SHP’nin asla unutturmayacağımız kanlı defterine onurlu isimleri eklenen Güner, Hüseyin ve Özlem için…
“Ne sosyal, ne demokrat, ne halkçı ne de parti”. Bu, yıllar önce bir mizah dergisinde SHP hakkında yapılan bir değerlendirmeydi. Son zamanlardaysa, ilk olarak Erdal İnönü’nün sosyal demokratlar için kullandığı “aslan” sıfatı İsmail Gülgeç’in onları yaşlı, tüyleri dökülmüş ve dişsiz aslanlar olarak karikatürize etmesiyle başka bir içerikle popülerleşti. Gülgeç’in imgesi hassas bir tele dokunmuş olacak ki, sosyal demokratların kendileri dahi sıfatı ve imgeyi benimsedi (Bu arada, Gülgeç’in en azından iyi bir gözlemci olduğunu teslim etmek gerekiyor. Çiller iktidara ilk geldiğinde, karikatüristlerin çoğu tarafından benimsenen “sarışın güzel kadın” çiziminden “peruklu akbaba”sıyla ayrılıyordu). Aslanlar, “vuruşarak mı çekilecek”, “dövüşerek mi vurulacak” derken en azından bir konuda ortaklaşma sağlandı: Sosyal demokrasi bir tükenmeyi yaşıyor. Ancak, bunun nedenleri hakkında sosyal demokratlar arasındaki tartışmalarda kullanılan argümanların saçmalığı yüzünden, “bu insanlar bu ülkede yaşamıyor galiba” düşüncesine kapılmamak elde değil. Sanki, ortada sosyal demokratların bir “beceriksizliği” var, bunu bir aşabilseler…
Yazımda, sosyal demokrasiyi bugüne kadarki işlevleri ve misyonları çerçevesinde ele almaya çalışacağım. Ama öncelikle, bir kısmı kaçınılmaz olarak tekrarları içerecek bazı hatırlatmalarla başlamak istiyorum.
ÜSTYAPININ AĞIRLIĞI
Şimdi, hatırlatma kelimesini görüp, “eyvah, sosyal demokrat partiler aslında marksist kökenlidir diye başlayacak” düşüncesine kapılıp, içinde Bernstein ya da Kautsky geçen paragrafları atlamaya hazırlanan okurları rahatlatalım, en azından bu yok. İlk kapitalistleşen ülkeler için iktisadi yapının ulaştığı gelişkinlik düzeyini takip eden ve bundan beslenen bir siyasi-ideolojik yapılanmadan söz edebiliriz. Ancak, kapitalistleşme sürecine daha sonradan katılan ülkelerde üstyapı, altyapı öğelerinin gelişkinliğini aşan ve hatta bunların önünü açma rolüne soyunan farklı bir ağırlığa sahip olmuştur. Bu bir kural olarak böyledir ve eşitsiz gelişim yasasının en net olarak gözlenebildiği alanlardan biridir. Özellikle Türkiye gibi ülkelerin ilk dönemlerini incelerken altyapı ile üstyapı arasındaki belirlenim ilişkisine bu mercekten bakmamız gerekiyor. Altyapı-üstyapı ilişkilerini dondurarak incelemeye çalışmak, zaman boyutunu gözden kaçırmamıza, dolayısıyla tarihselci bakış açısını yitirmemize yol açacaktır. Siyasi iktidar, yanlızca altyapının verili durumuyla değil, kapitalizmin ve sınıf mücadelesinin dünya çapında ulaştığı tarihsel gelişimin belirleyiciliğinde ortaya çıkan zorunluluklara göre şekillenir. Altyapı ile dünya çapında geçerli olan zorunluluklar arasındaki açı Türkiye gibi ülkelerde siyasetin ağırlığını daha da arttırmıştır.
DEVLET PARTİSİ CHP: NEYİN MİRASI
Aslında, ilk bakışta 60 öncesi CHP’nin işlev ve konumuyla 60 sonrası şekillenen sosyal demokrat-ortanm solu CHP arasındaki ilişki bir kopuşa benziyor. Yani, Türkiye kapitalizminin gelişkinlik düzeyi sosyal demokrat bir partiye hem alan açıyor, hem de ihtiyaç duyuyordu; bu iş de CHP’ye düştü denebilir. Ben bu bakış açısının yanlış olduğunu, Türkiye’de sosyal demokrasinin kavranabilmesi için neden CHP’nin bu yola girdiğinin ve bunun günümüze uzanan etkilerinin anlaşılması gerektiğini düşünüyorum. Kapitalizmin ulaştığı dünya-tarihsel gelişim düzeyiyle belirlenen altyapıyı dönüştürme misyonu CHP’yi başından itibaren tarihsel olarak burjuvazinin temsilcisi yapıyor. Sürece, tek tek burjuvaların gerek kadro, gerekse katılım anlamında CHP’yle ilişkilerinin ötesinde bakılması gerekir. Tarif edilen “özgül”lüğün Türkiye benzeri ülkelerin çoğu için geçerli olduğunu söyleyebiliriz (Baas, Nasır, Uzak Doğu ve Latin Amerika ülkelerinin bir kısmı vb.). Yazının konusu ve kapsamı itibariyle, bu dönemi 60 sonrası “ortanın solu”na devrolan özelliklerine ağırlık vererek ele almak istiyorum. Öncelikle, gerek işçi sınıfının gerekse burjuvazinin gelişkinlik derecesi ve kapitalizmin oturmuşluk düzeyi henüz bu sınıfların siyaset sahnesine yanlızca kendilerine ait dinamiklerle damgalarını vurmasına izin vermiyordu. Ekim Devrimi’nin yarattığı etkiyle birlikte, “sınıfsızlık” vurgusu CHP iktidarı için bir korkuyu ve bir sınırı dile getiriyordu. CHP’nin, Türkiye’nin gerçekten “sınıfsız ve imtiyazsız” bir toplum olduğuna inandığını, ya da halkı buna inandırdığını düşünmek gerekmiyor. Zaten bu gerekli de değil, ideolojik söylemde burjuvazi için temel hedef, özlemlerini ve isteklerini dillendirmek kadar ve bundan ziyade, set çekmek ve sınırları çizmektir. Bu “sınıfsızlık ve imtiyazsızlık”, özellikle 65 sonrası dönemde, Kemalizm-sol ilişkisinin kurulmasında karşımıza çıkacak. 