Geçen yazımızda sınıf hareketinin siyasallaşma düzeyindeki nesnel geriliğin Öncü örgüte yüklediği görevleri ele almaya çalışmıştık. Yazımızı, “siyasal dayatmacılık” misyonunun ilk elden nasıl ve nereye kadar sorularına muhatap olduğu saptamasıyla bitirmiştik. Konuya bu noktadan devam etmek istiyoruz.
Siyasal dayatmacılık olarak ifade ettiğimiz, sosyalist hareketin siyasal faaliyetinin sınıfın mevcut siyasallaşma düzeyini zorlaması, sınıf mücadelesinin dinamiklerinden kopuk, keyfi bir etkinlik değildir. Nesnel dinamiklerin açtığı alanı genişletmeye yönelik müdahale, bu dinamiklerin üzerine oturmak zorundadır. Meşruluk salt bir haklılık sorunu olarak değil, bu dinamiklerle ilişkisi açısından ele alınmalıdır.
Sosyalist hareketin siyasal dayatmacılığın konusu dinamikleri yakalaması ve seçmesi meşruluk sorusunun bir boyutuysa, diğer bir boyutu da siyasi faaliyetin bu zemini hangi tarz ve yöntemlerle kucaklayacağıdır. İlk boyutun hakkının verilmesi için sınıf mücadelesinin akışının teorik olarak da kavranabilmesi ve sınıf çelişkilerinin açığa çık(ar-tıl)acak ve kavganın konusu olabilecek yansımalarının doğru tespit edilmesi gerekmektedir. Mücadelenin tarz ve yöntemi de meşruiyetin tesis edilmesi açısından müdahale edilen alanın kendisi kadar önem taşımakla birlikte, doğru tarz ve yöntemin “tam kıvamında” tutturulması, süreci önceleyen mükemmel ve mutlak bir kurgunun ürünü olamaz. Diğer yandan, meşruiyetin tesis edilme sürecine yönelik önsel kurgu ve varsayımların mutlaklaştırılmasının barındırdığı bir tehlike de, siyasi etkinliğin kendisinin de sürecin parametreleri arasında yer aldığının gözden kaçırılmasıdır. Meşruiyet sorunu, meşruiyetin tesisi siyasal kavganın ideolojik düzeydeki kazanımı olduğu ölçüde, bu kavgadan bağımsız ele alınamaz.
Gerek “siyasal dayatmacılık”, gerekse bunun meşruiyetine ilişkin tartışmayı daha somut düzlemlere taşımadan önce, bu konularda söylediklerimizin öncü-sınıf ilişkilerine dair klasik kavramlarla ilişkisini bir miktar daha belirgin şekilde kurmak yararlı olacaktır. Bu gereksinim, temel olarak, Türkiye solunda varolan, marksizm-leninizmin ilkelerini daha çok somut formülasyonlar düzeyinde kavrama eğiliminden ve bu eğilimin siyaset kavrayışına dönük olumsuz çıktılarından kaynaklanıyor…
KLASİKLERİ BUGÜNE TAŞIRKEN…
Lenin, herhalde, yazılarındaki somut formülasyon bolluğunun uzun dönemde ne türden kavrayış sorunlarına yol açacağını öngörebilseydi, çok daha dikkatli bir üslup kullanırdı. Ama, yapabilecekleri yine de sınırlı olur, özellikle güncel politik açılımları tartışırken ciddi bir açmazla karşılaşırdı. Belirli bir tarihsellik ve yerellikte söylediklerini yüz yıl sonra ve bambaşka topraklarda da aynen geçerli kılmanın yolunu, tüm çapına rağmen, Lenin de bulamazdı. Dahası, marksizmin o dönem için klasik ve neredeyse tüm. marksistler tarafından kabul gören çerçevesini Rus toprağındaki devrim mücadelesinin gerekleri üzerinden zorlayan Lenin, leninizmi daha başından soyutlayabilseydi ve marksizme getireceği katkıların teorik açımlamalarını kusursuzca tamamlayabilseydi, diğer bolşeviklerle gireceği bitmez tükenmez tartışmaları düşünüp bunları yazıya dökmekten vazgeçerdi.
Bizim görebildiğimiz kadarıyla, bütün bu sorunlar bir şekilde aşılsaydı bile, Türkiye solunun sorunlarını çözmek mümkün olmazdı. “Tarihselcilik” denen şeyin yine somut formülasyonlar dizisi olarak kavranışı aşılamadığı sürece, klasikleri doğru okumak başarılamayacaktır. Bu söylenen Marx ve Engels’in kitapları için de aynı şekilde geçerlidir; sorunların daha çok Lenin okumalarında somutlanmasının tek önemli nedeni, yazılarındaki somutluk zenginliği ve kolay okunur/uyarlanabilirliğin solun eksikliliğine daha fazla hitap etmesidir.
