Birinci bölümü 40. sayıda yer alan yazımın ikinci bölümünde birincisinden farklı olarak, panoramik bir çerçeve sunmaktan ziyade işçi sınıfı ve burjuvazi karşılaşmasının gerçekleştiği mekanların ara başlıklar olarak sunulması tercih edilmiştir. Tartışmanın bu bölümüne 12 Eylül döneminden başlanarak devam edilecek, ancak kronolojik bir sıra izlenmeyecektir.
GENEL BİR DEĞERLENDİRME
12 Eylül, toplumun bütün kesimlerimde olduğu gibi burjuvazi cephesinde de önemli farklılaşmaları beraberinde getirdi. Sözkonusu farklılaşma, sermayenin kendi iç cephesindeki bir farklılaşmadan çok, bütünsel sınıfsal çıkarlarına dair olası iç ayrışmaları örten bir konsolidasyonun eşlik ettiği, sınıf bilincindeki bir gelişme olarak algılanmalıdır. Kapitalizmin gelişiminin eşitsizliği ve bu eşitsizliğin siyasal üstyapıya yansımasının bir sonucu olarak Türkiye burjuvazisi, henüz işçi sınıfıyla doğrudan karşı karşıya gelmeden sınıf mücadelelerine ilişkin dünya tarihsel bir birikim elde etmiş, Türkiye’nin kapitalistleşme sürecinin gecikmişliğinin getirdiği avantajlarla sınıf bilincindeki kümülatif gelişme kendisine katlanarak yansımıştır. Ancak bütün bunların yanı sıra Türkiye burjuvazisi en önemli deneyimlerini 60-80 arasında doğrudan mücadele esnasında edinmiş, bu dönemin deneyim birikimi 12 Eylül ve sonrasına burjuvazinin sınıf bilincindeki bir sıçramayla yansımıştır. 12 Eylül’le birlikte burjuvazi, düzeni tehdit eden dinamikler karşısında iç çelişkilerini geri itebilmiş, uluslararası kapitalist sistemin de zorladığı sermeye birikim modeli değişikliğini hayata geçirirken tek bir siyasal-ideolojik hat ekseninde bir iç konsolidasyon yaşayabilmiştir.
Burjuvazi, sözkonusu iç konsolidasyonun sunduğu olanaktan kurumsallaştırmak yönünde önemli adımlar atmış işçi sınıfı karşısında ciddi kurumsal mevziler oluşturmuştur. Üstyapı kurumlarının bu dönemdeki reorganizasyonunda sınıfsal dinamiklerin bastırılması işlevi özel bir ağırlık kazanmış başta devlet siyasal partiler ve sendikalar olmak üzere işçi sınıfı hareketi ile doğrudan ilgili tüm yapılar burjuvazinin emek karşısındaki saldırısının gerek birer nesnesi ve gerekse aracı olmuştur.
Bugün işçi sınıfı hareketinin önünün açılması özellikle yukarıda sözü edilen yapıların sınıfsal mücadele içindeki özel işlevlerinin ve sınıfsal mücadelelerin bu yapılara yansıma biçimlerinin bilinmesini gerektirmektedir.
DEVLET
Ekonomik politikalar alanında seçeneklerin tükenmesi; iktisadi yapılanmanın değişmesinin sınıfsal ilişkilerin dolayısıyla siyasal konum ve kurumların yeniden tarifini zorunlu kılması; Türkiye’de bunun verili siyasal üstyapı kurumları çerçevesinde gerçekleştirilememesi… bunların toplamı seçeneksizliğin önünü açacak ve onu meşru gösterecek bir daralma dönemini Türkiye kapitalizminin önüne koymuştur.
