Ülkemizde sol çevrelerin gündemine 80’li yılların ortalarında giren bir tartışma bugün, yaşanan son ekonomik kriz sonrası yeniden güncellik kazandı: Kriz dinamikleri üçüncü sektör diye de adlandırılan hizmetler sektörünü nasıl etkiledi, bu sektörde yer alan çeşitli meslek gruplarına üye olanların değişen ekonomik göstergeler sonrası yeni sınıfsal konumları nedir ve en önemlisi bu sektörün kriz sonrası giderek mülksüzleşen kesimleri sınıflar mücadelesinde diğer sektörel alanların proletaryası ile aynı saflara nasıl çekilecek? Ben bu sorular çerçevesinde hekimlerin günümüzdeki konumlarını ve hekim örgütlenmesinin bugünkü düzeyini sağlık hizmetlerinin gelişimiyle birlikte değerlendirmeye çalışacacağım.
Bugün ülkemiz özelinde hekimler, özellikle de yaşanan son ekonomik kriz sonrası, tüm sağlık çalışanları içinde öteden beri sahip olageldikleri ayrıcalıklı konumlarını yitirmiş görünüyorlar. Giderek artan sayıda hekimin alımgücü, halkın genel yoksullaşmasıyla birlikte günden güne azalıyor. Tüm sağlık çalışanları arasında, gelir düzeyleri ve yaşam alışkanlıklarıyla öteden beri burjuvaziye daha yakın görünen hekim kitlesinin özellikle de ücretli kesimi, bugün artık kaçınılmaz hale gelen bir mülksüzleşme süreci yaşıyor. Hekim kitlesini ortak çıkarlara sahip bir bütün olarak tanımlamaksa zor; sağlık hizmetlerindeki yerleri ve çalışma koşullarına göre oldukça heterojen bir görüntü sergileyen hekimleri şekilsel de olsa iki ana grupta toplayabiliyoruz;
- Kamu kuruluşlarında
- Özel olarak çalışan hekimler.
Kamu kuruluşlarında çalışanlara bürokrat, tam ve yarım gün çalışan hekimler girerken, özel olarak çalışanlara da hastane ve poliklinik sahibi hekimlerle, ücretli hekimler giriyor 1 .
SAYILARLA SAĞLIK
Sağlık personelinin sayısal dağılımına baktığımızda, 1923 yılında ülkemizde 344 hekim, 60 eczacı, 136 ebe ve 560 sağlık memuru bulunduğunu görüyoruz. 1992 verilerine göre de 53420 hekim, 10544 diş hekimi, 15750 eczacı, 23754 sağlık memuru, 46623 hemşire ve 34125 ebe görev yapıyor 2 . Tüm sağlık çalışanları içinde en kalabalık grubu oluşturan hekimlerin sayısı, ihtiyaçtan çok politik kaygılar nedeniyle açılan taşradaki tıp fakültelerinden yetersiz bir eğitimle mezun olan yeni meslektaşlarının da eklenmesiyle katlanarak artıyor. Son on yılda sayıları 4’ten 34’e çıkarılmış olan tıp fakültelerinin taşradaki mezunlarının uzmanlaşma şansı ise, görece daha yeterli bir eğitim alan metropollerdeki meslektaşlarına oranla oldukça düşük, bu duruma uzmanlık sınavı için açılan kadroların sınırlılığı da etki ediyor. Bu hekim fazlasına karşın kadrolardaki yetersizliğin doğal bir sonucu olarak ilk kez 1990 yılında pratisyen hekimlerin sayısı uzman hekimleri geçmişti, bugün de hekimlerin %53’ünü pratisyenler, %47’sini uzmanlar oluşturuyor 3 .
Sektörel dağılım değerlendirildiğinde toplam sağlık personelinin %18.8’inin özel sektörde çalıştığı ve bu kesimde en yüksek oranların %85 ve %71’le eczacı ve dişhekimlerine ait olduğu ortaya çıkıyor. Özel sektörde çalışan hekim oranı son 16 yılda %38.5’ten %18.04’e gerilemişken, kamu kesiminde çalışan hekim oranı yaklaşık %20’lik bir artış göstermiş. Kurumsal dağılımda, hekimlerin % 48.4’ünün işvereni Sağlık Bakanlığı iken, %10.6’sınınki S.S.K %17.3’ününki üniversite ve %5.3’ününki de diğer kamu kuruluşlarıdır 4 .
