Sosyalizmi hedef alan uluslararası ideolojik saldırı, iki ana noktada yoğunlaştı. Bunlardan birincisinde, sınıf mücadelesinin tarihe karıştığı ya da en azından belirleyici olmaktan çıktığı ileri sürülüyordu. İkinci başlık altında ise, artık bütün ideolojilerin ömürlerini doldurdukları ilan ediliyordu. Kısacası, sosyalistler takkelerini önlerine koyup bu “muazzam” değişimleri iyice bir değerlendirmeliydiler…
Bu saldırı, soldan pek çok insan devşirdi. Sovyetler Birliği’nde ve Doğu Avrupa ülkelerinde yaşananların, saldırıyı daha etkili kıldığı açık. Ancak ne olursa olsun, inanılmaz bir sığlık içinde öne sürülen mesajların bile alıcı bulabilmesini, yalnızca reel sosyalizmin başına gelenlerle açıklamak doğru olmayacaktır. Özetle, sosyalistlerin marksizmi algılayışlarında, eğitimlerinde bir şeyler vardı ki, söz konusu mesajlar bu kesimden alıcı bulabildi. Küçük bir ek açıklama: “Alıcı” derken, anti-marksist tezleri açık açık savunanları kastetmiyorum yalnızca. Aynı mesajların daha dolaylı etkisi altında, köşelerinde, dergilerinde ya da parti kongrelerinde kukumav kuşları gibi düşünenler de “alıcı” sınıfına giriyor bence.
Sosyalizmi hedef alan bu saldırının hızla yaygınlaştığı son on yılda dünyada ve Türkiye’de neler oluyordu peki?
Sosyal göstergelerdeki (eğitim, sağlık, kültürel yaşam) gerilemeden; başta Afrika’nın güneyi ve Latin Amerika, gelişmekte olan ülkelerin durumlarının daha da güçleşmesinden; mutlak yoksulluk düzeyinde yaşayanların sayıca artışından; gelir dağılımının iyiden iyiye bozulmasından söz etmeye gerek yok. Bence bunlardan daha ilginç olan nokta şurasıdır: Sınıf mücadelesinin geçmişte kalışının ve ideolojilerin sonunun ilan edildiği dönem, bir sınıf olarak burjuvazinin siyasal ve ideolojik saldırısının da son derece ileri boyutlara ulaştığı yıllara denk düşmüştür…
Örneğin Thatcher’a neden “demir lady” deniyordu? Herhalde bu, Thatcher’in kocasının karısı hakkında sağda solda konuşmasından değil, eski başbakanın sınıfsal tutumunun çok net oluşundan kaynaklanıyordu. Yoksa ben mi yanılıyorum?
Eğer dünya ve Türkiye bir başka dönemi yaşıyor olsaydı, liberal DYP’nin kurt politikacıları “iş güvencesine sahip olmanın insanları tembelleştirdiğini” açık açık söyleyebilirler miydi? 1 Yoksa bu “ideoloji” değil de bilim miydi? Bir takım medya soytarılarını yatıp kalkıp KİT’lerle uğraştıran dürtü nedir? Bütün bunların burjuvazinin ideolojik saldırısı kapsamında değerlendirilmesi yoksa biraz fazla fesatlık mı olur?
Kapitalizmin daha gelişkin kimi ideologları, düzenin bugüne dek ayakta kalabilmesini “refah devleti” politikalarına, Keynesci önlemlere ve sosyalizmin tehdit edici gücüne bağlarlarken bugün bu politikaların tefe konulmasının gerekçesi ne olabilir? Turgut Özal demiryollarının komünist rejimlere özgü olduklarını, “hür” rejimlerde ise otoyolların en başta gelmeleri gerektiğini söylerken hiçbir ideolojik kaygısı olmadan salt ekonomik teknik bir rasyonaliteyi mi vurguluyordu? 2
Türkiye kapitalizmi, dışa açılma sürecinde temel tercih olarak iç talebin kısılmasını zorladığında, bunun ardında yalnızca “ekonomi bilimi” mi vardı? Çalışma Bakanlığı’nca hazırlanan ve işten çıkarmaları sınırlayan tasarı işverenlerin neden bunca tepkisini çekiyor? Küllenen sınıf mücadelesini yeniden körüklediği için mi? Milli gelirden emeğin aldığı payın korkunç biçimde azalması “kemer sıkma” biliminin gereği midir?
Sosyalist militanın mayasında ne var?
Uzatmaya gerek yok. Aklı başında insanların, bu ve benzeri olguları “sınıf mücadelesinin belirleyiciliğini yitirmesi” ya da “ideolojilerin sonu” biçiminde değerlendirmeleri, olağan koşullarda mümkün değildir.
Ama, bir şeyler oluyor işte… Ve burjuvazinin katıksız sınıf çıkarlarıyla doğrudan ideolojik saldırıya geçtiği dönem, bazı solcuların sınıf mücadelesi ve ideoloji defterini kapattıkları dönem oluyor. “Saklamak için göz önüne koymak” diye bir deyim vardır. Burjuvazi ideolojik saldırısını ne kadar ayan beyan sürdürürse, kimileri çevrede o kadar fazla “ideolojisizleşme” görüyor. İngiltere’de, sınıf savaşı gerçeğini öteden beri gizlemeye çalışanların şimdi açıkça “evet bizler sınıf savaşçılarıyız ve zafer kazanmayı umuyoruz” dedikleri belirtiliyor. 3 Bizde ise Halit Narin gibi birkaç örnek dışında, bu gibi şeyler henüz açık açık söylenmiyor. Hoş söylense de, defteri kapatanların bundan ders alacaklarını sanmıyorum.
Yeniden sorumuza dönelim. Az önce söylendi: Reel sosyalizmin başına gelenlerin sarsıcı etkisini hesaba katsak bile, solda olup biten tek başına bununla açıklanmıyor. Şimdi şunu sormak gerekiyor: Solun mayasında, aldığı eğitimde, marksizme yaklaşımında, böyle dönemlerde kendisini özellikle savunmasız kılacak yerleşik kimi zaaflar var mıdır?
Bu soruya hiç çekinmeden “evet” demek gerekir.
Az sonra değineceklerimin salt Türkiye soluna özgü olduklarını sanmıyorum. Görüldüğü kadarıyla bu zaaflar ne son zamanlara ne de köklü bir marksist kültürü olmayan, bizim gibi ülkelere özgüdür. Hemen her yer için geçerli temel neden, tarihsel bir gerçekte yatar: Bir yanda, beklentileri ve siyasal ölçütleri açısından daha reel temellere oturan sosyalist militanlıkla, öte yanda, somut başarısızlıkların ilk plandaki yıkıcı etkilerini törpüleyip, yeni aranışları gündeme getirecek özgün marksist düşünce zenginliğini birbirinden ayıran mesafenin gereğinden fazla açılıp bir kopukluğa dönüşmesi…
Sonuçta, özgün marksist düşüncenin kendini siyasal planda gerçekleyebilme imkanları giderek daralmış, yok olmuştur. Öteki tarafta ise durum daha iç açıcı değildir. Sosyalist militanın varlık ve eylemlilik gerekçesini oluşturan ana rasyonalite ortadan kalktığında, bu militanın dağarcığında kendini yeniden üretebilmesine yarayacak pek az şey kalmıştır.
