hareket alanı sağlayabileceğini bulmak amacını taşıdık.
Bu genel anlamıyla propaganda faaliyetleri ile ilgilidir. Bu faaliyetin gündelik, giderek anlık çağrışımlar yapmasına pek aldırmadan, Türkiye sosyalist hareketinin önünde bir propaganda stratejisi geliştirme görevinin durduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Nesnel olan ideolojinin öznel müdahalelere olan açıklığı elbette sınırlıdır. Ancak, sosyalist özne bizzat kendi teorik, örgütsel ve siyasal varlığı ile bu ideolojinin önemli bileşenlerindendir. Bu ideolojiye yönelik içerden en önemli ve sürekli etki, öznenin salgıladığı propagandif söylemdir. Söylemin özne tarafından alınan gündelik pozisyonlarda ve bu pozisyonların ötesinde bir ütopya bağlantısının olması gerektiğini bilmenin rahatlığıyla yazıyorum bunları.
Bir de Türkiye toprağının her durumda “öznel” darbelere duyduğu özlem var. Sosyalist ideolojinin oluşum sürecinde, “özne”nin bu darbeleri belli ölçülerde bilinçli bir biçimde hazırlaması gerekir. Sürecin nesnel öğelerinin bilincine varılması bu bilinçli çabanın ilk koşulu olacaktır.
Tam burada artık şunu söylemenin zamanı gelmiştir:
Türkiye’de şu anda kendisine, özel ve kalıcı bir nesnel zemin oluşturmuş, buradan yine kalıcı bir hitap alanı yaratmış bir sosyalist ideoloji yoktur. Olan en fazla, bu ideolojinin oluşum sürecinde mutlaka devreye girecek belli belirsiz ideoloji öğeleridir.
Yokluk, daha önceki yazılarımda vurguladığım kimi tehlikeleri iyice önemli kılmaktadır: Marksist-leninist teorinin ideolojileştirilebileceğini sanmak, sosyalist öznenin işinin teoriyi popülerleştirmek olduğunu düşünmek; öznenin en fazla manüple edici işlevini “seçici”liğe kadar uzatmak, yani belirginleşmiş ya da belirginleşme eğilimi içerisinde olan ideoloji öğeleri içerisinden “uygun” görülenlerin alınıp diğerlerinin büsbütün devre dışı bırakılabileceğini hesaplamak…
Bu tehlikeleri bertaraf edecek olan Türkiye’de sınıf dinamiklerinin, geleneksel ideolojik yapıların “iktidar” perspektifini merkeze koyan bir programatik çerçevede analiz edilmesi, ülke ve dünya ölçeğinde güçler dengesindeki yapısal ve devresel eğilimlerin saptanmasıdır.
“İdeoloji”ler dünyasına giren çalışmaların her zaman bir anlamı vardır ama, sosyalizm kavgasındaki anlamlarına ancak bu şekilde kavuşabilirler.
Bu ve bundan sonraki yazılarda ise “sosyalist ideoloji”nin iç hiyerarşisi olarak adlandırdığım organik örgüye ve Sovyet deneyimine yukarıdaki “teorik ve siyasal görev”e daha rahat soyunmayı sağlayacak bir çerçevede bakmak amacındayım.
İşe devleti “kurtarmak”la başlamalı
İdeolojilerin tarihsel kimlikleri ve bu kimliğin sonucunda elde ettikleri özgürlükler bizi çok hassas bir noktaya getiriyor. Üstyapı analizlerinde devlet, hukuk ve hatta din gibi kurumsal biçimler bağlamında daha fazla mesafe kat etmiş olan kavramlar karşısında siyaset ve ideolojinin “havada” bir görüntü arz ettikleri ortadadır. Öyle ki, bu havadalık nedeniyle marksist teoride siyasal ve ideolojik kurumların analizlerinde ürkütücü aşırılıklara tanık olunmuştur. Batı Marksizminin yapısalcılık merakından bir türlü kurtulamaması nedeniyle, kapitalist üstyapıda eşdeğer ağırlıklı bölmeler kurgulanmıştır. Bu konuda ciddi uyarılar yapanlara haksızlık etmek pahasına, gelinen noktada üstyapının son kertede “hükümdarı” olan devletin neredeyse likide edildiğini söylemek mümkündür.
Ünlü bir tartışmadan yola çıkılabilir. Batı marksizminin artık klasikleşmiş olan Miliband-Poulantzas tartışmasında her iki tarafın da devletin formel yanını gözden kaçırdığı ve Marksizmin yapılar analizinden oldukça uzaklaştıkları, bu anlamda tartışmanın konusunun elden gittiği kolaylıkla fark edilebilir. 1
Özellikle Poulantzas’ın değişik dönem çalışmaları “kapitalist devlet” ile burjuva iktidarları arasındaki bağlar açısından önemli yönler taşımakla birlikte, sonuçta bütün bir külliyatın ardında sınırları tamamen belirsizleşmiş ve bu nedenle ayrıcalığını yitirmiş bir “devlet”e ulaşılmış, hatta marksizmin o basit ama temel “devlet egemen sınıfın baskı aygıtıdır” saptaması bir kenara fırlatılmıştır. Kendisi de zaman zaman bu anlamda sorumsuzca davranmış olan Therborn‘un konuya ilişkin uyarılarına katılmamak elde değildir:
“Devlet kavramını bir toplumsal düzenin yeniden üretimine hizmet eden her şeyi kapsayacak denli genişletmek, analitik bir bakış açısından oldukça verimsiz ve hatta kafa karıştırıcı olacaktır. Üstelik, toplumun geri kalan kısmından ayrı ve sınıfların varlığına bağlı özel bir örgüt olarak ele alınan marksist devlet kavramı ile de çatışır.” 2
“… bütün toplumsal iktidar ilişkilerinde devletin can alıcı öneminin sanırım altı çizilmelidir.” 3
Devletin sistemin yoğunlaşmış özel bir biçimi olarak algılanmasının konumuz “ideoloji” açısından getirdiği risk oldukça fazladır. Egemen ideolojinin egemenliğini borçlu olduğu sınıflar mücadelesindeki yoğunlaşmadır ama daha fazla özel bir örgütlenme olarak devlettir. Burjuvazinin iktidarını yalın bir zor ve düzenleme aygıtına indirgemenin sakıncalarını ortadan kaldırmak adına zorba ve düzenleyici bir mekanizmayı hafife almak, sınıf mücadelesinin ana ekseni olan siyasal iktidar mücadelesinin terk edilmesinden başka bir işe yaramaz.
Devlet çözümlemelerini başka bir çalışmaya bırakarak, “devlet”in bir sınıfın iktidarındaki temel silah olduğunu hatırlatmakla yetinelim.