Sağlık çalışanlarının, bugünkü durumunu değerlendirirken devletin 80’li yıllara gelene kadar sağlık alanında izlediği politikalardan ve bunların sonuçlarından söz etmek gerekiyor.
KAPİTALİZMİN RESTORASYONU: SOSYALİZASYON
60’lı yıllar, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, gelişmiş kapitalist ülkelerde bunalımı aşma yönündeki sermayenin yeniden yapılandırılması sürecine devletin müdahalesinin en yoğun olduğu yıllardı. Aynı yıllarda kamu harcamalarına ayrılan payın arttırıldığını ve sosyal güvenlik sistemlerinin geliştirildiğini görüyoruz. Savaşın sona ermesiyle kitlelerde beliren refah beklentisi, geliştirilen bu sosyal güvenlik sistemleriyle bir ölçüde karşılanmaya çalışılmıştı. Gelişmiş kapitalist ülkelerde savaşla zaten kesintiye uğramış olan sınıfsal mücadelenin stabilizasyonunda “sosyal devlet”in bu uygulamalarının payı olduğunu söyleyebiliriz. Bunun sağlık alanındaki karşılığıysa sanayileşmenin gerektirdiği nitelikli işgücünün yaratılmasıydı. Sosyal devlet olgusu diğer kapitalist ve kapitalistleşme yolundaki ülkelerle eşzamanlı olarak Türkiye gündemine de girdi, iç pazara dönük üretimi arttırmayı amaçlayan ithal ikameci ekonomi modelinin uygulandığı yirmi yıllık dönem boyunca, resmi ideoloji de bu modelle çelişmeyen kalkınmacı ve popülist motifler üzerine kuruluydu. Sağlıkta sosyalizasyon projesi de böyle bir dönemin başında geliştirildi ancak hiçbir zaman tam olarak hayata geçirilemedi.
224 sayılı sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesi ile ilgili yasa, yurttaşların sağlık hizmetleri için ödedikleri primle, kamu sektörüne ait kurumların bütçelerinden ayrılan tahsisat karşılığı her çeşit sağlık hizmetinden ücretsiz ya da kendilerine yapılan harcamanın bir kısmına katılmak suretiyle eşit şekilde faydalanmalarını amaçlıyordu. Yine bu hizmetlerin verileceği bölge ya da kurumlarda çalışan kamu sektörü sağlık personeli ücret karşılığı ya da herhangi bir şekilde yarar sağlayarak serbest meslek icra edemeyecekti. İlgili dönemde kamu kesiminde çalışan hekimler tam gün çalışma koşulları sağlanmadan sağlık hizmetlerinden beklenen verimin alınamayacağını savunarak 1965 ve 1978 yıllarında çıkarılan tam gün yasalarını desteklemişlerdi.
Projenin pratikteki başarısızlığıysa şunu gösteriyor, sağlık hizmetlerinden tüm bireylerin eşit ve ücretsiz olarak yararlanmasının koşulları, bu hizmetlerin de özel sermayenin kâr alanına girdiği ve metalaştırıidığı bir düzende zaten yaratılamazdı. Bugünse bu uygulamadaki başarısızlık, kimilerince yetersiz istihdam ya da insan gücü planlamasındaki zaaflarla açıklanıyor. Sağlık hizmetlerini eşit ve parasız olarak planlayıp örgütleyecek iktidarların burjuva iktidarlar olamayacağı ise unutuluyor. Oysa projenin hayata geçirilememesi yalnız bir yetersiz istihdam sorunu olsaydı bugün altmış bine yakın hekimin görev yaptığı ülkemizde bu sorunun çoktan çözülmüş olması gerekirdi. Tam da tersi olarak bugün bu hekim fazlası hükümetin ayağına dolanmış durumda. Hâlen çalışmakta olanlara maaşlarını ödemekte zorlandığı için, yeni mezun olan hekimlere ne vereceğini bilemeyen Sağlık Bakanlığı mecburi hizmet kurası çektiremiyor. Şu an Yüksek Sağlık Şurası’nca onaylanmış olup meclisten geçmesi beklenen, zorunlu hizmetin kaldırılmasına ilişkin yasa tasarısı kabul edilirse yakın bir gelecekte birçok hekim bakanlık tarafından atanana kadar işsiz kalacak. Burada daha fazla ayrıntısına girmek istemediğim sosyalleştirme hakkındaki yasayı ve bu yasanın kaleme alındığı haliyle sosyalist bir iktidarda işlevsel olup olmayacağını başka bir yazıda ele alınabilir.
