Gelenek’in bu sayısında, burjuva siyaset sahnesini konu alan çalışmalara ağırlıklı bir yer veriliyor. Bu yazıda, burjuva partileri ile ilgili daha özel çalışmaların alanlarına fazlaca girmeden, kriz koşulları ile birlikte burjuva siyasetinde açığa ya da öne çıkan kimi genel eğilimler üzerinde durulacak. Bundan önceki ve giderek bir diziye dönüşen yazılarımızın aksine, ekonomik gelişmelere çok daha sınırlı bir yer vereceğiz. Bu tercih, ekonomi cephesinde değişen pek az şeyin bulunmasından kaynaklanıyor.
Bir yanda tıkanan sermaye birikim modeli, diğer yanda ise yeni bir sermaye birikim modeline geçişin ekonomik ve siyasal koşullarının henüz olgunlaşmamışlığı, ekonominin şu andaki durumunu en özet haliyle anlatıyor. Her sermaye birikim modeli değişimi, toplam sermayenin şu ya da bu oranda yeniden yapılanmasını içerir. Burjuvazinin bunu kabullenmesi ise, ancak, mevcut birikim modelinin sonuna dek zorlanması ve kısa vadeli kar olanaklarının da tüketilmesi sonrasında olur. Türkiye burjuvazisi, henüz, mevcut sermaye yapılanmasını kriz karşısında koruma ve kriz koşullarında açığa çıkan spekülatif kar olanaklarını değerlendirme kaygılarını aşamamış durumda. Bu durum, burjuvazinin farklı kesimlerinin ekonomi politikaları alanında bir uzlaşmaya varamamalarına, farklı özel sermaye grup ve kuruluşları arasındaki mücadelenin sürmesine yol açıyor. Ekonomik krizin burjuvalar arasındaki rekabeti anlamsızlaştıracak noktaya gelmesine dek sürecek olan bu evrenin siyasal düzeydeki yansıması ise, pek doğal olarak, istikrarsızlık ve bir dereceye kadar da iktidarsızlık (yönetememe krizi) oluyor.
Siyasal düzeye geçmeden önce, tıkanan birikim modelinin ne pahasına korunduğunu kısaca hatırlatalım. Bir milyona yakın yeni işsiz ve düşen ücretler, haziran ayından bu yana sağlanan geçici istikrarın faturasının hangi sınıfa yüklendiğini somut olarak gösteriyor. İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin yoksullaştırılması karşılığında ulaşılan geçici “istikrar”a biraz daha yakından bakıldığında ise, sınai üretimin de düştüğü, sözkonusu dönemin başında piyasadaki paranın yüksek faizlerle çekilmesi dışında hiç bir önlemin alın(a)madığı, tüm. yapılanın üç aylık bir dönemi yüksek ve nasıl ödeneceği belli olmayan bir fiyatla satın almak olduğu görülüyor. Krizin barındırdığı tüm yıkıcı dinamiklerin devreye girmesi kuşkusuz bir süre daha ertelenebilir; ama işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin bile karşılayamayacağı artık anlaşılmış bulunan bir maliyetle…
Olumlu olduğu iddia edilen dış ticaret göstergeleri, krizin gelişimine ilişkin olarak gerçekten de önemli ipuçları sunuyor. Döviz kurlarındaki yükselme, döviz açığının azalmasına ve ihracatın ithalatı karşılama oranının yükselmesine yol açtı. Ancak, defalarca söylediğimiz gibi, üretim düzeyindeki bir gelişmenin eşlik etmediği “ihracat hamlesi” 1980’li yılların sonuna doğru doğal sınırlarına ulaşmış ve Türk Lirasının değerinin yüksek tutulmaya başlaması, bu noktadan sonra, dış borçların ulusal ekonomi açısından ifade ettiği değer toplamının düşürülmesi ve uzun vadeli borç bulmanın zorlaştığı koşullarda spekülatif amaçlı yabancı sermaye girişinin sağlanması hedeflerinin ürünü olmuştur. Üretim düzeyinde hiç bir ciddi adımın atılmadığı dört yıllık bir aradan sonra “başa dönmek”, bir almaşık değildir. Nitekim, krizin başından bu yana uygulanan “politika”, döviz kurlarım ulaşmış olduğu yeni düzeyde sabitlerken spekülatif amaçlı sermayeyi de yüksek faizlerle ülkede tutmaya çalışmaktan ibarettir.
Bu politikanın Ocak-Mayıs dönemindeki sonucu, ithalatın bir önceki döneme oranla yüzde 19.9 oranında düşmesi, ihracatın ise yalnızca binde 2 oranında yükselmesidir. İthalattaki düşüş, üretimdeki düşüş nedeniyle hammadde ve yatırım malları ithalatının “gereksiz”leşmesinin ürünü olduğu oranda, herhangi bir “başarı”ya tekabül etmemektedir. İhracat ise artmak bir yana yerinde saymıştır. Ülkede üretilen malların işçi sınıfı ve emekçi kitlelerinin soyulması sonucu ucuzlaması bile para etmemiş, ülkeye giren döviz miktarı sabit kalırken dışarıya aktarılan değerler artmıştır.
