Şimdi, aslında bu soruya yanıt olarak kısaca ellerinden geleni ardına koymazlar demek mümkün. Daha ciddiye alırsak, bu temel sorunun altında marksizmin kavrayışından varolan ülkenin kavramsallaştırılmasına, ideolojiye, siyasete, altyapıya biçilen rol ve genel olarak sosyalizmden ne anlaşıldığına dair formasyonun toplamı yatar.
Zaten, sosyalist hareketteki bütün temel ve meşru ayrımlar bu soruya verilen cevaplardan yola çıkmıştır. Gerçekten mücadele etmekten vazgeçenler dışında, örneğin Kautsky’i dönek yapan adımların zemininde, bolşevilerinkinden farklılaşan bir kapitalizm kavrayışını bulabiliriz. Elbette, belli bir yol ayrımında, farklı kavramsallaştırmalar mücadeleden vazgeçmenin bahanesi de olabilir. Ama bu içice geçmiş bir süreçtir, kolaycılığa kaçmadan farklılaşan yönlerin nesnelliğini de anlamak lazım.
Özellikle, Avrupa komünizmi diye adlandırılan hattın nasıl bir nesnelliğe oturduğunu anlamadan, Latin Amerika devrimci-demokrasisinin zeminini kavramadan, önermeleri arka arkaya sıralayıp, mantık bulmacası çözer gibi çürütmek pek fazla yararlı olmasa gerek.
Herşeye karşı kucak dolusu anlayış önermeye çalışmıyorum elbette. Ancak, dünya sosyalist hareketinin birikimin bir takım yönlerini tekrar ele almamızı gerektiren sebeplerin varlığına işaret etmek istiyorum.
Dünya politik sistemi, son 10 yılda iki temel değişimi yaşadı. Bunlardan ilki şüphesiz sosyalist ülkelerin çözülmesi oldu. Bu ilkinin de etkisiyle, ancak farklı dinamiklerle de beslenen “küreselleşme” olarak ifade edilen bir süreci de yaşadık. Bu “küreselleşme” genellikle oldukça bayağılaştırılmış bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Ancak, şunu söylemek mümkün, kapitalist sistemin iç entegrasyonunda, sistemin içindeki bütün ülkelerin üstyapısal kurumlarda da benzeşme basıncıyla, şimdiye kadar olmayan bir yoğunlukta karşı karşıya olduğunu söyleyebiliriz.
Bu basıncın kendisi benzer ülkeler, siyasi kurumlar, ideolojik yapılar yaratmıyor, bunu da çok net ifade etmek kolay. Hiçbir ülke, “Yeni Dünya Düzeni”ne tabula rasa bir zemin sunmadığına göre, ortaya çıkan oluşumlar oldukça farklı oluyor.
Yani, bir ülkenin siyasal geçmişi ve alışkanlıkları ile ideolojik kurumsallıklar ve işlevleri süreklilikler taşımak zorunda. Bu süreklilikleri, geçici olandan ayırabilmek ve yeni tanışılan dinamiklerin bu zemindeki tepkilerini kavrayabilmek ve öngörebilmek, sosyalist hareket için elzemdir.
Dünya sosyalist hareketinin birikiminin bununla ilgisi de şu: Karşımıza çıkacak bazı tartışmaların belli biçimlerinin daha önce yaşanan ayrışmalarla ortaklıklar taşıyabileceğini düşünüyorum. Bunun temel sebeplerinden biri, dünya sathında yaygınlaştırılmaya çalışılan dinamiklerin özellikle Batı ülkelerinin önemli bir süredir zaten karşı karşıya oldukları dinamikler olması. Bu dinamikler yaygınlaşırken, metropol kapitalist ülkelerde ise bu dinamiklerin güçlenmesi ve yoğunlaşması söz konusu.
EVRENSELLİK- ÖZGÜNLÜK
Burada, evrensel/özgül ilişkisine iki yönden değinmeye çalışıyorum. Global basınçların Türkiye özelinde somutlaşması bunun bir yanıysa, evrensel teorinin Türkiye özelinde yeniden üretimi ise diğer yanı.
