İşçi sınıfının tanımlanması ve tarihsel misyonu üzerine tartışmalar Türkiye ile karşılaştırıldığında uluslararası marksist harekette daha eski bir yere sahiptir. Tartışmaların Türkiye’de seksenli yıllardan sonra yoğunlaşan biçiminde ise sosyalizm pratiklerindeki gerilemenin doğal bir sonucu olarak işçi sınıfının kapitalizmdeki yerinin ve merkezi öneminin reddedildiği reformist – yeni liberal yorumlar ağırlık kazanmışlardır.
Benim yazımın en azından bu bölümünün ana hedefi, bir yönüyle reformist ve yeni liberter sağ yaklaşımların bir eleştirisi ise diğeri ve birincisine bağlı olarak bir yeniden inşaa için “ön çalışma” olmasıdır. Konunun Türkiye’ye uzanan tartışmalarında beni asıl rahatsız eden “değişim” hakkında bu kadar çok ve derinlikten yoksun tartışmaların kendisi değil, bu değişimin marksizmin ve sosyalizmin temel öncüllerini, tespitlerini geçersiz kıldığı düşüncesinin aydınlarımızın bir bölümünde ve özellikle de sendikal harekette temelsizce yer bulmasıdır.
İngiliz tarihçi Carr’ın güzel bir deyişiyle “…ben karışıklık içinde bir dünyaya, sancı içinde bir dünyaya bakmaya devam edeceğim ve onlara büyük bir bilim adamının çok kullanılmış sözleriyle cevap vereceğim: ‘Gene de dönüyor.'”
Ben de yukarıdaki çerçeveden hareketle “gene de işçi sınıfı” diyeceğim.
Öncelikle “sınıf kavramı” temel toplumsal bölünmeler arasındaki ayrımı belirleyen bir kavram. Özellikle de “işçi sınıfı” kavramı toplumsal yapıyı çözümlemenin ayırdedici ölçütüdür ve bu kavramın sahip olduğu soyutlama düzeyine başka bir kavramın ulaşması mümkün değildir. Amerikan sosyolojisine dayanan kavramsallaştırmaların ise marksizmle rekabet şansı yoktur.
Başlarken elimizde “kol işçisi”ni işçi sınıfı olarak tanımlayan yaygın kabul görmüş bir yaklaşım var. “Ücretli işçiler” kol işçisi olsun olmasın bu kategoriye sokuluyor, ama sınırlar net değil. İkincisi ise, kapitalist üretim ilişkileri çerçevesinde artı-değer üretenlerle ücretli üretken olmayanları da kapsayan daha geniş bir tanım. Yani “ücretli-üretken”, “ücretli-üretken olmayan”. Bu iki kategorinin ikisi de şimdilik geniş bir belirleme içinde söylersem “çalışanlar”in bir bölümünü mutlaka dışlar. Bunun arasında, denetleyen/denetlenen, mavi yakalı/beyaz yakalı ,sınıf ayrım çizgisinde ele alınan, sanayi sektörü/hizmet sektörü gibi fabrika duvarlarını sınıfsal ayrım duvarları gibi gören bir yaklaşım var.
İşçi sınıfı sadece “ücretli üretken kol işçisi” olarak tanımlanırsa, bu kategoriye girenlerin sayısının ve toplumsal öneminin azaldığı sonucuna kolayca varan bir yaklaşıma ulaşılır. Diğeri, yani, “üretken olmayan ücretli” kategorisine girenlerin dahil edildiği işçi sınıfı tanımıyla birincisinin tam tersi bir sonuç elde edildiği bir durum ortaya çıkar. Hemen söyleyeyim, konu bu kapsamda tartışıldığında, sorunu çözmek ve politika üretmek mümkün değil. Konuya bir de işlevsellik açısından ve politik düzeyde de yaklaşılmalı, ulaşılan sonuçlar her ülke somutunda test edilmelidir.
“Kol emeği”, “kafa emeği” her iki emek türü arasında farklılıklar vardır. Bu iki emeğin örgütlenmesin-deki maddi etmenler kadar, ideolojik ve kültürel etmenler, her ülkenin sosyo-ekonomik yapısı ve her ülkenin burjuvazisinin verebilecekleri ile ilintili ise bir noktadan sonra teorik saptama ve genel ölçütler yeterli olmayacaktır.
Bundan genel olarak sınıf çözümlemelerinde, özel olarak da işçi sınıfını tanımlamada teorik çerçevenin ve kavramsal boyutun önemli olmadığı sonucu çıkmaz. Tam tersine, tanımlamalarda bir netlik, bir “kavram temizliği” sağlanamazsa, politika üretimi ve sol hareketin kendi iç diyalogları açısından anlaşılması zor bir durum ortaya çıkacaktır.
Teorik bir netlik olmazsa, kavramsal bir netliğe ulaşılamaz. Ayrıca bu konuyla ilgili bir çalışmanın ampirik verilerle desteklenmesi gerek. Örneğin Batı Avrupa işçi sınıfının yapısı ve tarihsel gelişmesi ile Türkiye işçi sınıfı arasında bazı farklılıkların olması gibi. Ben bu iki kategoriden birisinde ısrar etmenin darlaştırıcı olacağını, sosyalizm projesinin nesnesini fakirleştireceğini düşünüyorum.
Buraya kadar yazdıklarım en fazla sorunun bazı yönlerine dair ve yönteme ilişkin değinmeler olarak kabul edilebilir.
Doğrudan konuya girecek olursak: Kimdir işçi? İşçi veya işçi sınıfı kavramı neyi anlatır? Günümüz işçi sınıfı kendi öncüllerinden ve daha önceki dönemin emekçilerinden hangi yönleriyle ayrılır?
En sondan başlayacak olursak, işçi sınıfının tarihsel gelişmesini dikkate aldığımızda “çağdaş işçiler” ya da işçi sınıfı: 1) özgür bireyler olmaları ve “işgücünü” özgürce satabilmeleri; 2) kapitalist üretim tarzı ve tekniğinin iş veya üretim araçlarını kullanmaları/yapmaları; 3) mülkiyet sorunu, yani kendisine ait hiçbir kapitalist üretim aracına sahip olmama yanlarıyla daha önceki emekçilerden ayrılırlar.
Öncelikle genel bir tanım olarak işçi sınıfı işgücünü satan, hiçbir üretim aracına sahip olmayan kişilerden meydana gelmiştir.
Makinalı üretimin ortaya çıkışı işçi sınıfının oluşumuna ve yapısına doğrudan etkiler yapmıştır ve fabrika – makina – işçi sınıfı üçlüsü birbirini bütünleyen bir yan taşır, bu yanıyla da işçi sınıfı sanayi devriminin ve kapitalizmin çocuğudur.
Fabrika düzeni, yoğunlaştırılmış makinalı üretimse ve kapitalist üretim tarzının ortaya çıkardığı “yeni bir unsur”sa işçi de, kapitalist üretim tarzının ortaya çıkardığı “yeni insandır”.
Farklı yerlerden gelen, birbirinden oldukça farklı yanlar taşıyan, geldiği yer ve kökeni ne olursa olsun zaman içinde bir dizi etki ve farklılıkla geçmiş değerlerini ve alışkanlıklarını terk etmek zorunda kalan bir “sınıf oluşturma” duygu ve bilincini edinen “yeni insandır”.