Soldaki kavrayış sorunlarını üç ana yanlış üzerinden ele almak mümkün. Bunlardan birincisi, klasiklerdeki temel tezlerin belirli doğrultulara işaret ettiğini, somut hareketin her evresinin bu doğrultularla çakıştırılamayacağını görememek. Bu yanlışın konumuzla ilgili bir somutlanması, sosyalist politikada “işçi sınıfının birliği” hedefinin kavranışında gerçekleşiyor.
Sosyalist hareket, hiç kuşku yok ki, “işçi sınıfının birliğini” hedefler ve temel alır. Burjuvazinin sınıfı bölme çabalarına karşı mücadele, siyasal ve ideolojik mücadelenin temel bileşenleri arasında yer alır. Ama asıl sorun da bu mücadelenin verilip verilmeyeceği değil, nasıl verileceğidir. Eğer sınıfa birliğin yararlarının uzun uzadıya anlatılması çıkar bir yol değilse, bölünme dinamiklerini ve bunların ne tür bir süreç sonunda aşılabileceğini çözümlemek gerekecektir.
İşçi sınıfının somut sorunlardan hareketle eyleme geçtiği ve eylemliliği oranında bilinçlendiği yeterince biliniyor. Yine bilinmesi gerektiği üzere, sınıfın harekete geçen kesimleri, sonuç alıcı olabileceğine inandıkları eylemleri gerçekleştiriyor. Buradaki sonuç alıcılığın, güncellik bağlamı içinde kavranması gerekiyor. Sınıf, güncelliğin ufkunu kendiliğinden mücadeleleri içinde aşma şansına sahip değil. Zaten, bunun aksini söylemek bir nesnel dinamik olarak sınıf hareketine tarihsel misyonunun bilincini yüklemek, dolayısıyla da idealizme savrulmak demektir. Devrimin “kitlelerin” ya da “işçi sınıfının eseri” olacağı, bir soyutlama olarak doğrudur; yoksa işçi sınıfının nesnelliği aşan bir bilinç geliştirebileceğini kabul etmek, tarihselci bakıştan vazgeçerek tarihe erekselliği sokmaktan başka bir anlama gelmeyecektir.
Bu söylenenleri, kapitalist ilişkilerin yeniden üretiminin kesintiye uğradığı kriz dönemleri dışında burjuva ideolojik hegemonyanın işçi sınıfını kuşatması bağlamında da ifade edebiliriz. Kapitalist ilişkilerin yeniden üretimi ile sermaye-emek ilişkilerinin yeniden üretimi aynı anlama gelmektedir ve her ikisi de, tek başına ekonomik düzeyde tarif edilemez. Olağan dönemlerde kaçınılmaz olarak parçalı ve kesintili bir nitelik taşıyan sınıf hareketi, ancak bu ilişkilerin yeniden üretiminin tıkandığı, bu tıkanıklığın burjuva ideolojik hegemonyanın parçalanmasına yol açtığı kesitlerde, adıyla söylersek devrimci durumda sözü edilen niteliklerini aşabilir. Sınıfın tüm kesimlerinin eşzamanlı olarak harekete geçmesi, ancak devrimci durumda gerçekleşir ve bu durumda bile, eşzamanlılık, hareketin tüm bileşenlerinin aynı siyasal doğrultuya sahip olmasını getirmez. İdeolojik yapının dağıldığı koşullarda, sınıfın her bir kesimi, farklı motivasyon ve hedeflerle ayağa kalkar. Devrim, sınıf hareketinin çok parçalılığının aşılmasının sonucu olmaktan çok bunu aşmanın bir aracıdır. Bu bağlamda sınıfın siyasal-ideolojik birliği ancak devrim sonrasında kurulabilir; devrim, aynı zamanda bu birliği kurmak içindir…
Dolayısıyla, “sınıf hareketinin birliğini örgütlemek” dendiğinde, sınıfın farklı kesimlerinin sırayla birleştirildiği doğrusal bir süreç anlaşılmamalıdır. Bunu anlayanlar, biraz daha yakından bakıldığında, aşırı öznelcilikle aşırı nesnelciliğin bir bileşimini savunmaktadır. Sosyalist hareketin sınıfın siyasal-ideolojik birliğini devrim öncesinde kurabileceğini savunmak, özneye tarih-dışı bir güç atfetmektir. Bu gücün yokluğunda somut olarak yaşanan ise, sınıfın güncel ortalamasına politik tabiyet, dolayısıyla da nesnelliğe hapsolmadır. Lenin’in sınıfın ortalamasına seslenme tezine şiddetle karşı çıkması hatırlanabilir…
Sosyalist hareketin temel görevi, devrimci durumda bir iktidar almaşığı haline gelmek için gerekli gücü örgütlemektir. Bu güç de, sınıfın geri. kesimlerini politik olarak kucaklamakla değil, ileri çıkan kesimleri devrimci bir siyasal odak etrafında birleştirerek kazanılabilir. “Sınıf hareketinin devrimci birliğini örgütleme” ifadesi, bu anlamda kullanıldığı sürece anlamlıdır; ama çoğu kez yapıldığı üzere devrimci durum soyutlamasını bir kenara bırakmayı anlattığı zaman, tumturaklılığı oranında boş bir laftır.