Devlet, ideolojik mücadelede de özel bir ayrıcalık sahibi olarak karşımıza çıkıyor. Üstelik bu ayrıcalık, sanıldığının tersine, tek başına devletin kendi bünyesindeki ideolojik kurumlardan kaynaklanmamaktadır. İdeolojik mücadelede devlet, pozitif (belli bir sınıfsal tahakkümün sürekliliğini besleme anlamında) bir üretim merkezi olmanın ötesinde, negatif (sömürülen sınıfların toplumsal seslenme kanallarını yaratmalarına engel olma anlamında) bir savunma hattı da teşkil eder. Bu bir siyasal savunma hattıdır ve ideolojik mücadele ile bertaraf edilemez. Mücadele ve etkileşimden yalıtılmış ideolojiler düşünülemeyeceğine göre, ideolojilere yakıştırılan o sınırsız özgürlüğe vurulmuş bir darbedir bu: İdeolojilerin faaliyet alanı, bütünüyle olmasa bile büyük ölçüde siyasal mücadele tarafından belirlenir. Burada ideolojiden soyutlanmış bir siyasetten elbette söz etmiyorum. Yalnızca, birer “toplumsal sesleniş” olarak ideolojilerin devletin “zor”u ve siyasal mücadelenin örgütlenişinin bütünüyle dışında daha geleneksel yapılarla, kültür, sanat, din vs. ile ayakta kalamayacağını hatırlatmak amacındayım. Hele hele çağımızda, sınıfsal-tarihsel ideolojilerin siyasal olarak yeniden ve yeniden üretimi olmaksızın var olabileceklerini düşünmek son derece anlamsızdır.
İdeolojiler, siyasal araçlar ile sürdürülen dışlama, yasaklama, yok etme mücadelesinde ifade bulurlar. Aynı zamanda bu mücadeleyi içselleştirirler de… Bu nedenle ideolojilerin yalnızca toplumsal onay peşinde koşuşturdukları iddiası olağanüstü eksikli bir yaklaşımdır.
Biraz burjuva ideolojisi
Bu yazı dizisi temel olarak “sosyalist ideoloji”yi konu ediniyor. Ancak, tarihsel-sınıfsal ideolojilerin sınıflarıyla olan bağlarının ortaya çıkarılmasında, “burjuva ideolojisi”nin vazgeçilmez bir değeri vardır. Burjuva ideolojisi tek başına kapitalizmin değil, kölecilikten başlayarak bütün tarz ve sistemlerin ideolojiler dünyasına kattıklarını yeniden harmanlamış ve bu anlamda tikel olarak verili toplumsal koşullara uygun varyasyonlar bulmakta eşsiz bir esneklik kazanmıştır. Burjuva ideolojisi bu açıdan bir eklemlenme ustasıdır. Bu ideolojinin yapısında şekillendirdiği alt ideolojilerin bir bölümünün sosyalist ideoloji ile de eklemlenebileceği iddiası nedeniyle eklemlenme ustası ile bu alt ideolojiler arasındaki ilişkiye de değinmek gerekmektedir.
Bir sınıf ideolojisi olarak burjuva ideolojisinin yapısında sınıf ile belki de en canlı bağı kuran öğe ortalama kapitalistin haiz olduğu “güdü”lerdir. Üretim araçlarına göre konumlanışın yarattığı ve psikolojik süreçlerle de bağıntılı olan bu güdüler (kâr elde etme, yükselme hırsı, tahakküm isteği vs.) burjuva ideolojisinin vazgeçilmez unsurlarıdır. Therborn burjuva ideolojisini bu düzlemde sınıfsal-benlik ideolojisi olarak değerlendiriyor. 4 Burjuvazinin üretim sürecinde kendi sınıf karşıtına karşı konumlanışı ise “sömürü” olgusunu öne çıkarıyor ve bu da yine Therborn’ca sınıfsal başkalık ideolojisi oluyor.
Burada kesinlikle Therborn’un kategorileri ile ilgili değilim. Ayrıca bu türden kategorilerin fazla “sosyoloji” koktuğu kanısındayım. Ancak, burjuva ideolojisinin öğelerine ayrıştırırken, işte bu “başkalık” ideolojisinin özellikle altının çizilmesi gerektiğine inanıyorum.
Daha önceki bir yazımda burjuva ideolojisinin sömürücü sınıf ideolojilerinin selektif bir toplamı olduğundan söz etmiştim. 5 Yani, burjuva ideolojisi geride kalan bütün sınıf iktidarlarının ideolojik kazanımlarını devralmıştır. Ve bütün hepsinin bir ortak paydası vardır: İnsanlar arası eşitsizliğin kaçınılmazlığı.
Burjuvazi yaptığı toplumsallaşma atağı ile bu eşitsizliklerin insanlığın genel ilerleyişini sağladığı yanılsamasını da “toplam”a dahil etmiştir. Ancak sömürücü ideolojilerin eşitsizliklerin doğallığını temel alması, hiç değişikliğe uğramamıştır.
Burjuva ideolojisinin kendisini önceleyen tarihsel-sınıfsal ideolojilerle “eklemlenme”sinden alt-ideoloji olarak adlandırılabilecek ideolojik yapılarla olan ilişkisine geçtiğimizde ise biraz daha karmaşık bir durum ile karşı karşıya kalıyoruz.
Öncelikle “din” ile başlamak mümkün. Feodalizmden kapitalizme geçiş süreci hıristiyan toplumlarda başladı. Burjuva ideolojisinin bir ideolojik kurum olarak din ile olan ilişkileri tıpkı kapitalist sınıfın toprak sahipleri ile olan ilişkisi gibi “dönüştürme”, “bağlanma” ve “kopma” sirkülasyonuna tâbi oldu. Sonuçta özellikle protestanlığın yarattığı yeni hava, burjuvaziye “devrimci” misyonu için gerekli ölçüde yenilenmeye açık ama afyon işlevini yok etmeyecek kadar muhafazakâr bir din bıraktı. Bugün bile geçerliliğini koruyan geleneksel özelliklere rağmen “kilise” süreç içerisinde burjuva ideolojisine içkin hâle gelirken feodalizmin kilisesi olmaktan çıkmış oldu.
Burjuvazinin ideolojik donanımı içerisinde “eklemlenme” olarak adlandırılsın veya adlandırılmasın, bu donanımın mutlak olarak kendi egemenliğini kurmadığı hiçbir öğeye rastlanamaz.
Milliyetçilikte de böyledir. Therborn’un şaşırtıcı bir biçimde burjuva sınıfı ile olan bağlantısını bulanıklaştırdığı milliyetçilik, 6 bir ideoloji olarak bütün evrensel çıkışlarında ulusal ya da uluslararası sermayenin yalın ifadesi olmuştur. 7
Milliyetçiliğin kimi durumlarda kontrolden çıkması onun burjuva ideolojisinden bağımsızlaşması sonucunu doğurmaz. Gücünü ulus-pazar, ulus-devlet süreçlerinde pekiştiren milliyetçilik, Ekim Sosyalist Devrimi’nden sonra faşizme taze kan pompalayarak, 1980’lerde ise sosyalist ülkelerdeki çözülüşte önemli bir rol oynayarak, burjuva ideolojisinin keskin dişlerinden birisi olmuştur.