Bu; evrensel olanın, belli bir yerellikte/dönemde yeniden üretilmesi gereksinimi sık sık telafuz edilir. Evrensel olan, tanım gereği bütün özgüllüklere rengini verendir. Ama bu üstüne özgülün yükseldiği bir baz olarak anlaşılmamalı. Ya da bir benzetmeyle, üstünde özgül parçaların yükseldiği bir piramitin en alt kesiti değildir. Marksizm-Leninizmin genel teorilerini alıp, bunların bu ülkeye “uymayanlarını” eleyip, kalanları da “uyarlayamazsınız”.
Çok daha karmaşık ve karşılıklı bir süreç söz konusudur. Bunun en karmaşık yanı da bunun bir süreç olmasıdır. Bir sürecin soyutlanması, hiçbir zaman tamamlanamaz. Özne, içinde varolduğu havuzda, kendi sınırlarını belirlediği ve bu sınırların dışına bir irade olarak yansıdığı için öznedir. Bu, havuzun içinde olduğu gerçeğini değiştiremez.
Yukarıdaki hatırlatmaların amacı, yazının amacının Türkiye’de siyaset/devlet ve sosyalist mücadelenin yarını ilişkisinde bir takım özgüllükler konusuna giriş olmasından kaynaklanıyor. Özgüllük/Evrensellik ilişkisinde yöntem, uyarlama/üretme arasında sağlıklı bir hattı yakalamak olmalıdır. Söylemeye çalışacaklarıma ilişkin değerlendirmenin ötesinde, yöntemsel bir sorunun varlığını ortaya koymak, eleştirme ve değerlendirme alanında -deyim yerindeyse- ek bir hedef göstermek istiyorum.
Kapitalizmin kendisini yeniden üretim mekanizmalarının geçirdiği dönüşüm, sosyalist hareketteki önemli yol ayrımlarının sebebidir. Bu yeniden üretim mekanizmalarının belirlenmesinde, ülke özgülünde zaten varolan üstyapısal kurumsallaşmaların temel bir rolü vardır. “Burjuva ideolojisi sömüren sınıf ideolojilerinin selektif bir toplamıdır” diyorsak, her ülkenin geçmişinin, bugünkü üstyapı kurumlarında izi ve gölgesi olacağını da ifade etmiş oluyoruz.
Bugün, Rus toprağında sosyalist düşüncenin ve sosyalist siyasetin Slav tonlarının koyuluğunu değerlendirirken, hem bir eksiklik hem de bir meşruluk vurgusunu yapmak durumunda kalıyoruz.
Latin Amerika ülkelerinde Katolik kilisesinin bürünebildiği protest-din görüntüsünü ve kilisenin sık sık devrimci demokrat-sol hareketlerin yanında yer aldığını farkettiğimizde, “aslında o din adamları muhalefetin kapitalizm dışına kaymasını engellemek için şimdiden “sahte muhaliflik’ yapıyorlar” demekle problemi bitiremiyoruz.
Aynı şekilde, Türkiye’yi değerlendirirken, sosyalist siyasi mücadelenin tutamak noktalarını, kendisine açık ve kapalı olan yolları nesnel bir zemin olarak kabul etmek durumundayız, hem olanaklarıyla, hem de olanaksızlıklarıyla.
TEORİ ve SİYASET NASIL BULUŞACAK
Dünya sosyalist hareketinin Ekim’le birlikte temelleri atılan ve su yüzüne esas olarak 2. Paylaşım sonrasında çıkan bir yol ayrımına bakarken, Türkiyeli komünistlerin Avrupalı yoldaşlarının anlamakta zorlandığı bazı noktaları kavramakta avantajlı bir konumda olduklarını da belirtmek gerekiyor. Bu avantajın şimdiye kadar bir gerçekliğe dönüşüp dönüşmemesinden bağımsız bir şekilde söylüyorum. Özellikle felsefi gelenek ve köylü-ezilen ayaklanmaları alanında Rusya ile Türkiye’nin derin farklılıklarını gözardı etmeden, bazı ortaklılara işaret etmek mümkün. Örneğin, bir halklar mozaiğinin, aynı anlama gelmek üzere “halklar hapishanesinin” üstüne yükselen bir imparatorluğun dağılma sürecinin toplumsal izlerini hissedebilmek. Örneğin, Dünya kapitalizminin gelişme sürecini bir zayıf halka olarak yaşamak ve sıçramaların siyasi belirlenimli yaşanması.