İhracatın sektörel yapısına baktığımızda ise, daha açıklayıcı sonuçlarla karşılaşıyoruz. Sözkonusu dönemde madencilik ve tarım sektörlerinin ihracatı sırasıyla yüzde 14.1 ve yüzde 5.5 oranlarında artarken, sanayi ürünleri ihracatı yüzde 1 oranında azalmıştır. Yani, ihracatın artışı da temel olarak ülkedeki üretimin düşmesinden ve dolayısıyla hammadde ve yarı mamul ihtiyacının azalmasından kaynaklanmıştır. Nitekim, aynı dönemde, tüketim ve yatırım maddeleri ihracatının sırasıyla yüzde 3.7 ve yüzde 3.6 oranlarında düşmesine karşın hammadde ihracatı yüzde 9.7 oranında yükselmiştir. 1
Az çok bıraktığımız yerde kalan ekonomi üzerinde daha fazla durmaya gerek yok…
BURJUVA SİYASETİNE İLİŞKİN GENEL SAPTAMALAR
Kapitalist toplumda siyasal iktidar, sermaye sınıfının işçi sınıfı ve emekçi kitleler üzerindeki egemenliğini sağlamanın aracı olmanın yanında, burjuvazinin farklı kesimleri arasındaki ilişkileri belirli bir ekonomik/siyasal program çerçevesinde düzenleme işlevini de görür. Tek tek kapitalistlerin farklılaşan ve birbirleriyle çelişen ekonomik çıkarları, aralarındaki rekabetin hangi sınırlar içinde yürütüleceğine dair bir uzlaşma zeminini gerekli kılar. Kendisi de rekabetin konusu olan siyasal iktidar, bu uzlaşma zemininin belirlenmesinin aracıdır. Siyasal iktidarın burjuvazi nezdindeki meşruiyeti, bu sınıfın toplam çıkarlarını temsil ettiği düşüncesinden kaynaklanır.
Tekil kapitalistin bütüne dair ufkunun bireysel sermayesinin yeniden üretiminin gereklerinin çizdiği çerçeveyi aşması pek nadir olarak yaşanır. Bireysel karlarının peşinde koşan burjuvaların ülke yönetimine ilişkin kişisel görüşleri kısmi, tutarsız ve tek yanlıdır. Bu çerçeveyi aşarak aktif politika üretimine girişen burjuvalar ise, bunu başardıkları oranda sınıfsal aidiyetlerinin yanına bir de politikacı kimliğini eklemiş olur ve ancak bu iki ekseni ayrıştırabildikleri oranda başarı şansı kazanırlar.
Burjuvaların siyasal görüşleri ile bir bütün olarak burjuva sınıfın siyasal çıkarları arasındaki boşluğun doldurulması misyonunu devlet ve siyasal partiler üstlenir. Boşluğun doğası gereği, bu misyonun yerine getirilmesi, pasif bir etkinlik değildir. Burjuvazinin bütünsel ve uzun vadeli siyasal çıkarlarının ifadesi olarak siyasal programların üretimi aynı zamanda, bu çıkarların saptanmasının da tek yoludur.
Yukarıdaki “siyasal program” ifadesi ile, siyasal partilerin programatik metinlerini değil, siyasal partiler dahil devletin üstleneceği fonksiyonları belirleyen siyasal (ve ekonomik) hedeflerin belirli bir tarihsel kesitteki bütünlüğünü kastediyoruz. Bu anlamıyla siyasal programların içeriği, tek başına siyasal partiler tarafından belirlenmediği gibi, uluslararası kapitalist sistemin yönelimlerinden de bağımsız değildir. Dolayısıyla, bu şekilde tarif edilen siyasal program bir soyutlama olarak kavranmalıdır. Burjuvazinin siyasal programı, oluşumuna doğrudan katılan unsurlar (siyasal partiler ve devlet içi odaklar) arasındaki dengelerin ürünü olarak biçimlenir. “Burjuvazi şunu hedefliyor” dendiğinde, “burjuvazi” adındaki tekil bir öznenin niyetlerinden çok, burjuvazi adına politika üreten odaklar arasındaki dengelerin ürünü bir doğrultu anlaşılmalıdır.
Bu son söyleneni, “burjuvazinin elinde tuttuğu kartlar” türü bir ifadenin ne anlattığını ele alarak somutlayabiliriz. Sözgelimi, eğer burjuvazinin “popülizm” kartına sahip olduğu söyleniyorsa, bu, politika üreticisi tek bir öznenin zamanı geldiğinde işçi sınıfı ve emekçilerin toplam toplumsal değer birikiminden daha fazla pay almasını sağlamaya karar vereceği değil, toplumsal muhalefetin güçlendiği koşullarda kitlelerin beklentilerini belirli oranlarda karşılamaya aday bir siyasal öznenin ortaya ya da öne çıkmasının maddi olanaklarının bulunduğu anlamına gelir. Yine örneğin, Kürt sorununun çözümüne dönük olarak baskı ve zor uygulamaları ile siyasal açılımlar arasındaki denge, ordu, cumhurbaşkanlığı, hükümet, meclis gibi kurumlar (ve bu kurumlar içindeki muhtelif odaklar) arasındaki dengelerin ürünü olarak biçimlenir. Eğer “burjuvazinin baskı ve zoru şiddetlendirmeye karar verdiği” söyleniyorsa, baskı ve zor uygulamalarını temel politika olarak savunan odakların güç kazandığı düşünülüyor demektir.
