Siyasi mücadelenin kuralı böyle işliyor: Eğriliklere bakıp doğruluklar test ediliyor. Toyluklara bakıp doğruluklar test ediliyor. Toyluklara bakıp üzülünüyor. Cahilliklere bakıp gülünüyor…
Sosyalist Parti’nin (SP) yayın organı Teori dergisinin Şubat ayında yayınlanan 26. sayısında Ender Helvacıoğlu’nun Sosyalizm Programı ile ilgili eleştiri yazısını “bu duygu ve düşüncelerle” okuduk. Helvacıoğlu, Sosyalizm Programı’nı “Avrupamerkezci üretici güçler teorisini savunmakla”, “emperyalizm çağının temel özelliklerini kavrayamamakla”, “ezen-ezilen ulus ayrımını ve anti-emperyalizm kavramını reddetmekle”, “köylüye düşman olmakla”, “çeşitli burjuva kesimleri arasında ayrım yapmamakla”, “aşırı bir Troçkizme batmakla” eleştiriyor.
Tüm diğerlerindeki anlayış kısırlığı bir yana, “çeşitli burjuva kesimleri arasında ayrım yapmama” eleştirisi üzerinde durmak gerekiyor. Eleştiri demetinin “yumuşak karnı” burası çünkü.
Sosyalistlik iddiasıyla ortada dolaşılıyor ve ayrım yapılıp “tercih” edilebilecek burjuvaziden söz edilebiliyor. Biliyoruz, milli burjuvazi aramak Maoculuğun iflah olmaz maluliyeti. İşbirlikçi bir burjuvaziden bahsedilince millisinin olması kaçınılmaz hale geliyor. “Sosyalizm mücadelesini” anti-emperyalist, demokratik özle doldurmanın “teorik” gerekçesi böyle bulunuyor.
Zaten Aydınlık çizgisi daha oluşumundan itibaren aynı kişiliksiz çizgiyi sürdürmüyor mu? FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu) içindeki tartışmalarda Doğu Perinçek ve arkadaşları, burjuva demokratlarının anti-emperyalist ve gericilik karşıtı eylemleri karşısında, küçük burjuvazinin şahlandığı, küstürülmesi durumunda milli cephenin yıkılacağı yolunda telkinlerde bulun-mamışlar mıydı? Proletaryanın öncülüğünden bahsetmenin “Aren oportünizmi” anlamına geleceğini yine Aydınlıkçılar dile getiriyorlardı. Heyhat, “Demokratik devrimciliğin milli burjuvazi aşkı hep platonik kaldı. Radikal küçük-burjuvazinin emperyalizme karşıtlığı ise anti-amerikancılık ve kalkınmacı devletçilikten öteye gidemedi.” 1
İşçi sınıfının gücüne güvensizlik 20 yıl öncesinde olduğu gibi pervasızca dile getirilmese de, Aydınlık mirasçısı SP’nin devrim perspektifinde “satır arası”nın pek değişmediği görülüyor.
Duruş noktası “karikatür aşamacılık” olunca, Sosyalizm Programı‘nı “Avrupa-merkezci üretici güçler teorisini savunmakla” eleştirmek kaçınılmaz hale geliyor. Helvacıoğlu, Sosyalizm Programı‘nın “azgelişmiş” ülkelerin önüne kapitalistleşme hedefini koyduğunu, sosyalist devrimcilerin burjuvazinin ve emperyalizmin “azgelişmişliği kırmasını” olumlayıp beklemeye geçtiklerini iddia ediyor. Yine Helvacıoğlu’na göre, Lenin’den sonra sosyalist saflarda yaşanan tüm büyük iki çizgi mücadeleleri, Avrupa-merkezci ve üretici güçler teorisini savunan sosyalizm anlayışı ile ezilenler sosyalizmi arasındaki ayrışma eksenine oturmuş… Sosyalist devrim savunucuları konusunda Helvacıoğlu, kendi yarattığı hayalete kılıç sallıyor. Daha doğrusu, tüm devrimci demokratların yarattığı hayalete. Bu hayalet el yapımı olduğu için çabucak öldürülebiliyor.
Azgelişmiş ülkelerin önüne kapitalistleşme hedefini koymak bir yana, öznel etmenin devrimin gerçekleşmesi için ne anlama geldiğinin önemine dikkat çeken bir sistematiğin savunusunu yapıyor Sosyalizm Programı. Siyasi öncüsünde örgütlenmiş proletaryanın gücüne güveniyor.