Avrupa aydını, Ekim’i en coşkuyla karşılayabileni dahil, kendi ülkesinde aynı süreci aynı şekilde yaşanamayacağını hissetmiş ve o ya da bu şekilde kendi farklılığının kavramsal araçlarını, analizini üretmeye çalışmıştır.
Siyaset ve devlet konusunda Marksist gelenek içinde çok farklı ekoller olduğu bilinir. Kendine hala marksist diyen hiç bir aydın ya da hareket, örneğin işçiler sömürülmüyor demeyecektir. Temel ekonomik kategorilere ilişkin tartışmalar, örneğin üretken emek kavramı çerçevesinde işçi sınıfının kapsamı, ya da transformasyon probleminin çözümü; ya da çözümsüzlüğü; bir hareketin bölünmesine yol açmaz. Hatta, bu tür tartışmaların zenginleştirici yönü ne olursa olsun, siyasal hattın belirlenmesi bağlamında kendi başına nesnel bir kıstas oluşturamaz. Oluşturamaz çünkü ekonomik kategoriler, salt ekonomik kategoriler olarak politik sahneye birebir yansımazlar. Kapitalist iktisadın işleyişinin çözümlenmesinde, örneğin hizmet sektörü nesnel olarak artı-değer üretmez, işçi sınıfı kapsamının dışındadır türünde bir çözümlemeye rağmen eğer bankalarda yoğun ve militanca grevler yaşanıyorsa çözümleme pek de kendi başına yeterli olmayacaktır.
Ama, yanlış anlaşılmasın. Tekrar örneğin, proletaryanın bilinçlenmesinde üretken emeğin hakim bir yeri olduğu, ve örneğin topluca çalışılan fabrikaların bir sıçratma tahtası rolü gördüğünü çözümlerseniz, gözünüzü nereye dikeceğiniz anlamında önemli bir belirlemeye sahip olursunuz. Ancak, dikkat edilirse, konu hemen proletaryanın, sınıf siyasetine sıçramasının nesnel etkenlerine kaydığı için önem kazanmaktadır.
Aradığımız şu: Bir ülkede sınıfın sosyalist siyasete angaje olabilmesinin koşul, gerek ve sebepleri nasıl belirlenir; Evrensel teorinin bu bağlamdaki yeniden üretimi, yani siyasete tercüme edilmesi ve nesnelleşmesinde evrensellik/ özgüllük ilişkisini nasıl kuracağız…
MARX ve KAPİTALİZMİN YENİDEN ÜRETİMİ
Marx’ın yazdıklarının bugüne taşınmasında Marx’ın yazdıklarının doğru ya da yanlışlığından öte, Marx’ın yazmadıkları sorunu vardır. Buna ek olarak, kapitalizmin “serpilip gelişme” çağında bile kapitalizmin çürüyüşünü görebilmekle sergilenen soyutlama yeteneğinin, bugünkü devlet ve siyaset biçimlerinin kapsamlı bir analizine girişerek “spekülasyon” yapmasını beklemek de pek anlamlı olmasa gerek.