Bilinçli ya da bilinçsiz olarak burjuvazi adına politika üreten odaklar arasında gerek bir mücadele, gerekse bu mücadelenin sınırlarını da çizen bir işbölümü vardır. Bazı odaklar, yalnızca belirli siyasal hedeflerin taşıyıcılığını yapar. Sözgelimi, devletin güvenlik aygıtlarının içe dönük temel misyonu, toplumsal muhalefetin belirli sınırları aşmasını baskı ve zor uygulamalarıyla önlemektir ve bu kurumların politika üretimine aktif (ve daha çok fiili) olarak katılmaları “iç tehlike”lerin büyümesiyle birlikte gündeme gelir (Türkiye gibi ülkelerde ise gündemden pek düşmez). Buna karşın, politik açıdan en aktif dönemlerinde bile, güvenlik aygıtları ekonomik kararlara doğrudan müdahalede bulunmaz.
Devlet içi odakların politik süreçlere katılımı, temel olarak, sınıf mücadelelerinin tarihsel birikiminin taşıyıcılığı üzerinden gerçekleşir. Bu odaklar, burjuvazinin uzun dönemli siyasal hedeflerinin belirlenmesine daha sınırlı oranlarda ve daha çok belirli ana doğrultuların korunmasını sağlamaya dönük olarak katılır. Ülkenin geleceğine yönelik yeni politik açılımların tasarlanması ve devreye sokulması, daha çok, siyasal partilere düşer. Devlet, yapısı gereği statükoyu temsil ederken, siyasal partiler, devlet dahil siyasal ve toplumsal yapının değişimi doğrultusundaki politikaların üretim ve temsilciliğini üstlenir. Bu çerçevede, “siyasal Programsızlık”, devlet politikalarının yokluğunu değil, güncelliği aşan bir siyasal doğrultunun (ve bu doğrultunun taşıyıcısı siyasal öznelerin) yokluğunu anlatır. Yoksa, geleceğe dönük belirsizliklerin tam boy egemen olduğu dönemlerde bile, siyasal odaklar, tarihsel birikimlerin taşıyıcılığı üzerinden güncel politikalar üretir ve uygularlar.
Dolayısıyla, siyasal partilerin siyasal iktidar (buradaki kullanımda devlet iktidarını kapsayan ve aşan bir içerik taşıyor) düzeyindeki göreli güçleri, toplumsal değişim süreçleri ile yakından ilgilidir. Bu açıdan bakıldığında, 1980’lerin sonlarına dek süren Özal dönemi, bir burjuva politikacısının burjuvazinin siyasal programının üretimine aktif olarak katılmasının örneğidir. ANAP’tan çok liderinin kişiliğinde somutlanan “Özal çizgisi”, ekonomik kararlardan devlet yönetimine, dış politikadan güvenlik aygıtlarının reforme edilmesi çabalarına, rengini pek çok alana şu ya da bu oranda vermiştir. Buna karşın, 1989 sonrasından bugüne uzanan dönem de, burjuva politikacılarının ve siyasal partilerinin burjuvaziye ön açma misyonlarının ne derecede sınırlanabileceğini göstermektedir.
Koalisyon hükümeti, değişen liderleriyle, tam bir renksizlik sergilemiş, siyasal düzeydeki değişim süreçlerinin sıradan bir bileşeni olmanın ötesine geçememiştir. Bu dönemde, Genelkurmay, Anayasa Mahkemesi DGM’ler gibi devlet kurumları siyasal iktidar düzeyindeki ağırlıklarını artıran odaklar olmuş, uzun vadeli siyasal perspektifleri ifade eden bir siyasal programın yokluğunda güncel politikaların belirlenmesinde daha aktif roller üstlenmeye başlamışlardır.
Son söylenenlerin depolitizasyonla ilgisinin sınırlı olduğuna dikkat edilmelidir. Depolitizasyon, siyasal partilerin işlevlerindeki bir daralmayı ve siyasal yapılanmanın değişimini getirmekle birlikte, kendi başına bir siyasal programsızlığı anlatmamaktadır. Aksine, depolitizasyonun yeniden üretimi, bundan sonra da, biçimlenmesi muhtemel her siyasal programın az ya da çok ağırlıklı bir bileşeni olacaktır.
Kriz koşullarında, siyasal programsızlık ile yönetememe sorunu özdeşleşir. Teorik olarak burjuvazinin farklı kesimleri arasındaki rekabetin “üzerinde” konumlanması gereken siyasal iktidar, bu işlevini yerine getirmekte zorlanmaya başlar. Burjuvazi, ekonomik çıkarlarının aleyhindeki gelişmeleri öncelikle siyasal temsilcilerinin yeteneksizliğine bağlamak eğilimindedir. Bu nedenle de, temsilcileri ile arasındaki mesafeyi kısaltmaya, siyasete müdahalelerini doğrudanlaştırmaya başlar. Siyasal temsilciler düzeyindeki rekabet, burjuvazinin farklı kesimleri arasındaki rekabetin sıradan bir yansımasına dönüşme eğilimi gösterir.