1920’lerin sonunda ortaya çıkan dünya kapitalizminin bunalımı, sermaye ve meta akışını kesintiye uğrattığı ölçüde hem Türkiye’yi hem de azgelişmiş başka ülkeleri devletçi-planlamacı bir çizgiye zorladı. Ek olarak genç Sovyet Devleti’nin kapitalizmin çöktüğü bir dönemde planlı ekonomisiyle girdiği hızlı kalkınma süreci, planlamanın itibarını özellikle kalkınma sorununun çok ağırlıklı bir yere sahip olduğu azgelişmiş ülke aydınları nezdinde artırıyordu. Aslında bir tercihten çok zorunluluğa oturan planlamacılık ve bununla bütünleşen sermaye birikiminin yetersizliğinin zorladığı “devletçilik”, gene 60 sonrasında farklı bir içerikle Kemalist aydınlar tarafından sahiplenecekti. Sosyalist ideolojinin parçası olan planlı ekonomi savunusuyla, esas olarak özel sektöre kaynak ve aramamül üretme zorunluluğuyla hareket eden Kemalist dönem arasında eklektik bir ilişki zorlandı. İlişkinin eklektikliği aynı zamanda gerekli esnekliği de sağlıyordu. Kemalizm ile solu ilişkilendirmede karşımıza çıkan diğer bir sorunsal ise ilericilik-laisizm bağlantısı. Aydınlanma düşüncesi, gerçekten de insanlığın özgürleşme sürecinde bir sıçramaya ve kopuşa denk düşer. Avrupa kıtasında filizlenen ve kapitalizmin ve üretici güçlerin gelişmesini engelleyen üstyapı öğelerinin tasfiyesine yönelen düşünsel hareketlilik, burjuva iktidarının henüz oturmadığı bir dönemde, burjuva aydınların bir kısmında burjuvazinin ufkunu aşan uç örnekler de vermiştir. Felsefi bir gelişkinliğe, dahası bu uğurda verilen bir mücadele dolayısıyla köklü bir tarihsel zemine sahip olan süreç, sonraları, bu yazının konusu olmayan çeşitli dönüşümlerle birlikte, Batılı bireyin kişilik yapısını da belirleyebilecek kadar derinlere işleyebilmiştir. Dinsel ideolojiler kapitalizmin yeniden üretiminde önemli bir yere sahiptir. Kapitalist üretimin gerekleri doğrultusunda burjuva ideolojisine eklemlenme sürecinde uğradıkları değişim, bu ideolojilerle “hesaplaşma” ya da “devlet işlerinden kovma” gibi başlıkları gündemden düşürmüş, gereksizleştirmiştir. Bu bağlamda, şekilci “laisizm” tartışmaları, örneğin Erbakan’a “örnek aldığınız Batı kadar laik olun bari” dedirtebilecek bir noktaya gelmiştir. Gerçekten de, dinsel ideolojiler Batıda herhangi bir geri çekici veya engelleyici öğe barındırmadıkları için gerek siyasette, gerekse “devlet işlerinde” ihtiyaç duydukça rahatlıkla başvurulan referanslar olmuştur. Türkiye gibi, üretici güçlerin önünü açmak için gerekli siyasi ve ideolojik dönüşümleri daha çok “yukarıdan aşağıya” örgütlemek zorunda olan ülkeler için laisizm daha az aydınlanma, daha fazla dinin kapitalist gelişmeye engel olabilecek yönlerini törpüleme, bastırma ve kontrol altında tutmaktır. Dinsel ideolojinin gerekli dönüşümleri yeterince yaşamadığı dönemlerde ağırlıklı olarak öne çıkan, zorla bastırma ve kontrol altında tutma olmuştur. Törpüleme ve dönüştürme sürecinde alman yolla orantılı olarak, kapitalizmin ideolojik yeniden üretiminin bu “verimli” öğesinin yeni biçimleriyle açığa çıkmasına izin verilmiş ve desteklenmiştir. Kemalist laisizm, tek parti döneminin diğer dönüşümlerinden ayrı ve bağımsız bir süreç olarak alınmamalıdır. Ölçü sisteminin ve takvimin uluslararası ticarete daha yatkın hale getirilmesi ne kadar “felsefi” bir kopuşsa, Kemalist laisizm de o kadar “felsefi” bir kopuştur. Özellikle ilk dönemin bastırma ve kontrol altında tutma zorunluluğu, tek parti döneminde içerik olarak henüz dönüştürülememiş dinsel ideolojilerin şekilsel öğelerine karşı yasal önlemler alınmasını getirmiş, siyasi dışavurumlara karşı şiddet ve zor kullanılması söz konusu olmuştur. Geç kapitalistleşen ülkelerin çoğunda, bu süreci üstlenen devlet partileri, geri bir toprağı kapitalistleştirmenin diğer gerekleriyle birlikte, aydınlanma düşüncesinin de bir düzeyde temsilcisi olmuştur. Ancak buradaki aydınlanmacılık, burjuvazinin netleşmiş tarihsel sınırları dahilinde kaldığı için, sosyalizmin güncelliğiyle birlikte “ilericilik” atfedilebilme özelliğini yitirmiştir. Yine de, dinsel ideolojilerin kapitalist gelişmeyle uyumsuz dışavurumlarına karşı tek parti döneminin uygulamaları, sonraları sol aydınlara sıcak gelmiştir. Son olarak, geç kapitalistleşmenin zorunlu kıldığı kontrollü ve devlet belirlenimli sürecin, “kitleye teslim olan” demokratlıkla ilerleme arasında bir bağ değil çelişki olduğunu hisseden Türkiye aydınıyla Kemalizm arasında bir “sempati kanalı” yarattığını söyleyelim.
SOSYAL DEMOKRASİ: SİYASETİN NERESİNDE?