O günlerden günümüze kalan bir ilüstrasyon var. Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi ek olarak verdi, ayrıca Göran Therborn’un İletişim Yayınlarından çıkan “İktidar’ın İdeolojisi ve İdeolojinin İktidarı” kitabının kapağında görülebilir. Adı, çok açık “Kapitalist Sistemin Piramidi”. En üstte, “Sizi yönetiriz” diyor kral, bürokrat, hükümdar. Altında rahipler “Sizi kandırırız” diyor. Ordu, “Size ateş ederiz” derken, altındaki basamakta kapitalistler masa etrafında tıkınırken “Sizin için yeriz” diyorlar. En altta, hepsinin altında ezilmiş, kadınıyla erkeğiyle çocuğuyla işçiler hepsinin yükünün altında ezilmiş “biz herkes için çalışırız herkesi besleriz” diyorlar. Piramidin en altında, piramidin dışına adım atmış, gözlerini nefretle yukarıya dikmiş işçiler var, ellerinde kızıl bayrak…
Şimdi, işlerin bu kadar basit olmadığını biliyoruz. Ama o dönemde, kapitalist hakimiyet ve yönetim mekanizmalarının daha açık ve gözler önünde olduğunu da anlayabiliyoruz. O dönem, “bilinçli çarpıtma”dan kaçınan, gözünün önündekine gözünü kapamayan biraz çaplı edebiyatçılara bakalım, romanlarında kapitalizmin neden tarih sahnesinden silmek uğruna ölünebilecek bir düzen olduğunu rahatlıkla görebiliriz.
Bu yalınlık, Marx’ın burjuva ideolojisinin, ve genel olarak ideolojinin “çarpıtma”ya dayandırmasının nesnel temellerini oluşturur. O günden bu yana, kapitalist sömürünün işçiler ve toplum nezdinde meşrulaştırılmasının dolayımlarının son derece çetrefilleştiğini tespit etmek son derece kolay.
20. YÜZYIL: YIPRATMA/DEVİRME
Ondokuzuncu yüzyıldan sonra, özellikle eşitsiz gelişen ve Batı Avrupa çizgisine benzemeyen tarihsel çizgilerin, kapitalist dünyaya katılması bu ülkelerin devrimcilerine işlerin “o kadar basit” olmadığını kavrama ve bunu sürecin içinde yaşanırken yapılabileceği ölçüde kavramsallaştırmaya yöneltti. “Ne Yapmalı”nın tükenmeyen önemi buradan geliyor.
Rus deneyiminde, Marx döneminin nesnelliğine denk düşen, işçilerin kendi nesnelliklerine “bilimsel” olarak kavramasıyla düzene karşı dönecekleri, çünkü zaten ezildiklerinin ve sömürüldüklerinin çok farkında oldukları, bütün eksiğin onlara bunun nasıl olduğunu anlatılması halkası olduğu tezi aşılmıştır. Ancak, Rus deneyiminde başka bir özgüllük daha vardır: Marx dönemine daha yakın, ancak 20. yüzyıldan itibaren Avrupa’da farklılaşan ezilmenin ve sömürünün yoğunluğunun doğurduğu nesnelliktir. Çalışan sınıfların devrimcilere kesintili de olsa nesnel yakınlığıdır. Ne olursa olsun, Bolşevikler 1. Paylaşım Savaşında “iç savaş” tezlerinin onları yalıtması sonucu yaşadıkları mutlak tecritten sonra, 10 yıl aradan sonra, Pravda’yı tekrar çıkardıklarında ilk sayı 100.000 satıyordu 1
Ekim, “Kapital’e karşı devrim” olduğu kadar ,”ezilenlerin ezildiklerinin bilincine varmalarının nesnelliğinin yaygın” olduğu bir devrimdir.