Türkiye’nin siyaset sahnesine egemen olan panayır havası da, burjuvazinin siyasal programsızlığmı ve yönetememe sorununu yansıtıyor. Bu nedenle de, içinde bulunduğumuz dönemde, “burjuvazinin planları”ndan söz etmek, yakın gelecekte gündeme gelebilecek siyasal gelişmeleri öngörmek pek mümkün değildir. Siyasal analizlerde de, somut gelişmelerin öngörülmesinden çok, eğilimlerin saptanmasına çalışmak anlamlıdır. Bu açıdan, sözgelimi MHP’nin Eylül ayında koalisyon ortağı olup olmayacağına bugünden bilmek ne mümkün, ne de gereklidir. Ama aynı MHP’nin siyasal hesaplara giderek daha fazla dahil olmasının hangi eğilimleri yansıttığını ve güçlendirdiğini ele almak, burjuva siyasetine bütünsel bakmak açısından önemlidir.
KRİZ SÜRECİNDE BURJUVAZİNİN “DEVLET SORUNU”
“Olağan” kriz dönemlerinde, toplumsal muhalefet, siyasal düzeydeki eğilimleri belirleyen temel bir öğe haline gelir. Burjuvalar arasındaki mücadelelerin, işçi sınıfı tehdidi karşısında, belirli bir dereceye kadar sınırlanması gerekir. Devlet, bu türden dönemlerde, sınırları çizme misyonunu da üstlenir. Ancak, devletin bu misyonu ile, tıkanan sermaye birikim modelinin aşılması için gerekli dönüşümlerin önünde direnç oluşturan yapısı, bir çelişki içerir. Devlet, yapısal kriz dönemlerinde, düzeni koruma işlevini ancak belirli bir noktaya kadar sürdürebilir; krizin aşılması ise, burjuvaziye yeni bir siyasal programı kabul ettirebilecek bir siyasal öznenin şekillenmesini gerektirir. Yeni bir siyasal program, “eski” devletin de şu ya da bu oranda yeniden yapılanmasını içermek durumundadır.
Türkiye’nin içinde bulunduğu kriz sürecinde “olağan-dışı” olan, toplumsal muhalefetin bir türlü önemli bir parametre haline gelememesidir. Bu, burjuvazinin de beklemediği bir gelişme oldu. Oysa, krizin başladığı ilk dönemde, “toplumsal patlama” korkusu gerek burjuvazi, gerekse siyasal temsilcilerinin temel bir gündem maddesi haline gelmişti. Anti-terör yasa tasarısı, bu kaygıyla ilk hatırlananlar arasında yer aldı. Ancak süreç içinde sınıfın bir türlü beklenen tepkileri vermemesi, korkunun yerini iyimserliğin almasına ve siyaset sahnesindeki panayırlaşma eğiliminin önünün açılmasına yol açtı. Ne mutlak yoksullaşma, ne ardı arkası kesilmeyen “kabine krizleri” ile açığa çıkan iktidarsızlık, ne de siyasal iktidarı paylaşan kadroların büyük çaplı yolsuzlukları, ciddi bir muhalefet üretmeyince, meydan tümüyle burjuvaziye kalmış oldu.
Bu söylenenlere mutlaka eklenmesi gereken bir diğer parametre ise, reel sosyalizmin çözülüşü ile birlikte liberal ideolojilerin uluslararası düzeyde güç kazanmasıdır. Bu sürecin temel bir bileşeni olarak anti-devletçilik, dar anlamda bir iktisadi politika değişikliğinin ötesinde anlamlar taşımaktadır. İki kutuplu dünya nesnelliği, sınıf mücadeleleri birikiminin taşıyıcısı olarak kapitalist devletlerin yapısını ve fonksiyonlarını belirlemiştir. Uluslararası işçi sınıfının tehdidi karşısında kapitalist devletlerin üstlendiği ve yapılarının direngenliği nedeniyle bir çırpıda gündemden düşürülemeyen misyonlar, bugüne gelindiğinde, burjuvazi tarafından ayak bağları olarak görülmektedir.
Anti-devletçiliğin derece ve içeriği, kuşkuşuz, ülkeden ülkeye değişmektedir. Özelde Türkiye’de, ekonomik temelin sınıf çelişkilerinin üzerinin örtülmesini zorlaştıran zayıflığı, devletin güçlülüğünü ve misyonlarının çeşitliliğini zorunlu kılmıştır. Düzenin bekaasından sorumlu devlet içi odaklar, siyasal partilere ve “sivil” oluşumlara her zaman belirli bir kuşkuyla bakmış, üstyapıda hızlı bir değişimi zorlayan girişimlerin karşısında ciddi bir direnç oluşturmuştur. Sınıf çelişkilerinin ancak baskı ve zor mekanizmalarının yardımıyla bastırılabildiği bir ülkede, üstyapıdaki hızlı değişmeler, mutlaka bir kontrolsüzlük içerecek ve düzen dışını zorlayan dinamiklerin önünü açacaktır. Dolayısıyla, devletin oluşturduğu direnç, düzen açısından pozitif bir işlevsellik taşımıştır.
“2. Cumhuriyet “çilik, devletin bu direncinin “yeni dünya”da artık negatif bir işlev taşımaya başladığı, mevcut yapısı ve fonksiyonlarıyla devletin kapitalist gelişmenin önünde bir engel haline geldiği ve devletin toplumsal rolünün yeniden tanımlanması gerektiğinin savunusuyla, burjuvazinin yeni dönemdeki beklentilerinin ifadesidir.