Kapitalizmin yeniden üretiminde işçi sınıfının düzene bağlanmasında siyasal ve ideolojik mekanizmalar özel bir ağırlık taşır. Küçük burjuva kesimlerin üretim araçlarının sahibi olmaları ya da sahibi olma olasılıklarının bulunması, bu kesimlerin yaşadıkları iktisadi sıkıntıların boyutundan bağımsız olarak siyasal konum almalarını kolaylaştırmıştır. Zaman zaman yaşadıkları çöküş süreçleri her ne kadar bu kesimlerin hoşnutsuzluklarım keskinleştirmiş ve burjuva partileri arasındaki oy kaymalarını etkilemiş olsa bile, çok ender olarak düzen dışına yönelen bir dinamizm gözlenebilmiştir. Özellikle Türkiye’de, küçük burjuvazinin belirli kesimlerinin harekete geçmesi, ancak işçi sınıfının hareketinin belirleyiciliği altında gerçekleşmiştir. İşçi sınıfı için ise, başka etkilerle birleştiğinde, üretimdeki konumlanışın kendisinden kaynaklanan düzen dışı siyasal ve ideolojik etkilere açıklık, kapitalizmin bünyesinde buna karşı bir dizi refleksin ve bilinçli süreçlerin gelişmesine yol açmıştır. Sosyal demokrasi işçi sınıfının ideolojik ve siyasal yeniden üretimini kapitalizme bağlamanın nesnel olanakları geliştikçe ortaya çıkan rafine bir burjuva siyasal akımdır. Bu sürecin derinlere işleyebilmesi sosyal demokrasinin burjuva siyasetindeki önemini azaltmıştır. Sosyal demokrasinin batı ülkelerindeki tarihsel gelişimi sonucunda bu partiler işçilerden oluşan bir tabanla kurumsallaşmış bağlar oluşturdular. Bu bağlar sınıfın ideolojik ve siyasal yönelimlerinin kapitalizmin yeniden üretimiyle uyumlulaştırılması işlevinin yerine getirilmesini sağlayan önemli bir dayanak olmuştur. Benzer bir şekilde tarihsel kökenleri itibariyle marksizmin izlerini taşıyan ideolojik çerçevelerinde bir din karşıtlığının ve özgürleşme-demokratikleşme söyleminin bulunması sosyal demokrasinin aydınlar nezdinde diğer partilerden daha sıcak bir kabul görmesini kolaylaştırmıştır. İşçi sınıfına hitap edebilmenin gereklerine uygun olarak ve gene kökenleriyle uyumlu bir biçimde sosyal demokrasi planlama, eşitlik, demokrasi lafzını benimsemiştir. Bunların kapitalizmi tehdit etmeyecek sınırlarda tutulabileceğine ilişkin güvenceler geliştikçe sosyal demokrasi burjuva siyaset sahnesinin yadırgadığı bir öğesi olmaktan öz.çocuğu olmaya yönelmiştir. Sosyal demokrasiyi tarif eden, yukarıda sayılan siyasal işlevlerdir. Yoksa, köken farklılıkları itibariyle bir partinin sosyal demokrat olmadığını söylemek apolitik bir akademisyenliktir. Sosyal demokrasinin kökeni bu işlevlerin yerine getirilmesini sağlayan önemli bir öğedir ama kapitalistleşmeyi III.Enternasyonal’in kurulduğu dönemlerde yaşayan tanım gereği bu kökene sahip olamayacak partilerin sosyal demokrat olmadığını söylemek yanlıştır. Sosyal demokrasi bu siyasal işlevleri elbette salt söylemiyle yerine getirmedi. Özellikle kapitalist birikimin yükseliş dönemlerinde döneme özgü birikim tarzının sağladığı olanaklar dahilinde işçi sınıfının düzen dışına kayma potansiyelini daraltan bölüşüm politikaları sosyal demokrat programların temelini oluşturur. Böylesi dönemlerde burjuvaziye bir varyant sunabilen sosyal demokrat iktidarlar işçilere güncel ve kısa vadeli kazanımlar sağlayarak sosyal demokrasiye reel bir konum kazandırmıştır.
TÜRKİYE’DE SOSYAL DEMOKRASİ: 80 ÖNCESİ CHP
1960’lara doğru Türkiye’de sınıfların ulaştığı gelişkinlik ve hareketlilik düzeyi siyasal düzeyde sınıfları, dolayısıyla sınıflararası ilişkiler alanını yok sayan politika tarzını geçersizleştirmiştir. Sınıflararası ilişkilerde farklı işlevlere oturan siyasi partilere duyulan ihtiyaçla birlikte çeşitli arayışlar gündeme geldi. 27 Mayıs sonrası, siyasetin özgül ağırlığının kapitalizmin kendi gelişim dinamiklerinin önünü kesebilmesi devletin yapılanmasında önemli değişiklikleri gündeme getirdi. Türkiye kapitalizmi dengelerin ağırlıklı olarak devletin doğrudan alanının dışında “sivil toplum”da oluşmasına izin verecek kadar gelişmemişti. Ancak devletin mutlak belirleyiciliğine izin veren siyasal yapılanma, siyasi iktidarın uçlara savrulmasına da izin verdiği oranda tehlikeli olmaya başlamıştı. Burjuva siyasal lugatında yasama, yürütme ve yargının ayrılması ve kuvvetler ayrılığının yerleştirilmesi olarak geçen bu gelişme yeni kurum ve oluşumlarla desteklendi. Anayasa mahkemesi ve benzeri kurumlar, düzenin bekasını “sınıflar-üstü” ve/veya “siyaset-üstü” bir noktadan kollayan ve dengeleri sağlayan işlevler üstlendi. Kapitalizmin gelişimi açısından daha ileri bir noktayı temsil eden 61 Anayasası, siyasal belirlenimi ilericiliğe yatkın olan aydınlar nezdinde de yaygın olarak benimsendi. Bu yeni düzenlemeler gerek aydınlar, gerekse işçiler tarafından CHP’nin hanesine yazıldı. Bu dönemde, işçi sınıfının artan kitleselliğine köylülüğe özgü ideolojik motiflerin ağırlığının azalması eşlik ediyordu. İşçi sınıfının siyasal olarak gerek güncel gerek tarihsel anlamda kendi sınıf çıkarlarına yönelik siyasete açık hale gelmesi ve böylesi bir dinamizmi sergilemeye başlaması, TİP’in bu boşluğa oturan çıkışıyla birlikte Türkiye siyasetine yeni bir boyut kazandırdı. “Ortanın solu” ilk olarak İnönü tarafından formüle edildi. Türkiye siyasetinde taktiklerin “kurgulanmasına” henüz daha fazla izin veren bu dönemde siyaset sahnesine yeni bir öğenin sokulmasını hedefleyen çıkışı İnönü’nün ünlü sözleriyle tarif edebiliriz: “Ülke tam sola kayıyordu… Ortanın solunun gerekçesi tam sola gidişin önlenmesidir. Ortanın