SOSYALİZASYONDAN ÖZELLEŞTİRMEYE
80’li yıllara gelindiğinde önceki yirmi yıllık süreçten oldukça farklı bir tablo karşımıza çıkıyor. İç pazara dönük üretimi arttırmayı amaçlayan ithal ikameci modelin, tıkanmasıyla birlikte ihracata dayalı sermaye birikim modeli uygulamaya konuldu. Böyle bir model, kendi ideolojik söylemini oluştururken devletçi gelenekten de zorunlu olarak uzaklaşacaktı; popülist motiflere bu yapıda hem yer hem de gerek kalmamıştı. Bireysel kurtuluşun mümkün olduğu yanılsaması, kitlelerin düzenle çelişkilerini yumuşatırken, varolan sınıfsal tepkilerin de düzen içi kanallara massedilmesi işlevini gördü. Liberalizmin bireyci değerler üzerine kurulu ideolojisi, “hür teşebbüs”ü kutsarken, bireysel girişimcilerin önündeki en büyük engelin de birçok alandaki devlet koruması olduğu argümanını kullanıyordu. Kamu iktisadi teşekküllerinin bütçeye yük oluşturduğu gerekçesiyle kapatılmaları ve yerli ya da yabancı özel sermayeye satılarak özelleştirilmeleri de böylece gündeme geldi.
Bugün sağlık alanında da sosyalizasyon yerine özelleştirmenin gündeme gelmesi, sağlık hizmetlerinden sözü edilen bu devlet güvencesinin resmen kalkması anlamına geliyor. Resmen diyorum, çünkü bugün, örneğin sosyal sigortalar kurumu sigortalılardan her ay düzenli olarak prim toplarken, ilaç firmalarına ve diğer kamu kurumlarına olan milyarlarca liralık borçlarını ödeyemiyor. Bu durumda eczaneler de firmalara geri ödeme yapmaları, kurumun ilaç tutarını karşılamasına bağlı olduğu ve kurum da bu ödemede zorlandığı için sigorta reçetelerini vermemeye çalışıyor. SSK sigortalıların hastane masraflarını da tümüyle karşılayamıyor. Aynı şekilde emekli sandığının son durumu da SSK’dan çok farklı değil. Emekli sandığının ilaç listesi SSK’nın listesine göre daha çok sayıda ve çeşitli ilacı kapsamakla birlikte bu kurum da aynı ödeme güçlüğünü yaşıyor. Kısacası fiili anlamda bir devlet güvencesinden söz etmek oldukça zor. Bu güvencenin özelleştirmeler sonucu tamamen ortadan kalkması durumunda tüm sağlık hizmetleri paralı hale getirilecek. İşverenin özel sermaye olması halinde sağlık çalışanlarının konumunun ne olacağı sorusu da doğal olarak akla geliyor. Hekimlerin bugünkü sınıfsal konumunun ele alınacağı yazının ilerki bölümlerinde bu soru da tartışılacak.