Bu oluşum süreci ve maddi zemin, işçi sınıfının düşünce ve davranış tarzlarını da önemli ölçüde belirler, değiştirir. İşçi, bu süreçte ilk önce kapitalizmin ezilen ve sömürülen sınıfı olduğunun ayrımına varır. Kapitalizmin ezdiği ve sömürdüğü bu kollektif insan topluluğu, sömürü ilişkilerinin sonucu olarak, sömürüye başkaldıran bir “ortak kimlik”, bir karakter yapısı kazanır. Çalışma şartlarının ağırlığı ve yoğunluğu gibi fiziksel sömürünün ve düşük ücret düzeyinin yol açtığı ekonomik nedenler, kısaca kapitalist üretim ilişkilerinin ve bölüşümünün, çalışma hayatında ve yaşam mahallinde ortaya çıkardığı yakınlık ve sorunlar işçileri birbirlerine yakınlaştıran “sınıfa özgü” özelliklerdir.
Kapitalizmde işçi sınıfını, diğer toplumsal kesimlere göre ayrıcalıklı bir konuma yerleştiren sınıfın bu özellikleri ve burjuvazinin ekonomik iktidarıyla olan nesnel ilişkisidir. İşte tam da bu nedenlerle marksizmde işçi sınıfını önemli kılan, sosyalist politikaya diğer kesimlere göre daha alıcı hale getiren sınıfın içinde bulunduğu nesnelliktir. Bundan dolayıdır ki, sömürüsüz ve sınıfsız bir toplum kurulmasında nesnel ve somut olarak çıkarı olan tek sınıf işçi sınıfıdır. Sosyalizmin kurtuluş projesinde işçi sınıfına merkezi önem ve rol atfedilmesinin nedeni budur. Şimdiye kadar ne tarihsel imkan ve yaşanmış pratikler açısından, ne de teorik planda bunun alternatifi olabilecek bir çözümleme / deney yaşanmamıştır.
Buraya kadar yaptığım, işçi sınıfının oluşumuna ilişkin tarihi gelişmeyi hatırlatmak ve bir ölçüde de sınıf tanımının ekonomik boyutuna dikkat çekmektir.
Yukarıdaki süreç ağırlıkla “kol işçileri”nin serüvenini anlatıyor ve bir eksikli görüntü sunuyor. Hemen belirteyim, işçi sınıfını fabrikada çalışanlarla sınırlamak, madenler, yapı hizmet işkolları gibi sektörlerde çalışanları sınıf kapsamının dışında bırakmak gibi bir niyetim yok. Endüstrinin bu kollarında çalışanlar da modern işçi sınıfının bir parçasıdırlar. Burada bir saptamada bulunursak, işçi sınıfının ilk ortaya çıkışı daha çok kol işçilerini kapsamaktadır ve halen işçi sınıfının büyük kütlesi fabrika işçilerinden ve endüstrinin diğer kollarında çalışanlardan meydana gelmektedir.
Kavram…Sorunlar
– İşçiyi, işçi sınıfını tanımlamada ölçüt “üretken emek, üretken olmayan emek” ayrımı olabilir mi?
– “Kol emeği” ile “kafa emeği” arasındaki ayrım üretken – üretken olmayan emek ayrımıyla örtüşür mü?
– İşçi sınıfına dahil edilen “kol emekçisi” ile çoğu yerde “küçük burjuvaziye dahil edilen “beyaz yakalılar”ı ayırmada yukarıdaki ölçüt kullanılabilir mi?
Herşeyden önce kafa emeği ile kol emeği arasındaki ayrım, üretken – üretken olmayan emekle tam örtüşmez, çünkü kol emeği üretken emeği tam karşılayan, onunla özdeş emek türü değil, üretken emeğin ya da “işçilik”in sadece bir biçimidir.
Örnek: Kaynak yapan, balyoz sallayan, sabahtan akşama kadar bir presin kolunu indiren – kaldıran birisini işçi sayıp, aynı fabrikada çalışan bir müstahdemi, ya da bir fabrika bekçisini üretken emekçi veya işçi saymamak ne derece doğrudur?
Kapitalist işbölümü geliştikçe yeni çalışma alanları ve meslekler de doğrudan üretim sürecinin bir parçası haline gelirler.
Örnek: Bilgisayar programlama merkezinde çalışan bir programlamacıyla doğrudan mal üretim sürecinde yer alan mühendis, tekniker vs. gibi çalışanlar, işletme düzeyini ve işyerini de aşan tarzda bir ve aynı üretim sürecinin -kapitalist üretim sürecinin- parçası haline gelirler. Kapitalist üretim süreci ve tekniği “kafa emekçisi”ni de artı-değer üretiminin, bireysel deği,l kollektif üretiminden ve kollektif işbölümünden alır.
Artık değer üretimine kol veya zihinsel yetenekleriyle doğrudan değil ama kapitalist işbölümünün yarattığı bölünmeden dolayı dolaylı ve değişik biçimde katılan vasıflı, vasıfsız işçi ve mühendisler de kapitalist için artı-değer üretimine katılırlar.
Marx işçiyi “Kapitalist Birikimin Genel Yasası” bölümünde şöyle tanımlıyor:
“Bizim proletarya ekonomik bakımdan sermayeyi üreten ve artıran, ve Pecqueur’ün taktığı adla “mösyö sermaye”nin genişleme gereksinmesi için fazlalık haline gelir gelmez sokağa atılan ücretli emekçiden başkası değildir.” (Kapital Cilt I s. 631 – Sol Yayınları)
Bu alıntıyı, düşüncelerimi Marx’ın “dediğine” dayandırmak için yapmıyorum, alıntı marksizmin bütünlüğü söz konusu olduğunda kuşkusuz eksikli olacaktır. Ama ben marksizmin bütün ruhunun ve önermelerinin işçiyi ve sınıfı kol işçisi üretken emekle sınırladığını kesinlikle kabul etmiyorum.
Kapitalist üretim süreci ve işbölümü çerçevesinde, soyutlama düzeyinde “üretken emek” kollektif üretimle elde edilmiş üründeki kol ve zihinsel faaliyetin tümünü kapsar. En azından bir teknik işbölümü çerçevesinde mavi ve beyaz yakalıların tümünü kapsayan “kollektif emekçi” tanımlaması yapılabilir. Bu tür bir tanımlama çok net olarak küçük burjuvazinin bir bölümünü “küçük üreticileri” dışlar.
Kafa Ve Kol Emeği Arasındaki Başka Faktörler
Yukarıdaki tanım, kafa ve kol emeği arasında hiçbir farklılık olmadığı anlamına gelmez. Bu üretim düzeni devam ettikçe de varlığını koruyacak, kapitalizm açısından çelişki üreten ayrımlar olacaktır.
Kafa emekçileri olarak nitelendirilen “beyaz yakalılar”ın klasik işçiden daha farklı iş yaptıkları ve üretim sürecinde farklı roller üstlendikleri doğrudur. Hatta üretim sürecindeki işlevlerinde, kapitalist sömürüyü artırıcı, üretim sürecini sermaye lehine örgütleme ve denetleme işlevi gördükleri, bu nedenle de kendilerini işçi gibi görmeme, sermayeye daha yakın görme gibi bir psikolojileri olduğu da gerçektir. Bu özelliklerinden dolayı klasik kol işçileri ile karşıtlık içinde olabilirler ama bu karşıtlık sermaye-emek karşıtlığı gibi bir karşıtlık değil, üretimin teknik örgütlenmesinden kaynaklanan bir karşıtlıktır. Beyaz yakalıların “denetleyen” oluşu onların sömürülmediği anlamına gelmez. Teknolojik gelişmeler kol emeğinin entellektüel düzeyini yükselttiği gibi, bir kafa emekçisini de sürekli aynı işi yapan herhangi bir vasfa sahip işçiden farksız kılabiliyor.