Burjuvazinin siyasal eğilim ve beklentileri, “kendiliğinden” oluşmaz. Her dönemde, burjuvazi adına düşünce ve siyaset üreten pek çok odak bulunur ve bunlar, burjuvazinin onay ve desteğini almak üzere rekabet ederler. Son derece eklektik bir düşünsel platform olarak şekillenmeye başlayan 2. Cumhuriyetçiliğin giderek bir siyasal çizgiye dönüşmesi ve güçlenmesi de, burjuvazinin bu çizgiyi giderek daha fazla benimsemesinin ürünüdür. (Ama unutulmamalı: Burjuvazinin siyasal tercihleri, temsilciliğini kazanmaya ve korumaya aday odaklardan herhangi birinin çizgisiye hiç bir zaman tam olarak çakışmaz. Bunlar arasındaki dengenin ürünü olarak biçimlenen ve ancak bir sonuç olarak kavranabilecek olan genel eğilim, burjuvazinin yine bir sonuç olarak ele alınması gereken siyasal tercihlerini anlatır. Dengelerin bozulduğu ve farklı çizgiler arasındaki rekabetin çatışmaya dönüştüğü dönemlerde ise, burjuvazinin siyasal tercihlerinin netleşmediğinden söz etmek gerekir.)
Kriz sürecine girilmesiyle birlikte, devletin yapı ve fonksiyonları, burjuva siyasetinin temel bir nesnesi ve ayrışma zemini haline geldi. Geçmiş dönemlerde biriken çelişkiler krizle birlikte açığa çıkar ve tüm sorunların kaynağını tarihsel belirlenmişliği içindeki “devlet”te görme eğilimi güç kazanırken, devlet içi ve siyasal anlamıyla devletçi odaklar savunma pozisyonuna geçti. Toplumsal muhalefetin zayıflığı da, bu eksendeki siyasal çatışmaların belirli sınırlar içinde tutulmasını gereksizleştirdi.
Bir yandan devletin toplumsal rollerinin sınırlandırılması ve değiştirilmesi gereğinin artık “apaçık” hale gelmesi, diğer yandan da siyasal yapılanmanın sergilediği tıkanmışlık ve çözüm üretemezlik, ekonominin krizini de bunlara bağlayan burjuvaların “duruma müdahale etme” ihtiyacını daha fazla hissetmelerine yol açmaktadır. Bu eğilimin bir sonucu siyasal yapının marjının genişlemesi ve “siyasal vizyon” sahiplerinin buraya doluşması ise, bir diğeri de, siyasete giren burjuvaların sayısında gözlenen artıştır.
Burjuvaların siyasete doğrudan müdahaleleri, düzenin tıkanmışlığının bir göstergesi olduğu kadar, tek tek burjuvaların dar görüşlülüklerinin siyasete taşınmasını sağladığı oranda, aynı tıkanmayı derinleştiren bir etmendir. Burjuvazinin siyasete taşıdığı dar görüşlülüğünün en saf ve bu nedenle de açıklayıcı örneğini Besim Tibuk liderliğindeki Liberal Parti oluşturuyor. Kürt sorununa ilişkin kestaneci düşünceleri nedeniyle Demokrat Parti’den atılmış olmanın yıldıramadığı Tibuk’un dünya görüşü ile, küçük burjuva “vatandaş”ın kendi sorunlarına ve çözüm yollarına bakışı arasında herhangi bir derinlik farkı bulunmuyor. “Vatandaş”, sorunları burjuva siyasetçilerinin çıkarcılığında görüyorsa, bu konuyu çok daha yakından bilen Tibuk da aynı şeyi görüyor. Tibuk’un sıradan “vatandaş”tan tek farkı, bu sorunla mücadele etmenin maddi olanaklarına sahip olması. “Sallandıracaksın ikisini Taksim Meydanında”, Tibuk’un politika tarzının temel bir öğesi. Ekonomiden siyasete, aynı kestirmecilik ve dar görüşlülüğü temsil ediyor: Gümrükleri sıfırlayacağız. Finansmandan vergiyi kaldıracağız. Bankalar ne vergi ödeyecek, ne de Merkez Bankası’na karşılık yatıracak. Tefeciler istedikleri gibi çalışacak. Anayasayı iki sayfalık bir “özet” haline getireceğiz. İlk sayfada devletin görevleri, ikinci sayfada İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi yer alacak. Tam düşünce özgürlüğünü getireceğiz… Bildiğini zannetme hali, Tibuk’un iktisat teorisine ilişkin şu zırvalamalarında en açık bir şekilde görülebiliyor: “Ekonomide paranın ihtiyacını tayin eden, paraya duyulan ihtiyaçtır yoksa bu paranın karşılığı değildir. Sizin muazzam altın stokunuz olabilir ama ekonomi zayıftır [herhalde manevi bir zayıflığa işaret ediyor – N.K.]. Bol para basarsın fiyatlar yükselir” 2 .