Ülkemizde sağlık hizmetlerinin birinci basamağını yerel birimlerde verilen koruyucu hekimlik hizmetleri oluşturuyor. Bu hizmetlerin tam anlamıyla yerine getirilmesi halinde birçok bulaşıcı hastalık salgın haline gelmeden tespit ve tedavi edilebiliyor. Yeterli ve uygun aşılama yapıldığında ilerki yaşlarda ağır komplikasyonlar yaratan hastalık etkenlerine karşı çocuklukta bağışıklık kazanılması sağlanıyor. Çevre ve anaçocuk sağlığıyla aile planlaması çalışmaları da bu hizmetler kapsamında. Aynı yerel birimlerde eğitimli bir personel ve yeterli teknik donanım da varsa bazı hastalar bir üst merkeze yollanmadan bu birimlerde tedavi olabiliyor. Hastalar açısından en ucuz sağlık hizmeti de bu birimlerde veriliyor. Bundan dolayı sermayenin ilgi alanında koruyucu sağlık hizmetleri değil, ilaç tekellerine çok daha kârlı bir alan açan tedavi edici hekimlik bulunuyor. Koruyucu hekimlik hizmetleri öteden beri geri bırakılmışken, 80’li yıllarda tedavi edici hekimliğin bilinçli olarak ön plana çıkarılması, pratisyen hekimliği de uygulamada işlevsiz kıldı. Buna bağlı olarak bugün pratisyen hekimlerin uzmanlığa yönelmesinde bilimsel kaygılar ve mesleki tatmin arayışları değil, alımgücünde zamanla ortaya çıkan azalma sonucu, uzmanlığı, bir sınıf atlama aracı olarak görmeye başlamaları belirleyici olmaktadır.
HEKİMLERİN SINIFSAL KONUMU
Özel çalışma, kriz bu “piyasa”yı da vurmasına rağmen halen hekimlerin en büyük maddi güvencesini oluşturuyor. Bu noktada sağlık alanındaki cılız sermayenin ürünü olan ve metropollerde gittikçe yaygınlaşan özel poliklinikler olgusuna değinmek gerekiyor, örneğin İstanbul’da sağlık ocağı sayısının üç katı kadar özel poliklinik mevcut. Hekimlerin resmi ya da gizli bir biçimde özel kesimde ” ücretli ” çalıştıkları yerler de çoğunlukla bu özel poliklinikler oluyor 5 . Çok değil bundan bir yıl öncesine kadar ücretli hekimler, bir ev ya da bir araba almaya gücü yeten, çok lüks düzeyde olmasa da tatil yapabilen ve kredi kartı türü oyuncaklarından henüz vazgeçmek zorunda kalmamış ayrıcalıklı bir kitle oluşturuyordu. Bugünse bu ayrıcalıklarını yitirdiklerini ve maddi anlamda mülksüzleşmenin eşiğinde olduklarını söyleyebiliriz. Hekimlerin bu sürece şu anki tepkileriyse, düzen karşıtı ve proleter saflarda dile getirilen tepkiler olmayıp, yitirilmiş burjuva konumu yeniden kazanmayı amaçlar nitelikte tepkiler. Kendi meslek statülerini nasıl algıladıklarına ilişkin, Ankara merkezdeki hekimler arasında 1993 yılında yapılan bir araştırma hekimlik mesleğinin uğradığı prestij kaybının birincil önemde bir sorun olarak görüldüğünü ortaya koyuyor (%18.3). Hekimlerin değerlendirmesine göre diğer sorunlar arasında gelir-ücret yetersizliği ikinci sırada yer alırken (%14.7), meslek örgütlerinin iyi çalışmaması (%9.7) ve sağlık mevzuatının eksikliği (%7.7) gibi sorunlar bunu izliyor 6 . Bu araştırma bugün yapılmış olsaydı geçim derdinin hekimlerin prestij sorunsalını bastırdığını görebilirdik sanıyorum. Bu durum, çalışmalarını tıp kurumunun ve tabipliğin mesleki özgünlüğüne dayandıran tıp sosyologları ve meslek sendikası savunucuları açısından üzücü olabilir.
Hekimlerin yoksullaşmalarının daha net göstergeleri de var. 1990 yılında 640 dolar olan pratisyen hekim maaşları Temmuz 1994’de 314 dolara düşmüştür. Uzman hekim maaşları da ortalama olarak hesaplandığında aynı tarihlerde 880 dolardan, 390 dolara düşmüştür. Bu süre içinde enflasyon ücretlerle ters orantılı olarak arttığından, alım gücü 2 kattan fazla düşmüştür 7 .