solu, ortanın çok soluna da, çok sağına da bir duvardır.”1 Daha evrimsel bir çizgi izleyen, kurgunun payının daha az nesneliğin payının daha çok olduğu Avrupa sosyal demokrasinin gelişiminden farklı bir başlangıcı tarif etsek de, “ortanın solu” ve “klasik” sosyal demokrasi sonuç itibariyle aynı işlevi görmüştür. Yazının ilk bölümünde, dünyada sosyal demokrat partilerin programına denk düşen öğelerin kemalizme maledilme/uyumlulaştırma çabasında bağların nasıl kurulduğuna değinilmişti. Siyasi olarak, İnönü’nün değil Ecevit’in hakkını verebildiği bu dönüşüm 12 Mart sonrasında sosyal demokrat yükselişin temelini oluşturacaktı. CHP “klasik” sosyal demokrasiye en fazla bu dönemde yakınlaşmıştır. CHP köken itibariyle siyasal yelpazenin sosyal demokrat kanadındaki yerini ve işlevini en fazla zorlayan bir handikapı en azından bir süre için aşmış, işçilerden oluşan bir tabana hitap etmeyi başarmıştır. Devletçi kökeninin getirdiği “halktan kopuk”, “elit” görüntüsünden sıyrılmayı Ecevit’in karizmasında kişileşen çizgisiyle başarmış ve işçi sınıfının sola yönelimine karşı gerçek bir duvar oluşturmuştur. Ancak Türkiye kapitalizminin dengelerinin hassaslığı, somut ekonomik-siyasi kazanımların köklüleşmesine izin vermediği oranda CHP’nin işçi sınıfının politizasyonunu düzen içi kanallara akıtmaktaki başarısını kurumsal bir kazanıma dönüştürmesini engellemiştir. DİSK’in CHP’liliği işçi sınıf ile sosyal demokrasi arasındaki organik bağların kurulduğu en somut kurumsallaşmaya denk düşmüşse de gene gerek 80 öncesinin gerekse 80 sonrasının ekonomik ve siyasi dengeleri kalıcılaşmaya izin vermemiştir. 60’lı yıllarında solun siyasi ve ideolojik yükselişinin etkisi altına aldığı ancak düzenden gerçek bir kopuşu yaşayamayan aydın kuşağının bir kısmı ise sınıfsal hareketin yükselişiyle de birlikte kopamadığı düzende kendisine uygun bir yer olarak CHP’liliği ve Kemalizmi benimsemiştir. Bu aydın kuşağının beslendiği bağımsızlık, kalkınma ve eşitlik gibi temalar emperyalist çıkar ilişkilerinden kopma, planlama, sendikal özgürlük ve demokrasi gibi sonuçlarla ilişkilendirildiği oranda sosyalizan bir Kemalist söylem ortaya çıkmıştır. Sonuç itibariyle sağlıklı ideolojik-politik bir kopuşun yaşanamadığı ortamda CHP’yi “daha kötüsüne, MC’ye ve/veya faşizme” karşı önemli bir kazanım ve cephe olarak gören bu kuşak sosyal demokrasinin ideologları olarak “Kemalizm”in kendi içsel çapını aşan bir dinamizmi CHP’ye taşıdı. İktidar perspektifinin eksikliğiyle sakatlanmış olan sol hareketler bu çalkantılı yıllarda CHP’nin sola çektiği duvarı güçlendirecek bir “CHP kuyrukçuluğu”nu sergiledi. Özellikle, anti-faşist mücadele vurgusunun ağırlıkta olduğu sol siyasetler ileri, milli, demokratik vs gibi sıfatlarla solu çok önemli bir dönemde burjuva siyasetine mahkum etmişlerdir.
12 EYLÜL SONRASI:
YENİ DÜZEN
ESKİ SOSYAL DEMOKRASİ
Sosyal demokrasinin 1980 darbesinden sonra yeniden şekillenen siyaset sahnesine çıkış tarihini 1986-1987 yılları olarak saptayabiliriz. 1983-1987 ANAP iktidarı işçi sınıfına yönelen baskı ve sol hareketlere dönük şiddetin dışında kapitalizmin makyajsız halinin de siyaset sahnesine çıktığı, dahası bunun meşruiyetinin dayatıldığı bir dönemdir. Meşruiyeti, “onay” anlamıyla değil, onay/zor ikilisiyle oluşan bir kabullenme anlamıyla kullanıyorum. Sosyal demokrasi bir önceki dönemden işçi sınıfıyla organik ve kurumsallaşmış ilişkiler devralmamış olmasına rağmen toplumsal bellekte bir “umut” olma özelliğini yitirmemişti. Yenilginin ağırlığını taşıyan, ANAP iktidarının makyajsız kapitalizmine duydukları tepkiyi ifade edebilecekleri kanallardan yoksun kalan kesimler için sosyal demokrasi olası bir “çıkış” olarak görülüyordu. Düzenden ideolojik-politik kopuşunu gerçekleştirememiş sol kesimler de kendi hareket alanlarını genişleteceği hayaliyle sosyal demokrasiye yüzlerini dönmüştü. İktidar perspektifini geçmişte taşıdığı şüpheli, ama dönem itibariyle yitirdiği kesin olan sol hareketler “neden sosyal demokrasiyi desteklemek gerektiği” konusunda, sosyalist hareketin geleceğine ilişkin perspektif oluşturmak bağlamında esirgedikleri “üretkenlik”lerini çekincesizce kullandılar. Yukarıda söylenenler sonucunda, işçi sınıfının ve kentli kesimlerin SHP ve DSP arasında dağılan, sol hareketin de SHP’de odaklaşan oyları itibariyle SHP+DSP’nin oy oranı CHP’nin “kemikleşmiş” olarak ifade edilen oy oranına yakın bir düzeye ulaştı. Ancak bu durum, güncel dinamiklerden çok geçmişten gelen birikimin henüz tükenmemiş olmasından kaynaklanıyordu. Türkiye kapitalizminin yeni evresinde sosyal demokrasi için siyaset sahnesinde geçmişin CHP’sinin yöneldiği boşluk artık yoktu. Her ne kadar DSP-SHP kopuşu Ecevit’in kişisel huysuzluğunun bir sonucu olarak yorumlanmaya açık olsa da, Erdal İnönü gibi bir fizikçinin SHP’nin başına geçmesi kesinlikle sosyal demokrasinin yönüne ve yeni konumuna ilişkin bir gösterge sayılmalıdır. “Aslında Türkiye’ye değil, Avrupa’ya uygun bir lider” olarak tanımlanan ve böyle “övülen” (bir siyasetçi herhalde bunu küfür olarak kabul etmeli) İnönü “yumuşak”, “nazik”, “ılımlı” ve benzeri sıfatları hakeden silik kişiliğiyle işçi sınıfının bastırılmış muhalefetinin canlandırılmasına ilişkin tek bir adım atmayacak bir sosyal demokrasiyi müjdeliyordu. Zaten sosyal demokrasinin işçi sınıfı hareketlenmesinin önünü açması hiçbir zaman söz konusu değildir. Sosyal demokrasinin zaten