Her tarihsel dönem anahatlarını, toplum yaşamında yol açtığı değişiklikleri, dilde, sözcüklerde gösteriyor. Sanayi Devrimi yıllarında türeyen endüstri, fabrika, sınıf vb. sözcükler buna en güzel örnek. E. Hobsbawn’ın Devrim Çağı yapıtında aktardığı bu sözcük dağarcığı toplumsal çözümlemeler için bir nevi alfabe özelliğini taşıyor. İçinde bulunduğumuz, 1980 sonrası dönemde ise, uzlaşma (konsensus), globallaşme, söylem .., kulak tiryakisi olduğumuz sözcüklerin başlıcaları. Çözümleme aracından çok yutturmaca bir içerik taşıyan bu son gruptakiler bir çağın bitişini anlatıyor.
Sözcükler tekil anlamları dışında kurdukları bütün, söyleyen, söylenen ile anlam kazanıyorlar. Hele söz konusu olan siyaset ise… Anlatılanların ne olduğunu, nereye gideceğini, sözün dinamiğini irdelemeden önce şu temel nokta akılda tutulmalı: Söz konusu bütün, toplumsal bir süreç, kurulmasında kaba bir aktör-izleyici ilişkisinden çok kollektif bir üretim, sentez, bulaşıklık yer almakta. Bu sürecin üretiminde, aktörleri açısından pek cömert davranmayan son dönem, eskinin sol aydınlarını da istihdam etmiştir. Üretim kollektifi içinde, soldan dönme aydınların katkısı terminolojiyi sağlama ve süsleme şeklinde olmuş; insanın gözlerini yaşartacak bu son “konsensus” döneminde teorik “globalizasyonlar” da yapılmış, eskinin düşman kampına biat eden aydınlar “günümüz endüstri ötesi bilgi toplumunda ülkelerarası ayrımlar silinirken…(!) Marx’ın haklı çıktığı”nı, dosta, düşmana söyler olmuşlardır.
Baştaki örnekle karşılaştıracak olursak Sanayi Devrimi yıllarında sözcüklerle ifade ettikleri gerçeklik arasında belli bir tutarlılık, temsiliyet varken sonradan bu ilişkinin tutarsız, zıt bir hal aldığını görürüz. Bu, gazetede okuduğunun, TV’de izlediklerinin vb. tersine bakıp doğruyu bulduğunu söyleyenleri haklı çıkaracak kertededir. Açıkçası ortada olan gizlisiz, saklısız, dolaysız bir aldatmacadır. Göz önünde bulundurulması gereken sözle gerçek arasındaki ilişki ile bu ilişkinin geçirdiği değişiklikler ve bunun anlamıdır. İlişkinin kurulması teorik olanı, değişimin canlılığı da siyasal olanı anlatmakta. Teori ile siyasetin buluştuğu alan ise dönemin revaçta sözleriyle “ideolojik”.
Gerçeklikle bu gerçekliğin anlatılması arasındaki ilişki tasvir etmekten çok dönüştürme ile kuruluyor. Sürecin epistemolojik olmak bir yana tarihsel, siyasi olduğu söylenebilir. Bilgi toplumun, toplumsal ilişkilerin içinden kazanılıyor. Tarihselliği, siyasallığı yaratan toplumun sınıflı yapısı ve bunun sürekliliğinin sınıflar arasındaki eşitsizliklere bağlı olması. Toplum içindeki tüm ilişkiler, kurumlar daha önceki kuşaklardan devralınan bu eşitsizliği sürdürme yolunda araçlaşıyor, siyasallaşıyor. Süreklilik ve geçmiş kuşaklardan devralman çerçeve tarihsel olana denk düşüyor.