Burjuva partilerinde 12 Eylül’le başlayan dönemde yaşanan tekleşmenin bir nedeni iktisadi krizin tercih marjlarını daraltması ise diğeri ve daha önemlisi partilerin özellikle egemen sınıfın çıkarlarını ve istemlerini organize etme ve çeşitli sınıfları düzene bağlama işlevlerinin geri plana düşmesidir. Burjuva partilerinin siyasal görevlerini yerine getirmekten aciz kaldıklarının görüldüğü bu kriz döneminde görev sermayenin dolaysız temsilcisi haline gelen devlet tarafından üstlenilmiştir. Son kertede devlet iktidarı sınıf iktidarının onun aracılığıyla güvence altına alındığı ve sürdürüldüğü esas ve nihai araç olmakla birlikte tek araç değildir ve tekleşmesi kısa vadede burjuvazi açısından işlevsel olabilecekken uzun vadede farklı kurum ve araçlarla takviye edilmediği durumda devletin yıpranması ve sınıfsal konumunun şeffaflaşması gibi hiç istenmeyen bir sonuç verebilir.
Nitekim 12 Eylül’le birlikte ortaya çıkan yapının ayırtedici yönü muhalif kesimleri doğrudan düzene yönelmeyecek bir hareket ile sınırlayacak mekanizmaların varolmaması düzenin kendisini stabilize etmesinin yolu olarak toplumun çeşitli kesimleri için ideoloji ve politika üretiminin yerini büyük oranda toplumun yekpare bir depolitizasyo-na tabi tutulmasının almasıydı. Türkiye’de sermaye sınıfının genlerine işlemiş işçi sınıfı korkusu; ödünler ve kırıntılarla sınıf çelişkilerini yumuşatma olanaklarının yetersizliği bu ülkede çeşitli merkez-kaç güçlerin düzen içinde de olsa politize edilerek bir arada tutulmalarını zorlaştırıyor. Sınırlı düzeyde politize edilmiş kimi dinamiklerin bile bizzat düzenin kendini idame ettirme isteği ile çatışmaya girme olasılığı yüksektir. Bu durum Türkiye burjuvazisinin sınıf egemenliğini ideolojik kültürel ve politik hegemonyadan ziyade zor araçlarına dayandırmasının nedenidir; zor aynı zamanda depolitizasyonun yeniden üretimini sağlar. Diğer yandan baskının üreteceği tepkilere karşı ek önlemler gerekecektir. Siyasal partiler ve bunlar eliyle bir nebze politizasyona giden kanallara bu anlamda bir “deşarj” işlevi yüklenir. 12 Eylül’ün ürünleri arasında bu dolayım büyük ölçüde ihmal edilmiştir.
Bu yapının toplumun dengeden uzaklaşma dinamiklerini söndüremediği ya da bütünüyle denetim altına alamadığı da açıktır. Uzunca bir süredir ihtiyaç duyulan bu mekanizmaların boşluğunu sendikalar bölümünde inceleyeceğim Türk-İş dolduramamaktadır. Düzenin siyasi partileri ise yukarda sözü edilen tekleşmeyi sürdürme ama zararlı etkilerinden arındırma misyonuyla tepkileri dizginleme işlevinin birleştiği bir noktada çokluk içinde alternatif-sizliği farklı tonlamalarla yaşama geçirmeye çalıştılar çalışıyorlar. Bu arada temsili uçlar yaratma zorunluluğu 80 öncesinden farklı olarak sosyal demokratlardan RP’nin dinciliğine geçmiş gibi duruyor; yakından bakalım…
SİYASAL PARTİLER
Alternatifsizliğin görünür hali daha önce Çulhaoğlu’nun belirttiği gibi son kertede Özal’cı olmakta ama bunu meşhur siyasi yelpazede dalgalı bir görünüme büründürmekte açığa çıkıyor. Ancak yelpazenin yellendirilenlere ve özelde işçi sınıfına karşı ferahlık verme işlevi bütün olarak bir tıkanıklık yaşarken; bu işlevin asli yerine getiricisi olması beklenen ama bu niteliği giderek eriyen sosyal demokrasi “kanadı” topluma proje sunabilme ve daha ilkel/ilkesel olarak seslenebilme yeteneklerini de yitirmekte. 