Şu söylenebilir: Günümüzde beyaz ve mavi yakalılar arasındaki kültürel ve teknik farklılıklar, tüketim düzeyleri ve yaşama biçimi, her iki kesimin büyük kütlesi söz konusu olduğunda önemini belli ölçülerde kaybetmektedir.
Hatta, iyice ayrıksı bir örnek olarak, üretimin örgütlenmesi, planlama, yönetim ve denetimi üretim biriminin dışında apayrı bir merkezde gerçekleştirme eğilimleri ortaya çıkmaktadır. Bu sayede teknik işbölümü farklılaşmakta, sermayenin üretim sürecini denetlemesine daha rahat imkan veren bir yapı işlerlik kazanmaktadır. Bu yapılarda sermayenin temsilcisi durumuna yükselen “beyaz yakalılar”a özel bir misyon yüklenmektedir.
Konuyu daha çetin ve içinden çıkılamaz ölçüde çetrefil hale getirmeden şu söylenebilir, yeni teknolojik süreçlerin bir sonucu olarak “kafa emeğini” gerektiren mesleklerin ve işlerin daha çok artması, bu kesimlerin hızla ve daha kitlesel boyutta öz olarak birer vasıflı işçi durumuna gelmelerine yol açmıştır. Bu da, bu kesimlerle sermaye arasındaki çatışma ve çelişkiyi daha fazla artıran bir unsurdur.
İşçinin somut işi, çalışması değişime uğramakta, bir üretim sürecinde aynı sınıf statüsüne sahip her iki emek türü (daha çok kafa emeği harcanması veya tam tersi kafa emeğinin gereksiz hale geldiği rutin işler) bu gelişme sonucunda ortaya çıkan melez karışık kombinezon, bu ayrımı gereksiz hale getirmektedir.
Fabrikalarda kol emekçileriyle birlikte çalışan kafa emekçilerini, “kapsam dışı personeli” işçi sınıfının içinde saymak, sendikal örgütlenmede bu kesimleri kapsamaya çalışmak doğru ve sınıf mücadelesi açısından yararlıdır. Dahası kapitalizmin üretim ilişkileri ve işbölümünün yarattığı bu işbölümünden kaynaklanan farklılık ve bölünmeleri biz neden kabul edelim? Günümüzde hizmet işkolunun sanayiye göre daha hızlı gelişmesi ve toplam ücretli çalışanlar içerisinde, bu sektörlerde çalışanların sayısındaki artış gözlemlenmektedir.
Bu artış klasik tarım işçilerinin aleyhine sanayi işçilerinin lehine bir artıştan farklı, sanayi aleyhine hizmetler lehine bir artıştır ve tüm çalışanların ücretli işçi konumuna gelmeleriyle, beyaz yakalı bir işçiyi bir kol işçisinden ayırmak zorlaşmakta, beyaz yakalıların topumsal durumları, yaşama biçimleri ve tüketim düzeyleri kol işçileriyle yakınlaşmaktadır. Sonuç olarak, işçi sınıfının sayısında, ekonomik ve toplumsal durumunda, sınıfın bileşiminde bir değişim yaşanması, sınıfın kapsamını ve tanımını daha geniş tutmamıza yol açmaktadır.
Lenin’in sınıf tanımlamasındaki gibi, tarihsel olarak belirlenmiş bir üretim sistemindeki yer, üretim araçlarıyla ilişki ve toplumsal işbölümündeki role göre belirlenen sınıf ve sınıf üyeliği, sınıfsal bölünmeyi üretim ilişkileri içindeki yer ve üretim aracına sahip olup olmama ölçütünden soyutlayamayız.
Doğal olarak bu tanım sınıf mücadelesi ve sınıf bilincini ölçüt almayan nesnel varlıkla ilgili bir tanımdır.
“Beyaz yakalılar” da “mavi yakalılar” gibi ücretli çalışmaktadırlar, üretim aracından yoksundurlar, kapitalist sömürüye maruz ve konumları kapitalist sömürü ilişkileri tarafından belirlenmektedir. Sonuçta bunlar da emek güçleri bilgisi ve uzmanlığını satarak geçinmektedir. Daha da kesin bir şey varsa o da, “beyaz yakalılar”ın sömürülmeleri nedeniyle burjuvaziden ayrı olmalarıdır. K. Boratav’ın da “1980’li Yıllarda Türkiye’de Sosyal Sınıflar ve Bölüşüm” içinde belirttiği gibi, “maddeci tarih görüşünün temel bir önermesine göre, belli bir sınıf yapısı belli üretim ilişkilerinden türer ve dolayısıyla bu ilişkilere tekabül eder (…) Sınıf farklılıkları bu bağlamda eşitsizlik değil, sömürü sorunsalı içinde ortaya çıkar.” (s. 9) “Farklı bir deyişle, bir toplumsal sınıf sadece ve sadece, artığa elkoymanın belirli bir biçimi içinde yer alan diyalektik karşıtı tarafından tanımlanabilir.” (s. 26) “Artı ürüne kapitalist üretim ve bölüşüm içinde el koyan ve onu paylaşan sınıfa burjuvazi diyoruz.” (s.60)
Buraya kadar söylediklerimden sınıfsal belirlenim ve çelişkileri üretim ilişkileri, sömürü ve bölüşüm gibi sınıf tanımının ekonomik çerçevesini oluşturan bir yapıda tanımladım. Burada şunu da eklemek gerekiyor: Sınıflar hiçbir zaman sadece ekonomik ölçütlere göre değerlendirilmezler. Siyasal, ideolojik, kültürel ve konjonktürel etmenler de ekonomik belirlenim kadar önemlidir. Ekonomik düzeydeki belirleme çabaları, diğer düzeylerle test edildiğinde daha doyurucu ve kapsamlı sonuç alınacaktır.
Emek Süreci Ve Bu Sürecin İşçi Sınıfına Etkileri Konularındaki Temel Yanılgılar
Bu konuda en son ve en havada yaklaşım, “emek süreci”nde yapılan işin ve işçinin değişmesiyle istihdamda meydana gelen yapı değişmelerinin, sınıfın gücünü parçaladığı, artık “geleneksel işçi sınıfı yapısı ve militanlığı”nın kalmadığı gibi bir tespitten hareketle, yeni teknolojik süreçlerin işçiyi ve çalışmayı gereksiz hale getireceği, daha uç noktada da “kütlesel işsizlik” ve “boş zaman” yaratılmasıyla özgürleşmenin yaşanacağı böyle bir kendiliğinden geçişin de sosyalizm olacağı şeklinde teorilerdir.
Bu yaklaşımın temel yanılgısı, kapitalist üretim ilişkilerinin özünün, artı-değer ve ilişkisi olduğunu görmezden gelmek, emek sürecini sadece ve sadece teknik bir sürece indirgemesidir. Bu tür bir yaklaşımın doğal sonucu teknolojik determinizm ve emek süreci fetişizmidir.