Liderliğini yine politikaya soyunan bir burjuvanın yaptığı, kurucu ve politika üretici kadroları temel olarak 2. Cumhuriyetçilerden ve komünist artıklarından oluşan Yeni Demokrasi Hareketi, son dönemde siyaset sahnesini zorlamayı hedefleyen bir dizi benzer yeni oluşum arasında en ciddiye alınabilir olanı. Yine benzerleri gibi YDH de, ilk politik faaliyet olarak burjuvaları ikna etme turlarına çıktı. Sınıf-temsilci ilişkilerinin bu denli doğrudanlaştığı bir dönemde politik bir misyon üstlenmeye çalışanların ilk hedef kitlesinin burjuvalar olması doğal. Ancak YDH’nin bu tercihinin bir diğer nedeni de, bu “hareket”in, Türkiye’de burjuva egemenliğinin kalıcılığının ekonomik ve toplumsal dayanaklarının oluştuğuna, tek önemli eksiğin siyasal yapının bu dayanaklar temelinde dönüştürülmesi olduğuna duyulan güveni temsil etmesidir. YDH, siyasal yapının dönüşümünün özne adayı olarak, burjuvaziye de özgüven şırıngalamak zorundadır.
Sosyal demokrasinin boşlukta kalmış kimi sloganlarını da alarak çağdaş-liberal bir hareket oluşturmaya çalışan YDH’nin devlet yapısına, islami harekete, Kürt sorununa vb. ilişkin öneri ve politikaları, burjuva ideolojisinin kapsayıcılığını ve bunun yeterliliğini veri kabul ediyor. Ancak bu arada, gerek islami hareketin yükselişinin, gerekse Kürt sorununun yanlış devlet politikalarına indirgenemeyecek kökenleri üzerinde pek fazla durulmuyor. Daha doğrusu, mümkün belki de en “saf” burjuva hareketi olarak YDH, burjuva sınıfın siyasal körlüğünü paylaşarak yaşanan ekonomik krizi siyasal iktidarın yanlış politikalarına bağladığından ve Türkiye kapitalizminin yapısal açmazlarını devletin ekonomideki rolüne indirgediğinden, devletin ve siyasetin yeniden yapılandırılmasını tüm kapıları açacak bir maymuncuk olarak görüyor.
YDH de, dünya çapında ağırlık kazanan depolitizasyon sürecini veri alıyor ve bu eğilimin içinde kalıyor. Ancak, Türkiye’deki depolitizasyonun, gelişkin kapitalist ülkelerdekinin aksine, baskı ve zor mekanizmalarına çok daha fazla dayanması, devletin depolitizasyonun temel güvencesini oluşturması ve bu nesnelliğin devlet yapısını da biçimlendirmesi, YDH’nin siyasal hedeflerini ulaşılamaz kılıyor. Siyasal yapıyı kitle hareketine dayanmadan değiştirme çabası, devlet içi dengeleri “dışarıdan” zorlamayı dışlıyor. Böylece, YDH’nin Türkiye kapitalizmi bağlamında nesnel zemini bulunmayan “radikalizm”i, seçtiği mücadele yolunun sonucu olarak ortadan kalkıyor. YDH’ye politika üreten kadroların yanılsamalarından bağımsız olarak, bu hareket de, kendisinin tarif ettiği ve eleştirdiği “düzen”in bile sınırları içinde kalıyor.
Bu son söylenenler, YDH’nin temsil ettiği eğilimin önemsiz olduğu anlamına gelmiyor. Ama, bu eğilimin burjuva siyasetindeki diğer eğilimleri ikinci plana itecek, devlet yapısında köklü değişiklikler getirecek derecede güç kazanması, en azından içinde bulunduğumuz kriz sürecinde pek muhtemel değil. YDH ya da aynı eğilimin bir başka temsilcisi ancak, eğer burjuvazi iktidarı yitirmezse, krizden çıkış sürecinin temel öznesi olabilir. Bunu tartışmak içinse henüz erken!..
MİLLİYETÇİLİĞİN YÜKSELTİLİŞİ
Sınıf hareketinin zayıflığının yarattığı rahatlama eğilimine karşın, düzenin kriz refleksleri, sınıf mücadelelerinin sona erdiği yanılsamasını yansıtmıyor. Aksine, sol politizasyonun önünün tümüyle kapatıldığı bu dönemde sağ/milliyetçi politizasyon kanalları açık tutuluyor ve güçlendiriliyor. RP, MHP ve DSP’nin güç kazanması, düzenin toplumdaki tepkisellik birikimine verdiği bir yanıt olarak görülmelidir.
Özellikle MHP ve DSP sözkonusu olduğunda, bu partilerin öne çıkması ile (bu yazıda kullandığımız geniş anlamıyla) siyasal iktidarın sağa kayması arasındaki ilişki çok daha belirgindir. Aslında, bu partiler, “parti” olarak değil, siyasal odaklar olarak güç ka- zanmaktadır. Her ikisinin de ayırt edici özelliği, diğer partilere oranla homojen kalabilmiş olmalarıdır. Bu noktayı açmak üzere, burjuva siyasetinin son yıllarda iyice belirginleşen bir özelliği üzerinde durmak gerekiyor.