80’lerden günümüze gelene dek varlık nedenini depolitize ortamın hukuksal zeminini döşeyen zor etiketli yasaların “adım adım normalleştirilmesi” işinin ehli olduğunu göstermekte bulan sosyal demokrasi; gerek bu işin nesnel olarak bir sınırı olması ve Türkiye kapitalizminin bu sınıra göre mesafe ayarlayışında “sopa duyarlılığın-da”ki ısrarı nedeniyle gerekse bizzat icra noktasında gösterdiği performans ve bu kadarcık demokra-siciliği oynamakta yarar gören diğer kanatlarla misyon kapışması nedeniyle sözkonusu varlık nedenini de yitirme tehdidiyle karşı karşıya kalmakta. Ancak bu kalkış noktasından harekede 80’ler boyunca oluşturduğu etki de bir kenara atılmamalı; grev dalgalarının ve diğer işçi eylemliliklerinin siyasete uzanan ayağını 82 anayasasını düzeltme ve ANAP karşıtlığı çerçevesinde sabitlemek asla radikal değil ama sabırlı olmak düzene değil onun cukkacılarına “sandık dersi vermek”…
Bir de işçi hareketine karşı tavrı genelde toplumsal politika anlayışı kadar “yeni” olan bir genç çıkış var: CHP. Sosyalliği nereden geliyor bilinmez ama (hâlâ yazılamamış olsa bile) programa sahip olma konusunda daha iş bitirici; Özal’ınkine göre özgürlükleri daha geniş “tanımlayan” sivil toplumcu bir Güney Kore modeli. Sosyal demokrasiye “yenilik” aşısının yapılabileceği tek alan olarak bu mirasın “kabalıklarını” örtecek bir kılıfı yani liberalizmin sol yorumundan çıkarsanabilecek bir değerler kataloğunu süslemek ve eski mirasın işlevselliği içinde yeniden üretmek görevinin kaldığı görülmekte. Ancak sosyal demokrat siyasete yeni soluk katmakla statükocu politikaları dışlayama-mak sol için truva atı işlevini sürdürmekle nesnelliği ortodoksi üreten bir toprakta “geri kafalı” solculara ve işçilere hitap edememek bu anlayışı medyanın bütün desteğine rağmen politikasız bırakmakta. Gelecek vadeden A. S. Akat gibi aydınları ise düzenin sol farı olmaya özenen Özalcı bir klik olarak onun yamacında akıl hocalığı yapıyorlar.
Özetle ilk yazıda anlatılan ithal ikameci politikalar döneminde işçilere şemsiye açma esnekliğini gösterebilen düzenin şemsiyeyi tutan beyaz güvercinleri bugün ya “benim işçim” şemsiyesi altına sığınan bir idareciliğe ya da “yeni işçi” (G. Kore’deki gibi uysal olmakla beraber sivil toplumun değerlerini de anlayacak işçiler!) hayalini kovalayan bir politikasızlığa dönüştü.
Yelpazenin sağı için ise işçi sınıfı karşısındaki politika gerçekleşemeyecek vaatler savurmayı da içermekle birlikte daha “gerçekçi” bir sindirmeye evrildi. ANAP’ın yaptıkları biliniyor; sevilmeyen yoksulların sınıf atlamaya çalışması elzemdir üstelik kentsel rantlardan gecekondu bölgelerine küçük de olsa bir pay ayrılmaktayken… Fırsatı yakalayamayan kitlelerin hoşnutsuzluğu karşısında ise onların getirmedikleri zor metod ve yasaları etkisini hissettirecektir. Bu arada daha sinik bir koz olarak liberalizmin uzlaşma söylemiyle açtığı alan da “video bile ihraç edebiliyorsak bu kadar fedakarlık yapılır” mantığıyla ve uzlaşan taraf olarak işçileri hedefleyen bir tarzda kullanıldı. Başlangıçta zor yoluyla sınırlanmış olan sosyal hak ve güvencelerin sonrasında yavaş yavaş eritilebilmesinde bu değişen devirde hırçınlığın geçer akçe olmaması propagandasının da etkisi olmuştur. DYP’yi işçi sınıfı karşısındaki konumu itibarıyla belirleyen aslolarak bu politikaların sürdürücülüğüdür. Ancak geleneksel “popülizm”inin vaatler düzeyinde yeniden üretildiği yoksulların sevilmediğini söyleyemeyen ve demokrasicilik oyununda daha radikal görünen bir sürdürücülük…
İşçi sınıfı için farklılık ve daha önemlisi kentsel tatminsizliğin giderilmesi beklentisini karşılayamayan bu dördüzler “mücadelesi”nden sıyrılarak düzeni değiştirme söylemini kullanabilen ise gericilik oldu. Ancak daha ilk ciddi sınavında işçi sınıfı düşmanlığını açık edecek kadar ufuksuz hareket eden RP en azından bu sınıfın dinamizmini soğuracak bir kanal olamayacağını çabuk gösterdi.