“Gerçekten, kendisinden önce egemen olan sınıfın yerini alan her yeni sınıf, kendi amaçlarına ulaşmak için de olsa kendi çıkarını, toplumun bütün üyelerinin ortak çıkarı olarak göstermek zorundadır, ya da şeyleri fikir planında açıklamak istersek: bu sınıf, kendi düşüncelerine evrensellik biçimi vermek ve onları, tek mantıklı, evrensel olarak tek geçerli düşünceler olarak göstermek zorundadır.”1 . Alman İdeolojisi’ndeki bu pasaj tarihsel sürekliliğin altını çiziyor. Bir başka şeyin daha: İktidar…
İDEOLOJİ ve BİZ
İdeoloji bizim için önemli bir yere sahip. Başlıca dayanakları iktidarı hedefleyen savaşımımızda bulunabilir. Biraz kabalaştırarak söylersek: İdeoloji hem tüm savaşın alanı/aracı hem de önemli bir mevzisi. Ele geçirilmesi kritik öneme sahip bir cephesi… Devrim anı, devrimci durum tüm savaşın dikkate alması gerekli ana dönemeç noktası. İki sınıfın tüm toplumu sürükleyen şiddetli çarpışmaları siyasal iktidar değişikliği, devrim ile sonuçlanıyor. İşte tüm hazırlıklar, çabalar bu dönemeç noktasına varmak ve aşmak için. Eşiği aşabilmek, şiddetin yoğunlaşabilirliğine güvenmeyi gerektiriyor. Bu güven ise, güne hazırlanarak girmeyi, kritik an geldiğinde güce tahvil edilebilecek toplumsal kesimleri kazanmayı… Aynı anlama gelmek üzere rakibin sahip olduğu, olabileceği gücü etkisizleştirmeyi… İdeolojinin ana işlevi devrimci çağrıya toplumdan yanıt alabilmeyi sağlaması ve toplum içinde, sınıfla sınırlı olmayan sosyalizmin alıcılarını oluşturması, burjuva düzenine, çıkarlarına olan bağlılığı bir darbede koparılabilecek denli zayıflatması.
TARİH İÇİNDE İDEOLOJİ
İdeoloji terimi ilk çıktığı anda, madde-düşünce ilişkisine bir çözüm olarak sunuldu. I8.yy. materyalistleri fikirlerin kaynağı olarak “ruh”u reddediyor, yerine dıştan gelen etkileri algılayan “insan”ı koyuyorlardı. Fransız Devrimi’nde ortaya çıkan ideologlardan Destutt de Tracy ideoloji kavramını, “herkese doğru düşünme imkanlarını sağlamak için kullanılacak fikir bilimi” 2 olarak tanımlamıştı. Peki sözcüğü ortada yokken ideoloji yok muydu? Uzunca köle/efendi, serf/feodal karşıtlıkları ile belirlenmiş toplumlardaki egemen sınıfların dünya görüşlerinden ve bunları topluma “ideal” olarak benimsettirmelerinden söz edilmeden iki temel yapı hatırlanabilir: Din ve metafizik. Toplumsal çelişkilerin fizik ve doğa ötesine aktarılarak yüceltilmesi bu iki kurumda klasik ifadesini buluyor. Kapitalist üretim aşamasına kadar sınıf karşıtlıklarının daha genel bir düzeyde belirdiğini, sömürülen sınıfın insani özelliklerinin söz düzeyinde bile kabul edilmediğini görüyoruz. “Efendi” zor yoluyla sahip olduğu toprak, angarya, vergi vb. zenginlikleri en doğal hakkı olarak niteliyor. Kapitalizm öncesinde ezilen sınıf üretim maliyetinin basit bir unsuru. Henüz “eşit haklara sahip insan, yurttaş” yok. Kapitalizmin insani özelliklerine prim veriliyor denebilir, ama değil. Asıl ayırdedici nokta burjuvazinin proletaryayı emek pazarında muhatabı kabul etmesi. Üretim araçlarına sahip olmamasıyla tanımlanan proletaryanın değeri üretmesi. Çoğaltılabilir olan ve çoğalması için yaşanılan “değer” yeni dönemin özünü oluşturuyor. Vurgulanması gereken bir diğer nokta, burjuvaziye gelene kadar egemen sınıfların düzeni kalıcı görüp, değişimi reddetmeleri, soyut, mutlak kavramları aramaları. Bu dönemlerde sınıfsallık çok belirgin olarak farkedilmiyor. Ve bu nedenle sonraki tarih içinde gelen ezilen sınıflar, toplumsal konumlarını yitirme tehdidini en çok hissedenler bu ilk dönemlerin ideolojik ögelerine sıkça sarılıyor.