Milliyetçiliğin emekçi yığınların “kendiliğinden” mücadele geleneklerini de ifade etmesi, onun burjuva ideolojisi ile eklemlenme sürecinde daha bağımsız bir kimlik ile davrandığı anlamına hiç gelmez. İdeolojiler kendilerini taşıyan yığınların kendileri ile kurduğu ilişkinin rasyonalitesi ile tanımlanamazlar. Milliyetçilik, her durumda, sınıflar arası eşitsizliğin sorgulanmadığı bir yapıya sahiptir ve yöneten sınıfların (bu iktidardaki bir sınıf olabilir ya da bir hareketin yönlendirici sınıfı olabilir) bütün bir ulusun çıkarlarını temsil ettiği yanılsamasına dayanmak zorundadır. Bu iki özelliğin “burjuva ideolojisi” dışında bir yaşam alanı olabilir mi?
Burada “eklemlenme” ilişkisi veri alındığında ve söz konusunun burjuva ideolojisi olması halinde bile tarihsel-sınıfsal ideolojinin “eklemlenen”e belli ölçülerin ötesinde bir özgürlük tanımadığını anlatmak çabasındayım.
Tabii, din ve milliyetçilik birer alt-ideoloji olarak adlandırılmalarında risk olan oldukça kapsayıcı ideolojik yapılar. İkisinin dışında onlarca evrensel veya özgül alt-ideolojiden söz etmek mümkündür. Bunlar arasında marksist metinlerde özel bir yer verilen popülizme daha sonraki bölümlerde sosyalist ideolojiyle olan ilişkileri bağlamında kısaca değineceğim. Şimdi artık sosyalist ideolojiye gelmekteyiz.
Sınıflar ve sınıflar mücadelesi
“Ama ben bu tarihsel olguya tüm toplumsal, siyasal, ideolojik ve teorik boyutunu vermek yerine, onu sınırlı teorik bir olgu düzeyine: Yani 1845 yılından itibaren Marx’ın eserlerinde gözlenebilen epistemolojik ‘kopuntu’ya indirgedim. Bunu yapınca da marksizmle burjuva ideolojisi arasındaki uzlaşmazlığın özel bir durum aldığı ‘bilim’le genel anlamda ‘ideoloji’nin spekülatif karşıtlığı tarzında doğruyu yanlışa karşıtlayarak ‘kopuntu’nun rasyonalist bir yorumuna sürüklenmiş buldum kendimi. İndirgeme artı yorumlamadan oluşan bu rasyonalist-spekülatif sahnede sınıfların savaşımı hemen hemen yoktu.” 8
Burada Althusser’in kendi teorik sisteminde eleştirdiği şey, marksizmin gerçekliğin çarpıtılması anlamına gelen burjuva ideolojisinin (Althusser’in kurgusunda burjuvazi yalnızca ideolojiye sahip olabilir; buna mahkumdur) karşısına bir ideoloji ile çıkmaz, artık söz konusu olan bir bilimdir (Marksizm ideolojilere son vermeye mahkumdur). Uzunca bir süredir Gelenek‘te (Althusser vesilesiyle değil) sosyalizmin ideolojisizleştirilmesi girişimlerine karşı teorik ve siyasal bir mevzi oluşturmaya çaba gösteriyoruz. Burada Althusser’in eski konumu açısından oldukça şaşırtıcı olan bir noktaya gelmek istiyorum. Althusser, “ideoloji”nin basit bir biçimde geçiştirilerek “bir düşünce sistemi” olarak tanımlanmasına haklı olarak itiraz ediyordu. İdeolojilerin “özne”lere hitap ettiği (bu batı toplumbiliminin “rol” kavramını fazlaca çağrıştırmasına rağmen marksist teori açısından bir kazanımdır), bu anlamda seslenme süreçleri olarak algılanması gerektiği türünden önermelerin, yerleşiklik kazanmasında ve genel kabul görmesinde Fransız düşünürün özel bir emeği geçmiştir. Ancak Althusser’in her zaman başına gelen talihsizlik burada da karşısına çıkmıştır. Kendisini bütün teorik yaşamı boyunca “ekonomist sapma”ya karşı güçlü bir taret haline getirme uğraşı veren düşünür, bu “sapma”nın taşıyıcısı geleneksel sol oluşumların bir marksist ideolojiden söz etmekle birlikte, aslında onu marksist bilimle özdeşleştirerek (yani aslında ideolojiyi bir kategori olarak ortadan kaldırarak) kendisi ile aynı konuma geldiklerini fark etmiyordu.
Althusser bunu fark etmedi ama, kısmen de olsa zaman zaman rasyonalist bir tutum aldığını kabul etme dürüstlüğünü gösterdi. Ancak, sınıf mücadelesinin öznel ve nesnel dinamiklerini sergilemeye çalışırken bir türlü “bilimci” alışkanlıklardan kurtulamadı:
“‘Sömürü’ sömürüye karşı direnişi, sömürülenlerin direnişine karşı sömürücülerin direnişini ya da bizzat sömürü üzerine bir mücadeleyi kendiliğinden ima etmez… Sözcüğün pejoratif çağrışımlarına karşın tarihsel maddecilikte ‘sömürü’ kavramı sadece artık-emeğe el konulması, bir başka deyişle, ekonomik aktörlerin bir kesiminin kendilerinin yeniden üretimi için gerekli olandan daha fazla çalışması ve bunların artık-emeğin ürünlerine başkalarınca el konulması anlamına gelir.” 9 Buradaki Althusser eleştirisi son derece sağlıklıdır. Sınıfların ancak bir sömürü ilişkisi içerisinde var olabilmeleri sınıflarla sınıf mücadelesinin aynılaştırılmasına haklı bir gerekçe olamaz.
Kapitalist toplumda belli bir sınıfın üyesi tekil öznelerin kendilerini yalnızca o sınıfın üyesi olarak tanımlayan, kendilerine o sınıfın üyesi olarak seslenen ideolojilerin muhatabı olmadığı unutulmamalıdır. Özne aynı anda birçok tarihsel-sınıfsal ve alt-ideoloji tarafından seslenilen durumdadır. Tekil bireyden bütün bir sınıfa kadar tüm özneler, çok çeşitli değişken tarafından belirlenen bir girift ideolojik etkileşim içerisindedir. Bu etkileşimin geriye dönüşünde otomatikman bir sınıfsal tutarlılık aramak, ideolojiler mücadelesini ciddi bir biçimde küçümsemek anlamına gelecektir. Sınıf üyeleri, örneğin bir işçi, kendisine yönelik ideolojik seslenişlerin sunduğu geleceği (bireyi nereden alıp nereye götürdüğü 10 ) kendi nesnelliğinde (bu nesnelliğin yalnızca yalın bir kapitalist-proleter karşıtlığı olmadığını unutmayalım) bir dizi elekten geçirir. Bu eleklerin acımasızlığı, ideolojilerin oluşum süreçlerindeki tarihselliğin, nesnelliğin sunduğu zenginlik karşısında düştüğü zayıflık nedeniyle ortaya çıkar. Özel mülkiyetin karşısında konumlanan sosyalist ideoloji bir bakkal dükkanı açmayı kuran (binde birlik bir olasılığın kendisini reel olarak hissettirmesi bile son derece önemlidir) işçinin “nesnelliği” karşısında manevra yeteneğini büyük ölçüde yitirir. Tıpkı, örneğin işsizliğin yaygın bir eğilim olarak ortaya çıktığı dönemlerde burjuva ideolojisinin “tüketim kalıpları”nın gülünesi bir duruma düşmesi gibi…
Sosyalist ideoloji oluşurken
İdeolojilerin nesnel kimliği üzerinde şimdiye kadarki yazılarda yeterince duruldu. Marksist teori ile sosyalist ideoloji arasında birinin ötekini doğurması türünden bir ilişki olamayacağı, bunun ideolojilerin tarihsel içeriğinin zorunlu bir sonucu olduğuna değinildi.