Maddi anlamda proleterleşmeye doğru yol alsalar da, ideolojik tercihleriyle “şimdilik” burjuva saflarda konumlanan hekimler, bu tercihin bir sonucu olarak sınıf örgütlerine ilgi göstermiyorlar. Sağlık işkolundaki sendikaların üye bileşimi de bu yargıyı doğrular nitelikte. Sağlık işkolunda bugün dört ayrı sendika görev yapıyor: Tüm Sağlık-Sen, Genel Sağlık-İş, Sağlık-Sen ve Türk Sağlık-Sen. Kamuda çalışan yaklaşık 45.000 hekimden de yalnızca 350 kadarı sendika üyesi. Ben bu noktada sınıf tanımlarına başvurmak ve hizmet sektörünün marksist teorideki yerine değinmek istiyorum:
“Sınıflar, tarihsel olarak belirlenmiş toplumsal üretim sisteminde tuttukları yere, üretim araçlarıyla olan (çoğu durumda hukukta saptanmış ve formüle edilmiş) ilişkilerine emeğin toplumsal örgütlenmesindeki rollerine ve dolayısıyla, toplumsal zenginlikten kullandıkları payın boyutlarına ve bu payı elde etme biçimine göre birbirlerinden ayrılan büyük gruplardır.”8
“… Proletarya, modern işçi sınıfı… ancak iş buldukları sürece yaşayan ve emekleri sermayeyi arttırdığı sürece iş bulan emekçiler sınıfı. “9
“Kapitalist üretim için taşıdığı anlamıyla üretici emek; sermayenin değişken parçasıyla (sermayenin ücretlere harcanan parçasıyla) değiş-tokuş edilen, sermayenin yalnızca bu parçasını (ya da işçinin kendi işgücünün değerini) değil, aynı zamanda kapitalist için ek olarak artık-değer üreten ücretli emektir. Yalnızca sermaye üreten ücretli emek üreticidir.”10
Kamu kesiminde çalışan ücretli hekimlerin ideolojik boyutu bir kenara koyarsak bugün birer üretici emekçi olduklarını söyleyebilir miyiz? Burada işverenin kimliğinden bağımsız olarak ve bundan önce, sağlık hizmetinin ve genel olarak hizmetlerin kapitalizm koşullarında meta kabul edilip edilemeyeceğini değerlendirelim. Değer yasası “… ancak kapitalist üretim temelinde kendini özgürce geliştirmeye başlar…”11 , bu nedenle de kapitalizm kendi dışında tüm meta üretimini kapitalist meta üretimine dönüştürür, bu koşullarda emeğin de bir meta olarak pazara çıkmamaması için hiçbir neden yoktur. Meta olarak emek hiçbir zaman sermayenin değişken parçasıyla değiş tokuş olmaz, sermayenin değişken parçasıyla satın alınan her zaman ve yalnızca işgücüdür. Metalaşmış emek de satın alınabilir, pazarda mal biçiminde var olan tüketilebilir maddelerin yanında, her an bir miktar da hizmet biçiminde tüketilebilir metalaşmış emek bulunur. Hizmet, artı değer üretmediği sürece yalnızca metalaşmış emektir. Öte yandan temizlik ve tamir gibi kimi hizmetler artı değer üretmese de kapitalist meta üretiminin devamlılığı açısından zorunludur bu hizmetlerin maliyeti de üretilen metanın değeri içinde yer alır.
Aynı şekilde sağlık hizmetlerine yapılan yatırımlar da kapitalizm açısından üretici olmayan ama üretimin devamlılığını sağlayan yatırımlardır, bu yüzden Marx Artı-Değer Teorileri’nde hekimlerden söz ederken işgücünün tamircileri benzetmesini yapıyor 12 . “Tamir işlevi”nin yalnızca işyeri hekimlerini değil tüm hekimleri kapsayan bir tanımlama olduğunu kabul etmekle beraber, tüm dünyada yaygın olan işyeri hekimliği uygulamasının bu “işlevi” daha iyi açıklayacağını düşünüyoruz.