Solun ikinci yanlışı, klasik kitaplarda yazılanlarla bunların ilgili olduğu gerçek süreçler arasındaki açı üzerinde yeterince durmamaktır. Böyle olunca, teori ile pratik arasındaki ilişkinin doğru kavranışı olanaksızlaşmakta, sözgelimi Rusya’daki devrim sürecinin Lenin’in kitaplarında okunan tezlerle tam boy çakışan bir gelişme gösterdiği sanılabilmektedir.
Gerek Marx ve Engels, gerekse Lenin, sanayi proletaryasının öneminde ciddi bir ısrar sergilemiştir. Bu ısrarın teorik haklılığını tartışmanın herhangi bir anlamı bulunmuyor. Ama Rusya’da, sanayi işçilerini menşevikler örgütlerken, bolşevikler sınıfın en yoksul ve örgütsüz kesimlerinde güç kazanmıştır. Teorik zemin ile politik süreçler arasındaki açı, kavranabildiği oranda, geliştiricidir. Ama pek çok durumda aksi yaşanmakta, politik süreçler eldeki teorik formülasyonlarla karşı karşıya getirilerek ya politikalar, ya da teori mahkum edilmektedir.
Solun üçüncü önemli yanlışı, birincisiyle bazı benzerlikler içeriyor. Kitaplarda en saf halleri okunan belirli ilişkilerin kurulması için gerekli süreç boyutunun ihmal edilmesi olarak ifade edilebilecek olan bu yanlışın sınıfın birliği hedefiyle ilgili olandan temel farkı, bu ikincisinin her dönemde belirli güncel karşılıklara da sahip olmasında yatıyor. Sosyalist hareket, “sınıfa karşı sınıf” söylemiyle, sınıfsal dayanışmayı sağlamaya ve güçlendirmeye yönelik politikalarıyla vb., sınıf birliğini aynı zamanda güncel bir sorun olarak da göstermek durumundadır.
Burada sözü edilen yanlışa asıl konumuzla da ilgili pek çok örnek verilebilir. Devrimci duruma doğabilen leninist partinin bir model olarak kavranması ve kitapta yazana ulaşmanın yolunun bu modelin bir minyatürünü kurmaktan geçtiğinin sanılması bunlar arasında belki de en önemlisi. Bu yanlışın somut ürünü örgütsel garabelere rastlamak hiç zor değil: devrimin hemen öncesinde bolşevik partide bulunan bütün organ ve seksiyonlara sahip, ama sırf nicel eksikler nedeniyle bile bunları işlevsel kılamayan ve tüzüğünün maddelerine ya da ruhuna aykırı düşmeyi göze aldığı oranda yol alabilen yapılar…
Konumuzla daha yakından ilgili bir örneği ise, sosyalist hareket ile öncü işçiler arasında kurulması gereken ilişkilerin kavranışı oluşturuyor. Öncü işçilerin bilinç düzeyi, öncü örgüt ile ilişkileri dışında, öncülüğünü yaptıkları mücadele ile sınırlıdır. Dolayısıyla olağan dönemlerde, öncü işçilerin sosyalist hareketle ilişkisi de, “doğal” bir ilişki olarak görülmemek durumundadır. Öncü işçilerin bu konumlarının geleceğe taşınması, ancak, sosyalist hareket ile ilişkiye geçtikleri oranda dönüştürülmeleri, bu anlamda sınıfla aralarındaki mesafenin daha fazla açılması ile mümkündür. Bunun sınıfla bağlantılarının koparılmasıyla ilgisi yoktur. Dahası, sosyalist hareket, işçi sınıfının “doğal” öncüleriyle ilişki kurmanın yanında, hatta çoğu zaman daha çok, sınıfın içinden öncü çıkarmak ve hatta kendi kadrolarını işçi önderleri haline getirmek yollarını da kullanmak zorundadır. Sınıfın eylemlilikleri içinde öne çıkan işçileri “doğal” ortamlarında tutma kaygısıyla hareket etmek, bunlara yapılabilecek en büyük haksızlık olacak ve sosyalizm adına önemli bir potansiyel heba edilecektir.