Bütün bunların pratikte tam olarak ne anlama geldiğini belki en iyi şöyle anlatabilirim: Bugün, eski Sovyetler Birliği’ni oluşturan BDT’nda, bütün Batı Avrupa ülkelerindekinin toplamı kadar komünist yaşadığı söylenebilir; ama aynı ülkede, bırakın Batı Avrupa’nın tümünü, bazı alanlar söz konusu olduğunda örneğin İngiltere’deki kadar marksist düşünür bulunup bulunmadığı hayli tartışmalıdır (!)
Buradan Türkiye’ye uzanacak olursak. En sonuncusu dahil Türkiye solunun yaşadığı savrulmalarda, özgün Marksist düşünce zenginliğinden aşırı kopuk kalmış sosyalist militan/kadro prototipi büyük rol oynamıştır. Halihazırda yaşanan, bu prototipin sahnedeki belirleyici yerinden çekilmesi, başka deyişle Türkiye sosyalist hareketinin kabuk değiştirme sürecidir.
Ancak, çizmeye çalıştığım sosyalist militan/kadro prototipinin marksizmden büsbütün kopuk, salt reel politiker bir formasyon taşıdığı sanılmamalı. Böyle bir iddia yok. Bu militan/kadro özgün, yaratıcı ve çözümleyici marksist dinamiklerden uzak kalmıştır hep; yoksa genel olarak bakıldığında o da belirli (ama biraz fazla belirli) bir marksizm yorumunu sahipleniyordu. Başka deyişle, ortadaki sorun, marksist temelin hiç olmayışı değil, bunun uluslararası planda aşırı daraltılıp standartlaştırılmış bir yorumunun üniforma gibi giyilmesiydi.
Bu noktada bir adım daha atabiliriz. Sosyalist pratiğin özgün marksist düşünce dinamiklerinden kopmasında bütün suç siyasal pratiğe ait değildir. Marksist düşünce çevrelerinde ortaya çıkan tartışmalar ve bazı temel ayrılıklar, tarafları giderek daha zıt uçlara itmiştir. Sonuçta, böylesi bir savrulmuşluk içinde yer alan iki ana yorum, siyasal pratiğin istediklerini veremeyecek ölçüde soyutlaşmıştır. Bir başka deyişle, gelişmeyi engelleyen bir kopukluğun, bizzat marksist düşünce ekolünün kendi içinde de var olduğu söylenebilir.
İşi bilmeceye çevirmemek için çok genel başlıklar halinde adlarını da koyalım. Bu, pozitivizme varan, aşırı nesnelci bilimci Marx yorumu ile bunun karşı kutbunda yer alan, ve neredeyse, nesnellik ve nedensellik öneren her yaklaşımı reddeden aşırı öznelci-iradeci yorum arasındaki kopukluktur.
Buradaki “kopukluk” sözü tuhaf gelebilir: Bu kadar zıt uçlar arasında kopukluk olmayacak da ne olacak? Ama, tam da böyle değil. Aslında son kopukluk, bir ölçüde ilk başta söz edilen kopukluğun ürünüdür. Sosyalist siyasal pratik ile özgün marksist düşünce arasındaki kopukluk, ikinci alandaki dinamikleri bir anlamda “sorumsuz” kılmıştır. Pratik ile terbiye edilebilecek pek çok yönelim, model, miras araştırması vb. bir tür inatlaşma içinde, giderek daha kurgusalcı (speculative) uçlara savrulmuştur.
Gelinen bu nokta için bir toparlamaya gidilebilir. Birincisi: Bugün özgün marksist düşünce birikimi ve dinamikleri ile sosyalist siyasallık arasında bir tür geçişme (ama birinin ötekini büsbütün ilhak edip kurutmadığı bir geçişme) sağlamak gerekmektedir. Bu yalnızca Türkiye için değil bütün dünya solu için geçerli bir görevdir. İkincisi: Sosyalist siyaset, önündeki teorik birikime ve tartışma “tutanaklarına” mutlaka en katı tercihlerle yaklaşmak zorunda değildir; başka deyişle pozitivizm, ile sübjektivizm arasında eklektizmden uzak ve gerçekten verimli sentez imkanları vardır. Üçüncüsü: Ortalama sosyalist militanın, bugüne kadarki marksist gıdasını oluşturan ve pek de yetkin olmadığı son saldırılar karşısındaki çaresizliği ile ortaya çıkan, yaklaşık 60 yıllık özel denge gereken yönlerden yoğun bir eleştiriye tabi tutulmalı ve yeni zeminler aranmalıdır. “Daha açık söylenirse, Sol Komünizm‘den Komintern’e oradan da 60’lı ve 70’li yılların SBKP tezlerine uzanan çizgi tarihsel haklılığı ve gerçekçiliği ne olursa olsun, sağlıklı öğeler ayıklandıktan sonra, öngördüğü statik ve sınırlayıcı marksizm yorumu ile bir kenara bırakılmalıdır.
Bu yapılmazsa ne mi olur? Sosyalizm “vazettikleri” ile karşılaştığı açmazlar arasındaki çelişki içinde boğulup kalır.
Tek tek görelim.
Sınıf mücadelesi nasıl “tezahür” eder?
Ortada bunca olgu varken sınıf mücadelesinin bittiğini ya da belirleyici olmaktan çıktığını düşünmek için, özellikle “mücadele” ve “belirlenme” kavramlarına belirli bir içerik verilmiş olması gerekir.
Bunu görmek o kadar güç değil. “Mücadele” sözcüğü, her biri seçilip izlenebilir çarpıcılıkta hareketler içindeki iki öğenin birbiriyle boğuşmasını getiriyor akla. Böyle olunca, “sınıf mücadelesi” için, burjuvazi ile proletaryanın aynı anda karşıt hareketlilik içinde olmaları bekleniyor.
Bu da olabilir. Ama sınıf mücadelesinin nesnelliği, böyle bir karşıt hareketliliği, zorunlu olarak öngörmüyor. Örneğin, 12 Eylül’ü izleyen 4-5 yıl içinde burjuvazinin işçi sınıfına karşı yoğun saldırıda bulunduğu bilinmektedir. İşçi sınıfı ise, bu saldırıya doğrudan karşıt hareketlilikle yanıt verememiştir. Ne var ki taraflardan birinin, yani işçi sınıfının bu tür bir hareketlilik içinde olmaması, 1980-85 yılları arasında Türkiye’de sınıf mücadelesi olmadığı anlamına kesinlikle gelmez. Çünkü sınıf mücadelesi, tarihsel olarak, zaman zaman meydan muharebeleri de doğuran bir gerilla savaşıdır.
Ayrıca, bu dönemde işçi sınıfının doğrudan bir karşıt hareket sergileyememesi, kendi başına mutlak hareketsizlik anlamına gelmez. Çünkü, işçi sınıfı ve emekçiler gerek bu dönemde gerekse daha sonra, burjuvazinin saldırıları karşısında kimi savunma yöntemlerine başvurmuşlar, bu amaçla bir takım ekonomik, sosyolojik kültürel uyum süreçlerine girmişlerdir. 4 Gerçekte bütün bunlar, sınıf mücadelesinin somut tezahür (manifestation) biçimleridir. Başka deyişle bu ekonomik, sosyolojik, kültürel olguların ve süreçlerin belirleyeni, sınıf ilişkileri ve mücadeleleridir. Burjuvazi (siyasal iktidar ve güçleri) ile proletaryanın doğrudan kapışmaları ise, sınıf mücadelesinin gündelik değil, ayrık tezahür biçimlerindendir.