Bu uygulamaya göre ülkemizde kamu kesiminde çalışan bir hekim, eğer isterse, işyeri hekimliği kursundan geçtikten sonra herhangi bir özel işletmede part-time çalışabilir, çalıştığı sürece de maaşı belirli oranda bir kesintiye uğrar. Bu hekime işyeri sahibince ödenmesi gereken asgari ücret ve hekimin herbir işçiye muayene için haftada kaç dakika ayıracağı tabipler odasınca belirlenmiştir. Burada işletme sahibinin işyeri hekimi çalıştırmaktaki amacı, sigortalı bir işçi hastalandığında, viziteye çıkmadan hemen oracıkta iyileştirilmesini sağlamaktır. Böylece işçinin hastaneye gitmesiyle yarım ya da bir günü bulacak olan işgünü kaybı da on beş dakikayla atlatılmış olur. İşgünü kaybının önlenmesi için işyeri hekimine üretici olmayan bir yatırım yapan kapitalist zarardan kâr etmek için bu yatırımı da sürekli minimalize etmeye çalışır. Türkçesi ülkemizde işyeri hekimleri de ücretleri için kapitalistlerle pazarlık etmek zorunda kalırlar. Bu örnekteki işyeri hekimi metalaşmış emeği işgünü kaybını minimalize etmeye yarayan bir yarı proleterdir ancak kamu kesiminde çalışan bir hekim için bu yarı proleter konum gönüllü bir tercihtir. Sağlık alanında özelleştirme gerçekleştiğinde özelleştirme planına göre kimisi rehabilite edilerek kimisi de doğrudan birçok sağlık kuruluşu özel sermayeye devredilecek. Bu devir teslim işleminden sonra işvereni özel sermaye olan hekimler de gönüllü yarı proleter konumdan zorunlu proleterliğe terfi edecek ve belki yedek işsizler ordusuna katılacaklar. Bu sürecin, kamuda çalışan hekimleri, emekleri sermayeyi arttırdığı ölçüde iş bulan proleterlere dönüştüreceği ortada.
Peki, aynı süreç hekimleri ideolojik anlamda da proletaryaya yakmlaştırabilecek mi? Bu noktada, hekimleri bugünden proletaryaya katma çabasında ideolojik boyutu gözardı eden zorlamacı yaklaşımlara iki ayrı örnek verilebilir:
Bunlardan ilki, Türkiye’deki işçi sınıfının nicel gelişimini tamamladığını kanıtlamaya çalışırken, sınıfın kapsamını da üretici olsun olmasın hizmetler sektörünü bütünüyle içine alacak şekilde genişletiyor. Bu durumda işgücünün gelirle ya da sermayeyle değiştokuş, edilmesi işçi olup olmamayı değil işçi sınıfının kendi içindeki tabakalaşmasını göstermiş oluyor. Hekimler de bu tabakalardan birini oluşturmakla yirmibeş milyon olarak hesaplanan sayıya katkıda bulunuyorlar 13 . Hekimlerin bugün maddi anlamda tam olarak mülksüzleştiklerini söyleyemeyiz bu sürecin henüz başındalar. Yalnızca maddi anlamda dahi, hekimleri gözü kapalı olarak proleter sayamıyoruz. Proletarya saflarında konumlanmadıkça hekimlere “bakın sizler de proletersiniz” demenin ne anlamı olabilir?
İkinci örnekte ise “hekimlerin geçmişte öğretmenler ve mühendislerle birlikte işçi aristokrasisini oluşturduğu” söyleniyor. “Sınıf atlama aracı olarak mesleklerini kullanamaz hale geldiklerinde ise, hekimler bu işçi aristokratlığından kopup yine öğretmenler ve mühendisleri izleyerek proleterleşiyorlar, bu nedenle de meslek örgütlerini yetersiz bulup sınıf örgütlenmelerine yöneldikleri” iddia ediliyor 14 . Proletaryaya dahil edilen hekimlerin sınıf örgütlenmelerine yöneldikleri doğru mu?
Özetlersek, hekimleri bir çırpıda proleter saymak hiçbir şeyi çözmediği gibi, hekimlerin işçi sınıfının saflarına yöneldiği yanılsamasına da yol açabiliyor.
Hekimlerin bugün sınıf atlama aracı olarak mesleklerim kullanamaz hale gelmeleri, birebir olarak sınıfsal yer değişikliğine yansımayabiliyor. Son TTB seçimlerini değerlendiren bir başka yazar, geçmiş yıllara oranla katılımın yüksekliğini, yerel seçimlerin yarattığı politize havanın yanında hekimlerin ekonomik kazanç ve sosyal statü olanaklarının azalmasına da bağlıyor. Aynı değerlendirmede sendikalar ve diğer örgütlerin hekimler için henüz “çekici” olmamasının tabip odalarını daha tercih edilebilir bir seçenek kıldığı da belirtiliyor 15 .