Siyasal dayatmacılıkla ve devrimci bir hattın inşasıyla ilgili olarak söylediklerimizin bütünsel teorik çerçevemiz içinde nereye oturduğunu dolaylı bir yoldan da olsa bir miktar açmış olduk. Yalnız, özellikle “dayatma” teriminin neden seçildiği üzerinde ayrıca durmakta yarar var.
Aşağıda yeniden ele alacağımız üzere, Türkiye işçi sınıfının hareketlilik düzeyinde bugün görülen gerilik, tek başına nesnel dinamiklerin eksikliliğinden kaynaklanmıyor. Daha doğrusu, sınıfın sendikal örgütlenmesinin neredeyse tümüyle burjuvazinin kontrolü altına girmiş olması nesnelliği, sınıf hareketinin “doğal” bir süreç dahilinde yükselmesini olanaksızlaştırıyor. En meşru ve olağan eylemliliklere bile geçit vermeyen sendikal kuşatmanın yine tek başına kalan bir sendikal mücadele ile kırılması da mümkün görünmüyor. Bu noktada, sınıfın öne çıkan sınırlı kesimlerinin devrimci bir politizasyon kanalına sokulması ve bu kanalda verilecek mücadele üzerinden sınıfın diğer kesimlerinin de sarsılmasından başka bir almaşık kalmıyor. Dolayısıyla, “siyasal dayatmacılık”, öznel tercihlerin basit bir yansıması değil sınıfın nesnelliğine hitap etmenin tek yolu olarak görülmelidir.
Kuşkusuz, bu açıklamalarımız, yürüttüğümüz siyasal mücadeleye yönelik “ikamecilik”, “dar grupçuluk”, “dar çıkarları sınıfa dayatma” vb. eleştirilerinden kurtulmamızı sağlamayacaktır. Hele son dönemde kimi dar grupların geliştirdiği ve çoğu durumda yukarıda tartıştığımız kavrayış sorunlarının tümünü yansıtan muhtelif “ortodoksi” savunularına karşı ikna edici yanıt üretmek hiç mümkün değil. İşin ilginç bir yanı, siyasal darlığı bir türlü aşamayan yapıların garip “ortodoksi”leri üzerinden herkesi mahkum etme cesaretini gösterebilmeleri. Diğer yandan, şu ya da bu şekilde bir genişleme/güçlenme dinamiği yakalayabilen yapılar da, bu kez temel teorik kalkış noktalarını kenara kaldırıyor. Kuşkusuz, aslında ortada herhangi bir ilginçlik yok. Marksist-leninist teori ve devrimci pratikle ilişkisi kavranamadığı ve yeniden üretilemediği sürece, “ortodoksi” ile teorisizlik arasındaki salınmadan kurtulma olanağı bulunmuyor…
SINIF HAREKETİNİN GÜNCEL DURUMU
Türkiye işçi sınıfı hareketinin kriz sürecine rağmen sergilediği ve burjuvaziyi bile şaşırtan gerilik üç ana nedene bağlanabilir: Sınıfın aşırı bölünmüşlüğü, sendikal yapıların harekete set çekme misyonunu başarıyla yerine getirebilmeleri ve güçlü bir devrimci alternatifin henüz şekilenmemiş olması.
Sınıfı bölen işçi/memur, kamu/özel gibi genel başlıklara ek olarak, bölgelere ve işyerlerine sıkıştırılmışlığın da had safhada olması bugün burjuvazi için son derece önemli bir avantajdır. Medya da bu dönemde iki temel misyonu, bu bölünmüşlüğü kırabilecek bir haber akışını kesmeyi ve bunun karşısında bir tür korporatizmi pompalamayı içselleştirmiş durumdadır.
Burjuva sendikalizminin en önemli başarısı sınıfa saldırıya en yoğun bir şekilde maruz kalan özel sektör işçilerinin aynı zamanda en hareketsiz kesim olarak tutabilmesidir. İşten atılan bir milyona yakın işçinin çok ağırlıklı bölümü özel sektör işletmelerinde çalışıyordu. Küçük ve orta ölçekli işletmelerde çalışan sendikasız işçilerin, genel bir hareketliliğin yokluğunda, kendi başlarına yapabilecekleri zaten sınırlıdır. Sendikaların da süreci tam boy bir suskunlukla geçirmesi, özellikle de sınıfsal dayanışmanın önünü açacak girişimlerde bulunmak bir yana, bunları bloke etmeleri, işçilere tek tek başlarının çaresine bakmak dışında hiç bir somut seçenek bırakmamıştır.