Bütün ideolojiler açısından genel geçer bir doğru olan bu durumun, sosyalist ideoloji açısından “ek” getirileri var. Bu getirilerin ayrımsanması, sosyalist ideolojinin diğer ideolojilerle fazla “bir” tutulmasının önüne geçilmesinde yardımcı olacaktır.
“İdeolojilerin doğuşuna ilişkin herhangi bir kuramsal araştırma, ilk önce belli bir toplumda zaten var olan ideolojilerin yeniden üretimi ve değişmesinin ve var olan bir ideolojiler ve toplumsal ilişkiler takımından yeni ideolojilerin doğuşunun önkoşullarına bakmak zorundadır.” 11 Sömürücü sınıf ideolojilerinin ve buna içkin olan veya eklemlenen alt-ideolojilerin dönüşüm ve oluşum süreçlerinin yukarıdaki bağlamda incelemeye tâbi tutulmasında anlaşılmayacak bir yan yoktur. Ne var ki birazdan, üzerinde duracağım gibi, sosyalist ideolojinin oluşum süreçlerinin incelenmesinde, sosyalist ideolojiyi önceleyen ideolojik yapıların bu ideolojiye miras bıraktığı öğelerin dökümü çıkarılırken, çok fazla tez canlı olunmaması ve bu öğelerin transformasyonlarındaki sınırların iyi saptanması gerekir.
Ama yine de ortada şu gerçek durmaktadır:
“Tek tek ideolojiler, genelde, tekil bir ideolojik yapının malı olmaz. Aynı şekilde, çoğu ideoloji, yalnızca burjuva ideolojisinin alanında iş görmek zorunda değildir (mülkiyet ideolojisini, meta fetişizmini vb. bunun dışında tutmak gerekiyor kuşkusuz). Yine, tek tek ideolojiler, içinde bulundukları bütünden bağımsız bir varoluşa sahip değildir. Tersinden de söylenebilir. İdeolojik sistemleri, içlerinde barındırdıkları ideolojilerden çok daha fazla bu ideolojiler arasındaki belirli ilişkiler tarif eder. İdeolojik mücadelede söylem ortaklıkları “bulanıklıklar”a kaçınılmaz olarak neden olmaz. Sosyalizm mücadelesinde burjuvazinin taşımayı başaramadığı ideal ve değerlerin kendisine karşı silahlara dönüştürülmesi her dönemde önemli yer tutmuştur.” 12 Burada ki yerinde ama ciddi riskler taşıyan değerlendirme, en başta ideolojilerin yalnızca tarihsel-sınıf ideolojilerinden ibaret olmadığı gerçeğinin teslim edilmesine dayanmaktadır. Toplumsal yaşantıda özneler üzerinde söz sahibi olan dinamiklerin tamamı, sınıfsal çelişkilerin şu veya bu oranda etkisi altındadırlar. Ancak, sonuçta bu dinamiklerin yarattığı öznel belirlenimlerin tamamını sınıfsal olarak nitelendirmek ve sınıf çatışmalarının yasalarını doğrudan bu öznel belirlenimlere uygulamaya kalkmak hiç de anlamlı olmayacaktır. İdeolojiler açısından, belli bir öznel belirlenimin ürünü olan ideolojik öğelerin, bir sınıfsal ideolojinin tahakkümünden bir başka sınıfsal ideolojinin tahakkümüne geçmesi, mümkün olduğu gibi, ideolojilerin oluşumu açısından neredeyse bir kural teşkil eder.
“Farklı sınıflar, sınıfsal-olmayan ideolojilerin farklı biçimlerini seçer; sınıfsal güç takımlaşmaları (constellations) karşılıklı ideolojik ilişki ve ideolojik değişme olanaklarını sınırlar.” 13 Bütün bunlar güzel. Güzel ama, bütün bu güzelliklerin sosyalist ideolojiye taşınması sırasında başımıza gelebilecek olan üzücü olaylara karşı önlem almak da gerekli!
Oportünizm çok sevimsiz bir kavram. Ancak sosyalist ideolojiye yukarıdaki pencereden bakarken, karşımıza çıkan huzur verici manzaranın büyüsünün bütün bir yirminci yüzyılda başımıza olmadık işler açtığını görünce, önlem alınmazsa bu işin sonu olsa olsa oportünizme varır diyebiliyoruz.
“Popüler demokratik ideoloji tıpkı liberalizme eklemlenebildiği gibi sosyalizm, ve diğer sınıfsal ideolojilerle de eklemlenebilir.” 14 Açık söylemek gerekirse, Laclau‘nun bu tezinin öteden beri beni, her okuduğumda rahatsız eden bir yanı var. Sosyalist ideolojinin burjuva ideolojisi veya diğer ideolojilerden ciddi ayrım noktaları bulunuyor. Popülizm, “popüler bir söylem”den farklı olarak 19. ve 20. yüzyıllardaki sınıfsal dinamiklerin ışığında, kendisini mutlak olarak “sınıfsal” bir kimlikle ortaya koymuştur. Bu sınıfsal kimliğin değişken olması elbette bir gerçekliktir. Ancak, “popüler demokratik ideoloji” adı altında her yere eklemlenebilen bir özgür “ideolojik çekirdek”ten söz etmek için Latin Amerika’daki özgün dinamikler bile yeterli kanıt oluşturmamaktadır. Hele Laclau’nun tezini güçlendirmek için öne sürdüğü kimi olguların, sosyalist hareketin 20. yüzyıldaki deneylerinin oldukça ciddi bir biçimde çarpıtılmasına dayandığı açıktır.