Bu tartışmaları ele alan bir çalışmada şöyle denilmektedir:
“Toplumu proletaryadan ‘kurtarmak’ bir yana, bugünün gittikçe daha ileri mekanizasyonu ve yarı-otomasyonu, toplumu başarılı yığın grevlerine daha duyarlı hale getirmektedir. Elbet böyle birşey, tam-otomatize bir toplum için geçerli olmaz… Ancak baştan sona otomatize bir ekonomi artık değer ve meta üretiminin olmadığı bir ekonomi demektir. Kapitalizmdeyse böyle bir duruma tam olarak ulaşılması bir yana, yakınlaşılamaz bile.” (Ernest Mandel Tartışma Defterleri s. 5 ve 14)
“Marx Grundrisse’de sabit sermayedeki, yani modern makinalardaki gelişimin çelişkili mantığını, en ince noktasına kadar araştırdı. Eğer bu gelişim, insan emeğini radikal bir şekilde üretim sürecinden uzaklaştırma noktasına varırsa, bu durumda değer üretimi ve değer elde etme süreci, yani artık-değer yaratımı ve kâr için üretim, diğer bir deyişle kapitalist pazar ekonomisi ve meta üretimi bir saçmalığa dönüşecektir. Çünkü artık-değerin ve kârın kaynağı makinalar değil, sadece canlı işgücüdür. Robotlar değil, sadece canlı işgücü değer yaratır ve böylelikle meta üretimini olanaklı kılar. (a.g.e s. 16)
Devamında Mandel, “sermayenin eksilen değerlendirilmesi” ve robotlar tarafından üretilen mallar yığınının eksilen sürümü gibi faktörler nedeniyle kapitalizmin yapısal bir krize gireceğini azalan istihdam ve işgücünün azalan değeriyle muazzam boyutlara varan karmaşık makinalar yığınının değerini koruyabilmek için artan bir kalifiyelik düzeyinin eşlik ettiği canlı işgücünün artan sorumluluğunun bir gerilime yol açacağını, bunun da krizin derinleşmesinde ve uzamasında rol oynayacağını belirtmektedir:
“Ancak bu tarihsel otomasyon eğiliminden, işçi sınıfının organik olarak zayıfladığı şeklinde herhangi bir otomatik eğilim çıkarılabilir mi?” Kesinlikle hayır. İlk olarak, kapitalizmde tam otomasyonun tam da açıklanan bu nedenlerden dolayı geniş bir alanda fiiliyata geçmesi olanaksızdır. Karşımıza çıkan şey, tam otomasyondan ve eskiye göre daha az değil, daha fazla çalışma saatini gerektiren, yeni doğan -ya da gelişen- üretim dallarından oluşan melez bir kombinasyondur.”
Sonuçlar itibarı ile bakarsak, otomasyon, üretim sürecinde mikro elektroniğin ve robotların kullanılması:
1) Sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasını ortadan kaldırmamış, aksine bunun yol açtığı proleterleşme sürecini hızlandırmıştır.
2) Otomasyon ve yeni üretim teknikleri işçi sınıfının yapısını ve bileşimini etkilese de, canlı işgücünü veya işçi sınıfını büsbütün gereksiz hale getirmemiştir.
3) Otomasyon sonucu üretim sürecinin dışına itilen işgücü kitlesel işsizlik ve yoksullukla karşı karşıyadır.
4)Bu gelişme çalışma saatlerinin azaltılmasını kendiliğinden getirmemiştir.
5) Üretimde bir artış olması, geniş kitleler açısından temel ihtiyaç maddelerinin rasyonel ve ihtiyaç kadar elde edilmesi sonucunu vermemiştir.
6) Bu kitlesel üretime rağmen “üçüncü dünya” ülkelerinin açlık ve sefaleti yok olmamıştır.
Bunlara benzer örnekler çoğaltılabilir. Özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde yaşananlar “daha rasyonel bir kapitalizm” yaratmamış, kapitalist sömürü mekanizmalarının yarattığı sorunları yumuşatıp azaltmamıştır. Kapitalizmi ortadan kaldırmadan da bu çelişkileri kaldırmak mümkün değildir.
Türkiye
Türkiye’de son on onbeş yıldır geri çekilen sosyalizm karşısında burjuva düşüncesi “sol”dan önemli ölçüde destek almıştır. Sınıf politikasının hem alanının, hem de tabanının daraldığı önermesi sosyalist hareketin bir bölmesinde ve sendikal önderliklerde yer bulmuştur. Böyle bir ortamda işçi sınıfı, sınıf mücadelesi, Türkiye işçi sınıfının durumu üzerine çözümlemeler ister istemez gündemimizde ağırlıklı bir yer edinecektir. Üstelik, işçi sınıfına “elveda” denilen bir dönemde Türkiye’de 89’dan bu yana kesikli de olsa işçi eylemlerinin yaygınlaşması, altıyüzbinin üzerinde işçinin işten atılması, sendikal politikada tıkanma, konuyu daha da yakıcı kılmaktadır. Bunların yanısıra, bu ülkenin kaderinin ve geleceğinin kentlerde belirleneceğini söylemekteyiz. Bunu belirleyen toplumsal güç işçi sınıfı olacaktır. Tam da burada, Türkiye’de işçi sınıfının durumunu incelerken, işçi sınıfını çevreleyen “kent küçük burjuvazisi” ve “kent yoksulları” kategorilerinin bir noktadan sonra apayrı bir kategori olarak incelenmesi bazı zorluklar ve karışıklıklar yaratacağı için, bu kesimleri işçi sınıfı ile ilişkileri içinde incelemenin daha toparlayıcı olacağına inanıyorum.
Türkiye’de küçük burjuvazi dediğimizde köy ve kent küçük üreticilerinden, serbest küçük mülk ve ticaret sahiplerine kadar çok geniş bir kesimi anlatmak istediğimiz anlaşılabilir. Ama bu genel tanımın ötesinde küçük burjuva kökenden gelenlerin üretim sürecindeki yerinden, ekonomik pozisyonuna kadar, yaşam biçim ve mahallerinden, siyasal ve ideolojik yönelimlerine kadar kapsayıcı ve küçük burjuvazi içindeki ayrışmaları da göze alıcı bir çalışma gerekir.
Küçük burjuva kökenden gelen ve üretim sürecinde yer alan mimar, mühendis gibi teknik kadroların ve memurların işçi sınıfından apayrı tanımlanabilecek kendine özgü çıkarları yoktur. (Tabii yüksek bürokratlar ve maaşlı müdürleri düzenin bir uzantısı haline geldikleri için bunları ayrı tutuyorum)
“Beyaz yakalılar”ın üretime yakın olanları kapitalist üretimin veya fabrika üretiminin gereksindiği bir emek biçimidir ve bu anlamda işgücünü satan bir işçi ile aynı durumdadırlar. Özellikle memurların ve kamu personelinin gelir düzeyleri son yıllarda iyice bozulmuştur, gelir düzeyi açısından ve üretim sürecindeki yeri itibarıyla yap-satçılık yapan mimar/mühendis kesimlerinden tümüyle farklılaşmışlardır.
“Özellikle gecekondu tipi yaşam biçiminin egemen olduğu konut koşullarının işçi sınıfını kentli tüm alt-orta gelir sahibi toplumsal gruplarla (hatta son yıllarda artan oranlarda memurlar ve alt düzey “beyaz yakalılar” ile) birleştirdiği söylenebilir. (K. Boratav 1980’li Yıllarda Türkiye’de Toplumsal Sınıflar ve Bölüşüm s. 109)
Örgütlenme açısından, mavi yakalı işçilerin örgütlenmesinin önünde bile yasal, fiili baskıların, engellerin olduğu Türkiye’de önsel olarak beyaz yakalıların üretim sürecinde bulunanlarının örgütlü olmayışlarına bakarak bunların örgütlenmeye yatkın olmadıkları sonucu çıkarılamaz. 12 Eylül gibi bir dönemden geçilmişken, kimlerin siyaset yapıp yapmayacağı, kimlerin sendikalı olup olmayacağı yasayla sınırlanmışken böyle bir yaklaşımda bulunulamaz. Ayrıca Türkiye’de bir Tüm-Der, Töb-Der, Tüted deneyleri yaşanmışken ve son günlerde kamuda çalışanların grevli, sözleşmeli sendikalaşma talebi varken kestirmeci çözümlemelere rağbet edilmemelidir.