Dahası, işten atmaların bugüne dek bu kadar sorunsuz şekilde yürütülebilmesi, atılma tehdidinin halen çalışan işçiler üzerindeki baskısını son derece yoğunlaştırmıştır. Sendikal dayanaktan da yoksun işçiler açısından, ailelerinin geçimlerini giderek daha zor koşullarda olsa bile sağlama ile tümüyle parasız kalma arasında tercih yapma sorunu bulunmaktadır ve bugünkü koşullarda bu tercihin devrimci bir içerik taşımasını beklemek mümkün değildir. Sendika bürokrasisinin birikmiş gazları havaya boşaltma hedefiyle gündeme getirdiği 20 Temmuz eylemine özel sektör işçilerinin neredeyse hiç katılmamış olması, özel sektör işçilerinin güncel durumunu yeterince yansıtmaktadır.
Bugün için, sınıfın birikmiş tepkiselliğinin belirli somut hedefler doğrultusunda ve geniş katılımlı eylemliklerle açığa çıkmasının tek yolu sendikal yapıların mücadeleyi örgütlemeye soyunmasıdır ve bu yol da tümüyle kapalıdır. Bu konudaki son örnek, asgari ücretin belirlenmesi tartışmalarında yaşanmıştır. Asgari ücret komisyonunda yer alanTürk-İş’in oportünist tavrı, asgari ücrette sağlanan artışın hem düşük kalmasını, hem de Türkiye tarihinde ilk kez bir ay gecikmesini getirmiştir. Asgari ücretli işçilerin ortak mücadelesinin tek yolu, eylemlerinin merkezi bir örgütlülüğe yaslanmasıdır; bu olmadığında da ortaya bugünkü “sessizlik” çıkmaktadır…
Kamu işçilerinin durumunu farklı kılan kimi etmenler bulunmaktadır. Kamu işletmelerindeki işçi yoğunluğu ve çoğu kamu işletmesinin geleceği ile bunların bulunduğu bölgelerin ekonomik durumları arasındaki güçlü bağ, bu alanda radikal adımların atılmasını zorlaştırmaktadır. Örneğin Zonguldak’taki 40000 işçi, yöredeki Karabük gibi diğer büyük işletmelerin çalışanlarıyla birlikte önemli rakamları ifade etmektedir. Zonguldak’ta ocakların tek tek kapatılma arayışı somut bir korkunun ürünüdür. Sınıfa karşı topyekün bir savaş açmayı göze alabilen hükümetin özelleştirme konusundaki teklemesinin başka bir gerekçesi bulunmamaktadır.
Özel sektör işçilerinin tümüyle kendi kaderlerine bırakılmasına karşın kamu işçilerinin durumunun sendikaların gündeminde de ağırlıklı yer işgal edebilmesi bundandır. Ancak burada bile, inisiyatifin burjuvazide olduğunu kabul etmek gerekiyor. Burjuvazi, her tür uzlaşmaya açık olduklarını her fırsatta gösteren sendikalardan değil, sendikal yapıları da aşacak bir hareket yaratmaktan korkmaktadır. Bu nedenle de, şimdilik, iki ileri bir geri politikasıyla sınıfı gözlemekte ağırlıklı olarak medya kanalıyla yürüttüğü ideolojik taarruzun da yardımıyla zemini olgunlaştırmaktadır.
Sendikal yapıların teslim alınmışlığı, en temel hakların bile kullanılmamasında en somut görüntüsüne kavuşuyor. Hükümetin burjuva hukukundan başka bir şey içermeyen ILO sözleşmesini tanımama adımına karşı cılız bir “asarız keseriz”in hemen ardından erteleme önerileriyle ortaya çıkabilmeleri inanılmaz bir pervasızlığa işaret etmektedir. Bu yılın Mayıs ayından beri ödenmeyen maaş farklarını dava etmeyi -nitekim böyle bir davayı kaybetmeleri mümkün değil, ortada son derece somut bir sözleşme var- gündemlerine bile almamışlardır. Aksine, bütün yollar zorlandıktan sonra yaptırım gücü yüksek bir içerikle gündeme gelmesi gereken toplu iş bırakma eylemini ilk adım olarak atmışlardır. Sonuçta, kamu sektöründe resmi tatillere bir gün daha eklenmiş olması dışında herhangi bir sonuca ulaşamayan 20 Temmuz, sendikaların bir süre daha “elimizden geleni yapıyoruz” söylemine destek olmanın dışında herhangi bir somut işleve sahip olmamış; sınıfın kazanımları hanesine hiç bir şey yazılamamıştır. Dahası, 20 Temmuz “genel direnişi” hedefsizleştirilmiş ve içerik olarak boşaltılmış eylemliliğin sınıfın mücadelesini geri çekici özelliğini bir kere daha göstermiştir.
Kamudaki memur hareketi de bir çifte tıkanmayı yaşamaktadır. Hareketin TİS tartışmalarına takılıp kaldığı oranda sıradanlaşması süreci zaten gündemdeydi. Kriz konjonktürü ile birlikte işsizliğin somut bir tehdit olarak memurların da gündemine girmesi, politik bir çıkışın yokluğunda, radikalleştirici değil pasifize edici bir etki yaratmaktadır. Ama asıl önemlisi, sınıfın kamu emekçilerinin dinamizminin de kıramadığı kuşatılmışlığı, bu hareketin asıl çıkış kanalını, sınıf hareketiyle birleşme yolunu kapatmıştır.