Gene sınıf mücadelesi ve “belirlenme” sorunu açısından vurgulanması gereken ikinci bir nokta daha var. Sınıf mücadelesinin belirleyiciliği, birebir ve gündelik değil, dolayımlı ve tarihseldir. Örneğin P. Anderson’ın de işaret ettiği gibi, belirli bir üretim tarzının yapısal bunalımları, mutlaka sınıfların doğrudan kapışmaları ile ortaya çıkmayabilir; ancak, bu bunalımların çözümü, doğrudan doğruya sınıf mücadelesinin ortaya çıkaracağı müdahalelere bağlıdır. 5
Türkiye kapitalizmini 1980’e taşıyan bunalım da, özünde sınıfsal olsa bile, temel sınıfların 1973-80 arasındaki doğrudan kapışmasının ürünü değildir. Gelgelelim, belirleyici çözüm, işçi sınıfını doğrudan ve ikirciksiz biçimde karşısına alan bir sınıfsal müdahale ile bulunmuştur.
Sınıf mücadelesi kavramının irdelenmesinde dikkate alınacak bir nokta da, bu mücadeledeki iki temel sınıfın sahnede yalnız başlarına at koşturmadıklarının görülmesidir. İki temel sınıf dışındaki toplumsal kesimler, sınıf mücadelesinin bu kez çok yönlü ve daha dolayımlı biçimler almasına yol açar. Sözgelimi burjuva iktidarlarının, kırsal kesimdeki geleneksel yapıları çözücü politikaları, kentlerde ucuz işgücü yaratılması bağlantısıyla, proletarya ile burjuvazi arasındaki mücadeleye ilişkin boyutlar da taşır. Gene bunun gibi, küçük burjuvazi, marjinal alanlarda çalışanlar ve kent yoksulları, burjuvazinin temel sınıfsal çıkarlarının gerçekletmesinde nesnel olarak önemli roller oynarlar.
Özetle sorun, Marx’tan bu yana kapitalist toplumların neden iki temel sınıfa indirgenip yalınlaşmadıkları değildir. Sorun, iki temel sınıf arasındaki ilişkinin, diğer toplumsal kesimler ve ilişkiler üzerindeki (dolaylı ya da doğrudan) belirleyiciliğini sürdürüp sürdürmediğidir. İdeoloji de, en çok bu olgu ile ilgilidir.
O halde, sınıf mücadelesi olgusunun solun kimi bölmelerince bu kadar ucuza elden çıkarılmasında, eldeki modelin aşırı basitleştirilmiş olmasının ve “belirlenme” kavramının hep mekanik biçimde algılanmasının önemli payı vardır.
Sınıf mücadelesinin belirleyiciliğini daha dolayımlı ve daha tarih yayılımlı kılan bir etmen de, belirli bir ülkedeki sınıf mücadelesinin birikmiş sınıfsallık denilebilecek etmene açıklığıdır. Başka deyişle, belirli bir mekanda ve tarihsel uğrakta sınıf mücadelesinin sertliği, alabileceği biçimler vb. yalnızca o özel mekan ve tarihselliğin doğrusal uzantısıyla belirlenmez. Uluslararası sınıf mücadeleleri deneyimi ya da tarihsel birikimin aktardıkları, sınıf mücadelesinin, içinde cereyan ettiği özgüllüğe dışsal (exogenous) parametrelerini oluşturur. Bu etmen, sınıf mücadelelerini olağanüstü boyutlarda keskinleştirebileceği gibi, tersine yumuşatıcı bir işlev de görebilir. 6
Gelelim “indirgemecilik”e
Sınıfsal belirlenmeden bunca söz ettik. Şimdi, bütün bunlar “indirgemecilik” mi oluyor?
Böylece, marksizme ilişkin önemli tartışma konularına doğru bir adım daha atmış oluyoruz. Ancak, ne kadar önemli olurlarsa olsunlar bu tartışmalar zamanla şirazesinden çıkmıştır ve kimin neyi ne adına söylediği belirsiz hale gelmiştir. Örneğin Türkiye’de de, bazı çokbilmişler içinde, nedensellik ve belirlenme olan ne görseler buna “indirgemecilik” demeyi adet haline getirmişlerdir.
Görebildiğim kadarıyla sorun şu: Marksist sistem içindeki nedensellikler ve yasallıklardan mutlak zorunluluklar türetilmesi ve Marx’taki soyutlamaların bir türlü mutlak belirlenmecilik şeklinde algılanması, kimilerince indirgemecilik (reductionism) olarak tanımlanıp eleştirilmektedir.
Çıkış noktası haklıdır.
Ancak, indirgemecilik eleştirisi adına başlayan yolculuğun, hemen hemen her tür nedenselliğin ve yasallığın, ve bu arada marksizmin bilimsel yanının da inkar edildiği bir durakta bitebileceği ve çoğunlukla böyle bittiği unutulmamalıdır. Çünkü, marksizm adına çıkılan bu yolculukta, “aslında Marx’ta nedensellik ve yasallık yoktur” gibi bir konumun gene marksizm adına savunulabilmesi için insanların aşırı pişkin olmaları gerekir. Marx’ın bir uçtaki pozitivist yorumlanışı ile öteki uçtaki sübjektivizm (ya da Hegelci idealizm) arasında kendi adına “bilimci” bir üçüncü yol bulmak isteyen Althusser de “aşkın olmayan, geçişsiz ifadesiz nedensellik” diyerek, muğlaklaştırsa bile nedenselliği büsbütün boşlayamamaktadır; “tayin edici halkanın hangisi olduğunu belirleyen neden” diyerek de, dolaylılığı artırsa bile, marksist nedenselliği “yapısal nedenselliğe” büsbütün feda edememektedir. 7
Çünkü burası bir sınırdır. Aşılması, o kadar kolay değildir.
İndirgemecilikle savaştıklarını söyleyenlerden bir bölümünün meramı başka idi. Açıkçası bunlar düpedüz marksizm dışı bir çerçeve peşindeydiler (elbette Althusser bu kategorinin tamamen dışındadır). Ne var ki marksizmin itibarı, Marx’ın kendisinin de “indirgemeci” ilan edilip köşesine gönderilmesine elverecek düzeye inmemişken, bu niyet pek açık dile getirilmedi.
Peki, ya 1989-91 dönemecinde, yani solcuların eski inançlarını “batan geminin malları” olarak satışa sundukları o tiksindirici ve utanç verici dönemde neler oldu?
Ne olacak, işler iyice karıştı. Çünkü, Türkiye dahil dünyanın hemen her yerinde, bir dönemler gerçek indirgemeciliğin şampiyonluğunu yapanlar genel nedenselliklerden özel siyasal zorunluluklar türetmede başı çekenler, şimdi bilinmezciliğin, post-marksizmin bayrağına sarılıp kapağı başka yerlere atıyorlardı… Özetle kimileri, reel sosyalizmin dağlık kesimlerinden gelip, Yeni Sol’un bağlık kesimlerinde oturanların geleneksel zanaatlarına ortak çıkmaya başlıyorlardı.