Yakın geçmişe kadar, farklı siyasal-ideolojik yönelimler, bu yönelimlerin taşıyıcısı ve yeniden üreticisi partiler üzerinden tartışılabiliyordu. Sözgelimi, 1991 seçimleri öncesinde bile, DYP ile ANAP arasındaki misyon farklılığı, zayıflamakla birlikte varlığını koruyordu. Bugüne gelindiğinde ise, burjuva siyasetindeki eğilimlerin, partileri de kesen eksenler düzeyinde ayrıştığını görüyoruz. Burjuva partilerinin siyaset ve ideoloji üretimine dönük işlevlerinin daralması süreci, farklı siyasal proje ve eğilimlerin partiler yerine farklı partilere dağılan gruplar tarafından temsil edildiği bir noktaya geldi. Partilerin kendisi birer koalisyona dönüşürken, meclisin siyasal karar alma süreçleri içindeki konumu, farklı partilere dağılan gruplar arasındaki dengelerin ürünü olarak belirleniyor. Bu tablo içinde, milliyetçiliğin öne çıkarılması, bu ideolojiyi temel alan MHP ve DSP’yi siyasal iktidarın merkezine yaklaştırıyor.
Milliyetçiliğin öne çıkarılmasında Kürt sorununun da belirli bir payı bulunmakla birlikte, tek (hatta en önemli) gerekçe bu değil. Birincisi, Türkiye’de, milliyetçi ideoloji ve hareketlerin devletin denetim ve yönlendirmesine son derece açık olması, kriz dönemlerinde milliyetçiliği düzenin temel silahları arasına sokmaktadır. İkincisi, RP’nin güçlenmesiyle birlikte gündeme gelen islami politizasyon dinamiği, aslen düzen içi olmakla birlikte düzen dışı uçlar verme riskini de barındırmaktadır ve bu dinamik ancak milliyetçilikle dengelenebilmektedir.
Bunların dışında, milliyetçiliğin öne çıkarılması ile Türkiye’nin dış politikasındaki yeni bir eğilim arasında da belirli bir paralellikten söz edilebilir. Türkiye, Irak Savaşı’ndan bu yana, dış politika alanında ciddi bir tıkanmayla karşı karşıya bulunmaktadır. Tıkanıklık, Türkiye’nin emperyalist sistemle bağlantılı bir misyon bulamamasından kaynaklanmaktadır. “Türki” Cumhuriyetlerin emperyalist sisteme entegrasyonuna aracılık etme beklentileri iflas etmiştir. Ortadoğu’daki dengelerin kurulmasında eskiden beri ancak ikincil bir rol oynayabilen Türkiye, Filistin sorununun “çözülmesi” ekseninde yürüyen bugünkü sürecin tümüyle dışında kalmıştır. Kürt sorunu, aynı zamanda Türkiye’nin çözemediği bir iç sorun olarak gündemdedir ve Türkiye’nin bu sorun üzerinden aktif bir misyon tarif etmesi mümkün olmamaktadır.
Dış politika alanındaki bu açmazlar, Türkiye’yi yeni kapıları zorlamaya itmektedir. Irak’a uygulanan ambargonun kaldırılması ve bu ülkenin uluslararası sisteme yeniden dahil edilmesi yönündeki çaba bunun bir örneğidir. Yine ABD’ye rağmen İran’la yakınlaşma girişimleri de benzer bir çerçeveye oturmaktadır.
Türkiye’nin bu girişimleri ile Almanya ve Fransa’nın Ortadoğu’da birer aktör olarak devreye girme niyetleri belirli oranlarda çakışmaktadır. Ancak henüz ne bu ülkeler (ve genel olarak AB) Ortadoğu’daki dengeleri ABD ile tam boy bir kutuplaşmayı göze alacak kadar zorlamaya, ne de Türkiye ABD’den tümüyle kopmayı göze alıp Avrupa ülkelerinin taşeronluğunu üstlenmeye hazırdır. Dolayısıyla da İran ve Irak politikalarındaki yakınlık Türkiye’nin Avrupa ile ilişkilerini tek başına belirleyememekte, sözgelimi Avrupa kamuoyunun Türkiye’nin Kürt politikasına dönük tepkileri bu ilişkilere önemli oranda yansımaya devam etmektedir.
Zaten, Türkiye’nin dış politika alanındaki arayışları da, yalnızca Avrupa ya da bir başka emperyalist odakla kurulacak ilişkilere dönük değildir. Özellikle Irak politikasında doğrudan ekonomik kaygıların çok daha ağırlıklı bir yeri bulunmaktadır.
Gerek emperyalist ülkelerin uluslararası politik dengeler içindeki göreli ağırlığı zayıflayan Türkiye’yi Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu, insan hakları vb. alanlarda daha az gözetmeye başlaması, gerekse dış politikadaki yeni arayışların uluslararası dengeleri şu ya da bu oranda zorlayıcı içeriği, dış politika alanında daha “pazarlıkçı”, daha “hırçın” bir görüntü vermeyi zorluyor. Mümtaz Soysal’ın dışişleri bakanlığına getirilmesi bu çerçevede değerlendirilmelidir. Soysal, kabineye bir “sosyal demokrat” olarak değil, milliyetçiliğini dış politikaya taşıyacak bir unsur olarak girmiştir. Ancak, Türkiye’nin uluslararası dengeleri değiştirmek için fazla zayıf kaçan ekonomik ve siyasal ağırlığı, “hırçın”lığın bir görüntüden ibaret kalmasına, sonuç alıcı adımların anlamamasına yol açacaktır. Dolayısıyla, dış politikadaki yeni arayışlar ile milliyetçiliğin öne çıkarılması arasındaki ilişkiyi daha çok bir “paralellik” olarak tarif etmek daha doğrudur.