SENDİKALAR
Toplumsal muhalefet ve özellikle işçi sınıfı hareketi 12 Eylül öncesinde somut olarak burjuvazi ile karşı karşıya gelirken sonrasında daha çok devletle karşı karşıya geliyor.
’80 sonrası ekonomik rasyonalitenin dayattığı “işveren devlet” politikası ve bahsedilen karşılaşma giderek devlete yönelik bir güvensizlik kaynağı olmuştur. Buna karşı bu dönemin ve politikalarının Özal’da simgelenmesi bu politikaların işçi sınıfında yarattığı öfkenin sendika bürokrasisi kanalıyla daraltılarak “Çankaya’nın şişmanı”na yönlendirilmesi yıpranmanın belirli bir düzeyin ötesine geçmesinin engelleri arasında yer almıştır.
12 Eylül hükümetlerine bakan veren işçi ücretlerini yoksulluk sınırının altında belirleyen YHK’nın uygulamalarına ortak olan grevleri ertelemek 1 Mayıs’ları salonlara hapsetmek konusunda herhangi bir tereddüt göstermeyen de aynı sendika bürokratlarıdır.
Faşist Almanya ya da İtalya’da değil 1930-40’lar da değil 1982’de Türkiye’de lokavt dünya çapında ilk kez anayasal hak olmuştur. Böyle bir anayasa çerçevesinde ve sermaye örgütlerinin önerileri doğrultusunda 1983’te kabul edilen 2821-2822 sayılı sendikalar kanunuyla siyasetle uğraşması suç sayılan ve düzenin kurumlarıyla içice olan genel merkez yöneticilerinin tek söz sahibi olduğu işçilerin bağımsız örgütlenmelerinin yetki barajlarıyla kolayca boğulabildiği merkezi hiyerarşik sendikacılık hukuksal bir güvenceye kavuşturulmuştur. Sermayenin emeğin her türlü örgütlü gücünü atomize ve tasfiye etme mücadelesinde sendikalar üzerlerine düşen görevin hakkını fazlasıyla vermişler işçi sınıfını saldırıya geçmekten alıkoyan ve savunma mevziine kilitleyen bir kuşatmada doğrudan taraf olmuşlardır.
Sendikaların işçi hareketi açısından önemi bu örgütlerin burjuvazinin işçi hareketini düzen içerisinde tutma çabalarında üstlendiği rolle de ilgilidir. Sınıfa yalnızca dar çıkarlarının “bilinç”inin verilmesi belli bir dönem bunların siyasallaşması-siyasal kanal bulması önünde engel olunması sınırlı siyasallaşma söz konusu olduğunda düzen içinde eritme yolunda aracılık yapılması ve şimdi icabında işçi sınıfı partisinden de dem vuran bir çağdaşlığın sergilenmesi vb. bu rolün farklı durumlarda nasıl tezahür edebildiğinin somut göstergeleri olmanın ötesinde bir anlam ifade etmiyor. Bu rolün görülebilmesi için “Kendi sendikanı kendin kur” kampanyasının Türkiye’deki öncüsü ve bugün için tek temsilcisi Bodur’lara uzanmak gerekmiyor; ’89 bahar eylemlilikleri DİSK Türk-İş’te yönetim değişimi de ancak bu çerçeve içinde ele alınabilecek olgulardır.