GÜNCELLİĞE YANIT ÜRETİRKEN…
Bu tablonun sosyalistleri müdahaleye ve mücadeleye davet ettiği açık. Ama, “sınıf hareketi geriyse öncünün işi de bu geriliği kırmaktır” dedikten sonra bir soluklanmak, bu işin yolları üzerinde bir miktar kafa yormak gerekmektedir. Yoksa, sınıf hareketinin eksiklerinin listesini çıkarıp bunları gidermek için “çok çalışmak” gerektiğinden başka bir sonuca ulaşılamayacak, bir süre sonra ya yeterince çalışılmadığına karar verilip “özeleştiri” süreçleri çalıştırılacak, ya da nesnellik tespitlerinin sorgulanmasına girişilecektir.
Sosyalist hareketin içinde bulunduğumuz dönemde “çok çalışması” gerektiği doğrudur. Ancak daha önemlisi, doğru ve gerçekçi hedefleri saptayabilmektir. Yoksa, zaten nereye harcanacağı bilinemeyecek kadar çok olmayan enerji birikimini çarçur etmek hiç zor değil.
Sınıfın en önemli sorunun sendikal yapıların mevcut durumu olduğunu saptamak kolay. Tek başına bu veriden yola çıkarak en önemli görevin sendikal yapıları dönüştürmek olduğuna karar vermek ise kolaycılıktır. Kolaycılık işin kolaylığına ilişkin değil kuşkusuz; sendikal yapıların nesnelliğini kavramayan, sosyalist hareketin mevcut gücü ile bu yapıyı dönüştürme misyonu arasındaki orantısızlığı hesaba katmayan bu tür bir entellektüel tembelliğin barındırdığı en önemli zaaf, sınıf hareketinin birliğine giden süreçte sendikâlizmin sınırlarını ve bugünkü sürecin içerdiği olanakları görememek noktasında açığa çıkıyor.
Sosyalistlerin nihai sorunu, sınıf hareketinin sendikal değil, siyasal birliğidir. Sendikal bilinç, siyasal bilincin oluşum sürecinde bir uğraktır; ama bu özelliğine pozitif bir içerik atfederken ihtiyatlı olmak gerekiyor. Sendikalizm, sınıfın kendiliğinden hareketinin örgütsel ve ideolojik zemini olarak, bir yandan siyasallaşmaya zemin hazırlarken, diğer yandan devrimci bir siyasallaşmanın önünde engel oluşturur. Sınıf hareketinin siyasal birliği, sendikal mücadelenin yetersizlikleri açığa çıktığı oranda güncelleşir ve ancak sendikâlizmin aşıldığı noktada sağlanabilir.
İşçi sınıfı üzerindeki güncel sendikal kuşatma, devrimcisi bir yana, sendikal mücadelenin hakkının verilmesi için gerekli siyasallaşmayı bile engellemektedir. Bu çerçevede daha da önemlisi, sınıfın bölünmüşlüğünü her şeyin önüne koyan burjuvazi, tüm politikasını, sendikalar dışındaki siyasallaşma kanallarını da kapalı tutmak üzerine kurmuştur. Sosyal demokrasinin toplumsal tepki birikimine supap olma işlevini yerine getirmesinin istenmemesi, sosyal demokrat söylemin içerdiği işçiciliğin sınıfsal birliği çağrıştırmasından ve düzenin bu söylemin öznesini güçlendirmesini sağlayacak maddi olanaklardan tümüyle yoksun olmasından kaynaklanmaktadır.
Düzen-içi sol/sınıfsal bir siyasallaşmanın zemininin bulunmadığı noktada, sosyalist hareketin sınıfa her tür seslenmesi, nesnel olarak bir tür dayatmacılık içerecektir. Dahası, devrimci içerikten yoksun bir siyasallaşma çağrısının nesnel karşılıklarının son derece zayıf olması, sosyalist mücadelenin bildik şemalara oturtulma çabasını anlamsızlaştırıyor. Devrimci bir siyasal odağı örgütlemek ve -sınıfın ileri çıkan kesimlerini bu odak etrafında harekete geçirmek, yalnızca mümkün değil, ama aynı zamanda “gerçekçi” tek çıkış yoludur. Bu yol, başlangıç aşamasında, sınıfı daha fazla bölmek olarak yorumlanabilir. Ama bunun tek reel ve yaşanan almaşığı, sınıfın bütününü ileri çekme şansından yoksun öncü kolların da geriliğe teslim edilmesidir.