Gerçekten de, son zamanların sosyalizm düşmanı yargılarının soldaki asıl alıcılarını, Yeni Sol’dan çok, Uluslararası Komünist Hareketin bu arada, Türkiye’de de TİP, TSİP ve TKP geleneğinin ahı gidip vahı kalmış kadroları oluşturmuşlardır. Bunlar, kaybolup gittiğine inandıkları yıllarının, çok “bilimci”, çok determinist dönemlerinin acısını günah çıkarma seanslarını andıran marksizm reddiyeleri ile unutmaya koyulmuşlardır. 8
Kaldığımız yerden devam edebiliriz.
Bilim/ideoloji ikiliği, marksizm bağlamında öteden beri tartışılmaktadır. Marx’ın bir bilim inşa etme çabası içinde olduğundan, bu yolda önemli mesafe aldığından kuşku duymak bence mümkün değil. Ancak Marx, kendi sistemini, bilim’den siyasete geçişin hissedilmeyecek ölçüde sorunsuz ve sarsıntısız bir aktarma teşkil edeceği noktaya getirmemiştir ve getiremezdi de. Bu nedenle, Marx’ın özgün düşünceleri ile marksist çıkışlı siyaset arasında her zaman bir “çevrilme” sorunu olmuştur. Özetle, marksist çıkışlı siyasetin, örgütlenmenin, devrim anlayışının vb. tümüyle bilim’e soğurulabileceğini sanmak, Marx’ı bilimden kopartıp ideolojiye indirmek gibi önemli bir yanlıştır.
Sürekli olarak gelişen ve değişen, verili andaki bütün belirlenimlerinin kestirilmesi mümkün olmayan süreci, tümüyle bilinebilir olan’a ve yasallıklara oturtmaya çalışmak beyhude bir uğraştır. Nedensellikler, yasallıklar ve bilim, gerçekliğin bütünü söz konusu olduğunda ancak parçalı, toplumsal-siyasal yaşamla ilgili boyut söz konusu olduğunda ise ancak öznellik karışımlı olabilir. Daha açık bir ifade ile şöyle söylemek mümkün. Bir: Siyasal özne, değiştirmeye çalıştığı yapıyı eksiksiz bilemez; bu yapının bütün bileşenlerini ve hareketlerini belirli yasallıklara ve nedenselliklere oturtup yola öyle koyulamaz. İki: Hem yapı hem de özne tarihsel anlamda birlikte belirlenmişlerdir. Üç: Öznenin kendini tarifi, dışsal ve statik değil, değiştirmeye yönelik eylemli ilişkili olduğu yapıdan hareketledir. Başka deyişle, herhangi bir öznenin, nesnelliğin içinden kendi öznellik payını çekip çıkarması da, kendini nesneye yönelik müdahalesinin büsbütün dışında tarif etmesi de mümkün değildir.
Eğer bütün bunlar doğru ise, insanları rahatlatmaya yetecek kadar doğru ve üstelik o kadar basit olan şu sonuç ortaya çıkarılabilir: Marksist çıkışlı bir siyasal özne için bilim’den beklenen, kendisi için rasyonel bir eylemlilik zemini hazırlayacak olan teori‘nin inşasına katkıda bulunmasıdır.
Daha fazla beklenti insanı, düş kırıklıklarına götürür. “Bilimsel sosyalizm” demek, sosyalizmin tek tek her olguya mutlaka bir bilimsel açıklama getirebilmesi demek değildir. Ya da, siyasal eylemlilik öncesinde öznenin gerekli bütün nesnellikleri ve yasallıkları keşfetmiş olması gerektiğini düşünmek de çıkar yol değildir. Çünkü, siyasal öznenin diğer “bilim nesneleri” ancak belirli bir eylemlilik içinde ortaya çıkabileceklerdir. Marksizmin apriorist (önselci) yanının deneyimci (experimentalist) yanla takviyesi bu nedenle bir zorunluluktur.
Kendi adıma söylersem Marx’ın 11. Tez’inin yorumlanacağı en verimli yaklaşım da budur.
Çare ütopya mı?
Buraya kadar gelmişken bir noktanın açıklığa kavuşturulması özellikle yararlı olacaktır. Marksizme ilişkin iki ana yorum, zaman zaman, belirli siyasal tutumlarla ilişkilendirilir. Buna göre aşırı, yasallıkçı ve bilimci Marx yorumları nispeten daha tutucu siyasal yönelimlere çanak tutarken, öznelci ve özerklikçi yorumlar daha radikal ve sol çıkışları beslemektedir…
Böyle bir eşleştirmeyi mutlaklaştırmak, son derece yanıltıcı olacaktır. Örneğin bugün, işçi sınıfının merkezi rolünü, iki temel sınıf arasındaki mücadelenin belirleyiciliğini reddeden, buna karşılık özerk ideolojik/siyasal girişimleri öne çıkaran marksizm yorumları çoğunlukla uzlaşmacı ve tedricici (gradualist) özellikler taşımaktadır. Marx’ın bilimci ve yasallıkçı yorumunun, doğası gereği “muhafazakar” bir yan taşıyacağı tezi uzun yıllar önce ortaya atılmıştı. 9 Bunda belirli bir haklılık payı vardır. Ne var ki, belirlenmeleri iyice dolaylılaştırıp özerk alanları ve buralardaki mücadeleleri öne çıkaranların, tekil söylemler dışında kapsayıcı ve sol bir öneri ile ortaya çıkabileceklerini gösteren hiçbir örnek yoktur. 10
Bilim/ideoloji ilişkilerinde uç noktalarda yer alan yorumların, bu noktalarıyla tam bir simetri oluşturamadıklarına dikkat etmek gerekir. Örneğin siyasal öznenin bilimsellikten çok büyük ölçüde koparak kendini ve hedefini salt ideoloji ile tarif etmesi mümkünken, salt bilimsellik temeli üzerinde siyasal eylem çizgisi kurabilmek mümkün değildir. Bu çerçevede, örneğin Althusser’in anti ideolojici çabalarının, sonunda öznenin de büsbütün ortadan kaldırılmasına kadar vardığı hiç unutulmamalıdır. Bunun yanı sıra, anti-ideolojici ve saf bilimci zorlamaların, siyasal bağlanmayı dışlayıcı bir boyutu ve etkisi de söz konusudur.
“Althussercilik” çok gerilerde kaldı. Ancak, ideolojiyi sosyalist eylemlilikten dışlamanın son zamanlarda gündeme gelen daha dolaylı bir başka yolu da sözkonusudur. Bu, “ideoloji öldü yaşasın ütopya” sloganı ile özetlenebilir.
Ne bilimden ne de ideolojiden umudu kalanların bu kez ütopyacılıkta karar kılmaları bir rastlantı değildir. Üstelik, kapitalizme karşıt akımların, bu arada bilimsel sosyalistlerin de ütopyalara sahip olmaları hem doğaldır, hem de gereklidir. Ne var ki, sosyalistlerin, bilim ve ideoloji alanlarını bir yenilgi psikozuyla terk edip Ütopya’ya iltica etmeleri bir sağlıksızlıktır. Yaşamı boyunca tüm cinsel yaşantısı cinsel fantezilerinden ibaret olan biri ne kadar sağlıklı olabilirse, tüm sosyalist yaşantısı ütopya kurgularından ibaret olan biri de ancak o kadar sağlıklı olabilir.