Bu dönemin Avrupası’nda ise devletin ve kapitalizmin yeniden üretiminin siyasi ve ideolojik aygıtlarının yetkinleşmesi ve dolayımlaşması başlamıştır. Bu yetkinleşmede en önemli basınçlardan biri, işçi sınıfının nesnel mücadelesidir:
“Son olarak da, bu Junker rejimi proletaryanın gerçek sömürücü ve karşıtları için de bir yük durumuna geliyor. Gerçekten, Rusya, Prusya ve Japonya dışındaki bütün kapitalist dünyanın çoktan anlamış olduğu şeyi, yani, işçi sınıfının kaba kuvvetle ezilemeyecek kadar güçlü bir duruma gelmiş olduğunu onlar da kavradıkları zaman, bu rejim uğursuz ve tehlikeli görünüyor. Hükümetler ve sömürücüler de savaşçı proletaryadan bütünüyle aynı şekilde nefret ediyorlar; ama ileri devletlerde, onun ilerlemesini kısmen engellemeye ilişkin biricik olanağın polis devletininkilerden daha ince araçlar kullanılmasında yattığını; proletaryanın saflarını bölen, onun en enerjik ögelerinin bir kesimini yozlaştıran ve başka bir kesimini de zayıflatan görünüşteki ödünlerle bunun daha çabuk yapıldığını kabul etmişlerdir. Bir dönem için, İngiltere, Amerika ve Fransa’da bunu yapmayı başarmışlardır” 2
Kautsky, bunların yazarken henüz “dönek” değildi, vurguyu “dönek”liktense bir tarihi kavramaya yapmaya çalışıyorum. Kautsky, bu saptamaların ardından, kendisinin değil ama Gramsci’nin teoriye katkısı olarak anılacak bir ayrımı gündeme getirir: “Yıpratma” savaşı ile “Devirme” savaşı arasındaki ayrım. Bilindiği kadarıyla, Gramsci Kautsky’den habersiz olarak aynı kavramsal çerçeveye başvuruyor.
“Troçki’nin hareketin sürekli olduğu yönündeki şeklindeki ünlü teorisinin ulusal hayatın yapılarının “siper” veya “istihkam” olamayacak kadar embriyonik ve gevşek olduğu bir ülkenin genel ekonomik-sosyal kültürel şartlarının… siyasi bir yansıması olup olmadığı tesbit edilmelidir. ‘Batılı’ gözüken Troçki, aslında kozmopolit, yani yüzeysel bir Batılı veya Avrupalıydı… Bana öyle geliyor ki Lenin 19l7’de Doğu’da zaferle uygulanmış hareket savaşından, Batı’da tek mümkün biçim olan mevzi savaşma geçmenin zaruri olduğunu anlamıştır. Krasnow’un gözlemlediği gibi Batı’da ordular çabucak sayısız savaş gereci toplayabilmekte ve sosyal yapılar, kendi başlarına, hala ağır silahlı istihkamlar olabilmekteydi. Bence ‘Birleşik Cephe’ formülü ile kastedilen budur. Ve bu, tek başına Foch komutasındaki İhtilaf Devletleri için tek cephe anlayışına tekabül etmektedir. Ne var ki Lenin formülünü geliştirmeye zaman bulamadı. Kaldı ki sadece teori düzeyinde olurdu gelişme, oysa esas görev ulus çapındaydı; yani gereken sivil toplum unsurlarından oluşan siper ve istihkam unsurlarıyla araziyi keşif idi. Doğu’da Devlet her şey olup sivil toplum daha filiz halinde ve peltemsiydi; Batı’da devletle sivil toplum arasında kendine has bir ilişki vardı ve devlet sarsıldığında sivil toplumun sağlam yapısı derhal ortaya çıkardı. Devlet, arkasında güçlü bir istihkam ve tabya sisteminin bulunduğu bir dış hendekti sadece; ülkeler arasındaki farkların her ülke için titiz bir keşif gerektirdiği açıktı, öte yandan” 3 .
Bu uzun alıntılarda ,bir temayı daha görebiliyoruz. Sivil toplumun farklılığıyla kavram-sallaştırılan, Doğu Devleti/Batı Devleti. Daha evvel Gelenek’te, Gramsci’nin Avrupa solunun marksizmle kendine özgü bağlantısını kurabilecek kapsam ve zeminde olmadığı işlendi 4 . Ancak, Gramsci’nin bu ayrımı Avrupa sol düşüncesinde yer alacak önemli bir temayı bize gösteriyor. Perry Anderson’un bu ayrımı şemalaştırmasına yer verirsek 5 :
Bu şemadaki kavramların kendisinin taşıdığı belirsizliğe rağmen, (örneğin sivil toplum, Gramsci için dönem dönem farklı şeylerin ifadesidir), bugünkü anlamıyla da Batı kapitalizminin temel özelliklerinden biri olarak, kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretimindeki mekanizmaların kapitalist bir dünyanın içine doğan ve eşitsiz gelişen ülkelerden farklı yaşandığını söyleyebiliriz.