hareketlenen ve sola açılmaya aday işçi sınıfını düzene sınırları içinde tutmaya çalışmak ve ek olarak da “tedrici gelişim”e inanan iktidar perspektifinden yoksun sol hareketleri ve aydınları oyalamak dışında herhangi bir pozitiflik addedilebilecek bir işlevi hiçbir zaman olmamıştır. Yaygınlaşmış baskı koşullarında şekillenen ideolojik yapı ve solun politik marjinalizmi itibariyle düzeni tehdit edebilecek bir sınıf hareketi yoktu. Ayrıca, yeni birikim modelinin böyle bir hareketin çıkması durumunda verebileceği tepki sosyal demokrat “sus payı” dağıtmak değil zorla bastırmak olabilirdi. Dolayısıyla, Allah karizma dağıtırken muhtemelen fizik teorileriyle uğraşan Erdal İnönü’nün payını alamamış olması sosyal demokrasinin tıkanıklığının sebeplerinden değil sonuçlarından sayılmalıdır. Zaten, siyasette merkez partilerden herhangi birinin gelişememesini “lider-kadro” eksikliklerine ve beceriksizliklere bağlamak son derece yüzeysel bir analiz olacaktır. Sosyal demokrasiye alan açan ve ihtiyaç duyan bir dinamiğin varolduğu durumunda “iyi bir hatip” bulma problemi herhalde çözülürdü. Siyasal ihtiyaçlar kadrolarını yaratır. 1991’e kadar süren dönem boyunca, SHP muhalefet partisi olmanın asgari gereklerini yerine getirmek dışında hiçbir dinamizm göstermedi. Sosyal demokrasinin “misyon” bunalımı, sosyal demokratlar arasında ciddi bir hareketliliğe yol açmadı değil. Sol hareketin birçok öğesi de bu kargaşada debelenen gruplar arası dengelerde umut bağlanabilecek kesimleri saptamaya çalışan beyhude bir uğraşa girişti. SHP’nin “Yeni Türkiye Siyasetinin” öğelerini içselleştirme sürecinde gösterdiği yavaşlık eski misyonun yokluğuyla birleştiğinde ortaya beceriksiz bir yapı çıktı. Örneğin, İLKSAN yolsuzluğunu Demirel “ben verdim ne olmuş yani” diye kısa keserken, İSKİ skandali (hala bıkmayanlar için Nurdan Erbuğ’un da anıları da yayınlanıyor) gündemden düşmedi. Köşe dönmeciliği kendi siyaseti açısından pozitif bir ideolojiye dönüştürmeyi başaran Özal dönemini beceriksizlik görüntüsüyle geçiren SHP, 1989 yerel seçimlerinde kazandığı başarıyı da kendi hanesine yazılabilecek herhangi kalıcı bir kazanıma olanak tanımayacak bir tarzda, siyasi olarak “harcadı”. 1990’lara kadar ne burjuvaziye yeni dönemin işlevlerini taşıyabilecek kabiliyeti olduğunu ispat edebilen, ne de giderek açığa çıkaran toplumsal muhalefeti kendisine bağlayabilen SHP, 1991 seçimlerine kadar tek bir açılımı sahiplenmeyi denemiştir: HEP’in ve dolayısıyla Kürt siyasetinin legalizasyonunun önünü açma… Bu yazının kapsamını aşan bir konuda kısa bir parantez açalım. Burjuva partilerin hepsi burjuvaziyi temsil etmekle birlikte, tekil partilerin yaşam süreçleri burjuvazinin hesap ve kurgularının sonucunda şu ya da bu yana yönelen piyonların hareketleri olarak çözümlenemez. Örneğin, “eh sosyal demokrasi vakti geldi” diye kurgu yapan bir “burjuva kurgu üretim merkezi” yoktur. Sosyal demokrasinin Türkiye siyaset sahnesine girişini anlatırken İsmet İnönü’nün sosyal demokrasinin işlevini kavradığını gösteren bir deyişini örnek olarak vermiştik. Kapitalizm yerleşiklik kazandıkça bilinçli burjuva siyasetçilerinin tekil kurguları sürecin sebeplerinden değildir, daha çok siyasetçilerin kavrayış düzeyinin göstergesi olur. Sosyal demokrasinin çıkışı Türkiye kapitalizminin dinamiklerinin ürünüdür. Benzer bir şekilde ortaya çıkan misyon bunalımı da, sosyal demokratların misyon üretmekteki yeteneksizliklerinin değil gene kapitalizmin toplam dinamiklerinin ürünüdür. Ancak, siyasi beceri bu dinamikleri kavrama/kavrayamama düzeyinde tekil partiler için belirleyici olabilir. Varolan biçimlenişiyle boşlukta duran bir burjuva hareket farklı bir zemine yönelebilir. Özellikle burjuva partilerin varyant temsil etme özelliğinin zayıfladığı günümüzde bu geçişkenlik artmıştır. Benzer bir şekilde, tekil bir parti bir dönem için burjuvazinin daha az hoşuna giden bir yönelimi sırtlayabilir, belirli sınırlar içinde uyumsuz bir muhalefeti sergileyebilir, hatta hükümet olmayı başarabilir. Partiler aynı zamanda son derece somut çıkarlarla birbirine bağlanmış kadro örgütlenmeleridir. Ancak, siyasi yerçekimi yasası bu uyumsuzlukları süreç içinde törpüler. HEP’in mecliste temsil edilmesine yönelik seçim sisteminden kaynaklanan engellerin aşılmasında SHP’nin rolüne geri dönelim. SHP’nin 1991’e kadar üstlendiği tek siyasi riskin bu olduğunu söyleyebiliriz. Öncelikle, net bir çıkar hesabı var. Seçim sisteminin doğası gereği bazı yüzde eşiklerini aşmak oransız kazanmalara yol açıyor. 1991 yılında Kürdistan’da açığa çıkan dinamizmi bir yönden kendisine bağlamayı başaramayan partilerin bölgede fazla bir şansı olmadığı da açıktı. Bu dinamizm. SHP’nin kendi bünyesine eklemlenebilecek bir nitelikte de değildi. Zaten HEP’in belkemiğini bir kısmı kısa bir süre önce SHP’den ihraç edilen milletvekilleri oluşturuyordu. Ancak, oy oranına ilişkin kar-zarar hesabını aşan, bağımsızlaşmış Kürt dinamiğinin tekrar burjuva siyaset sahnesine entegre edilmesi girişiminden sözedebileceğimizi düşünüyorum. Bunun başarılamamış olması 1991 itibariyle sonucu belirsiz bir sürecin ürünüdür. SHP burjuvaziye rağmen bir demokratlık yapmamış, Türkiye siyasetinde riskli sayılabilecek bir kanalı.açmayı denemiş ve yürümediğini görür görmez de çark etmiştir. Daha sonra da, kitlesel katliamlara kadar uzanan bir Kürt politikasının uygulayıcıları arasında rahatlıkla yerini almıştır.