Bilim/ideoloji ikilisinin karşısına ütopyanın çıkarılması, sol çevrelerde zaman zaman dile getirilen basit bir kurguya dayanır. Eğer bilim istenen siyasal motivasyonu sağlayamıyorsa, ideoloji ise ağırlıklı olarak var olanı aklayıp tutucu bir işlev görüyorsa çare ne? İşte bu noktada, “yadsıyıcı”, “yenilikçi” ve “dönüştürücü” öğe olarak devreye ütopya sokuluyor. 11
Ancak çeşitli “eleştirel teoriler”de olsun, daha yeni başka ütopyalarda olsun güncel kilitlenmeleri kırmak şöyle dursun bunları zorlayacak öneriler bulmak bile mümkün değildir. Sözü edilen toplumsal-siyasal kilitlenmeler, ancak belirli düzeydeki kitlesellik ve siyasallıkla zorlanabilir. En çok seçkinlere yönelik işlevleri açısından önem taşıyan ütopya ise, kitleye dönük herhangi bir çekicilik taşımaz. Nihayet ütopyanın soyut düzeyde ayrıntılandırılması, genişletilmesi mümkün olsa bile, bundan hareketle geriye, yani güncele somut siyasal izdüşümler türetilmesi mümkün değildir.
Sosyalizm adına salt kendi başına kaldığında, ütopya apolitiktir; ütopyacılık apolitizmdir. Böyle olduğu için de, ütopya eylemsizliktir.
İdeolojik mücadele ile ideolojik hegemonya
İdeolojinin yerinin bilim ve ütopya gibi iki rakip karşısında tescili, ne yazık ki işleri sanıldığı kadar kolaylaştırmıyor. Çünkü bu kez de sahneye ideolojinin maddi temel karşısındaki “eklemlenmeci gücü”nü abartanlar, ideolojik hegemonyayı her şeyin başına alanlar çıkıyor. Öyle ki marksizme giydirilen pozitivist elbiseye karşı eleştirel tepkiler, bir sınıra gelip ciddi bir uyarıyla karşılaşıyor: Bu sınır aşıldığında gidilecek yer, gözünün alabildiğine uzanan bir bilinmezlikler, rastlantısallıklar, belirlenmemişlikler (ve tabi “eklemlenmeler”) ülkesidir…
Bu konuya ilişkin iyi bir başlangıç noktası biliyorum: “Kendini ideolojik sislerin dünyevi çekirdeğine karşı girişilecek doğrudan bir eylemle sınırlayan, ama bunların altüst edilip ortadan kaldırılmasını hiç dert edinmek istemeyen devrimci pratiği” eleştirirken, K. Korsch bir yere kadar haklıydı. 12
“Haklıydı” dedim; çünkü ideolojik kabuklarla tek tek savaşmadan tek sondajla cevheri ortaya çıkarmak mümkün değildir. Ama “bir yere kadar” dedim; çünkü sınıfın istenilen bilince ulaşmasının, diğer bütün ideolojik öğelerin altüst edilip ortadan çekildikleri bir aralığı ve temizliği temsil edeceğini düşünmek de fazla iyimserliktir. Kapitalist toplum içinde proletaryayı devrimci kılan, hatta onu iktidara yönelten dürtü bir siyasal belirlenme midir, yoksa ideolojik tortular ve bulaşıklıklardan büsbütün arınmış saf sınıf bilinci mi? Hiç kuşkusuz, mesele ne tek başına bir siyasal belirlenme ne de bilinç sorunudur; ikisinin oluşturduğu bileşimdir. Bu bileşimde bilincin elbette payı vardır. Ama bu, “büyük temizlik hamlesi” sonucu her tür yabancı öğe ortadan kalktığında bir güneş gibi doğacak saf sınıf bilinci midir? Proletarya, siyasal iktidarın eşiğine böyle gelebilir mi? Bunu düşünmek çok güç.
Özetle proletarya, içinde oluşup geliştiği kapitalist topluma son vermek için siyasal adımını attığında, tertemiz ellere ve sınıf bilinci dışında her şeye kapalı bir zihne sahip olmayacaktır. İnat için söylersek: Bu da bir reel sosyalizmdir…
Geldiğimiz nokta şu oluyor: Kapitalist toplumun ideolojik üstyapısına karşı özgün bir savaş vermeden tek bir sondajla arı sınıf bilincinin ortaya çıkarılabileceği düşüncesine yönelen haklı eleştiriler, bir yerden sonra bir tür “ön hegemonya” modeline dönüşmeye başlamıştır. İdeolojik hegemonya modelinin temelinde, ideolojinin zamanla bir tür “tarafsız saha”ya dönüşmüş olduğu düşüncesi yatar. Öyle ki, proletarya siyasal iktidarı ele geçirmeden de bu tarafsız sahadan galibiyetle ayrılıp çok büyük avantaj elde edebilecektir. Sonuçta büsbütün savunmasız kalan siyasal iktidar, işçi sınıfına teslim olma dışında bir rol göremeyecektir.
Şimdi olabildiğince açık konuşmak gerekiyor. Eğer üretim tarzı gerçekten de temel olma özelliğini yitirmişse, sınıf mücadelesi belirleyici olmaktan gerçekten çıkmışsa, o zaman üstyapıdaki öğelerin gerçekten de kim gelirse onun düdüğünü çalacak bir aidiyetsizliğe bürünmüş olmaları mümkündür. Biz de bunları, işimize geldiği gibi bir güzel doldurur, eklemler ve işi bitiririz…
Ancak, eğer üretim tarzı temel olma özelliğini sürdürüyorsa, sınıf mücadelesi hâlâ belirleyici ise, bu durumda gerçekten nötr denebilecek geleneksel kimi öğeler dışında, ideolojik yapıların sınıfsal-tarihsel belirlenmişlikleri onların içeriklerinin ve esnekliklerinin belirli bir noktadan sonra zorlanmasına izin vermeyecektir. Bunun diğer yönden söylenişi de geçerlidir. Eğer sınıf olgusu varsa, belirli sınıflar belirli ideolojik oluşumları içselleştiremeyeceklerdir. Sonuç şöyle belirginleşiyor: Karşıt sınıfın, geleneksel ideolojileri (belki de burjuvazinin tarih sahnesine çıkmasını bile önceleyen yapılar) çözüp ayrıştırması ve serbest kalan kimi öğeleri salt ideolojik gücüyle içselleştirmesi mümkün olabilir.
Ancak, doğrudan sınıf belirlenimli ideolojik oluşumların tek başına karşıt ideolojilerce çözülmeleri, etkisizleştirilmeleri, yok edilmeleri ya da teslim alınmaları mümkün değildir.
Dolayısıyla, ideolojik performans ne kadar güçlü olursa olsun, bunun asıl yararı karşı tarafı çözmesinden çok, beri tarafı pekiştirmesidir. Gene ideolojik performans ne kadar güçlü olursa olsun, son sözü siyasal güç ve siyasal iktidar söyleyecektir.
Yeni bir bilinçlenme modeli
Bunca işten söz edildi. Bütün bunları kim yapacak?