Buna karşın, milliyetçiliğin dış politika alanındaki daha anlamlı bir işlevinden söz etmek mümkün. Bu da, kriz sürecinde hassaslaşan iç dengelere yönelik uluslararası müdahalelerin önüne geçilmesidir. İçerideki güçlü bir milliyetçilik, dış müzakerelerde pazarlık unsuru olarak kullanılacaktır.
KARŞI-DEVRİMCİ BİRİKİM
Burjuva siyasetine tek tek siyasal çizgilerin ve bunlar arasındaki çelişki ve çatışmaların üzerinden baktığımızda, siyasal programsızlığa rağmen ve düzenin programsızlık dönemlerine verdiği az çok standart reflekslerini yansıttığı oranda onun ürünü bir eğilimi soyutlayabiliyoruz:
Karşı-devrimci birikim…
Dinci gericiliğin ve faşizan unsurlarıyla birlikte milliyetçiliğin yüksel(til)işi, düzenin karşı-devrimci yığınağını güçlendirme faaliyeti olarak görülmelidir.
Yalnız, bu sefer, karşı-devrimci yığınak, belirgin bir sol tehdidin üzerine gelmiyor. Bu eksiklik, giderek, düzen açısından bir problem kaynağına da dönüşüyor. Karşı-devrimci dinamizmin hangi kanala akıtılacağı konusundaki belirsizliğin sürmesi, bu dinamiğin “başıboş” kalmasına yol açıyor. Burjuvazinin gündeminde dinci gericilik ya da faşizan milliyetçiliğin siyasal düzeydeki tekleşmenin ekseni olması bulunmuyor. Ama bu dinamiklerin hangi sınırlar içinde tutulacağı da, ancak, belirli somut misyonların tarifi ile mümkün. Bu başarılamadığında, karşı-devrimci dinamizmin düzenin merkezine yönelmesi az çok kaçınılmaz. Bu da, burjuvazinin niyetlerine denk düşmemenin ötesinde, ciddi bir toplumsal meşruiyet problemi yaratıyor.
Türkiye’de, gerek dinci gericiliğin, gerekse ondan daha fazla faşist hareketin, ciddi bir toplumsal meşruiyet sorunu bulunmaktadır. Bu hareketler, kapsadıkları kitle ne kadar geniş olsa da, en azından bir o kadarını da karşılarına almaktadır. Karşı-devrimci dinamizmin güçlenmesi, toplumsal gerilimleri de yoğunlaştıran ürünler vermektedir. Devrim tehdidinin güncelleştiği dönemlerde toplumsal muhalefeti paralize etme işlevi gören karşı-devrimci dinamiklerin bugünkü yükselişi, tam tersi bir sonuç doğurmaya da adaydır.
Sosyalist hareket, bu durumu bir avantaja çevirmesini bilmelidir. Sosyal demokrasinin de depolitizasyon batağında çürüyüp gittiği bir dönemde, kontrol edilmesi düzen açısından hiç de kolay olmayacak karşı-devrimci yığmak, “bu memleket bizim” diyebilen tek özne olarak sosyalistlere zorlukların yanısıra önemli olanaklar da sunacaktır. Siyasal mücadelede bazı erken adımlar yenilgiye davetiye çıkarır. Görece uzun bir süreye yayılacağı kesinleşmiş olan kriz sürecinde düzenin karşı-devrimci yığmağını tahkim etmeye yönelmesi, bu tür bir erken adım olmaya son derece adaydır.
Burada önemli olan, karşı-devrimci dinamiklerle karşıtlığa kilitlenmemek ve kimi ara hedeflere saplanmamaktır. Zaten, Türkiye’de ara hedeflerin, özellikle de “demokrasi”nin nesnel zemini son derece daralmıştır. “Demokratikleşme Paketi”nin ciddi hiç bir yankı uyandırmaması, yalnızca içeriğinin güdüklüğünden değil, ama daha önemlisi, demokrasi söyleminin toplumsal karşılığının bulunmamasından kaynaklanmıştır. Bu dönemde demokrasinin herhangi bir çeşidini sosyalizm adına savunmak, kısa vadeli getirileri açısından bile anlamsızdır.
Dolayısıyla, karşı-devrimcilik karşıtlığına kilitlenmek daha büyük bir tehlikedir. 1980 öncesinin anti-faşist mücadelesi buna bir örnek olarak hatırlanabilir. Bu tehlikeye karşı, gerek dışa, gerekse içe dönük olarak, kapitalist düzen ile onun içerdiği karşı-devrimci dinamiklerin birbirinden ayrılmazlığının altını kalınca çizmek, her türlü karşı-devrimci hareketin sermaye ile somut ilişkilerini göstermek gerekmektedir. Diğer yandan, hiç kuşku yok ki, sınıfsal bakış açısının korunması, ancak sınıf dinamiğine yaslanmakla mümkün olacaktır.
Sosyalist hareket, bağımsız siyasal hattını sınıfsal dinamiklerle buluştuğu oranda güçlendirecek, karşı-devrimci dinamiklerle mücadelesini de bu hatla bağlantılandırabildiği oranda sosyalist iktidar mücadelesinin bir bileşeni haline getirebilecektir.