Burada özel olarak Laclau’nun yaklaşımındaki talihsizlikten çok sosyalist ideolojinin oluşum sürecine “eklemlenme” kavramını merkeze koyarak yaklaşan eğilimlerin zayıflığına değinmek istiyorum. Son tahlilde batılı marksistlerin, burjuva ideolojisinin gelişmiş kapitalist toplumlarda aşırı ölçülerde tahkim edilmesinin yarattığı kuşatmaya karşı, bu “tahkimatı kemirerek çözmek” perspektifini savunmalarını belli ölçülerde anlamak mümkün. Ancak, bu tahkimatın malzemesini oluşturan ideolojik öğelerin burjuva ideolojisi ile birlikte olma hâlindeki organikliğin, hiç de küçümsenebilir bir şey olduğu söylenemez. Bu toplumlardaki sıkıntı bellidir: Sosyalist ideoloji oluşum sürecinin ilk aşamalarında tıkanmıştır. Bu tıkanma, burjuva ideolojisinin toplumsal meşruiyetini sağlayan veya en azından pekiştiren ideolojik öğelerin, burjuva ideolojisinin sınırlarının dışarısına çıkarılması ile mümkün gözükmektedir.
Oysa, ideolojilerin oluşum sürecinde hep vurgulamak durumunda kaldığımız nesnelliğin bu türden alışverişler için daha baştan kısıtlayıcı bir yan taşıması gerekir. Herhangi bir ideolojik öğenin sosyalist ideolojinin çerçevesinde yer alışı, sosyalist öznenin öznel müdahaleleri sonucu değil, burjuva ideolojisinin iç dokusundaki eşitsizliklerin bir “dışlanma” sürecini başlatması veya tarihsel olarak burjuva ideolojisinin belli bir yerellikte o ideolojik öğeyi kapsayacak yapıda olmaması sonucu gerçekleşir. Batı marksizminin en önemli yanılgısı, burjuva ideolojisinin en güçlendirilmiş noktalarında (doğal ki toplumu en fazla saran noktalarında) iştahının kabarmasıdır. Burjuva ideolojisinin toplumsal onay mekanizmasındaki başat öğelerin, sosyalist hareket açısından da değer taşıdığı gerçeğini inkar etmiyorum. Ancak, ideolojik öğelerin, her an yenebilecek durumda dalında hazır duran meyvelere benzetilmesini kabul etmek çok zor.
Bu, oldukça hassas bir konu. İdeolojik mücadelenin billurlaşmış iki sınıf ideolojisi arasında değil de, bir dizi iç içe geçmiş öğeden oluşan ideolojik bir ortamda iki temel sınıfın ideolojik yoğunlaşması arasında geçmesi, kaçınılmaz olarak insana bu öğeler üzerindeki iktidar savaşını çağrıştırıyor. Böyle bir savaşın bütünüyle gerçek dışı olduğunu ileri sürmek ve bu türden bir sorunsalı bütünüyle devre dışı bırakmaktansa, (sosyalist ideoloji açısından) “eklemlenme” teorisinin yerine daha dinamik bir çerçeve koymak ve ideolojilerin (daha önce burjuva ideolojisine değinirken kısaca üzerinde durduğum) sınıf ideolojilerinin ideoloji öğelerini dönüştürücü özselliklerine gereken dikkatin verilmesini sağlamak daha fazla işlevsel olacaktır.
Tam bu aşamada bir kez daha milliyetçilik üzerinde durmak yararlı olacaktır. Önce hemen belirtmek istiyorum. Milliyetçi ideoloji ile sosyalist ideoloji pekala eklemlenebilir. Ancak “eklemlenmeci” yaklaşımların esas muradının, sosyalist hareket için bir ideoloji stratejisi oluşturmak olduğu, ve eklemlenme süreçleri için bir olumlamanın söz konusu edildiği hatırlandığında, sosyalizm ile milliyetçiliğin eklemlenmesinin, sosyalist ideolojide (hangi nedenden kaynaklanırsa kaynaklansın) bir deformasyona tekabül ettiği kabul edilmelidir.
Sosyalist ideolojinin iç örgüsüne milliyetçi ideolojinin kimi renklerinin çalınması ise kesinlikle daha farklı bir şeydir. Eklemlenme derken, eklemlenen parçaların karşılıklı etkileşimine rağmen kendi içyapı ve mantıklarını da önemli ölçülerde korumalarını anlamaktayız. Tabii her iki durum arasındaki farkları saptamak oldukça zor. Ancak, toplumsal dinamiklerde her daim doğru olan yöntem burada yine öne çıkarılmalı ve tek tek olgulardan çok, olguların genel sürecin yönünü hissedilir derecede değiştirip değiştirmediği anlaşılmaya çalışılmalıdır. Sosyalist toplumda “vatanseverliğin” canlı tutulduğu veya kültürel yaşamda milli öğelerin varlığının biraz fazlaca hissedildiği her duruma, “işte eklemlenme” dememiz mümkün değil.
Ne sosyalizm sanıldığı kadar havada ve rafinedir, ne de milliyetçilik bu kadar basit bir ideolojidir.
Laclau’ya göre öyledirler ki, örneğin milliyetçi ideoloji hem feodal, hem burjuva, hem de proleter olabilmektedir! 15
Konu sosyalist ideolojiyse, “eklemlenme” teorilerinden sakınmakta yarar vardır.
Poulantzas’ı her ideoloji ve çelişkide mutlaka bir sınıfsal temel yaratmakla eleştiren Laclau, haklı olabileceği bir noktada ipin ucunu tamamen kaçırıyor. İdeolojilerin oluşmasından söz ediyoruz; ideolojilerin kendilerine yol arkadaşı aramasından değil! Ama ipin ucu gerçekten kaçmıştır:
“İdeolojik düzeyde sınıf mücadelesi, büyük ölçüde antagonistik sınıfların popüler-demokratik çağırmaları (adlandırmaları) kendi ideolojik söylemlerinde eklemleme uğraşlarından ibarettir.” 16 Sanki ideolojiler kendi sınıfsal benliklerinde arı ve dokunulmamış haldeler… Sanki, işçi sınıfı her durumda bir işçi sınıfı ideolojisini kullanan bir özne… Sanki antagonizma sınırlı konusu ve mekanı olan bir şey ve bu konu ve mekanın dışında tabula rasa hali geçerli…
Bir kere önce şu sınıf-sınıf ideolojisi sorununu hemen açıklığa kavuşturmak gerekir. Sınıfların, sosyalist ideolojide işçi sınıfının, ideolojinin içeriğini ve hacmini belirleyen durumuna gelmesi olanaksızdır. İşçi sınıfı hareketinin iç dinamikleri elbette sosyalist ideolojinin en önemli belirleyenlerindendir. Ancak sınıfın bir bilinçli aktör olarak bu belirleme işini üstlenmesi… İşte bu olanaksızdır. Her şeyden önce, “sınıf ideolojisi kavramı, verili bir zamanda verili bir sınıfın üyeleri arasında geçerli ideolojik (konfigürasyon) ile anlamdaş değildir.” 17 Öyle olsaydı, eklemlenmeden filan söz etmeyi bırakıp, borç çorbasında kullanılan malzemeyi deşifre etmekle uğraşırdık!
Laclau’nun meramı aslında şudur: İşçi sınıfı ve sosyalist ideoloji eğer iktidarı düşünüyorsa, küçük burjuvazi ve popüler demokratik ideolojiyi yanına çekmelidir. Sınıflar ve onların ideolojileri verilidir; değişmezler… Eklemlenme ilişkisi bu nedenle ideolojik mücadelenin biricik yoludur.