İndirmecilik kadar gına getirten bir başka kavram daha var: İkamecilik (substitutionizm). Buna göre, sınıfın yapması gereken (ve bıraksalar yapacağı) işleri, “ben öncüyüm” diye ortaya çıkan bazı adamlar yapmaya kalkıyorlar. Beceremediklerinde ise olan sosyalizme oluyor…
Açık konuşmakta yarar var. Marx’ın kimi yazılarında rastlanan, nesnelliğin gelişimini ve dayatıcılığını veri alan, hatta “bilinçlendirici” öznel etkinliklere bile yer tanımayan bilinçlenme modeli bugün bütünüyle kenara bırakılmalıdır. Bu herhangi bir sosyalist etkinlik için gerekli baş koşullardan birisidir. Özetle, kapitalizmin dinamikleri, kendi nesnellikleri içinde, kendisinin aşılması gereğine ve sosyalizme dönük bir bilinç yaratmamaktadır. Yaratılan, böyle bir bilinç için gerekli olan maddi temeldir; bilincin bizatihi kendisi değil.
Lenin bu sorunu öncü örgüt ve “dışarıdan bilinç” yaklaşımları ile çözmeye çalıştı. Bu alanda çok önemli bir yol açtı. “Yol açtı” diyorum; çünkü “bilinç” konusunda iş burada bitmedi ya da bağlanmadı. Kapitalist toplumlar çeşitlenip karmaşıklaştıkça, geleneksel sorunun çözümünde bu kez ekonomik bilinç / siyasal bilinç ikiliği de yetersiz kalmaya başladı. Başka deyişle, Lenin’in güncelliğinde “dışarıdan” gelen sınıf bilinci, belirli bir anlamda, bu kez “içerden” de filizlenebiliyordu. Ama bu “sosyalist bilinç” sorununu çözmüyordu.
Niçin?
Lenin’in dönemi ve koşulları, her şeye karşın, sınıf bilinci olarak tanımlanan düzey ile sosyalist bilincin hemen hemen örtüştüğü bir yalınlık taşıyordu, Zamanla, sınıf bilinci kavramının içeriği kalabalıklaşmaya başladı. Bu anlamda giderek “şişmanlayan” sınıf bilinci, sosyalist bilinci daha uzağa itekliyordu. Geçmişteki sınıf bilinci, sınıfın kendisini kapitalizm karşısında tanımlama imkanlarını daha fazla taşırken, bugün sınıfın kendisini kapitalizme karşı tanımlaması başka bir çok ara evreyi, ayrışmayı, saflaşmayı vb. gerektiriyor. Bunun başlıca nedeni, temel sınıf ilişkilerini sarmalayan fiziksel (ara tabakalar, küçük burjuvazi, kent yoksulları vb.), ideolojik (milliyetçilik, kitle muhafazakarlığı korporatizm, demokratizm, popülizm vb.) ve kültürel (popüler kültür, kitle kültürü) katmanların daha da kalınlaşmasıdır.
Sonuçta sendikal hareketin güçlenmesiyle, demokratik kazanımlarla, çalışma koşullarının düzeltilmesiyle ve en önemlisi global sınıf mücadelelerinin ortaya koyduğu teşhir etkisiyle, ekonomik bilinç ve sınıf bilinci düzlemleri birbirine geçmeye başlamış, hatta bu geçişme siyasal bilincin kimi öğelerini de kapsar duruma gelmiştir. Bu, sınıfın kendisine, kendi gücüne ve ayrıklığına ilişkin bilincinin gelişmesi; bazı kazanımların ancak siyasal ve genel ölçekli mücadelelerle mümkün olabileceğini öğrenmesidir.
Bu gelişme, sosyalist bilinci içine almamış, öteye itmiştir.
Bunu görmek o kadar güç değildir. Çevrenize, sendikal hareketin içine, sınıfın kimi militan üyelerine bakın. Bunların sosyalizmden hayli uzak olduklarını tespit edebilirsiniz. Peki, bu insanlarda sınıf bilincinin olmadığını ileri sürebilir misiniz “Sınıf bilinci şu demektir, o yoksa sınıf bilinci de yok demektir” dersiniz, totoloji yapmış olursunuz. Bununla, ne Marx’ı ne Lenin’i kurtarabilirsiniz. Çok daha makul bir çözüm yolu vardır. O da, gelişmenin, “sınıf bilinci” kavramının karşılığı olabilecek yeni tanımlamalar, saflaşmalar, konumlanışlar yarattığını, bunların ise doğrudan doğruya sosyalist bilince ya da tarih bilincine tekabül etmediğini benimsemektir.
Gerçekten de, Türk-İş’in, Hak-İş’in tabanının sınıf bilincinden büsbütün yoksun olduğunu söyleyebilir misiniz?
Zonguldak işçilerinin 1990-91 kış eylemi Marx’ın ekonomik hareketi aşan “siyasal hareket” tanımına uyuyordu. Zonguldak işçilerinin sınıf bilincine sahip oldukları su götürmez; eylemlerinde, siyasal bilinç unsuru olduğu da tartışmasızdır. Peki, bu işçilerin “sosyalist bilinç” denilen düzeyle ilişkileri ne durumdaydı?
O halde, ekonomik bilinç / siyasal bilinç ikiliğini, önce ekonomik bilinç / siyasal bilinç / sınıf bilinci / sosyalist bilinç dörtlüsüyle geçici olarak değiştirmek, sonra da bu dörtlüyü sınıf bilinci / sosyalist bilinç ikilisiyle sadeleştirmek bence daha doğru olacaktır. Tabi şunu da eklemek koşuluyla: Bugün işçi sınıfına dışarıdan gelecek olan, bence daha doğru bir ifadeyle işçi sınıfının dışarıdan alması gereken bu ikiliden ikincisi, yani sosyalist bilinçtir.
Burada “sosyalist bilinç” derken, bu bilincin en gelişkin biçimi olan tarih bilincini kastediyorum. Çünkü, işçilerin kendilerine anlatılan bir sosyalist toplum modelini gerçekten rasyonel bulmaları mümkündür. Ancak, eğer bir siyasal bağlanmayı (commitment) ve onun uzantısı olan etkinlikleri gerektirmiyorsa bu “sosyalist bilinç” midir? İşte, birey evrensellik çevriminin tamamlandığı ya da devrenin kapandığı nokta burasıdır. Çünkü burada tarihselci ve bütünselci düşünce ile bireysel bağlanma arasında bir temas noktası oluşmak ta, devre öyle kapanmaktadır.
Türkiye: Sınıf ve “kitle”
Söz sınıf bilincinden açılmışken hemen vurgulanabilir: “Saf proleter bilinç” olarak adlandırılan bir düzeyin gerçekleşmesi, gerek Türkiye işçi sınıfının maddi özellikleri gerekse ülkedeki üstyapısal oluşumlar nedeniyle son derece güçtür. Tekil örnekler dışında, bu konuda sınıfın geniş kesimleriyle ilgili hayalci beklentilerin olmaması gerekir.
Türkiye kapitalizminin gelişme biçimi ve Türkiye’deki burjuva devrimin tarihsel özellikleri, sosyalist militanın karşısına “karışık” özellikleri belirgin bir proletarya çıkartmaktadır. Daha açık bir ifadeyle, büyük kentlerin işçi sınıfını gerek fiziksel olarak gerekse ideolojik yönelimler açısından, küçük burjuvazinin alt katmanlarından ve kent yoksullarından net çizgilerle ayırmak, kimi alanlarda çok güç, kimilerindeyse imkansızdır.