Hekimlerin örgütsel tercihleri hakkındaki bu saptamalara hele hele böyle bir dönemde temkinle yaklaşmak gerekiyor.
TABİP ODALARI ve SENDİKALAR
Hekimlerin temel meslek örgütleri olan Tabip Odaları ilk kez 1953 yılında 6023 sayılı yasayla kuruldu, odaların hekimlerden gelen bir örgütlenme talebi üzerine değil de devlet tarafından kurulmuş olmasını, bu yıllarda ülkedeki hekim sayısının azlığına ve hekimlerin sahip olduğu ekonomik ayrıcalıklara bağlamak mümkün. Mesleki çıkarların ve özlük haklarının korunması esasına dayalı lonca tarzı bir örgütlenmesi olan tabip odaları başlangıçtan itibaren etkinliğini hep bu esas üzerinden, kamu kuruluşu niteliğine uygun sınırlarda yürüttü. Bürokratizmin ve kariyer hesaplarının egemen olduğu yönetimleriyle 80’den sonra iyice yarı-resmi devlet dairesi havasına giren Tabip odaları seçimler dışında kitlesinden hep kopuk kaldı. 80’den sonra gerçekleştirilen ilk memur eylemi olan Beyaz eylemlerde olduğu gibi kimi zaman kitlesinin de gerisine düştü ve hekim hareketini sahiplenemedi.
Hekimler açısından Tabip odaları dışındaki ilk örgütlenmeler, 1965 yılında memurlara sendika kurma olanağı tanıyan yasayla birlikte gündeme geldi. Bu dönemde kurulan yaklaşık 450 memur sendikası içinde 20 ayrı sağlık personeli ve hekimlere ait sendika vardı. 1971’de kamu kesiminde çalışanların sendika kurmaları yasaklanınca sağlık işkolundaki bu sendikalar da kapatıldı. Bugünse sağlık işkolundaki sendikaların üye bileşiminde yukarıda da değinildiği gibi hekimler çok az bir yer kaplıyor.
Hekimlerin giderek daha fazla maddi sıkıntı içinde olacakları kritik bir dönemeçte acaba hekim örgütlenmeleri ne durumda? Tartışabilmek için yukarıda başvurulan yazıya yeniden dönmek gerekli…
Bu yazıda, son TTB(Türk Tabipleri Birliği) seçimlerinin ardından, TTB’den “Türkiye demokratik örgütler ikliminin özgün bir yeri olan örgütü” diye sözediliyor(!) ve tabip odalarının bu meşruiyeti kazanmasında 90’dan beri yönetime egemen olan “hat”tın etkili olduğu vurgulanıyor(!)16 .
Yazının devamında da bu “hat”tın emekten yana, eşitlikçi ancak talihsiz bir şekilde demokratik değerleri de öne çıkaran ve savunan çoksesli ve çok renkli bir yapısı olduğunu öğreniyoruz. Yazarın “bu ülke insanlarının ciddi meslek örgütlerine ihtiyaç duyduğu” şeklindeki saptaması ise yukarıdakilere de gerek kalmadan TTB’nin bugünkü misyonunu tanımlıyor. Kendisine burjuvazi nezdinde meşruiyet ve burjuva demokrasisinin kurumları arasında özgün bir yer arayan bu hat aynı zamanda emekten yana politikalar üretebilir mi? Daha doğrusu yapabileceği siyasetin sınırları nelerdir? Bu soruları yazıdan bir alıntıyla yanıtlayabiliriz: “Bu hat yaşamın önüne koyduğu sorunları gören her demokratik yapının yaşanılan gerçeklik çerçevesinde yapması gereken kadar siyaset yapmaya çabalamıştır. TTB siyaset yaptığı siyasetle uğraştığı için değil, yaptığı/yapmaya çalıştığı siyasetin gerçeklerle ilişkisi ölçüsünde eleştirilebilir.”