Gelecek yazımda hep bu konu etrafında döneceğiz. Rusya ve Sovyetler örneği de bu bağlamda gündeme gelecek. Bu nedenle bu bölümü, son derece önemli bir konunun uygun bir noktasında “eklemlenme” teorisine haklılık zemini arayan Laclau‘dan neye itiraz ettiğimi oldukça iyi gösteren bir alıntı ile kapatmak istiyorum. İtirazımı yapmıştım yapmaya devam edeceğim:
“Sosyalist görüş açısından, en büyük devrimci hesaplaşma dönemleri, sınıfsal ideolojinin kendisini maksimum saflığıyla gösterdiği anlar değil, sosyalist ideolojinin halkçı ve demokratik ideolojilerle tamamen kaynaşmış olduğu (bir potada eridiği) proleter ideolojinin tüm ulusal gelenekleri özümlediği, anti-kapitalist mücadeleyi demokratik mücadelenin en uç noktası olarak, sosyalizmi de egemen bloğa karşı toplu saldırının ortak hedefi olmayı sunmayı başarmış olduğu dönemlerdir.” 18
Sosyalist ideolojiyi ayırmak gerekir
İşçi sınıfının genel olarak toplumdaki ideolojik çeşitlilikten payını aldığı bir gerçektir. Bu anlamda kapitalist toplumlarda belli bir sınıf ideolojisine tâbi olan tek sınıf burjuvazidir. Bu üstyapısal zenginliğin hakkı hiçbir durumda yenemez. Ancak, sınıf dinamiklerinin bu karmaşık ve iç içe geçmiş hâlinin yalnızca üstyapıya özgü olduğunu sanmak bizi, marksist teorinin sınırlarının dışına çıkartacaktır. Sınıf üyelerinin, işçilerin ideolojik aidiyetleri, onların sınıfsal aidiyetlerinin bir sonucu olmayabilir. Ayrıca işçi sınıfı içerisindeki ideolojik farklılaşma işçi sınıfının ekonomik süreçlerdeki farklılaşmasının bir yansıması da olmayabilir. Ancak, bütün bunlara rağmen, ideolojilerin kendi sınıf temellerinin ötesine geçen bir etkinlik göstermesi ve toplumun tümüne hitap etmesi, ekonomik süreçlerde sınıfların temas noktalarının bulanıklığı ve ara sınıfların-ara katmanların varlığından bağımsız değildir. Bu nedenle üretim sürecindeki zenginliğin göz ardı edilmesi, üstyapıda veya somut olarak ideolojiler dünyasında “anlaşılamayan” şeyler döndüğü, buralardaki süreçlerin algılanmasının ve haklarında neden-sonuç ilişkisi kurulmasının olanaksız olduğu sonuçlarına yol açar.
Bu da pek iyi bir şey değildir!
Ayrıca, ekonomik yaşamın bizzat ürettiği iç içe geçmeler olmaksızın sosyalist ideolojinin işçi sınıfının sınırlarının ötesinde ağırlık kazanmasının önünde ciddi engeller olacaktır. Sınıf ideolojilerini birer ideoloji yapan, yalnızca ait oldukları sınıfların dar sınıf çıkarlarını ifade etmekle yetinmemeleri değil, aynı zamanda sınıfların toplumsal yaşantıda monoblok halde bulunmamalarıdır.
Ancak daha önce de söylediğim gibi konumuz oldukça karmaşık ve örneğin yukarıdaki sınıflar tablosundan başka sonuçlar çıkarmak da mümkün olabiliyor:
“Poulantzas’ın marksizm-leninizmin işçi sınıfının ideolojisi olduğu şeklindeki görüşünün bana niye yetersiz geldiğinin şimdi açıklığa kavuştuğunu sanıyorum. Marksizm-leninizm işçi sınıfı ideolojisi içinde en çok bir öğedir. Oysa, özellikleri söz konusu olduğunda, toplumsal formasyona bağlı olan işçi sınıfı aynı zamanda “halk”ın da bir parçasıdır ve bu nedenle, popülerdemokratik bir adlandırmaya da karşılık verecektir.” 19 Marksizm-leninizmin işçi sınıfının ideolojisi olmadığını söylerken Laclau sonuna kadar haklıdır. “İşçi sınıfı ideolojisi” adlandırması yerine “sosyalist ideoloji”yi koyarsak (bana göre “işçi sınıfı ideolojisi” kavramı mümkün, ancak eksiklidir) marksizm-leninizmin sosyalist ideoloji içerisinde en çok bir öğe olduğu da doğrudur. İşçi sınıfının halkın bir parçası olduğu iddiasına ise herhalde itiraz edilemez. Lâkin, Laclau’nun bu bir dizi, “isabetli” atıştan sonra işçi sınıfının yalnızca sosyalizmin değil, aynı zamanda bir “halk” olarak popülizmin de alıcısı olduğunu söylemesi bir çuval inciri berbat etmektedir.
En başta, marksizm-leninizmi işçi sınıfının “sınıf” hâlinin sosyalist ideolojideki temsilcisi olarak değerlendirmek “ideoloji” teorisi konusunda onca şey yazıp, bir sürü tartışmaya katılan bir marksist için düşündürücüdür. Üstüne üstlük, işçi sınıfının “halk” hâlinin popüler demokratik ideolojiyle örtüşmekte olduğu gibi gerçeklikle en fazla ampirik açıdan kısmi temas sağlayabilen bir tezi savunmakla, iş iyice karmakarışık duruma getirilmektedir.
Laclau, buradaki konumuyla rasyonalisttir. Sosyalizm mücadelesinin temel hareket noktasının, maksimum kitle tabanı değil, sosyalizm projesi için optimum sınıf dinamiği olduğunu tamamen unutmuştur. Üstelik sorunun tek başına “işçi sınıfının neleri alabileceği” olarak konması halinde, faşizmin bile devreye girdiğini de gözden kaçırmaktadır. Nihayet, ve bir kez daha, ideolojilerin oluşum süreçleri nesneldir, öznel tercihler ve seçimler ancak sınırlı bir role sahiptirler.
Peki, sosyalist ideoloji açısından oluşum sürecinde altı çizilebilecek ve evrensel kalıpları olan nelerden söz edilebilir? Başta, tekrarlamak gereklidir:
“Kanımca sosyalist ideolojinin, sosyalist bir toplumu hem iyi, hem de gerçekleşmesi olanaklı gören bir ideolojinin işçi sınıfının varlığında zımni olarak bulunduğu, bu nedenle işçi sınıfı ideolojisinin bir parçasını oluşturduğu mantıksal olarak iddia edilemez. Kautsky ve Lenin’in isçi sınıfı ile sosyalist ideoloji arasındaki ayrılığa ilişkin görüşleri bu anlamda doğrudur.” 20 Bu tabii, ideoloji sorununun çerçevesinin dışına taşmakta. Trotskiy’in çok güzel vurguladığı gibi “devrimci kriz anlarında azınlığın ne kadar büyük bir hızla çoğunluk olabileceğini” 21 bilmek, “siyaset”in alanına giriyor ve bu hızın temel nedenini 1) sosyalist ideolojinin isçi sınıfının varlığında zımni olarak varolmamasında, 2) sosyalist ideolojinin eklemlenme manevralarıyla değil, nesnel dinamiklerin yani devrimci bunalımın, egemen ideolojiyi bozmasıyla etkinlik kazanmasında, 3) sosyalist ideolojinin can alıcı darbeyi vurabilmek için mutlaka siyasal bir manivelaya gereksinim duymasında aramak gerekiyor.