Sözü edilen yolun yine başlangıç aşamasında bir nicelik sorunuyla karşılaşılacağı açıktır. Ama burada da “gerçekçi” olmak gerekiyor. Nicelik sorununu başa koyan siyasal arayışların bugüne dek ne getirmediği ve ne götürdüğü yeterince görülmüş olmalı. Dahası, 1994 1 Mayısından bu yana gelişen süreç, nicelik vurgusuyla yola çıkan reformizmin bu sayede etkinlik alanını genişletemediğini, devrimciliği başa koyan siyasal yapılarmsa hem nicelik, hem de sınıfa müdahale anlamında daha etkin olabildiklerini göstermiştir.
Kriz koşulları sosyalist harekete ideolojik mücadelede yeni alanlar açmaktadır. Gerek işçi sınıfının girdiği yoksullaşma sürecinin keskinliği, gerekse burjuvazinin sınıfın tepkisizliğinden beslenen pervasızlığı bize bir kere daha öncünün belli eşiklerin aşılmasına yönelik müdahelerinin önemini ve potansiyelini göstermektedir.
Kitleler üzerindeki ideolojik kuşatmanın kimi kilit öğeleri, kriz nesnellığiyle birlikte ciddi bir darbe almıştır; Burjuva içeriğiyle kentlilik ve tüketim kültürü oluşturma çabaları, kitlelere sunulabilen maddi olanakların aşırı daralması sonucu, boşlukta kalmıştır. Krize refleks olarak güç kazanan dinci gericilik de, düzenin bir bileşeni olarak, her türüyle kentliliğe yönelen bir tepkiyi ifade etmektedir. Burjuvazi adına ideoloji üreten odaklar arasındaki dengelerin bozulması ideolojik yapılanmayı giderek daha fazla tehdit etmektedir. İdeolojik kuşatmanın adım adım kırılmasından çok bir bütün olarak çözülmesinin daha muhtemel olduğu belirginlik kazanmaktadır.
Bu koşullar altında, sosyalist hareketin sınıfın kendi değerlerini yaratması sürecine katkıda bulunmayı önüne koyması gerekmektedir. Özellikle de, kentlerin işçi sınıfının yaşama ve mücadele alanı olması önemsenmeli ve sınıfsal içeriği öne çıkan bir kentlilik kültürünün oluşturulması sürecinde sosyalist hareketin ne tür müdahalelerde bulunabileceği üzerine düşünülmelidir. Kendiliği sosyalizme bağlamak, dinci ve faşist gericiliğe karşı mücadelenin öznesi haline gelmek için de son derece işlevsel olacaktır.
Diğer yandan, siyasal kriz ve yönetememe durumu, düzenin pisliklerinin tüm çıplaklık ve yoğunluğuyla ortalığa dökülmesine yol açmaktadır. Hatta, bu “kirli çamaşır” bolluğu, onursuzluğun kanıksanmasına ve tepkisizliğe yol açmaktadır.
Ama söz konusu tepkisizliğin asıl nedeni, bu ülkeyi sahiplenecek ve tepki vermeyi anlamlı kılacak bir siyasal odağın yokluğudur. Sosyalist hareket bu boşluğu mutlaka değerlendirmelidir. Her türden onursuzluğa ve yozluğa karşı verilecek müdadelenin meşruiyet zemini daha işin başında verilidir. Teşhire yönelik faaliyet, onursuzluğun salt sergilenmesiyle yetinmeyen, kabullenmemeyi hem söylem hem de eylem düzeyinde örgütleyen bir biçim taşımalıdır. Sosyalist hareket, bu alanda da “dayatmacı” olmak zorundadır.
Burada önem taşıyan bir nokta, teşhirin nesnesi olacak sorunların seçiminin de siyasal bir içerik taşımasıdır. Teşhir, tek başına belirli olumsuzluklara işaret etmek için değil, düzenin hassas noktalarına saldırmak için kullanılacaktır. Bu saldırı da, ancak, teşhirin diğer siyasal hedef ve açılımlarla bağlantılandırılmasıyla anlamlı çıktılar üretebilir. Sözgelimi, sendika bürokrasisine dönük bir siyasal kampanyanın parçası olarak son derece işlevsel kılınabilecek olan sendikacı yolsuzluklarının teşhiri, eğer ortada bu türden bir faaliyet yoksa, doğal olarak bir yere oturmayacaktır.
SONUÇ YERİNE
Siyasal ve ideolojik mücadelenin her dönem için kilit bir sorunu, mücadele nesnelerinin seçimi ve hedeflerin sloganlaştırılmasıdır.. Sloganlar, aynı zamanda farklı siyasal çizgileri, bu arada da devrimci çizgiyi ayırma işlevine sahiptir.