Bunun ilk sonuçlarından biri şudur: Türkiye’de burjuvaziyle proletaryanın baş başa kalıp birbirlerine ilişkin kozlarını salt kendi öz dağarcıklarından çıkardıkları bir sahne düşünmek çok güçtür. Dahası, ne dünyadaki ne de Türkiye’deki nesnel dinamikler bu tür bir yalınlaşmaya, yani ara kalabalıkların giderek proletaryaya irca olmasına (hem üretim ilişkileri hem de ideolojik anlamda) imkan verecek yöndedir. 13
Bu avantaj mı, yoksa tersi mi?
İkisi de olabilir. Ancak, az önce söylenenlerin belirli bir yere çekilip orada eğilmesi ve bükülmesi son derece sakıncalıdır. Türkiye işçi sınıfının “karışmış” kimliği, en küçük bir biçimde, proleter sınıf temeline dayalı örgütlenmelere ve politikalara gidilemeyeceği, sınıfsal her mesajın şekilsiz bir kitle içinde heba olacağı ya da artık sosyalist çizginin maddi temelden (işçi sınıfından) büsbütün bağımsız, salt söylem (discourse) düzeyinde çizilebileceği anlamına gelmez.
Daha yakından bakalım.
Marksist çıkışlı yorumları açmaza sürükleyen yöntemsel yaklaşımların en başında, ikiliklere teorik düzeyde geçici olarak biçilebilen kronolojik sıralamanın, pratikte de aranması gelmektedir. Marksizmin teorik kurgusu, gerçekten de bir dizi teorik ikilik üzerine oturur. Örneğin özne / yapı, öznel olan / nesnel olan, özgürlük / zorunluluk vb. bu tür ikilikler arasındadır.
Kronoloji saplantısı, bu ikilikleri oluşturan öğelerden birini pratik vak‘a anlamında da ötekinin önüne koymak demektir. Kronoloji saplantısı iki ayrı şekilde tezahür edebilir ve bunların her birinden ayrı siyasal konumlanışlar türer. Nedensellik ve belirlenmenin, aynı zamanda pratik bir kronolojik öncelik de dayattığı inancı, bunlardan ilkidir. Örneğin yapının, nesnelliğin, kitlesel olan’ın, öznenin, öznelin ve öncünün önüne konulduğu bir anlayış, Luxemburg’da çok açık biçimde görülebilir. Luxemburg’a (inat olsun diye Rosa demiyorum, nedense herkes öyle diyor) göre “tarihsel sürecin mantığı, bu sürece katılan insanların sübjektif mantığından önce gelir.” 14 Sosyalist öncünün kitleye göre her zaman daha “tutucu” olacağı inancı da buradan kaynaklanır.
Bu konularda çok fazla ahkam kesenlere hatırlatmak gerekiyorsa, Luxemburg’un çok ortodoks görünen bu yaklaşımı, aslında hem teleoloji ile hem de ekonomizm ve indirgemecilik ile akrabalık içindedir. Belirlenmecilik ve nedensellik, pratik içinde kronolojik önceliği gerektirmez oysa. Marksist determinizm, kronolojik değil eşzamanlı ve kaynaşmış ikiliklerden türer. Örneğin siz, pratikte, özgürlük ile sorumluluktan hangisinin önce geldiğini söyleyebilir misiniz?
Tabi, bir de bunun tam tersi var. Zaten marksizmin kaderi bu. Burada da söylem (discourse) düzeyinde kurulmadan ya da oluşturulmadan önce var olan bir sınıfsal çıkardan söz edilemeyeceği ileri sürülmektedir. 15 Buradan da, kısa yoldan tam bir öznelciliğe ve kurgusalcılığa gidilebileceği açık olsa gerek. Daha ötesi, bu yaklaşımın, bazı uzak akrabalıklar dışında marksizmle ve bilimsel sosyalizmle (dikkat, “sosyalizmle” demiyorum) herhangi bir bağı olduğunu ve olabileceğini söylemek de imkansızdır.
Şimdi sıra şu ünlü “kitle”de…
Hepimiz ülkeye bakıyoruz. Anlamaya öğrenmeye ve çözmeye çalışıyoruz. Bu arada okuyoruz da. Bütün bunları yaparken düşülebilecek en trajikomik durumlardan biri, batı kaynaklı post-marksist yapıtları sorumsuzca buraya uygulamaya kalkıp bazı ayniyetler aramak olacaktır. Yararlanılan dış kaynaklı malzemelerde kimi entelektüel çekiciliklerin, kimi parlak bulguların da yer alması, ne yazık ki bu tehlikeyi biraz daha arttırıyor.
Bir örnek vermek gerekirse, Türkiye’de “akla ait bütün şemaları geçersiz kılan” ve “siyasal denklemlerin yok oldukları bir bilinmeyen” 16 kimliği ile bir kitle toplumu oluşmuş mudur? Sınıfsallık, sosyalizm, geleceğin sınıfsız sömürüsüz toplumu, özgürlük vb. mesajlarının içinde kaybolup gittiği bir dipsiz kuyu mudur Türkiye’de “kitle”?
Kitlelerin depolitize oldukları, bu depolitizasyon içinde düzenci, tutucu, riskten özellikle kaçınıcı özellikler sergiledikleri doğrudur. Gelgelelim, depolitizasyon da, düzencilik, tutuculuk ve güvencecilik de bugün için hep doğrudan sınıfsal belirlenimli olgulardır. Başka deyişle, bütün bunların altındaki belirleyici, “kitlesellik” denen şeyin, “kitle toplumu” olmanın ya da “kitle kültürü üretiminin” ayrık ve özel dinamikleri değil, iki temel sınıf arasındaki mücadele ve bu mücadelenin izlediği evrelerdir.
Evet, Türkiye’deki egemen sınıflar da batının yolunu izleme düşüncesinde. Bu uğurda bazı fedakarlıklara bile katlanıyor düzen. Geçmişte düzen karşıtlığını simgelemiş olan, ancak siyasal ve sınıfsal içeriği hiç mi hiç olmayan ne varsa, düzen bunların hepsini bugün çağdaşlık ve demokrasi adına sineye çekmeye çalışıyor. 17 Ama unutmamak gerekir: Burjuvazi burjuvazidir; bu nedenle, ayrıksı tulumları, “uçuk” davranışları bile, dolara değil düzenin bekasına endeksliyor. Bu yüzden de, foyası çok çabuk ortaya çıkar. Türkiye’deki düzen nerede sevip nerede döveceği belli olmayan bu kişilik bozukluğunu hep sergileyecektir.
Sonuçta, batıdaki özgün oluşumun çözümlenmesi ayrı bir çabayı gerektirir. Ancak, Türkiye söz konusu olduğunda, sınıfsal belirlenimleri aşıp boğan bir kitlesel aslandan söz etmek, bana fazla özenticilik gibi geliyor.
Eğer konumuz Türkiye ise;
Zonguldaklı onbinlerce kişi yollara döküldüğünde, Türkiye’nin “kitleleri” ürkmemiş, kaçmamış, evine kapanmamış; Zonguldak, Devrek ve Mengen esnafı kepengini indirip toz olmamıştır.
1985’ten itibaren gerçekleşen bütün sınıfsal çıkışlar ve eylemler, toplumun diğer emekçi kesimlerinin ilgisini ve desteğini almıştır.