İdeolojinin nötr alanı mı? En rafine örneklerini Laclau, Mouffe gibi teorisyenlerin sergilediği siyaset anlayışları ideolojik ögelerin sınıfsal aidiyetlerinden sözedemeyeceğimiz ortak kümeden, nötr alandan yola çıkıyor. Bu stratejilerde hedeflenen yer ortak, popüler ideolojileri kullanarak çoğunluğu adım adım kazanmak. Nötr alan için açıklayıcı olabilecek iki faktör var. Birincisi burjuvazinin ilk dönemlerinden, ilerici misyon yüklenilen, rekabetçi aşamadan miras kalan muzaffer, fatih yüzü. Gerçekten de dünya eski dönemlerin hayal bile edemeyeceği bir hız ve genişlikte yağmalanırken keşfediliyor. Herşey, buna geçmiş kuşakların kutsallık atfettikleri simgeler, değerler, kurumlar da dahil pazara çıkıyor, metalaşıyor. Komünist Manifesto bu mesleklerin, kurumların şeyleşmesini çok çarpıcı bir şekilde betimliyor. Burjuvazi tüm bunları devrimci bir şekilden çok, eklektik biçimde yapıyor. Güçsüz insanın yanılsamalara, tanrılara ihtiyacı sürüyor, çünkü güçsüz insan halen var. İkincisi bu toplumsal gereksinimin karşılanması ile ilgili. Rasyonel (sınanabilir, kanıtlanabilir) olmayan bir yüceliğe, güce sahip olan din, metafizik gibi yapılar ritualistik orijinalitelerini kaybetse de çok kolay alıcı buluyor. Kısaca ezilenlerin güç imgesine olan gereksiniminin böylesi bir gücün, devrimci öznenin yokluğunda yanılsamalar ile doyurulması, susturulması söz konusu.
Burjuvazi iktidara uzandığı tarih diliminde, sonradan ateş tutmuşçasına elinden bırakacağı silahları sergiliyordu. Pazarın oluşması, dünya ölçeğine büyümesi, dünya ekonomisi; tüm bunlar yayılmadan yaşayamayan kapitalizmi gösteriyor. Komünist Manifesto kapitalizmin taşıdığı bu devrimcileştirici dinamizme vurgu yapıyor. Coğrafyalar arası ve satır aralarında değinilen sınıf içi eşitsizlikleri törpüleyeceği beklentisiyle “Global Devrim”, yani Avrupa Devrimi selamlanıyor. “Avrupa’da bir hayalet, komünizm hayaleti kol geziyor!”
Burjuvazinin yükselişi tüm çelişkileri, toplum ve doğa üzerindeki tahribatı ile birlikte sonrası için belirleyici önemde bir sıçramayı da barındırıyor: Aydınlanma Düşüncesi. Modernizmin, uygarlığın, batılılığın, ilericiliğin vb. türediği kaynak. Tanrıların yokolduğu, “özgür”, “eşit” insanın, dünya yurttaşının ortaya çıktığı bu dönemde insanlık sıçramayla teslimiyet arasında gidip geliyor ve sonunda karşılaştığı muazzam sorumluluktan korkarak geriye çekiliyor.