Sözkonusu sendikal yapılanmanın önümüzdeki dönemde önem kazanması son derece muhtemel zaafı ise işçi sınıfı hareketinin önündeki temel engellerden birini oluşturma niteliğinin fazlaca belirgin olmasıdır. Bugün sıradan işçi açısından bile sendikal mücadelenin sendika içi mücadele olmadan yürüyemediği oldukça açıktır. İşçi sınıfının sendikal bürokrasi ile ciddi bir hesaplaşmaya girişememesi sınıf içi eşitsizliklerden kaynaklanan bölünmüşlük kadar inandırıcı bir alternatifin şekil-lenmemişliğinden kaynaklanmaktadır. “Sınıfın içinde çalışan” devrimciler radikal ama yerel mevzi-lerden ötesini gösteremeyen mücadeleleriyle güven vermekten ve perspektif sunmaktan uzaktır.
Sınıfsal mücadele ile birlikte sendika içi mücadelenin önünü açabilecek olan sendikal yapının dışında şekillenen ve sendikal mücadelenin ötesini gösterebilen bir politik hattır. Sendikal yapılanmadan kaynaklanan ve bugün için bu politik hattın şekillenme sürecini de yavaşlatan direncin önümüzdeki dönemde yüklenilecek olan en zayıf tarafını sınıfsal özünün belirginliği oluşturmaktadır. STP’nin bu anlamda sürdürmekte olduğu “Sendikalar Kampanyası” önemli bir başlangıçtır.
SONUÇ YERİNE
Türkiye’nin uzun vadede içinden çıkamayacağı açık olan zayıf halka nesnelliği bir yanda sermayenin dışa açılma yayılma ve dış pazarlarda rekabet ihtiyacı ve burada en fazla ucuz emek avantajına sahip olunması diğer yanda burjuvaziyi giderek sıkıştırmakta sınıf uzlaşmacılığını egemen kılma ve işçi sınıfıyla ilişkilerini batılı standartlara çekme ihtiyacını yakıcılaştırırken aynı zamanda bunun önüne bir dizi engel çıkarmaktadır. Dışa açılan ve bunun gerektirdiği rekabete hazırlanan Türkiye burjuvazisi arkasını sağlama almak işçi hareketini yedeklemek mümkün olduğunca işçi sınıfını kendi içinde çıkar farklılıklarına bölmek ve ayrıcalıklı bir tabaka yaratmak kendi ihtiyaçlarını işçi sınıfına “sadece emeğin hakkını savunmak yeterli değil o emeğin pay alacağı pastanın da büyütülmesinin ve alınacak payı çoğaltmanın sorumluluğu var” (M. Altan) şeklinde empoze etmek yönündeki çabalarını sürdürecektir. Verimlilik işletmenin çıkarları bilgi toplumu tezleriyle örülü çağdaş sendikacılık iş güvencesi yasası ILO sözleşmeleri vs. bu sorunsala dahildir ve bunları nesnel gerçekliği hiç bulunmayan bir imajın parçaları olarak görmek ise kolaycı bir yaklaşım olacaktır. Burjuvazi karşısında ciddi bir toplumsal muhalefetin şekilleneme-diği bugün bir yandan işçi sınıfı tarafından dile getirilen taleplere karşı yoğun bir ideolojik saldırıyı sürdürür ve bu taleplerin meşruiyet zeminini daraltmaya çalışırken diğer yandan da fazlaca katılaşmış olan düzene belirli esneme alanları yaratmayı hedeflemektedir.
Burjuvazinin bu alan açma girişimleri yapısal kriz dinamiklerine havale edilerek geçiştirilebilir olmaktan çok siyasal mücadelenin alan daraltıcılı-ğıyla boşa çıkarılabilecektir. Zamanın burjuvaziden çok sosyalistleri sıkıştırdığının farkında olan sosyalistlerin bu ülkede yapacakları çok iş var.