Türkiye’de bu kesimler ağırlıkla “sosyal demokrat” söyleme yakın durmaktadır ve büyük çoğunluğuyla bu söylemin iletişimsel araçlarının muhatabı olmuşlardır. Burada, beyaz yakalıların mavi yakalılara göre egemen ideolojiye yatkın olup olmadıkları dikkatle izlenmesi gereken bir konudur. Bu kesimlere yönelik bir çağrı ve örgütlenme çalışmaları bu kesimlerin işçi sınıfı ile yakın sorunlarına ve çıkarlarına yönelik bir seslenme olmalıdır. Kapitalizmin kriz dönemlerinde işçi sınıfına katılan küçük burjuvazinin alt kesimleri ve küçük burjuva kökenli beyaz yakalılar, sınıfa sadece olumsuz anlamda “küçük burjuva değer yargıları”nı taşımazlar, onlar bir yanıyla kendi radikalliklerini de sınıfa taşırlar.
Özellikle sanayinin yoğun olduğu kentlerde ve bölgelerde her fabrikanın çevresinde, o fabrika ve üretimi ile varolan (hammadde, son ürün veya herhangi bir ürün açısından bağımlı) “küçük üreticiler” kesiminin mutlaka yer aldığı, üretme-satma faaliyeti içinde bulunduğu gözükür.
Örnek: Deri kundura fabrikalarının çevresinde boyacılar, cam fabrikalarının çevresinde dekor atölyeleri gibi…
Eğer küçük üretici fabrika, sanayi tarafından eziliyor, yok ediliyorsa, kapitalizm karşıtı bir söylemin bu kesimlerde yer bulma şansı artıyor, tersi olursa, yani fabrika üretimi ile ilişkiler bu kesimlere işçilerin ve memurların gelir ve yaşam koşullarının üzerinde bir imkan sağlıyorsa, daha geleneksel ideolojik motifler yer buluyor, geleneksel tutuculukları artıyor.
Şişecam Paşabahçe direnişinde Genel Müdür Adnan Çağlayan’ın söyledikleri bu açıdan ilginçtir:
“Bakkal, manav, işçinin ya amcasının oğlu, ya dayısı, ben bu kadar tepki beklemiyordum” demişti Çağlayan… Benim mealen aktardığım, günlük basına da yansıyan bu sözler bir gerçeği ifade ediyor.
Böyle bölgelerde ekonomik hayat açısından özellikle pazarcı esnaf vs. gibi kesimler bir yanıyla işçi sınıfına da bağımlıdır -sadece aile bağları nedeniyle değil işçinin üretici ve aynı zamanda tüketici olma özelliğiyle de- ve işçi hareketinden etkilenirler.
Bu kesimler, ekonomik faaliyetleri farklı olsa da, yaşam mahalli ve kafa yapısı açısından sınıfa yakın özellikler taşırlar, elbette bunda işçi hareketinin gücünün ve eyleminin sağladığı “zor” da hesaba katılmalıdır.
İşçi sınıfı ve hemen çevresindeki kent küçük burjuvazisinin bu kesimleri birbirinden ideolojik açıdan çok fazla farklı değildir ve toplumsal hayatta belli bir bütünleşmeyi yaşarlar. Ancak yine de şu eklenmelidir: Bu kesimlerin gelecekleri belirsiz olduğu, kendi güçlerine güvenmelerini sağlayacak “ortak duygu” ve örgütlenmeden yoksun oldukları için salınımlar fazladır ve tabi oldukları güçler nesnelliğe bağlı olarak değişkenlik gösterir. Fabrikaların yoğun olduğu bölgelerde, kent küçük burjuvazisinin yönelimini belirlemede, mahallesinde, bölgesinde doğrudan ilişkide bulunduğu işçi sınıfının, örgütsel gelişkinliği ve siyasi olgunluğunun büyük rolü vardır.
Kent küçük burjuvazisinin işçi sınıfı hareketinin etkisi altına mı gireceği, yoksa burjuvaziyle bağlanmalara mı girişeceği bu açıdan da önemlidir.
Bu kesimler tarihsel olarak ve devrim pratikleri açısından baktığımızda faşist hareketin kitle tabanını oluşturmaktan, sosyalist bir iktidarın destekçisi olmaya kadar farklı eğilimler göstermişlerdir.
Bugün Türkiye’de bir fabrika işçisini kent yoksulundan, küçük atölyede çalışandan bu bakımdan ayırdetmek elbette mümkündür.
İşçi Sınıfının Yoğunlaştığı Kentsel Coğrafya
Kentleşme olgusu, toplumsal yapıdan ayrı düşünülemez. Bugün egemen söylem tarafından istenmeyen ilân edilen/yadırganan “şehire yeni gelenler” ve onların kültürleri tamamen kapitalizmin ürünüdür.
Kentlerde kabaca iki ayrı toplumsal kesimin bulunması sınıfsal belirlenmenin mekana yansıyan görüntüleridir. Bu insanlar bu koşullarda yaşamayı çok sevdiklerinden değil, gelir dağılımı ve bölüşümü başka türlü yaşamalarına imkan tanımadığı için böyle yaşıyorlar. Özellikle büyük sanayi kentlerinde yaşayanların iki kesime ayrıldığı kabul gören bir anlayıştır.
“1980’lerde şehirde yabancıları buluşturan mekanlar, farklı sınıflardan insanların rastlaşabileceği zeminler neredeyse bütünüyle ortadan kalktı. Etnik temellere dayalı geleneksek mahallelerin yerini sınıfsal temelli mahallelerin alması gerçi yeni değil… 80’lerin farkı zengin ve yoksul mahallelerini birbirinden tümüyle ayırması olduğu kadar, farklı sınıflardan insanların rastlaşabileceği, ilişki kurabileceği ortak mekanları da hemen hemen tümüyle ortadan kaldırması. Artık yalnızca semtler değil, zengin ve yoksulların alışveriş merkezleri, eğlence yerleri, iş muhitleri de ayrışmış durumda.” (Vitrinde Yaşamak Nurdan Bilek s. 71)
İşte kentlerin önemini vurgularken ve Türkiye’nin kaderi ve geleceği kentlerde belirlenecek derken bu sınıfsal yığılma ve yoğunlaşmayı kastediyorum. Ancak bir şey unutulmamalıdır. Sömürülen işçi sınıfı bu tabloda kendisine yakın halkalar yaratmıştır. İş merkezlerine ve fabrikalara yakın veya hemen çevresinde örgütlü işçi sınıfıyla, marjinal kesim ve diğerleri bir arada ve içice bulunmaktadır.
Gecekondular da, işçi sınıfının büyük bir bölümünün ve marjinal kesimin istihdamında ve düşük ücret düzeyinin korunmasında önemli bir işlev görürler. Daha iyi ve sıhhatli konutlarda oturmak yeni ihtiyaçları gündeme getireceği için daha yüksek bir ücret talebi ve baskısı da gündeme gelecektir. Ne kadar şikayet edilse de bu, kapitalizmin göz yumduğu bir uygulamadır. Gecekondularda oturanların seçimlerde oy potansiyeli açısından ve genel olarak politik ağırlığı buna eklenmelidir.