Aydınlanma Düşüncesi ile birlikte şu temel kabuller bundan sonrasının tavır alışlarını, kutuplaşmalarını belirliyor: dünyanın tanınabilir, kavranabilir belli bir düzene sahip olduğu, maddedeki değişikliklerin zihinsel değişiklikleri öncelediği, bilginin deneylerle kazanıldığı, sınanabilirliği ve belki de en önemlisi ilerleme nosyonu. Marx’ın gelişimi de bu tarihsellik içinde başlıyor. Dönemin felsefi tartışmaları “din”, “ideal devlet” temaları çevresinde yürüyor. Alman İdeoljisi, Marx’ın dönemi ile hesaplaşması ile birlikte kendi düşünce yapısını sergilediği en önemli yapıt. Feuerbach dinin, tanrının insan zihninin ürünü olduğunu söyler, insanlık dinini önerirken Marx sürecin zihinsel olmaktan çok maddi olduğunu vurguluyor, düşüncelerin dışımızdaki gerçekliğin ters bir yansısı olduğunu anlattığı o önemli pasajda: “…Bilinç hiç bir zaman bilinçli varlıktan başka bir şey olamaz ve insanların varlığı onların gerçek yaşam süreçleridir. Ve her ideoljide insanlar ve onların ilişkileri, bize camera obscura (karanlık oda)’daymış gibi başaşağı görünüyorsa bu görüngü de, tıpkı, nesnelerin, gözün ağtabakası üzerinde ters durmasının doğrudan yaşam sürecinden ileri gelmesi gibi, onların tarihsel yaşam süreçlerinden ileri gelir.” 3
İlerleme düşüncesi burjuvazinin yüzünü ileri dönmesi ile son buluyor. İşte burada Marx’ın dönemi ile arasındaki temel bir ayrımın altını çizmek gerekiyor: Marx’ın her türlü döngüselci aynı anlama gelmek üzere evrimci açıklamaları reddetmesi ve bütünü çelişik doğası, değişimleri ile dinamiğin içinden açıklaması. “İdeal devlet”, devlet değil devletin yokoluşu oluyor. Kapitalizmin hücresine inilip tekrar kurulduğu yapıtında (Kapital) kapitalizmin yokoluşunun kaynağı, bunalımlarının, ekonomik krizlerin mantığı yalın bir şekilde ortaya konuyor: Kâr oranlarının düşme eğilimi yasası…
İdeolojinin Marx’taki anlatımının genel olarak bir tersine çevirme olduğu, bunun toplum yaşamının çelişkileri ile deyim yerindeyse tersliği ile açıklandığı söylenebilir. Kapital’de belirtildiği gibi: “Maddi üretim sürecine dayanan toplumun yaşam süreci, kendini saran mistik tülü, üretimin, serbestçe biraraya gelen insanlar tarafından ve saptanmış bir plana uygun olarak bilinçli bir biçimde düzenlenmesi sağlanmadıkça, soyulup atılamaz.” 4
Çelişkinin çözümü buna kaynaklık eden nesnelliğin ortadan kaldırılması ile mümkündür. Ancak, “Ne var ki bu da toplum için, belli bir maddi temeli, ya da kendileri de uzun ve zahmetli bir gelişme sürecinin kendiliğinden oluşmuş ürünleri olan bir dizi varoluş koşulunun bulunmasını öngörür.” 5
Sonuçta ideolojik savaşım, Marx için kendi başına sorun edilmemiştir. Alman İdeolojisi’nde komünizmin zihinsel tasarımlara, inançlara, ülkülere bağlı olmadığı vurgulanırken temelde doğru olan bu yargı ile çubuk nesnellikten tarafa belki biraz da fazlaca bükülmüştür. Ancak tüm bu anlatılanlar Fransa’da Sınıf Savaşımları, Fransa’da İç Savaş ve diğer siyasi analizlerindeki Marx’ı eksik, yanlış tanımaya neden olacaktır. Vurgu kaymaları dışında temel bir farklılık, birden fazla Marx olmadığı unutulmamalıdır. Paris Komünü hiç de zamanından önce gerçekleşmiş, saf sosyalist değil vb. kuru, apolitik argümanlarla reddedilmemiş, güneşe tırmanmaya yeltenen bu büyük devrimciler coşku ile desteklenmiştir. Söz konusu olan bu tavırların ötesinde iktidara, devrime yürürken ideolojiye olan araçsal yaklaşımdır.