Sosyalizm mücadelesinde kitleselleşmenin “bilen” insanların sayıca artması ile eşanlamlı olmadığını defalarca tekrarladık. Daha da açığı, kitlelerin marksist teoriyle tanıştırılması veya ona ısındırılması gibi bir perspektifin (bütünüyle dışlanmasa bile) fazla önemsenmemesi gerektiğini ileri sürdük. Çulhaoğlu, sosyalist kadroların öğretmenliğe heveslenmemesi için,
“Bilincin ‘dışarıdan’ taşınacağı konusunda hiçbir tereddüttüm yok; ancak bilinç demek, teori demek değildir. Sosyalist militanın eylem dünyasının insanlara ‘teoriyi anlatma’ işiyle sınırlanması, kendisini güdükleştirecek, bu işe maruz kalan ‘kitle’ için ise bir cehennem azabı olacaktır” 22 diye yazdı.
Devrimci atılım dönemlerinde kitlelerin düşünsel pratiği temel olarak ideolojik bağlanmaların ürünüdür. Bu ideolojik bağlanmalar, atılım dönemine uygun olarak seçilmiş bir ideolojik çerçeveden değil, bütün bir tarihsel dönemin sosyalist ideolojiye kazandırdığı öğelerin yükseliş anına uygun siyasal araçlarla toplumsallaştırılmaları sayesinde realize olur.
Bu süreçte, yeni toplum projesinin de şaşırtıcı bir biçimde toplumsallaştığı görülür. Zaten, bilişsel değil ideolojik bir içerik taşıyan bu toplumsallaşma döneminde, sosyalist ideolojinin iç hiyerarşisinin kritik noktalarına “yeni toplum projesi”nin yerleşip yerleşmemesi, sosyalist iktidarın can alıcı sorunlarından bir tanesidir. Sosyalist devrimlerde yeni toplum projesinin (sosyalist ideolojinin en fazla marksist teoriyi öne sürüp kullandığı da bu projedir) aldığı yer, devrimin sınıfsal dinamiklerinden sosyalist devrimin örgütleyici öncü öznesinin attığı adımlara kadar, bir dizi parametreye bağlıdır. Ancak, sağlıklı bir ideolojik hegemonyanın sosyalist toplum projesinin, o ideolojide işgal ettiği pozisyonla ilgili olduğu hiç ama hiç unutulmamalıdır.
Burada üzerinde durduğumuz zaman, devrimci durum zamanıdır. Bu kriz anının sosyalist ideolojiye, kitlelere seslenme ve onlara nüfuz etmede eşsiz bir olanak sağlaması, sosyalist ideolojinin burjuva ideolojisinin bünyesinde tutamadığı ideolojik öbeklerin bir bölümünü kendine doğru çekmesi ile birlikte yürür. Ve ilişki çift yönlüdür. Yalnızca bu öbekler sayesinde seslenilen artmaz, seslenilenin artışı öbeklerin katılımını da hızlandırır. Ancak, bu öbeklerin sosyalist ideolojiye içkin hale gelmeleri onların dönüşme katsayısı ile ilgili olacaktır. Devrimci özne ise, bu aşamada maniple eden konumundadır ve kendisi ile marksist teoriyi, sosyalist ideolojinin bu son derece kritik evresinde, hiyerarşinin hassas noktalarına yerleştirme mücadelesi vermekle yetinecektir. İdeolojik öbeklerin çok fazla boşlukta kalma şansları yoktur! Özne siyasal açıdan özgürdür, ideolojik açıdan değil…
Kitlelerin hareketlerini denetleyip örgütlemek, kitlelerin hareketine temel olan dürtüleri denetleyip değiştirmekten çok daha fazla kolaydır!..
Sosyalist ideolojinin ideoloji öbekleri veya alt-ideolojiler ile ilişkisini açıklamada “eklemlenme” teorisinin uygunsuzluğu, bu ideolojinin burjuva ideolojisinden tamamen farklı olarak sınıf dışı aidiyetleri tasfiye etme eğiliminde olmasından da kaynaklanır. Burjuva ideolojisi “eklemlendiği” ideolojik öğelerin “özerk” yapısından yanadır, sınıf mantığı son derece etkili bir biçimde ama dipten ve örtük olarak çalışır. İster etnik, ister cinsiyetçi, ister başka aidiyetlerin ürünü olsun, burjuva ideolojisinde, bünyesindeki öğelerin sınıfsal bağlanmışlıklarının su üstüne çıkması ideolojik yapıda deformasyon anlamına gelir.
Oysa sosyalist ideolojinin olabildiğince “sınıf”sal kavram ve “sınıf”sal seslenme biçimleri ile çalışması, ideolojik öğelerin özerkliklerine ciddi bir darbe vurmakta, bu öğelerin hareket yetenekleri ciddi biçimde sınırlanmaktadır. Sonuçta, sosyalist ideoloji içerisindeki ideolojik öğeler kendi geleneksel yapılarına başkalaşmaktadırlar.
İç tutarlılığını koruyan, yani eşitlikçi ve özel mülkiyet karşıtı yönünü törpülemeyen verili bir “sosyalist ideoloji”nin, örneğin “milliyetçilik”, “popülizm” vs. ile eklemlenebilmesi bu anlamda zaten mümkün değildir. Mümkün olan, sosyalist ideolojinin iki vazgeçilemeyecek unsuru tarafından yeniden üretilmiş ve verili ülkede sosyalist ideolojinin oluşum sancılarında hızlandırıcı biçimler halinde devreye girmiş popüler, ulusal vs. söylemlerdir…
İktidar öncesi ve sonrası
Sosyalist ideolojinin diğer ideolojiler gibi nesnel ve tarihsel bir gelişme çizgisi izlediği üzerinde oldukça fazla durduk. Bu nesnellik ve tarihsellik sıçrama ve geriye dönüşlere açık bir niteliktedir. Ancak bir özel kesit vardır ki, bunun üzerinde ayrıca durmakta yarar bulunmaktadır: İktidarın ideolojisi olmak…
Sosyalist ideolojinin iç evrimindeki en çarpıcı “kopuş”, işçi sınıfı iktidarının kurulması ile hayata geçer. Bu altüst oluş döneminde sosyalist ideoloji bir “kurtarıcı ideoloji”den “yapıcı otorite”ye dönüşür. Bu dönüşüm sürecinde yaşanan problemler ve bu problemlerin çözülüş biçimi, sosyalist ideolojinin iç örgüsünde çarpıcı değişikliklere neden olur. Sosyalist devrime öncülük eden özne için, iç örgünün sağlıklılık katsayısının artması Marksist teorinin, ideolojinin hiyerarşisindeki yerini sağlamlaştırmasına bağlıdır. Devrim öncesinin soyut ve parçalı “ideolojik yapısı”, kendisini daha fazla kasma, yani örgüsünü sıklaştırma eğilimindedir. Bu eğilimi realize edecek güç, sosyalist kuruluşa soyunan siyasal iktidar ve onun öncü örgütlenmesidir.