Şimdi gelelim asıl soruya… Kentin asıl sahipleri kim?
“Kenti daha gün başlamadan sabahın erken saatlerinde uyandıran, şehre hareket ve canlılık kazandıran, sabahın erken saatlerinde mesaiye başlayan çöpçüler, otobüs şoförleri, işçiler ve diğer emekçi ücretli kesimlerdir.” (Daha ayrıntılı bilgi için bak. İ. Tekeli, Y. Gülöksüz, T. Okyay, Gecekondulu, Dolmuşlu, İşportalı Şehir, s.49-50)
Benim kentleşme olgusunu bütün yönleriyle açıklamak gibi bir amacım yok. Amacım, daha çok işçi sınıfının yaşantısı, tüketim alışkanlıkları ve sınıfın marjinal kesimlerle ilişkisi dolayımıyla kentleşme olgusuna göz atmakla sınırlı…
Öyleyse marjinal kesim nedir?
Hiçbir toplumsal güvenceye sahip olmayan, köyden gelip büyük şehirler çevresine yerleşen, sürekli bir işten yoksun, büyük sermayeye sahip olmadığı için büyük çapta iş kurması mümkün olmayan, daha çok aile içi yardım ve dayanışma ile belki bir işporta tezgâhına sahip, kendi emek gücünü kullanan geniş emekçi kesim…
Sanayinin gereksindiği “emek” özelliğinin dışında daha çok hizmetler alanında emeğine ihtiyaç hissedilen marjinal kesim, kapitalist gelişmenin ve kapitalist kentleşme olgusunun ortaya çıkardığı bir olgudur. Bu akıcı emekten faydalanma aynı zamanda kapitalizmin manipüle etme özelliğinin de bir parçasıdır.
Bu kesimlerin siyasi bilinçlenme ve siyasi eylemde bulunmasının koşulları başlıbaşına inceleme konusudur. Marjinal kesimin “lümpen proleter”leşerek, kent hayatını tehdit edici boyutlar da kazanan “gerici” bir odak mı olacağı, yoksa işçi sınıfının hemen yakınında “devrimci” bir güç mü olacağı tartışmalı bir konudur ve ancak durağan olmayan, belli bir hareketlenme ve kriz koşulllarında anlaşılabilecek bir şeydir.
Ancak bugünden bazı yaklaşımlarda bulunmak yine de mümkündür.
Marjinal kesimin insanları daha çok kır yoksulu ve yarı göçmen oldukları için, kentte gecekondulu yaşamları her türlü yoksunluğa rağmen geldikleri yerlere kıyasla daha iyi olduğundan, geri bilinç yapılarının da bir sonucu olarak ellerindekine daha çok sarılırlar ve bunları da kaybetme korkusu onları düzene bağlanmaya götürür.
Fabrika işçileri gibi birlikte çalışmaktan gelen “dayanışma” ve sınıf duygusuna sahip olmadıkları için, kendiliğinden bir devrimci güce dönüşmeleri de mümkün değildir, daha çok bireysel tepki ve boşalma yollarını denerler.
Bunlara ek olarak işportacılık ve pazarcılığın yaygınlaştırılması, gecekondulara tapu dağıtımı ve yerel yönetimler aracılığıyla altyapı hizmetlerinin getirilmesi, bu kesimlerin düzene tepkilerini engelleyerek, tampon görevini yerine getiren politikalardır ve bu yönüyle kapitalizmin yastığı işlevini görürler. Diğer yandan eski işçi mahallelerindeki örgütlü işçi sınıfının elde ettiği daha iyi konut, daha iyi altyapı hizmetleri ve kültürel değişimin farkındadırlar ve ondan etkilenirler.
Günlük politikada, burjuva partileri ve politikalarıyla aynı kulvarda kalarak bu kesimlere yönelmek mümkün değildir. Bu kesimlere yönelik etkili bir sosyalist politika, düzen karşıtlığı ile şekillendirilmiş ve kentsel yaşamın olanaklarının altını çizen, eşitlikçi bir kimliğe sahip olmalıdır.
Buradan Türkiye’de emeğin bazı özellikleri olduğu, örgütlü işçi sınıfının şekillenmesine ve mücadelesine bu özelliklerin şu veya bu ölçüde etki yaptığı kabul edilmelidir. Soruna biraz işçi sınıfı özelinde yaklaşmayı deneyelim: Türkiye’de 1950’li 60’lı yıllarda işçi olmak, memur olmaya, küçük esnafa göre daha düşük daha aşağılayıcı statüye sahip olmak anlamına geliyordu. 60’lı yıllardan sonra toplumsal yaşamda ve politik süreçlerde işçilerin öneminin anlaşılması, işçi sınıfının mücadelesinin hızlanması ve elde edilen kazanımlar, işçi sınıfının ayırdedici yanlarını ve özelliğini daha belirgin hale getirdi.
Öncelikle bir saptamadan yola çıkarsak, Türkiye işçi sınıfının “farklılık”larını tarihi evrimindeki ayrımları göstermek mümkündür. (İşçi sınıfını Avrupa işçi sınıfının doğuşu ve gelişimi ile ve işçi sınıfını çevreleyen diğer emekçilerle farklılıkları anlamında) Ama bu farklılıkları ve ayrım noktalarını abartıp sonuna kadar götürmek son derece yanlıştır.
Tarihi gelişme ve Türkiye’deki sanayileşme stratejileri açısından bugünkü sanayi ve endüstrinin diğer kollarındaki işçileri önceleyen, askeri tersane ve işyerlerindeki emekçiler, madenciler ve tarımsal emek gibi öncülleri bugünkü işçilerin ataları olarak kabul edebiliriz. İşçi sınıfını önceleyen, sınıfa yeni üye veren kesimlerin heterojen oluşları -bu bugün de geçerlidir- ve bu olgunun yanısıra, sözü edilen kesimlerde burjuva ideolojisinin etkilerinin çokça hissedilmesi, sınıfın ideolojik yapısını genel olarak ciddi bir biçimde etkilemiştir.
Türkiye’de işçi sınıfının bazı özellikleri var demiştim: “Bizim araştırmamızda işçiler, genellikle uyku ve dinlenme bakımından sabah vardiyasını tercih ettiklerini söylediler… Oysa Maurice’in araştırmasında aynı oran yüzde 15 düzeyinde. Aile hayatındaki güçlüklere verilen önem bakımından ise belirgin bir farklılık yok. Buna karşılık, Batı’daki işçiler boş zaman kalmasından çokça söz ediyorlar. Batının gelişmiş sanayi toplumlarında iş dışındaki uğraşlara ayrılacak “boş zaman”a daha çok önem verilmesini doğal karşılamak gerek” (Kapasite Kullanımı Açısından Vardiya Düzeni -Sorunlar, Uygulamalar, Öneriler, Ankara, 1981 M.P.M. yayınları s.10) Batılı bir ülkenin işçisi ile bizim ülkemizin işçisi arasındaki belirgin farklılıklardan birisi bu. Batılı işçi boş zamana toplumsal etkinliğe katılma açısından yaklaşırken -ne yaptığından bağımsız- bizde ankete katılan işçilerin ikinci bir iş tuttuklarını, ikinci bir işin ne olduğu sorulduğunda ise, fabrikaların kurulduğu yere ve işçilerin yerleşimine bağlı olarak, ya geçimlik tarımla uğraştıkları, ya mahalle arasında gezginci satıcılık yaptıkları, ya da kahve ocağı işlettikleri görülüyor.