İKTİDAR ve EKİM’İN ÇAĞRIŞTIRDIKLARI
Marx’ın döneminin hakim düşüncesiyle (Aydınlanma) bir kopuşu temsil edişine benzer şekilde, Ekim de Avrupa aydını için zihinsel bir altüst oluş anlamını taşıyor. Lenin’in, Ekim’in marksizme katkısı tıpkı Marx’ın bilime olan katkısı gibi devrimci şekilde oluyor: Bütünü dinamiği içinde yakalamak ve dönüştürmek. Global/sürekli devrim beklentisinin tersine zincirin en zayıf halkasının bütünden devrimci kopuşu gerçekleşiyor. Buna yol açan iki önemli noktanın, belki de Lenin’in Marksizme olan en büyük iki katkısının altını çizmek gerekiyor: Eşitsiz Gelişme Yasası (EGY) ve Devrimci irade. Aslında bu iki temel içice gelişiyor. Manifesto’da gecikmiş Alman burjuva devrimi için sözedilen devrimci olanak Rus Sosyal Demokratları’nın aklından çıkmıyor. Kapitalizmin EGY’sini en çarpıcı şekilde yaşayan Rusya arkada kalmışlığın motive edici etkisi ile kapitalizmi benimsemenin güçlüğünü içice taşıyor. Kapitalizmi atlayarak komünizme geçişin teorisini yapanlar ile kurtuluşu köylülerde bulanlardan (Narodnikler) oluşan ilginç, zengin bir mücadele katalogu çıkıyor ortaya. Ve tabi ki bunlarsız düşünülemeyecek Ekim, Lenin ve Bolşevikler…
Ne Yapmalı’da “kendiliğindenciliği” ve “ekonomizmi” şiddetle yeren Lenin sıkı örgütlenmiş devrimci parti ile sınıfa müdahale etmeyi, politikanın sunduklarını devrimci bir şekilde kullanmayı, toplumun tüm katlarında örgütlenmeyi öneriyor. Ve bunları temellendiriyor: “Gerçekten de içinde hak yoksunluğu ve zulümden yakınmayan ve bu yüzden de en ivedi genel demokratik gereksinimlerin sözcüsü olarak sosyal demokratların propagandasına açık olan bireylerin, grupların ya da çevrelerin bulunmadığı tek bir toplumsal sınıf var mıdır?” 6 Lenin politikanın, devrimin büyük sayılarla, toplumla yapıldığını hiç unutmuyor ve sosyalist devrim için bolşevikleri sürüklüyor. Bu sürecin yanlış bir anlatımı Lenin’de “aşamacılıktan”, “ittifaklardan”, “devrimci demokratik diktatörlük”ten fazla birşey bulamayan Devrimci Demokratlar’da var. Konu açısından önemli olan Lenin’in devrimci mücadelenin tüm veçhelerini, aşamalarını bir bütüne, iktidara yönelik şekilde örgütlemesi, araçsallaştırması. Sosyalist bilinç, sosyalist ideoloji de burada devreye giriyor. Kesinlikle hayalciliğe kapılmadan, burjuvazinin eski, köklü, egemen sınıf olması dolayısıyla düşüncelerini yaymak için daha fazla imkana sahip olduğu vurgulanıyor. Çıkış yolu devrimci savaşım ve örgüt çerçevesinde tanımlanıyor. Ve en önemlisi devrim için bilinçte topyekün değişiklik beklenmiyor. Bilinçteki değişiklik için devrim şart oluyor. Tamamen idealist bir görüş olan ilki ne yazık ki birçok Marksistçe savunuluyor: Önce sınıfın, toplumun bilincinin değişmesi; çoğunluğun kazanılması sonra devrim. Bu şemada toplumsal devrim siyasal olanı önceliyor. Fiiliyatta ise bu politikaların uygulandığı örnekler reformist anlamda bile kalıcı başarı elde edemiyor. Yeni Dünya Düzeni ile Avrupa’da sosyal devletin ortadan kalkışını, dünya barışının kazandığı yeni boyutları (!) gözönüne getirin.