Daha önce söylenen bir şeyi daha tekrarlarsak:Tekil-ulusal kapitalizmi belli bir gelişkinlik aşamasının gerisindeyken, dolayısıyla yeniden-üretim mekanizmalarının rafine edilme süreci ve nesnelliği eksikliyken, genel olarak kapitalist gelişimin çelişkilerini yaşamak bir ülkeyi “zayıf halka” yapan temel nedenlerden biridir.
Özetle: Gramsci, Batı’da sivil toplumun, kendine has kapitalizmi yeniden üretme mekanizmalarının olduğunu söylemeye çalışıyor. Burjuvazinin yönetiminde, zor ile rıza arasındaki ibrede daha sonradan gelen halefleri gibi zoru gözden kaçırmayan Gramsci, burjuvazinin “çıplak zor” dışı mekanizmalarını çözümlemeye çalışıyor.
“Gramsci, bir yönetici sınıf ittifakının bir toplumsal formasyon üzerinde baskı ve zorlama yoluyla “egemenlik” kurması ile böyle bir ittifakın rıza yoluyla “yönlendiricilik” veya önderlik etmesi arasında canalıcı bir ayrım yapar. Sonraki (rıza yoluyla yönlendiricilik veya önderlik ç.n.) ‘hegemonya’ terimi için ayırdığı momenttir. Bu moment egemen bir blokun önderlik ve yetke alanını bir bütün olarak toplumun üzerinde genişletme ve ekonomik, sivil ve kültürel yaşam ile eğitimsel, dinsel ve diğer kurumları yönetimine etkinlikle uydurma kapasitesince nitelenmektedir. Görünüşte bu alanların çoğu, Devletin dolaysız yetkesinden, siyasal toplumdan ve ekonomiden çok uzaktır. Bunlar, ikinci anlamındaki kullanımında Gramsci’nin gevşek ‘sivil toplum’ nitelemesi içine kattığı alanlardan birkaçıdır” 6 .
Bu zemindeki saptamaların bir ucunun bu mekanizmaların asla kırılamayacağına gidebileceğini tarih bize göstermiş durumda. Bu tür bir mutlaklaştırmanın tek panzehiri de, “devrimci durum”un Leninist siyasetteki merkezi önemini ve özgüllüğünü hiçbir zaman gözden kaçırmamak. Ama, kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretiminin karmaşık bir süreç olduğunun farkına varmak, bu zincirin tamamen kırılmasının kısa ve kesintili kriz dönemlerine özgü olduğunu bilmek ve bekleyebilmek, diğer bir deyişle “uzun soluklu” olabilmek gerekiyor. Leninist öncünün devrimci durum dışında neden “azınlık” olmak zorunda olduğunu, yaygınlaşmış bir siyasettense derinleşmiş ve vurucu bir tarzı sürdürmenin kaçınılmazlığı bu kavrayıştan geçiyor.
BİLİNÇ ve POLİTİKA
Siyasi ve ideolojik süreçlerin ağırlığının artmasının şüphesiz çok nesnel (yer yer oldukça “ekonomik”) olanakların belirleyici olduğunu biliyoruz. Bunu bir veri olarak alıyoruz.
Bireyin ideolojik yapılanması, varolanı, kendini ve dışsal olanı nasıl algıladığıyla şekillenir. Dolayısıyla, “nesnel” sınıflar çelişkiler istediği kadar keskin olsun, başka bir kavramsal çerçevenin toplum sathına yerleştirilmiş olması bu çelişkilerin anti-kapitalist bir siyasete angaje olmasını engeller.
İdeoloji-sınıfsal siyasallaşmadan bahsederken, bireyin-sınıfın algılamalarının birer somutluk olduklarını hatırlamak gerekiyor. Bir ideoloji, bireye dünyaya bakacağı kavramsal çerçeveyi, olgularda ne gördüğünü verir.
İdeolojilerin sınıfsal “aidiyetlerini” veren de bu kavramsal çerçevenin kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretimini perçinleyen ve besleyen bir yapıda mı, yoksa reddeden, tahrip eden bir yapıda mı olup olmadığıyla belirlenir.