Elbette bu işçilerin ekonomik nedenlerden dolayı ikinci bir işte çalışmak istediklerini gösterir, ama en azından onun kadar, Türkiye işçi sınıfının bileşiminin ve kültürel gelişkinliğinin de bir göstergesi olarak kabul edilmelidir.
Boratav da kitabında bazı rakamsal araştırma sonuçları veriyor ve şu tespiti yapıyor:
“Dolayısıyla, Türkiye’de tarım dışı işçi sınıfının ve hatta sanayi işçilerinin henüz tam kentleşmiş oldukları söylenemeyeceği gibi, yarı-köylü özelliklerin ağır bastığı da söylenemez.”
Sonrasında ise işçi sınıfının, proleter kimliği tam kazanamamasının kırsal bağlardan ziyade, kentsel geçmişin yakınlığı ve belki de daha önemlisi Türkiye kentlerindeki toplumsal yapının, küçük burjuva özellikleri fazlasıyla içeren heterojen ve karmaşık toplumsal örgüsünden kaynaklanıyor olmasıdır (aynı yapıt s. 107)
Bu konuda gidilecek en uç nokta, Türkiye işçi sınıfına 18-19. yy. Avrupa işçi sınıfına bakan gözlüklerle bakmak, Engels’in tanımladığı,, Gorki’nin tasvir ettiği işçileri, onların hayat tarzlarını aramak ve bunları bulamayınca, “proletarya tanımı”ndan vazgeçmektir. Bir diğer uç ise, sınıfın bileşiminin ve alışkanlıklarının çok değiştiği, sınıfın diğer kentli sosyal tabakalarla kaynaştığı, sınıf olma özelliğinin kalmadığı konusundaki gerici düşüncedir.
Bir kere fabrika hayatı ve üretim ilişkileri düzlemi sınıfı diğer emekçi kesimlerden ayıran temel maddi etkendir ve sınıf kültürünün oluşmasına doğrudan etki yapar. Yüzlerce hatta binlerce işçinin yıllarca aynı üretim sürecini, aynı işyerini paylaşması sınıfı değiştirici bir iç kültürün de oluşmasına doğrudan etki yapar ve sınıfın verdiği tepkiler de üretim ilişkileri ile sıkı sıkıya bağlantılıdır.
Sermaye açısından, İngiliz sermaye sınıfının, işçi sınıfına yönelik özel önlem ve uygulamalarının gecikmeyle de olsa, Türkiye burjuvazisi tarafından işçi sınıfına karşı uygulanması yine üretim ilişkileri düzleminin, tarih bilinci ve kültürünün sonucudur.
Türkiye işçi sınıfının gelişiminin, 18-19. yy. Avrupa işçi sınıfına göre,, günlük hayat biçiminden, konut edinme şekline, tüketim alışkanlıklarına göre farklılıkları olması yukarıdaki gerçeği değiştirmez, ayrık ve ortak birçok yerler göstermek mümkündür.
Buna bir örnek, “şirket lojmanı” uygulamasıdır. Aynı işletmede aynı aileden birkaç kuşağın bir arada veya birbirini izleyerek çalışması geleneği 1950’li yıllarda kamu kuruluşlarında ve özel sektörde (Tekel Şekerbank Şişe Cam vs. gibi) eski işletmelerde yaygın olarak uygulanan bir gelenektir bunun nedeni de aynı ailenin bir işletmede çalışmasının patron adına kontrol mekanizmasını daha fazla sağlıyor oluşudur. 1950’lerdeki bekar lojmanları, vasıflı işgücünün disipline edilmesi ve fabrikalara çekilmesi için kullanılmıştır. Kabul edilmelidir ki lojman bir işçi için hiçbir zaman kendi mülkü olan konutun yerini tutamaz, gecekonduya göre daha iyi bir yer olsa bile işçinin ne köyündeki ne de kentte sahip olacağı sürekli ikâmetgâhı değil, sadece yatıp kalktığı bir yerdir. Türkiye’deki işçilerin bugün bile konut edinme ile ilgili olarak Avrupa işçi sınıfından farklı oluşu “geleceğe güvensizlik” ile ilgili bir sorundur ve sınıfsal farklılaşmayı ve kültürü belirleyen ayrımlar değildir.
Türkiye işçi sınıfının daha kalıcı bir farklılığı ise, ideolojik olarak ve köken açısından devrimci bir gelenekten beslenmemiş oluşuyla, burjuvazinin ve devletin işçi hareketini kontrol yeteneğidir. Türkiye işçi sınıfının İttihat ve Terakki döneminden burjuva devrimi ve Cumhuriyet dönemi dahil, Türkiye’nin yakın tarihindeki siyasal alt üst oluşlarda oynadığı rolün son derece sınırlı oluşu önemsenmelidir. Buna işçi sınıfını çevreleyen köylülük ve “küçük üretim”in hep muhafazakâr oluşu da eklenmelidir.
Bunlar işçi sınıfının yaşama biçimini belirleyen, toplumsal ve kültürel gelişmelere ilgisini etkileyen faktörler olarak kabul edilebilir. Ücret düzeyinden, oturduğu konutun durumuna, güçlü sendika geleneğinin olup olmamasından, politik olma düzeyine kadar birçok faktör büyük bir önem taşır. Düşük ücretle çalışan, çalışma yoğunluğu yüksek, her an işten atılma korkusunu yaşıyan işçinin siyasal – kültürel toplumsal hayata katılmaya ne cesareti ne de zamanı olacaktır.
İşçi sınıfının bütünü üzerinde sürükleyici önder rol üstlenen “öncü işçi” diye nitelendirilenlerin, zihinsel ve teknik becerisi yüksek işçilerin arasından çıkması tesadüfi değildir.
Onun için iş güvencesi ve çalışma saatlerinin düşürülmesi için mücadele yaşamsal önemdedir. Sendikalara bu konuda büyük görevler düşmektedir. Sendikalar, parasal talepler kadar bu iki konuda da mücadele vermek, ayrıca işçilerin kültürel ihtiyaçları ve kent yaşamının sunduğu hazlardan yararlanma bilincini, toplumsal sorumluluğu da yerleştirmelidirler. Çünkü işçinin ihtiyaçları arttıkça, toplumsal, sınıfsal sorumluluğunun bilincine vardıkça bunların karşılanması talebi de yükselecektir.
İşçi sınıfının yaşam standardının düşük olmasının “proleter koşulları” arttıracağı, proletaryanın mücadelesini hızlandıracağı genellemesi de doğru değildir. İşçi sınıfının 80 öncesi ve sonrası yaşayış tarzına baktığımızda, bir dizi uyum mekanizması geliştirdiğini görüyoruz (bak. K. Boratav) Marx’ın, “proletaryanın zincirlerinden başka kaybedecek hiçbirşeyi olmaması” önermesinin, proletaryanın sefaletine vurgu yapan bir içerikle algılanmaması gerektiğini düşünüyorum. Kapitalist üretim ilişkileri koşullarında işçi sınıfının durumu, merkezi öneminden hareketle proletaryanın elde edecekleri yepyeni bir dünyanın, sosyalizmin kurucularını görmeleridir. Kısaca bu deyiş proletaryanın tarihsel rolünü anlatır ve Komünist Manifesto’nun sözü de bu anlamda işçi sınıfınadır.