Marx’da ideolojinin özel bir savaşım alanı olarak dikkate alınmadığı, daha olumsuz bir kavrayışla karşılandığı söylendi. Lenin’de ise ideolojinin devrimci savaşım içinde fonksiyonel bir yere sahip olması ayırdedici. Bu ayrımı temel bir karşıtlık dışında yorumlayanlar arasında yaygın kanı (bkz.T. Bottomore: A Dictionary of Marxist Thought 1983) Lenin ve çağdaşlarının, Alman İdeolojisi kendi dönemlerinde yayımlanmadığı için Marx’ın konu hakkındaki yorumlarından habersiz olmaları. Biraz eksik ve kolaycı gelen bu yaklaşım yerine Lenin’in konuya pratiğin içinden, devrimci bir örgütlenme çerçevesinden yaklaştığı söylenebilir. 19. yy. sonu belirginleşen emperyalizm, emperyalistler arası mücadelenin sonuçları EGY’nı daha görünür kılmıştır. Tabi Rusya’yı da unutmamak gerekli. Marx’ın döneminin ütopik sosyalistleri, anarşistleri karşısında daha bilimci, nesnelci bir bakışla önüne toplumun, dünyanın dönüştürülmesi gibi kalıcı bir hedefi koyduğunu, politik angajmanlara girmediğini de eklemeli.
Ekim’den devrimci şekilde etkilenen sosyalist aydınların başında Gramsci geliyor. Gramsci’nin değeri Ekim’i taklit etmeden Avrupa’da, İtalya’da savaşımın sorunları ile ilgilenmesi. Gerçekten de Rusya ile arada olan devrime yakınlık anlamındaki siyasal gelişmişlik farkı Avrupa solunda kısa bir zaman diliminde aşırılığa kaçan denemelere, nihayet “Sol Komünizm”in yazılmasına yol açıyor. Gramsci ise geçerliliği tartışılsa bile yeni savaşım araçlarını arıyor.
Gramsci’nin ünlü hegemonya/egemenlik, devlet/sivil toplum, rıza/baskı, manevra savaşı/mevzi savaşı açılımları önemli çelişkileri barındırsa da Doğu/Batı farklılığını, devrimci strateji seçimlerini açıklamak için iyi bir malzeme sunuyor. Gramsci’nin çelişkileri, kavramları değişik yerlerde değişik içeriklerle tanımlamasıyla görülüyor: Devlet çoğu yerde zorla özdeşleştirilirken başka bir yerde sivil toplumla özdeşleştiriliyor. Temel mücadele rızanın kazanılması yolunda hegemonya mücadelesi olarak gösterilirken zor kullanmanın belirleyici önemi de başka bir yerde payına düşeni alıyor. Konuyla ilgilenen bir çok araştırıcı, bunun hapislik şartlarından, otosansür uygulamasından kaynaklandığını ileri sürüyor. Yukarıdaki ikililerin ilk elemanları, sivil toplumun işlevli olmadığı Rusya (Doğu) için ikincileri ise sivil toplumun devleti güçlü bir kale, istihkam sistemi gibi koruduğu Avrupa için öneriliyor. Gramsci sivil toplumu ekonomik yapı ile yasama ve zorlama mekanizmalarıyla devlet arasındaki alan olarak yorumluyor. Batıda kapitalist iktidarın esasında kültüre, rızaya dayalı olduğunu belirtiyor ve işçi sınıfının ideolojisin değiştirilmesini öneriyor.Rıza ve ikna yoluyla kazanılacak hegemonya temel mücadele alanı olarak gösteriliyor. İdeolojik sistemlerinin aydınları bu mücadelede sınıflara yönlendirdiği belirtiliyor. Köklü bir program ve taktik seçiş farklılığını haklı gösterecek bir Doğu/Batı ayrımı var mı, tartışılır. Aydınların sınıf mücadelesi içinde tanımlanması ise Gramsci’nin önemli katkılarından. Gramsci’nin sistemi içinde bu iki ucun (rıza/baskı, hegemonya/egemenlik) devrimci bireşimini kuramaması reformist yorumlara ve politikalara davet çıkarmıştır. Yapılması gereken ise özün yakalanması, bu bireşimin sağlanması. Daha çok konuya giriş çerçevesinde yazılan bu yazıda bu bireşimin önemli ve güncel olduğunu belirtelim. Burada güncele, pratiğe ilişkin sorular belirecektir. Gelecek yazı ideoloji konusunun güncel, pratik uzanımları ile bu sorulara yanıt arayacak.