SHP-DYP KOALİSYONU ve MİRAS TÜKENİYOR
1991 seçimlerine gidildiğinde fazlasıyla yıpranan ANAP’in yerini alan SHP-DYP koalisyonu SHP için “ne olursa olsun” iktidar arayışının belirleyiciliğinde oluşmuştur. Ancak koalisyon misyonsuz değildi. Burjuvazinin “yaşasın toplumsal konsensüs”, “kredi açtık” diye kucakladığı SHP-DYP koalisyonunun protokolü, daha önce ..’te sebepleri ve neden yaşanamadığı incelenmiş olan sınırlı politizasyon arayışına denk düşüyordu. Bu misyonun da havada kalması sonucunda iktidar ortağı olmanın sağladığı olanakları kullanmak yolundaki beceriksiz de sayılabilecek çabaları dışında SHP’nin kayda değer bir varlık gösteremeyişi Türkiye’de sosyal demokrasinin tükenişinin tescili oldu. Sosyal demokrasiye özgü siyasal işlevlerin geçersizleştiği bir dönemin SHP’sinden başka bir şey beklenemezdi de. Topluma damgasını vuran depolitizasyonun politizasyon soğurma ihtiyacını ortadan kaldırdığı, demokratikleşmenin işçi sınıfının ile sol arasında kurulabilecek kanalların tıkanması kaydü-şartıyla gündeme girebildiği, Kürt sorununa ilişkin “ezmeden uzlaşma yok” stratejisinin kesinleştiği bir dönemde sosyal demokratlar kurultay toplamak, bölünmek ve tartışmak hobileri ve meclisteki sandalye sayıları haricinde siyaset gündeminden uzak kaldılar. Karayalçın, sosyal demokrasinin tükenişinde siyasetin yeni modus operandi’sine uygun bir lider olarak ortaya çıktı. Daha önce “blucin”ini ayağına geçirip, “genç ve karizmatik” lider şablonuna medyanın pompalanmasıyla (ve aslında genç olmak bir yana bir dede olan) Baykal aday olmuş ancak becerememişti. “İhaleci”, CHP’li bir geçmişe dahi sahip olmayan “işbitirici” Karayalçın SHP’nin üstüne sinmiş olan beceriksizlik görüntüsünü silmeyi dahi başarabilmiş olsaydı, en azından sıfırdan büyüktür mantığıyla, SHP açısından bir başarıdan sözedilebilirdi. SHP-DYP koalisyonu sürecinde SHP, CHP mirasından kalan son yanılsamaları da silmiştir. Hikayelerin serim-düğüm-çözüm sırasını izlemesi gerektiğini Lise kompozisyon ödevlerinde öğrenmiştik ama düğüm-düğüm-kördüğüm sırası SHP’nin pek heyecanlı olamayan masalına daha uygun görünüyor. Kördüğüm de, Türkiye kapitalizminin kördüğümü elbette. Kriz süreciyle birlikte, Türkiye kapitalizminin soldan politizasyon kanalı açma olanağı ortadan tamamen kalkmıştır. Sosyal demokrasi işçi sınıfına reel kazanımlar önermek ve bunları sunmak durumundadır. Bu yüzden sosyal demokrat yükselişler kapitalizmin sermaye birikiminin sınırlarının daraldığı dönemlerin değil yükselen sınıf mücadelesini karşılayabilecek somut kazanımların teslim edilebileceği dönemlerin ürünüdür. Sosyal demokrasi kriz dönemlerinde burjuvazinin son çare olarak cebinden çıkaracağı “gizli kartı” değildir. Düzenin soldan politizasyon kanalı açamaması ortaya çıkan ve siyasal kanallar arayan işçi sınıfı hoşnutsuzluğuna karşı bir söylem geliştirmeye çalışan sosyal demokrat kesimlerin olmayacağı anlamına gelmiyor. Sözü edilen sınır kendiliğinden olduğu ölçüde sistemi aşan bir ufka sahip olamayacak ancak aynı anda da siyasallaşan hareketliliğin düzene entegre edilmesinin reel olanakların yokluğuyla çizilmiştir. Bu “havada durma”, sosyal demokrat bir dinamizmin de güçlenmesini engelleyecektir. Şu anki sosyal demokrat odaklardan herhangi birinin özü sınıfa saldırıya dayanan pakete karşı sert bir söylemi geliştirmesi, bu söylemin alıcılarını yaratması ve bir dönem için sosyal demokrat bir canlılık görüntüsü vermesi mümkündür. Ancak bu dinamizmin Türkiye kapitalizminin “uygun gördüğü” sınırlar içinde tutulmasının pek muhtemel olmadığı düşünüldüğünde düşük bir olasılıktır. Kriz dönemlerinde, burjuva partilerinin somut hangi biçimlere bürünebileceklerini öngörmenin sınırları vardır. Ancak, gelişimin hangi dinamikleri besleyebileceğini ve ne tür “çözüm”lerin olanaksız ya da kısa ömürlü olmaya mahkum olduğunu öngörmek mümkündür, sosyalist hareket açısından da önemli olan budur. Açıkça, ben bu koşullarda sosyal demokrat gruplardan herhangi birinin olasılığını teslim ettiğim ama sınırlarını da göstermeye çalıştığım türden bir çıkışı deneyebileceklerini bile düşünmüyorum.
SOSYAL DEMOKRASİ Mİ, SOSYAL DEMOKRAT BİR GÜRUH MU?