Ancak, Türkiye solunda gözlenen bir zaaf, seçilen sloganların belirli hedeflerle bağlantısından çok, atanların örgütsel kimlik deklarasyonu işlevini görmesinin önem kazanabilmesidir. Sözgelimi, “Faşizme Ölüm Halka Hürriyet” sloganı ile “Faşizme Ölüm Halka Özgürlük” sloganları arasındaki temel fark, bunları atanların örgütsel farklılığıdır. Elbette her örgütsel yapının tümüyle kendisine ait sloganları da bulunacaktır; ama temel işlevi siyasal hedef göstermek olan sloganların sözcükler bazında ayrıştırılması bir tür apolitizmdir.
Türkiye solu, sloganların siyasal işlevleri konusunda başka kafa karışıklıklarına da sahiptir. Bu nedenle, slogan-siyasal konumlanış ilişkisi üzerinde bir miktar daha durmakta yarar görüyoruz.
Sosyalist hareket, bugünkü politik konumlanışını somut gelişmelere dair “kehanet”ler üzerine değil, sınıf mücadelelerinin temel dinamikleri üzerine kurmak zorundadır. Sosyalizm mücadelesi, hiç bir tarihsellik ve yerellikte, döneme en uygun sloganların üretilmesine ya da seçilmesine indirgenemez. Asıl önemlisi, bir sonraki dönemin konjonktürel ana slogan ya da sloganlarının öngörülmesi, bugünkü siyasal süreçlere müdahale zemini sunmayacağı gibi, öngörülememesi de, önemli bir fırsatın kaçırılması anlamına gelmez. Sosyalist hareketin konjonktürü aşan ve sınıfı ileri çekmeyi zorlayan siyasal sloganları, bu sloganlar gelecekte kitlesel olarak atılsın ya da atılmasın, ne sınıfın sonraki dönemlerde kendisinin de atacağı sloganlara “kulağını alıştırma” işlevine, ne de bunları ilk formüle etmiş olmanın rantını toplama işlevine yöneliktir.
Diğer yandan, farklı siyasal çizgiler arasındaki ayrım, her bir siyasal açılım ve hedefin özgünlüğünde değil, siyasal faaliyetin bütünlüğünde aranmalıdır. Bu yapılmadığında, sol içi ilişkilerde kompleksli tutumlar aşılamayacak, rekabet kaygısı siyasal kaygıları perdeleyecektir.
Sosyalist hareketi aynı zamanda bir bütün olarak görememek, genel olarak sosyalizmin hanesine yazılan ve yazılabilecek kazanımlara yabancılaşmayı getirecektir. Bu konuyla ilgili küçük bir örnek, 1 Mayıs öncesini yürüttüğü afişleme çalışmalarının sonucunda, 1 Mayıs, sol içeriği ile birlikte İstanbul’un neredeyse her köşesinde duyuruldu. Ortaya çıkan tablo, tek tek yapıların ötesinde bir bütün olarak sosyalist hareketin kazanımı oldu. Bu tablo içinde genel eğilimi yansıtmamakla birlikte üzücü olan bir görüntü, ise bazı afişlerin başkalarının üzerine yapıştırılmış olmasıydı…
Kriz koşulları, Türkiye solunu, mevcut iç ayrışmalarına farklı bir gözle bakmaya, ayrım noktalarını ülke nesnelliğine dönük siyasal mücadele üzerinden yeniden tarif etmeye davet ediyor. Solun bugünkü haritasızlığını veri almak ve anlamlı bölünmelerin ancak sınıfın anlamlı bir kesimini de kucaklayan bir siyasal hareketin şekillenmesi sonrasında yaşanabileceğini kabul etmek, sol içi ilişkilerin yeniden tarifi için de gereklidir.
Bugün güncelleşen ve önemsenmesi gereken ayrım, devrimcilik ile reformizm arasındadır. Ancak bu ayrımın, geleneksel sol/yeni sol/devrimci demokrasi kategorizasyonundan önemli bir farkı bulunmaktadır. Bu ikincisi, her bir bölmenin barındırdığı ve aynı zamanda tanımlayıcı dinamikler temelinde yapılırken, devrimcilik-reformizm ayrımı, güncel siyasal konumlanışı baz almakta ve çizginin iki tarafında yer alan siyasal hareketlerin geleceğine ilişkin öngörülere zemin sunmamaktadır.
Devrimci kesim içi ayrışmaların anlamlı bir zemine oturması da, devrimci siyasetin sınıf hareketinde belirli karşılıklar bulması/yaratmasıyla mümkün hale gelecektir. Bugün, devrimci cephede yer alan yapıların ortak siyasal gündemleri üzerinden kuracakları yakınlık, bu nedenle önemsenmelidir. Sömürü ve Zulme Karşı Güçbirliği de, genel olarak devrimci siyaset almaşığını güçlendirme potansiyelini taşıdığı oranda ve bu nedenle önemli bir denemedir.