Helvacıoğlu’nun dediği gibi, üretici güçler teorisi savunulsaydı ve zayıf halka teorisi anlaşılamamış olsaydı, devrimin gelişmiş kapitalist ülkelerde gerçekleşeceği savunulurdu… Buna karşılık, Helvacıoğlu bu yaklaşımın Sosyalizm Programı‘nda egemen olduğunu iddia ederse, “nereden çıkarıyorlar” denilmemeli. Kendi “köylücü”lükleri gereği bir zıt kutup olsun istiyorlar. “Üretici güçler” teorisini de, Avrupa-merkezciliği de savunmuyoruz, ama Aydınlıkçıların zıt kutbu olmaya itirazımız yok.
“Üretici güçler teorisini” savunma eleştirisi gündeme geldiğinde, demokratik devrimciliğin “öcü” aramasına gerek yok. Boy aynasına bakmaları yeterli. Orada, bin bir türlü “ilerici” sınıf, kesim, yine bin bir türlü ittifak arama çabaları görülebilir. Gerçi, yazar, demokratik devrimcilik komutunu Leninizmden aldığını söyleyecektir, ama “bilinçaltında” yatan proletaryaya güvensizlikten başka bir şey değil. Helvacıoğlu bu yüzden “ezilenler sosyalizmi”nden bahseder. Dil sürçmesi değil, “müttefikler”e ideoloji seçiliyor. Proletaryaya güvenmek için yeni 15-16 Haziran’lar beklemektedir, demokratik devrimcilik… Bundan ala “üretici güçler teorisi” savunusu olabilir mi?
“Leninizmi bu topraklarda yaşatmak isteyenler öncelikle, Leninist yorumun kuru kuruya işçi-köylü ittifakı ve milli kurtuluş değil, proletaryanın yarı-proleter kesimleri nasıl kendi iktidarına yönlendireceğinin değişik koşullarda üretilen devrimci yöntemler bütünü olduğunu kavramak durumundadırlar.”2
Marksizmi ölü metinlere feda etmek deyiminin hakkı, ülkemizde ne yazık ki en fazla Leninizm tartışmalarında verilmiştir. Köylülük ve ittifaklar, burjuva devriminin tamamlanıp tamamlanmadığı gibi tartışmalar açıldığında demokratik devrimcilik Lenin’i, sisler arasında görünüp iki bilge söz söyledikten sonra birden kaybolan aksakallı ihtiyar misali kurgular. Toprak düzeni, üretimin yapısı, ideolojik gelenekleri düşünülmeksizin yoksul köylülüğün, hatta SP örneğinde görüldüğü gibi, feodal unsurlar dışında kalan “üretici köylülüğün” tartışmasız müttefik olduğu dile getirilir.
Helvacıoğlu, “Leninizmin yaşadığımız çağa uygun devrim stratejisine ilişkin en temel saptamalarından birisinin, köylülüğün 20. yüzyılda proletaryanın müttefiği olduğu”nu söyleyebiliyor. Anlamı, bir politik süreç olarak leninizmi anlayamamanın yanı sıra, kapitalizmin dinamiklerine gözlerini yummaktır.
1905 Rus Devrimi sırasında Lenin tarafından savunulan “işçilerin ve köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğü” (İKDDD) formülasyonunun,
- ittifak için belirlenmiş bir düzen organı değil, karşı devrimi bastırmak için düşünülmüş bir savaş organı olduğu,
- yine önerilen geçici devrimci hükümetin burjuva devriminin tarihsel görevlerini yerine getirme organı olmadığı,
- İKDDD savunulduğu anda Bolşeviklerin iktidarı alabilecek örgütlülük düzeyinde olmadıkları gerçekleri atlandığında, İki Taktik‘de kalınır, Nisan Tezleri‘ne gelinemez. Dolayısıyla Ekim’e ulaşılamaz.
Bir diğer nokta da şu: İttifak, kendisini programatik ve siyasi olarak ifade edebilen sınıflar ve kesimler arasında yapılır. Bugün Türkiye’de köylülüğün sözü edilen araçlarla ortaya çıkma potansiyeli yoktur. Tütün ya da çay üreticilerinin dönemsel tepkileri, bu anlamda “kurtarmaz”. Türkiye’de küçük işletmeler yaygındır ve köylülüğün düzenle bağlarını koparmasını engelleyecek ekonomik ve ideolojik belirlenimler güçlüdür. Kapitalizm, 19. yüzyılda sanılanın aksine küçük üreticiliği tamamen tasfiye etmemiş, kendisine bağımlı hale getirmiştir. İlginçtir; köylülük değil toprak talebinde bulunmak, 80 sonrası tarım-sanayi makasının aleyhine hızla açılmasına dahi tepki verememiştir.