Aynı yanlış algılama “işçi aristokrasisi”ni de yanlış tanımlamaya götürüyor. Üretim sürecindeki yeri ve konumu vasıfsız işçiden farklı olan seçkin ya da kalifiye işçileri işçi sınıfının “ince” kaymak tabakası “işçi eliti” diye nitelendirip bunları işçi aristokrasisi olarak nitelendirmek hatalıdır. Bir an için böyle olduğunu kabul etsek bile bu kesim hâli hazırda işçi sınıfının küçük bir yüzdesidir. Türkiye’de bu kesim de iş kazaları ve meslek hastalıkları, işsizlik tehditiyle karşı karşıyadır.
Burjuvazinin işçi sınıfını bölmeyi hedefleyen yeni projeler geliştirdiğini biliyoruz. Ama bu bir işçi eliti yaratmaktan daha çok, bir tarafta sendikalı sözleşmeli işçilerle, bütün bu haklardan yoksun hiçbir garantisi olmayan daha çok vasıfsız ve örgütsüz işçiler şeklinde bir bölünmedir ve Türkiye burjuvazisi ekonomik güçlükleri, sendikalı işçilerin tepkileri nedeniyle başka türlüsünü yapamamıştır.
Ücret sorunu ve farklılaşmasına gelince, yalnız vasıflı işçilerle vasıflı olmayan işçiler arasında değil, kalifiye işçilerin bile arasında yeri ve pozisyonuna göre bir ücret farklılaşması zaten vardır.
20. yy başlarından beri uygulanan teknolojik süreçlerle ilgili birçok ücret şeması ortaya çıkmıştır. Taylorist ve Fordist ücret şemaları ve montaj hattı uygulamaları buna örnektir. Burada esas olan ve sendikalara düşen görev, işçi sınıfının yöneticisi pozisyonunda olanlar dahil hayat şartları karşısında işçilerin yaşamını kolaylaştırıcı ve kültürel ihtiyaçlarını gidermeye yarayan bir ücret düzeyinin korunmasıdır.
“Lasalle’in ölümünden beri partimiz emeğin ücretinin göründüğü gibi emeğin değeri (ya da fiyatı) değil de biçimi olduğu yolundaki bilimsel görüşü benimsemiştir. (Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi-s. 37 – Sol Yayınları)
Ücretin özü işgücünün gerçek değeri değil kapitalistçe fiyatlandırılmış biçiminde oluşu nedeniyle ‘ücret yaklaşımları’ve ‘aristokrasi ücret ilişkisi’ çağrışımında dikkatli olunmalıdır.
Türkiye’de “işgücü” pazarında parçalanma ve çok katlılık vardır. Çok katlılık belli bir düzeyden sonra hayat standartları tüketim malları kullanımı ve alışkanlıklarında da bir farklılık yaratmaktadır.
Türkiye işçi sınıfının tüketim kalıplarındaki değişmeler büyük kentlerin işçi sınıfının katettiği mesafeyi göstermesi bakımından ilginçtir.
Artık Türkiye’de 1950’li yılların limon sandığının komedin yerine kullanıldığı iki şilte bir kilimden ibaret gaz ocaklı gaz lambalı evin bir köşesinde soğuk su testisinin olduğu en değerli lüks demirbaşın “teldo-lap”la sınırlı bir tüketim malları sahipliği ve yaşama biçimi yok.
Buradan 70’li yıllar ve 80 sonrasının işçi sınıfının tüketim malları paketinde ve kullanımında büyük değişiklikler olmuştur. Örneğin 1970’lerde özel araba sahibi olmak bir statü sembolüyken bugün statü sembolik olmaktan çıkmıştır. Kampanyalar çekilişler taksitli satışlar ve reklam vs. gibi kışkırtıcı etkenler ve son sözleşmelerle sağlanan nisbi yüksek ücretler kentlerde yaşayan işçi ve ücretlilerin bir bölümünün özel ara-baya sahip olma imkanını vermiş özel arabanın kendisi statü sembolü olma özelliğini kaybetmiştir. Bu sefer de ‘marka’lar statüyü belirler hale gelmiştir. İşçiler ve diğer ücretliler daha çok yerli montaj araba kullanırken sınıfsal tabakanın üstlerine doğru yolalındıkça prestij markalarına rağmet artmıştır.
Özel araba sahipliği kentsel işçi sınıfının kuşkusuz bir kesimi için söz konusudur ve araba sahipliği bir gelir dağılımı sonucu olarak kolay edinilmesi ve yaygınlaşması bugünkü bölüşüm düzeyinde belirli sınırlara sahiptir. Kentin dışında alışveriş merkezleri ve eğlence yerleri geliştikçe arabanın sağladığı hareketlilik örgütlü işçi sınıfını kent orta tabakaları ve küçük burjuvaziye yakın hale getirmekte arabasız yaşam düşünülemez hale gelmektedir.
“Burada kapsanan gruplar içinde yüksek tüketim kalıpları ücretli “beyaz yakalılar” grubu tarafından temsil edilmektedir(…) Görüldüğü gibi “mavi yakalı” işçiler ile kentli orta tabaka arasında dayanıklı tüketim mallarının bir bölümü için tüketim kalıplarında benzeşme ve yakınlaşma eğilimleri ağırlaşıyor… Buna karşılık işçi sınıfının tüketim kalıpları içinde istisnai olarak yer alan “lüks” bir grup (video telefon otomobil) bakımından orta tabaka tüketim düzeyi ile geniş farklar söz konusudur…(Boratav aynı yapıt s. 111)
“Farklı bir ifadeyle tipik işçi ailesinin fizyolojik ve geçimlik asgari düzeyde yaşadığı söylenemez.” (aynı yapıt s. 112)
Sanayide çalışan örgütlü işçi ile “küçük üretim”de çalışan işçinin tüketim düzeyi işyeri büyüklüğü sendikal mücadele gibi etkenler büyük şehir – küçük şehir gibi bölüşüm dengesizliğinin belirgin farklılıklar yaratması işgücü piyasasındaki katmanlaşma araya ayrımlar koysa da kentlerin işçi sınıfına yönelik politikalarda artık “açsınız yoksulsunuz ve bir lokma ekmeğe muhtaçsınız” söylemi fakir fukaralık edebiyatı kesinlikle geçerli olamaz.
Bununla birlikte gecekondularda yaşayan “işsiz” eğitim düzeyi düşük genç mesleki yetilere sahip olmayan kesimlerin üyeleri tümü çakmak gazı dolduran köşebaşı esnafı olamayacağına göre ya lumpenle-şerek düzen içi bir konum alacak ya da radikal bir kimlik kazanarak düzen karşıtı olacaklardır. Genç bir işsizin veya bir işçinin karşı karşıya olduğu bunca ku-tuplaştırıcı etmen bu genç insanları başka arayışlara yöneltecektir.
İşte bu nedenlerle sosyalist politikanın bu insanların yani kabaca işsizin yoksulun işportacının sesi ve vicdanı olacak genişlikte bir siyasal faaliyeti de örgütlemesi bu açıdan da önemlidir.
Sonuç olarak kentli nüfusun artışı kentlerdeki yeni faal (?) nüfusun ve ücretli işçilerin eski yapıdan farklı özelliklere sahip oluşu politika yapma tarzımızı da etkileyecek sosyalist siyaset gücünü ve dayanağını kentlerde bulacaktır.