Bu görüşe göre bugün yaşanılan gerçeklik sendikalar ve ne olduğunu anlamadığım “diğer” örgütlerin hekimler için henüz çekici olmadığını gösterdiğine göre hekimler de tüm dertlerine TTB ‘de çare aramalıdır! Yine aynı görüşün sahibine göre zaten hekim kitlesini bugün ilgilendiren, yitirilen ekonomik kazanç ve sosyal statü olanaklarının yeniden kazanılmasıdır. Bu lafların sosyalistlerce kolay hazmedilmemesini umuyoruz.
Hekimlerin ekonomik veya anti-Refah temelli politik kaygılarla, her iki durumda da bugünü kaybetmek istemeyen bir yaklaşımla hareket ettiği temel alınarak üretilen siyaset ekonomist bir tarzın ötesine geçemiyor. Ekonomist tarzın en önemli argümanı da “Ne yapalım kardeşim kitle böyle…” oluyor. Yukarıda belirtilen alıntılarda da görüldüğü gibi bu anlayışla TTB, kitlesiyle hiçbir çelişkisi olmayan hatta kitlesine tıpatıp uyan, siyasetinin ve mücadelesinin her an başında bir kitle örgütü olarak anlatılıyor. İyi ama siyaset üretmek ve siyasette yaratıcı olabilmek bunun neresinde?
Meslek örgütlerinde siyaset yapılabilir, eleştirilmesi gerekense bu siyasetin niteliğidir. Sosyalistler, var olan gerçeklikle ilişkilerinde değiştirici, dönüştürücü ve ileriye götürücü bireyler olmalıdırlar. Her türden meslek örgütünde yer alan sosyalistlerin yapacağı siyaset de bu nitelikleri taşımalıdır. Meslek örgütleriyle sınıf örgütlerinin birbirlerinden yalıtılması yerine bu iki alan arasındaki etkileşim ve bağın güçlendirilmesi bu yönde bir ilk adım olacaktır. Her iki alanda verilecek mücadelenin sosyalizm mücadelesiyle dolayımını kurmak da bu örgütlerde çalışacak sosyalistlerin başarısı olacaktır.
Dipnotlar ve Kaynak
- Pişmişoğlu, B.- Semin S.; “Demokratik Kitle-Meslek Örgütleri: Perspektifler/Sorunlar ” kitabında ” Hekimler ve Örgütlenme”. Sağlık ve Toplum Yayınları; Ankara, Eylül 1990 s. 68
- Soyer, Ata; “Dünyada ve Türkiye’de Sağlık Personelinin Temel Sorunları”. Türk Tabipleri Birliği Yayınları; Ankara, Temmuz 1993; s.32
- a.g.e., s.56
- a.g.e., s.47-48
- Pişmişoğlu B., Semin S.; “Demokratik Kitle-Meslek Örgütleri: Perspektifler/Sorunlar” kitabında “Hekimler ve Örgütlenme”. Sağlık ve Toplum Yayınları; Ankara, Eylül 1990 s. 70
- Cindoğlu D., “Türk Hekimlerinin Mesleki Prestijlerine Sosyolojik Bir Yaklaşım”, Toplum ve Hekim Dergisi, Mayıs- Haziran 1994, s.53
- Cumhuriyet, 12 Ağustos 1994
- Lenin; Toplu Yapıtlar, İng. Basım, c.29, s.421
- Marks-Engels, Seçme Yapıtlar, üç ciltlik, c.l s.114
- Marks, K.; Artı Değer Teorileri; c.1, s.152
- Marks, K; Kapital, c.l, s.536
- Marks, K; Artı Değer Teorileri; c.1, s.
- Engin, Emine ; ” Marksizmde İşçi Sınıfının Kapsamı ve Türkiye ” Alev Yayınları, İstanbul, Eylül 1990, s.82
- Koç, Yıldırım; ” Demokratik Kitle-Meslek Örgütleri: Perspektifler/Sorunlar ” kitabında ” Toplumsal-ekonomik değişiklikler ve demokratik kitle meslek örgütlerinde yeni arayışlar”, Sağlık ve Toplum Yayınları, Ankara, Eylül 1990
- Soyer, Ata; ” T.T.B Seçimlerinin Ardından “, Birikim Dergisi, Haziran 1994, s.101-104.
- Soyer Ata, a.g.y.