Burada bir noktaya dikkat çekmek gerekiyor: Köylülükle ilgili söylenenler düşünüldüğünde Kürdistan kırlarını ayırmak gerekiyor. Kürdistan’da her anlamda farklı dinamikler işlemektedir. Ancak Kürdistan Devrimi’nin kapitalist dünya düzenine eklemlenmesi ve sömürü ilişkilerinin sürüp gitmesine karşı güvence, yine kırlarda değil, sanayi proletaryasında ve sosyalist iktidarda bulunabilir.
Yukarıdakilere ek olarak, burjuva ideolojisinin etki alanının da genişlediği düşünülürse, köylülüğün büyük bölümünün devrimci bir çıkış için barutunun tükenmiş olduğu açıkça söylenmelidir. Elbette yine de fazla iddialı olmayalım(!) Hele bir de, Perinçek tarafından “Köylü Yılı” ilan edilen 1992’nin sonunu bekleyelim…ketlere ait büyük işletmelerin ve toprakların millileştirilmesi, “halkçı” ve “kalkınmacı” politikaların uygulanmasıysa, dış politikada SSCB ve diğer sosyalist ülkelerle iyi ilişkiler ve dış ticaret olarak tanımlanabilir.
Burjuva devriminin tamamlanıp tamamlanmadığı konusunda da demokratik devrimciliğin kafası bulanık. Sonu hiç gelmeyecek burjuva demokratik taleplerin demokratik aşama adına programlaştırılması, proletarya sosyalizminin siyasi içeriğinin ve mücadelesinin sulandırılmasıdır. Burjuva demokratik devriminin tamamlanmamış olduğunu söyleyenler, küçük burjuvazinin burjuvazi karşısındaki mutlak bağımsızlığına kefil ve küçük burjuvaziye teslim olmaya mahkumdurlar. Oysa sosyalist devrim, vazgeçilmez bir özelliğiyle, sosyalistlerin iktidara gelmesidir. Nisan Tezleri‘nden öğrendiğimiz “ders” budur.
Helvacıoğlu, “sadece proletaryanın değil toplumun çok geniş bir bölümünün talebi olarak, bağımsızlık, demokrasi ve özgürlükler sorunu” olduğunu söylüyor. Sosyalizm mücadelesinin teorik belirleyiciliğinden ve örgütlü sosyalizmin politik etkilenimlerinden ayrıştırılmış bir bağımsızlık, demokrasi ve özgürlükler betimlemesi ancak, yaratılan “milli burjuvazi” hayalinin siyasi olarak boşlukta bırakılmaması çabasının ürünü sayılmalıdır. Böyle bir bağımsızlık ve demokrasi anlayışı olsa olsa sosyal demokratlar ve -“bağımsızlık”ı atılmış haliyle de- yeni liberaller için defalarca şişirebilecekleri bir balon olur. Kendisini sosyalist sayanların payına da Mustafa Kemal’e övgüler düzmek düşer. Aydınlıkçılar için bu da yeni birşey değildir.
Ender Helvacıoğlu, Sosyalizm Programı‘nın anti-emperyalizm kavramım reddettiğini ifade ediyor. Ayrıca, “Emperyalizm döneminde dünyanın ‘ezen-ezilen uluslar’ biçiminde ikiye bölündüğünü kavramamak konunun püf noktasıdır” tezini dile getiriyor.
Emperyalizm çağında azgelişmiş kapitalist ülkelerden emperyalist ülkelere çeşitli yollarla kaynak transferi olduğu açıktır. Ancak sorun buradan sonra başlıyor. Anti-kapitalist dinamiğe yaslanmayan bir anti-emperyalizm bu transferi, dolayısıyla emperyalizmle tüm ilişkileri tasfiye edebilir mi? Sosyalizmin ideolojik ve ekonomik etkilerinin güçlü olduğu bir dünyada, ulusal kurtuluş savaşını gerçekleştiren kimi ülkeler açısından emperyalizmle tüm ilişkiler koparılmasa da bir “denge” durumu tutturulabiliyordu. Denge tanımına neden olan durum, iç ekonomik düzenlemede emperyalist şirketlere ait büyük işletmelerin ve toprakların millileştirilmesi, “halkçı” ve “kalkınmacı” politikaların uygulanmasıysa, dış politikada SSCB ve diğer sosyalist ülkelerle iyi ilişkiler ve dış ticaret olarak tanımlanabilir.