Sosyal demokrasinin siyasal ömrünü bitirmiş olması, bütün sosyal demokratların emekli olduğu anlamına gelmiyor elbette. “Muhalif milletvekilleri”, “Anadolu Hareketi”, “Yörükler Grubu”, “Karayalçıncılar”, “Solda Birlikçiler”, “Ecevitçiler”, “CHP’li SHP’liler”, “11’ler” sadece SHP içinde varolan gruplar (liste, yayına girdiğimizde çoğalmış olabilir!). DSP’yi ayrı bir başlık altında inceleyeceğimizi belirterek, sosyal demokratlar arasındaki temel eğilimleri varolan grupların ötesinde bir yaklaşımla ele almamız gerektiğini düşünüyorum. Öncelikle daha kısa vadeli çıkar çatışmalarının, koltuk ve rüşvet hesaplarının yarattığı ayrımları gözardı etmek bir miktar sadeleşme sağlayacaktır. Örneğin Kumbaracıbaşı-Karayalçın arasındaki söz düellosu türünden gündemi işgal eden olguları tek tek ele almak siyasal analiz açısından verimli olmayacaktır. İlk kesim olarak, sosyal demokrasinin Türkiye kapitalizmi için güncel olmayan “klasik” işlevine dönmesini isteyen CHP/Kemalist geleneğinin izlerini taşıyan sosyal demokratları sayabiliriz. Doğal olarak, bu gruba dahil edebileceklerimiz Türkiye’deki politik yapılanmaya ve burjuvazinin netleşen tercihlerine umarsız bir bağımsızlık barındırmazlar. Örneğin, “özelleştirme, ama doğru dürüst yapılsın”ı öğrenmişlerdir. Kürt sorununda Türkiye Cumhuriyeti’nin geleneksel politikalarında yeni dünya düzenine uygun bir esnekliğin yerleştirilmesine karşı bir direnç göstermeye adaydırlar. Keza, “laiklikten ödün yok” bu kesimin şu an için kendi politik kimliklerinin en elle tutulur yanıdır. Özellikle Kürt sorunu ve laisizme ilişkin tutumlarıyla genel tanımıyla burjuva demokratlığı arasında varolan uyumsuzluk devlet kökenli sosyal-demokrasinin özgünlükleri arasındadır. Sınıfa yönelik son on yılın en kapsamlı saldırılarından birini gerçekleştiren siyasi iktidarın parçası olmaya yönelik hoşnutsuzluğu en güçlü dillendiren bu kesimdir. Sınıfa daha “sol” bir söylemin taşıyıcısı olmak arzuları Türkiye kapitalizminin bu dönemecine özgü sınırlardan dolayı sınırlı kalmaya mahkumdur. İkinci bir kesim olarak da, aslında Cem Boyner’in kendi içinde daha tutarlı olarak savunduğu “yeni cumhuriyet” projesine “klasik sosyal-demokrasi” bacağından tutunmaya çalışan grupları sayabiliriz. Savundukları devletin yeniden yapılanması ve “devletçi” olmayan bir sosyal-demokrasinin oluşturulması projesidir. Açıkça söyledikleri “burası İsveç olsa, biz de İsveç sosyal demokrasisi olsak” diye özetlenebilir. Türkiye’deki sınıf mücadelesinin kaldıramayacağı projeleri aslında burjuvazi için de “ah keşke”dir. Gelişkin burjuva demokrasisi ve kapitalizmin yeniden üretiminin güvencelerinin “sivil toplum”a daha fazla hareket alanı sağlayacak kadar oturmuş olması ancak işçi sınıfının ve sosyalizmin tamamen sindirilmiş olması ve Türkiye kapitalizminin göreli istikrarlı bir yapıya kavuşmuş olmasıyla mümkündür. Burjuvazinin elit kesimleriyle paylaştıkları özlemler itibariyle bir ilgi ve sempatiye maruz kalmaları mümkündür, rafine önerileri zaman zaman kabul görebilir ancak bir iktidar alternatifi olmaları mümkün değil. Bunun dışında siyasi partilerin perse menfaat gruplarına indirgendiği günümüzde iktidarın nimetlerini daha fazla kullanmak dışında herhangi bir perspektifi olmayanlar var. Muhtemelen sayıca en kalabalık grubu oluşturan bu kesimler, ziyafet bittiğinde hesaplaşacaklarımız arasındaki seçkin yerlerini korumakla birlikte özel olarak sosyal demokrasi başlığına girmiyorlar. Sosyal demokrasinin kendi depolitizasyonu aşmak için sarılmaya çalıştığı laik söylemin esas sahibi olduğu iddiası bir siyasi hareketi ayakta tutabilecek beslenme kanalı olabilmek için çok zayıf kalmaktadır. “Yaşam tarzının siyasallaşması”, depolitizasyonun gerçek bir ilgisizlikle yan yana gittiği bazı ara katmanların kendilerini tehdit altında hissetmelerine karşı verdikleri ve en ileri haliyle bile anlamlı politik dinamizm üretemeyen bir tepkidir. Refah, Türkiye kapitalizmi açısından Beyoğlu’nda meyhanelerin geleceğinden dolayı değil, özellikle kriz dönemindeki hassas dengeleri korumayı zorlaştıracağı ölçüde bir tehdittir. Yaşam tarzı bağlamında tanımlı ciddi bir siyasal hareket bu ülkede mümkün olmadığı gibi, sosyal demokrasi güçsüzlüğünden dolayı bu işlevi bile yerine getiremeyecektir. Böyle bir tehditi önemseyen kesimlerin, ANAP ya da DYP’ye yönelmelerinin önünde herhangi bir engel yoktur. “Demokrasi” sorununa sosyal-demokrasinin olası geleceği başlığında değinmemeyi tercih ediyorum. Kaç yaşında oy verileceğini burjuva demokrasinin temel belirleyenlerinden saymıyorsak, krizle birlikte bu konunun Türkiye burjuvazisinin gündeminden “daha fazla” türünden sıfatlarla birlikte anılan her tür biçimiyle düştüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz. Çok fazlasıyla sözü edildiği için güzide ve alicenap sosyal demokrat Mümtaz Soysal’ın Dışişleri Bakanlığına kısaca değinelim. Gelişmelerle doğrulanmaya muhtaç bir saptama olmakla birlikte, konunun ağırlıklı olarak Türkiye’nin dış politikasında bir dönem için değişik bir üsluba duyulan ihtiyaç ışığında düşünülmesi gerektiğini düşünüyorum. Elbette, bir yandan da, özelleştirmenin hem Anayasa Mahkemesi sorunuyla karşılaşmayacak hem de daha az tepki doğuracak oturaklı biçimlerde yapılabilmesi için “Mümtaz Hoca”nın engin deneyimlerini hükümete sunması gibi ek kazançlar da söz konusu olacaktır. “Mümtaz Hoca”, düzenin suç ortaklan arasındaki yerini bakan olmadan çok önce birçok kere tecil etmişti. 12 Eylül’ün karanlık günlerinde Fransa’daki Orly davasında “mükemmel Fransızcasıyla” devlet adına yaptığı savunmadan, DEP’liler özelinde meclise de sıçrayan Kürt halkına yönelen vahşeti Avrupa Konseyi’nde meşrulaştırmak için harcadığı çabaya dek, yeteneklerini çoktandır düzene sunmuştu. Herhangi bir şey satmadı çünkü kendisi ancak onurunu kurtarmaya bu denli çaba harcadığı devlet kadar onurludur, satacak fazlası zaten yoktur.
DSP: HUYSUZ LİDERİN ÖTESİNDE BİR ANALİZ
Ecevit’in SHP ile DSP karşılaştırılmamalı derken haklı olduğunu düşünüyorum. SHP ile DSP arasında, ANAP-DYP türünden kıyaslamalara izin verecek bir türdeşlik yok. Dahası, siyasal olarak işlevsizleştiğini iddia ettiğim SHP’nin aksine DSP’nin, doldurup dolduramayacağı kesinleşmemiş olmakla birlikte, yöneldiği hat Türkiye kapitalizmi açısından son derece somut bir kanalı ifade ediyor. Karizmatik bir lider, korporatist-milliyetçi bir söylem, laisizmin Türkiye kapitalizmi açısından oldukça işlevsel bir savunusu daha saldırgan bir dış politika anlayışı, Kürt sorununu Güneydoğu’nun geriliği olarak kabul ederek hem somut çözümlere izin veren hem de “demokrat” gafletlere düşmeyen bir yaklaşım… Faşizmin Türkiye siyasetinde yaygınlaşarak içselleştiği saptamasıyla birlikte düşünüldüğünde, düzenin sol bacağı olmaya DSP’nin gerçekçi bir aday olduğu söylenebilir. Sosyal demokrat bir hareketin yükselişinden çok faşizan bir çıkışı andıran DSP’nin bu misyonu gerçekleştirebilecek kadro yapısını ve örgütlülüğü kazanıp kazanmayacağını öngörmek mümkün değil. Ancak yukarıda bazı genel saptamaları yaparken bunların belirlenen öğeler olduğunu söylemiştik. Bülent Ecevit’in ve/veya DSP’nin süreci nereye kadar sırtlayabileceğinden bağımsız olarak, önümüzdeki dönemde düzenin sol bacağının ancak böylesi bir tarzda varolacağını düşünüyorum. Bu hareketi dikkatle izlemeye devam etmek gerekiyor.