Bu öznenin kimi özellikleri var. Sosyalist ideolojinin “kurtuluş” modundan “yapıcı otorite” moduna geçişini kavrayabilmek için bu özellikleri açmak gerekir.
“Özne de sosyalist ideolojinin kuşatması altındadır. Daha doğru bir ifadeyle, özne de sosyalist ideoloji içinde var olur.” 23 Dünya’nın değindiği konunun önemine geçmeden, küçük bir ek yapmak istiyorum. Öznenin sosyalist ideolojinin kuşatması altında olması ile, öznenin sosyalist ideoloji içerisinde olması kuramsal açıdan bir ve aynı şeyler değildir. İkisi de reel, ama farklı farklı dinamiklerdir. Öznenin, sosyalist ideolojinin iç örgüsünde olmasından söz ettiğimizde, ona “etkin” bir rol verdiğimizi anlamak zorundayız.
İşte bu etkin rol, sosyalist ideolojinin mod değiştirmesinde özel bir biçimde gündeme gelir. Sosyalist ideoloji, “kurtuluş” misyonundayken birer söylem olarak yanına çekmiş olduğu, liberter ve anarşizan öğelerden kendi başına arınamaz. Yapıcı otoriteye dönüşmek için öznenin doğrudan iteklemeleri ve daha da önemlisi “sosyalist ideoloji”nin içerisine emdirilecek bir devlet ideolojisi gerekir.
Bu tarihsel evrede öznelliğe önemli roller vermekten kaçınmak anlamsızdır. Üstelik, ideolojilerin iç zenginlikleri biraz da bu türden özel kesitlere bağlıdır. Bu özel kesitlerde “ideoloji”, nesnellik-öznellik arasındaki bağlantıları yeniden üreterek, özneye yeni bir ufuk açma işlevini de üstlenir.
Tarihin akışı ve ona yönelik öznel müdahalelerin proje ve realizasyon bağlantısındaki giriftliği, ideolojik mücadeleye hayat vermektedir. İdeolojik mücadele, ideolojinin öznesini belirsiz hâle getirdiği gibi, o özneyi “ölümcül darbelerden” koruyarak daha etkili bir silah olarak çalışır. Özneye var olma hakkını veren, nesnel gerçekliğin yargıları ile alt edilemeyecek olan bir ideolojik yoğunlaşmanın oluşturulmuş olmasıdır.
(Belki burada değinip geçebiliriz, bütün bu sürecin özne açısından içeriğini belirleyebilmek için bir “örgüt ideolojisi” oluşturmak düşünülebilir.)
Özne’nin yukarıda değinildiği gibi ideoloji tarafından kuşatılması, örgütün yalnızca “bilinç” öğesi ile donanmış bir rijit kütle olmamasıyla bağlantılıdır. Sonuçta yaşama siyasal ve ideolojik araçlarla müdahale eden bir öznelliğin, “ideoloji”den arınması ve bunu daha çok kendiliğindenliğe mal etmesi olanaksızdır.
Gelecek yazımda “sosyalist ideoloji”nin iç evrimini daha çok Rusya somutluğunda ele alacağım. Bu yazıya temel olacak bir “dönüşüm” planını sunarak yazımı bitiriyorum.
Devrim sonrasında sosyalist iktidarın ideolojisini belirleyen faktörler:
- Devrimin vuruş anının sınıfsal dinamikleri
- Yeni iktidarın çektiği sınıf dinamikleri
- Marksist-leninist teorinin gündemi
- Devralınan edebi miras
- Siyaset’te pazarlık süreçleri
- Karşı-devrimin ideolojik tercihleri
- İktidarın ideolojik rasyonalitesi
- Kurumsal ideolojiler (ordu-milis-parti-sendikalar-aydın örgütleri)
- Evrensele uzanan kodlama-enternasyonalist söylem
- Hedeflerin ideolojisi
- Toplumsal ütopyanın toplumsal ifadesi (resmedilişi)
Dipnotlar ve Kaynak
- Miliband, Poulantzas ve Laclau’nun “Kapitalist devlet sorunu”na ilişkin tartışmaları Birikim yayınları tarafından basılmıştı. Bu derlemedeki metinlerde “ekonomizm”den kurtulma ve “göreli özerklik”in hakkını teslim etme kompleksi yüzünden derli toplu ve sadık bir marksist analize bir türlü ulaşılamadı.
- Göran Therborn, “İktidarın İdeolojisi ve İdeolojinin İktidarı”, İletişim Yayınları, 1989, s. 76.
- a.g.e., s. 16.
- a.g.e., s. 56.
- Cemal Hekimoğlu, “Sınıflar ve Siyasetçiler”, Gelenek 23, Ocak 1989, s. 103.
- Göran Therborn, a.g.e., s. 64.
- Carr’ın, “Milliyetçilik ve Sonrası” (İletişim Yayınları) kitabında, milliyetçiliğin bütün bir tarih içerisindeki serüvenine değiniliyor.
- Louis Althusser, “Özeleştiri Öğeleri”, Belge Yayınları, 1991, çeviren: Levent Tagru, s. 10.
- Göran Therborn, a.g.e., s. 18.
- Ernesto Laclau, “İdeoloji ve Politika”, Belge Yayınları, 1985, çeviren: Hüseyin Sarıca… Laclau, kitabı boyunca “adlandırma” kavramı etrafında ideolojilerin seslenme süreçlerini değerlendiriyor.
- Göran Therborn, a.g.e., s. 45.
- Dünya Armağan, “Bir Silkinişin Başlangıcında”, Gelenek 36, s. 46.
- Göran Therborn, a.g.e., s. 42.
- Ernesto Laclau, a.g.e., s. 185.
- Ernesto Laclau, a.g.e., s. 174.
- Ernesto Laclau, a.g.e., s. 117.
- Göran Therborn, a.g.e., s. 52.
- Ernesto Laclau, a.g.e., s. 127.
- Ernesto Laclau, a.g.e., s. 118.
- Göran Therborn, a.g.e., s. 61.
- Leon Trotskiy, 1917 Yılı, Köz Yayınları, 1977, s. 77.
- Metin Çulhaoğlu, “‘Teori’ deyince ne anlaşılmalı?”, Gelenek 36, s. 26.
- Dünya Armağan, a.g.m., s. 42.