Burada bir parantez açıp, Helvacıoğlu’nun dile getirdiği, Lenin’in kemalistleri desteklemesine ve III. Enternasyonal’in ulusal soruna yaklaşımına kısaca göz atılabilir. Lenin’in Kurtuluş Savaşı’nı desteklemesinin arkasındaki neden, “ezilen ulus”un emperyalizme karşı verdiği mücadeleden çok, genç Sovyet hükümetinin güney sınırlarını güvence altına alma ve devam eden iç savaşta karşı-devrimcileri destekleyen emperyalist ülkelere karşı bir koz elde etme çabasıdır. Lenin, Helvacıoğlu’nun “bir bölümünü” alıntıladığı Milli Mesele ve Sömürge Sorunu Üzerine Rapor‘un aynı sayfasında3 , Sovyet hareketine ve Sovyet Devletleri’ne karşı emperyalist uluslar grubunun yürüttüğü mücadelenin akılda tutulmaması durumunda tek bir ulusal sorunun ya da sömürge sorununun doğru koyulamayacağını belirtir. Uygar ya da geri kalmış ülkelerde komünist partiler, ancak bu temel koşuldan hareket ederek sorunları doğru çözüme götürebileceklerdir. Yine aynı raporda Lenin, her ulusal hareketin ancak bir demokratik burjuva hareketi olabileceğini ifade ediyor. 1928 yılında kabul edilen III. Enternasyonal Programı, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde ulusal burjuvaziyle geçici uzlaşmalara girilebileceğini söylüyor. Geçilen uluslararası uğrakta amaç, Sovyet devleti için uygun bir ortam yaratmaktır. Yoksa işçi sınıfının ağırlığım koymadığı bir anti-emperyalist mücadelenin soluğunun kesilmesinin kaçınılmaz olduğu zaten biliniyor. Sosyalizmin bu gibi ülkelerde örgütsel olarak korunmasına çalışılıyor. Zorunlu olarak… Yine de, anti-emperyalizmi kendi sınıfsal dinamikleriyle aşıp sosyalizme evrilme konusunda “ciğeri yetenlere” enternasyonalistçe yaklaşılıyor. Küba sosyalist devrimine bu açıdan da bakılabilir.
Parantezden önce sözü edilen “denge” durumuna dönülürse; bu dengenin artık ortadan kalktığı söylenebilir. Artık sosyalist sisteme dayanılarak “ulusal kurtuluşçuluk” yapma olanağı yok. Dolayısıyla anti-kapitalist renkleri taşımayan bir anti-emperyalizm başarısız olmaya yazgılı. Emperyalizmin ulaştığı sermaye ihracı düzeyi ve giriştiği ortaklıklar, nerede olduğu pek bilinmeyen “milli burjuvazi”yi ortada bırakıyor. En çok üzülen de SP oluyor. Ama elden ne gelir…
Söylenenlere bir ek yapılabilir: Tarif edilen tablo, sosyalist siyasi mücadeleye içkin bir motif olarak antiemperyalizmin önem yitirmesi anlamına gelmiyor. Helvacıoğlu’nun anlayamadığı nokta da bu. Uluslararası sermayenin ülkemizdeki egemenliğine karşı çıkıyoruz. Ama bu, sosyalist devrim mücadelesinin bir bileşeni olarak ve kimsenin eline bırakılma “lüksü” gösterilmeden yapılıyor. Bundan sonra da böyle yapılacak…
SP’ye gelince: Orada sözü Gelenek yazarlarından S. Denizci’ye bırakıyorum: “Maoculuk, köylerin ve köy komünlerinin komünizme doğru bir sıçrama tahtası olarak kullanılması beklentisiyle, merkeze işçi sınıfını koymamasıyla, tüm sınıflara ve tabakalara dayanmaya çalışılmasıyla, kısacası sınıfsal olmamasıyla, popülizmi ve kitle kuyrukçuluğuyla, gecikmiş ve aşılmış bir narodizmdir. Biçimsel açıdan marksizm ile ilişkisini sürdürmesine rağmen, en temel konularda marksizmin tümüyle karşısına savrulmuştur.” 4
SP’nin bir tek “yok”u vardır: Marksizm-leninizm.
Daha ne diyelim…