SOSYALİST HAREKET AÇISINDAN SONUÇLAR…
Sınıf hareketine soldan düzen içi politizasyon kanallarını açmayan, açmak istemeyen, açacak bir kurumsallaşmaya da sahip olmayan Türkiye kapitalizmi ciddi ve zorunlu bir riske girmektedir. Sınıfın siyasallaşma düzeyinde bir yükseliş durumunda ne yapılacağı konusunda Türkiye kapitalizminin mevcut tek çözümü hangi hükümet biçimi altında yaşanacağından bağımsız olarak bir tür “sıkıyönetim” olacaktır.Önümüzdeki dönemde yaygınlaşmış biçimiyle faşizm ve sınıfa yönelen baskı politikalarıyla şekilleneceği netleşmiş olan politikaların hayata geçirilmeye başlanması ve ek olarak Refah’ın güçlenmesinin bir olasılık olarak Türkiye sol hareketinin kimi kesimlerini gene “cephe” arayışına ve bu cepheye sosyal demokrasiyi dahil etme isteğine itebilir. Sosyal demokrasinin şu anki görüntüsü düşünüldüğünde bu olasılık “yok canım” ve “insaf artık” dedirtiyor. Ancak birçok konuyu pratiğin zorlamasıyla aşan Türkiye solunun bazı kesimlerinin iktidar perspektifini içselleştirme yolunda ilerlediğini değil gerilediğini göz önünde bulundurduğumuzda böyle bir yönelimle karşılaşmamız mümkündür. Muhtemelen, sosyal demokrat partilerin şu anki mevcut yönetimi dışında bir kesim böyle bir “ittifak”ın olası öznesi addedilecektir. Neden orada oldukları sorusu elbette atlanarak. Böyle bir yönelimi besleyebilecek bir diğer yanlış anlayış ise, sınıf hareketi ile sosyalist hareketin bağ kurmasında sınıf hareketinin sosyal demokrasiyi denemesi, tüketmesi ve daha sonra sosyalist harekete yönelmesi gibi teleolojik sıralama beklentisidir. Yukarıda, genel olarak 80 sonrası ve özel olarak kriz döneminde sosyal demokrasinin neleri yapamayacağını ele aldık. Sosyalist hareket “düzen partisi” ve “sosyalist hareket” kutuplaşmasını zorlamaya devam edecektir. Sosyal demokrasinin bu ayrımı bulanıklaştıracak söylemlere ve politikalara sahip olmayışı hayıflanılacak değil, kullanılacak olumlu bir durumdur. Sınıfın siyasallaşmasını sosyal demokrat bir politizasyonun soğuramayacak olmasına ve faşizmin-baskının güncellik kazanmasına hayıflananlar başka ülkelere iltica etmeyi gündemlerine almalıdırlar. İktidar perspektifini taşıyanlar için sınıf kavgasının sertliği gözyaşı dökülecek bir konu değildir. İltica konusunda espiri yapmıyorum. Sosyalist hareketin kucaklamaya aday olduğu politizasyonun ve sınıf hareketliliğinin önünü kesmeye çalışacak olan sosyal demokrasiye “cephe-ortak düşman” anlayışı veya evhen-i şer”cilikle dinamizm taşımayı gündemlerine alanlar nesnel olarak sosyalist harekete zarar vereceklerdir. “Nötr” kalmaları en azından tarihin onları “düşman” diye damgalamasından daha hafif olacaktır. “Ama, böyle yapıldı ve Almanya’da faşizm iktidara geldi…” diye başlayan itirazlar içinse tek bir şey söylemeliyiz: Almanya’da faşizm iktidara geldi çünkü sosyalizm günceldi. Yöntem olarak yanlıştır ama hadi kurgulayalım Almanya’da sosyal demokrasi iktidara geldi ve faşizmin önünü kesti! Dünya kapitalizminin dinamikleri itibariyle, II.Reich’ın rolünü İtalya ya da Fransa üstlenirdi. Biz de yazardık: Almanya’da sosyal demokrasi iktidara geldi, çünkü sosyalizm günceldi… Sol içinde gözüken kesimlerin bir kısmının sosyal demokrasiye dinamizm taşımayı meşrulaştırma yönelimine girebileceklerini söylemiştim. Bunun görmeye başladığımız ilk örneklerinden birine ilişkin son bir hatırlatma yapmak istiyorum. Türkiye’de sosyal-demokrasinin Kemalist kökeniyle klasik sosyal-demokrasinin marksist kökenini arasında bir ayrım olduğunu söylemiştik. Benzerlikleri de var: Avrupa sosyal demokrasisi 1. Paylaşım Savaşı’nda savaş kredilerini onaylarak doğmuş ve ilk kanlı nefesini Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in katliyle almıştır. CHP’nin ve SHP’nin hanesinde Mustafa Suphi’lerin katliyle başlayan bir tarih vardır. “Bu saptama adı geçen parti içinde ve diğer “sosyal-demokrat” partilerde, gerçekten sosyal-demokrat (demokrasiye ve eşitlikçi toplumsal düzene inanan), hatta solcu/sosyalist üye, militan, sempatizan bay ve bayan yoktur anlamına gelmiyor. İşte bu bağlamda, Sol’un sosyal demokrat partilerle ve onlara yakın dernek ve sendikalarla eylemlerde ortaklık ve işbirliği araması zaruret haline geliyor. Birlikte yapılabilecek şeyler ve Türkiye’nin Mart 94 yerel seçimleri sonrası siyasi durum, CHP, SHP ve diğerleriyle günümüzde ortak adımlar atılmasını dayatıyor.”2 Bu hatırlatma Toplumsal Dayanışma’nın okurlarına sosyal demokrasiye ilişkin yukarıda söylediğim bütün siyasal gerekçelerin ötesinde, o “gerçekten sosyal demokrat”, “solcu/sosyalist”lerin bilerek ve isteyerek yer aldıkları burjuva partilerin iktidarlarının katlettiği yoldaşları adına yapılmıştır.