Türkiye burjuvazisinin dış maceralar (Irak savaşı, Orta Asya Cumhuriyetleri, Azerbaycan-Nahcıvan, Bosna-Hersek vb.) konusundaki pimpirikli tutumunun asıl nedeni, dünya koşulları kadar, içerde güvenmediği sınıfsallıklardır.
Ve nihayet,
İşçi sınıfının neden kitlesel olarak sosyalizme yönelmediğinin marksist bir açıklaması olabilir, bunu pekala yapabiliriz; ancak, burjuvazinin son on yıl içinde giriştiği topyekun ideolojik-siyasal saldırının toplum içinde neden en az işçi sınıfını etkileyebildiğinin 18 marksist olmayan bir açıklamasını kimse yapamaz.
Şimdilik, hiç olmazsa bunu bilelim buna güvenelim.
Dipnotlar ve Kaynak
- Coşkun Kırca’nın sözleri için bkz. Sahin Alpay (Der.), “2000 Yılında Türkiye”, AFA Yay., İst., 1991, s. 28.
- Ünlü Amerikalı iktisatçı John Kenneth Galbraith, zeka ve kültür düzeyi açısından medya soytarıları ve kimi siyasetçilerden daha gelişkin olduğu için, bir tartışmada açıkca söylüyor: “Sosyalist dünyaya öğüt vermek istemiyorum ama, demiryolu sistemini bırakıp süper otoyollar inşa ederek bizim hatamıza düşmezsiniz umarım. Demiryollarınıza büyük yatırımlar yapmaya, hatta karayolları pahasına yatırım yapmaya devam edeceğinizi umuyorum.”(J.K.Galbraith / S.Menşikov, “Kapitalizm, Komünizm ve Birarada Yaşamak”, çev: Özcan Yüksek, AFA Yay., İst., 1990, s. 260) Galbraith bunları 1988 yılında, Sovyet sosyalizminden umut kesilmemişken söylüyordu. BDT’nun, bu öğüdü tutmayıp “biraz da biz ölelim” demesi muhtemeldir.
- Ellen Meiksins Wood, “Sınıftan Kaçış”, Çev: Şükrü Alpagut, Akış Yay., İst., 1992, s. 1212.
- Korkut Boratav, “1980’li Yıllarda Türkiye’de Sosyal Sınıflar ve Bölüşüm”, Gerçek Yay., İst., 1991, s. 103-107.
- Bkz. Ralph Miliband, “Kapitalist Devlet”, Çev: Osman Akınhay, Belge Yay., İst., 1989, s. 73.
- Burada anlatılmaya çalışılan ile, Cem Eroğul’un işaret ettiği “bir etmen bir kez herhangi bir yapıyı belirledikten sonra etkilerini artık tanınmaz biçimde sürdürür” şeklindeki değerlendirme arasında bir yakınlık bulunmaktadır. Ayrıca, Eroğul’un bu tesbiti, konumuz açısından kendi başına anlamlıdır. Bkz. Cem Eroğul, “Devlet Nedir?”, İmge Yay., Ankara, 1990, s. 21.
- Louis Althusser, “Özeleştiri Öğeleri”, Çev: Levent Targu, Belge Yay., İst., 1991, sırasıyla s. 49 ve s. 34.
- Burada, sürecin diyalektik çeşitliliğini sergileyen ilginç durumlarla karşılaşılabilinmektedir. Örneğin, geleneksel solun en ortodoks Sovyetçi “bilim” kadroları kapağı anti-marksizme atarken, bu kez tepki olarak aynı kesim içindeki aşırı yasacı bir markizm anlayışı filizlenmektedir. Katkı’nın Önsözünden hareketle “demek ki 1917’nin zamanı gelmemişmiş, Marx gene haklı çıktı” denmesi bunun örneğidir. Buna göre, dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir zaman, hiçbir sosyalist devrimin olmaması durumunu da “demek ki kapitalizmin barındırdığı üretici güçler henüz tam boy gelişmemiş” mantığından hareketle Marx’ın bir kez daha haklı çıkarılmasında kullanılabilir. “Determinizm”in bu kadarı, Marx’ı hacıyatmaza çevirmekten başka anlam taşımamaktadır.
- Tom Bottomore, “Frankfurt Okulu”, Çev: Ahmet Çiğdem, Ara Yay., İst., 1989, s. 33.
- Sözü edilen bu yaklaşımın en önemli tarihsel çıkışı olarak 68 olayları gösterilebilir. Avrupa ile ABD’deki gençlik hareketleri, ulaşmaya çalıştıkları kitlelerle birlikte, ilk kez geleneksel sol partiler dışı önemli bir hareketlilik oluşturabilmişlerdi. Gelgelelim, batı yeni solunun bu kanadı, Türkiye’de nedense pek sözü edilmeyen büyük bir yenilgiye uğradı ve sahneden çekildi. Batılı gözlemciler, dürüst yazarlar bunu açık açık dile getiriyorlar ve 60’ların yeni solunun, “ihanet” vb. dışında kendi ilkeleri ve hedefleri çerçevesinde bir yenilgi yaşadığını kabul ediyorlar. Bu yenilginin çeşitli açıklamaları da yapıldı. Bunlararasında bana en ilginç ve öğretici gelenlerden biri, özetle şöylediyordu: 60’ların yeni solu, gündelik yaşamdaki kalıpları, egemen ilişkileri sorgulayıp yıkmak için yola çıktı. Gelgelelim bu, insani tikellikten alıp bütünselliğe götürüyordu. İşin içine bütünsellik girince siyasallık onu izliyordu. Siyasallığın ardından da “Lukacs aracılığıyla marksist ortodoksi” sökün ediyordu. Sonra ne mi oluyordu? Lukacs ve bütünselliği, insanı ister istemez “leninist parti”ye götürüyordu. Tabi, “neye niyet neye kısmet” durumuna düşen yeni sol bu kadarını kaldıramayacağı için köşesine çekilmek zorunda kalıyordu. (Bkz. Dick Howard, “Geleceğin Şimdi Olarak Kavranışı”, çev: Taciser Belge, Toplum ve Bilim, No. 41, Bahar, 1988, s. 56.)
- Levent Köker, “İki Farklı Siyaset”, Ayrıntı Yay., İst., 1990, s. 63-64.
- Karl Korsch, “Marksizm ve Felsefe”, Çev: Yılmaz Öner, Belge Yay., İst., 1991, s. 73-74.
- Korkut Boratav, “Türkiye İktisat Tarihi 1908-85”, İkinci Baskı, İst., 1989, s. 106-107.
- Aktaran J. Molyneux, “Marksizm ve Parti” içinde, Çev: Yavuz Alogan, Belge Yay., İst., 1991, s. 127.
- Ellen Meiksins Wood, a.g.e., s. 110.
- Jean Baudrillard, “Sessiz Yığınların Gölgesinde ya da Toplumsalın Sonu”, Çev: O. Adanır, Ayrıntı Yay., İst., 1991, s. 9-12 ve 24.
- Aydın Uğur, “Keşfedilmemiş Kıta”, İletişim Yay., İst., 1991. (Örnekler için bkz. s. 58, 126, 128)
- Korkut Boratav, “1980’li Yıllarda…”, s. 133.