“İdeolojiler, bir sınıfa değil olsa olsa o sınıfı karakterize eden ilişkiye, dolayısıla da o ilişkinin her iki tarafında yeralan sınıflara “ait” sayılabilirler ideolojiler her şeyden önce bir dil, bir düşünme ve anlamlandırma sistemidirler.
“Bu bakımdan düne kadar apayrı ideolojilermiş gibi sunulagelen burjuva ideolojisi ve “işçi sınıfı ideolojisi”nin gerçekte aynı dil, düşünme ve anlamlandırma sisteminin, yani “ekonomi bilimi” denen genel ideolojinin varyasyonları olduğunu söyleyenlere hakarete uğramış gibi bakanlar bir kez daha düşünmelidirler” 7 .
Laçiner, işçilerin de burjuva kavramsal çerçevesinden dünyaya baktıklarını söylüyor. Bu elbette doğru! Ama bu burjuva kavramsal çerçevesini işçi sınıfı ideolojisi yapmıyor. Yalnızca, kapitalizm altında yaşadığımızın kaçınılmaz sonucunu işaret ediyor.
Yukarıdaki alıntıyı sadece itiraz etmek için almadım. Çok önemli bir noktanın da varlığını düşünüyorum. “İdeolojiler, bir sınıfa değil, olsa olsa o sınıfı karakterize eden ilişkiye, dolayısıyla da o ilişkinin her iki tarafında yeralan sınıflara “ait” sayılabilirler.” İdeolojilerin bir ilişki olduğu iddiasının altını çizmek gerekiyor. Bu iddia, ideolojik ilişkilerin sınıfsal ilişkilerin bütün türleriyle içice geçtiği gerçeği ile doğrultulmaya muhtaçtır. Ama asıl önemli olan şudur: Bu ilişki bir tarafın egemenliği ve iktidarıyla karakterize edilebilir, iki taraflı olduğu için “iki tarafa da aittir” diyemeyiz.
Yani, burjuva kavramsal çerçevesinin içinde, o çerçeveyi aşmanız mümkün değildir. Bu çerçevenin kendisini tahrip edebilmek, sınıfın düzenden kopabilmesinin önkoşuludur.
Bu çerçeveyi içice geçmiş halkalardan oluşan, sınıfı düzene bağlayan bir yapı olarak görebiliriz. Bu halkalar, sınıfın kendi nesnelliğiyle değişik açılar oluştururlar. Bu nesnel çelişki ne kadar yoğunsa, sosyalist siyasetin bunları kırma şansı o kadar yüksektir. Devrimci durum, bu halkaların dominolar gibi ardı ardına hızla yıkıldığı kesintinin adıdır.
Kapitalizmin olağan işleyişinde, sosyalist siyasetin bu halkaların tümüne yaygın bir biçimde saldırması ve yanıt alması mümkün olmayabilir. Ancak, en zayıf olanlarına bütün gücüyle yüklenmelidir.
SOYALİST İDEOLOJİ
SOSYALİST MÜCADELENİN İDEOLOJİSİ
Sosyalist iktidar mücadelesi, burjuva üretim ilişkilerini çözmeye yöneldiğine göre, ve bunu da tek tek fabrikaları sosyalistleştirerek” yapamadığına göre; yani çok bilinen ifadesiyle siyasal devrimin toplumsal devrimi öncelemesi nedeniyle; bu çözme işlevi doğası gereği yıkıcı bir siyasetin sonucudur.
Yani sosyalist iktidar mücadelesi, “somut projeler” üreterek toplumda “gerçekçi” bir alternatif haline gelemez. Sosyalist iktidar mücadelesinin salgıladığı ideoloji düzenin tahkim araçlarını tahrip etmeye yönelmiş siyasi adımların salgıladığı ideolojidir.
“Okuyucu soracaktır; niçin kendiliğinden hareket, en az mukavemete dayanan hareket, burjuva ideolojisinin egemenliğine yol açar? Şu basit sebeplerden dolayı: Sosyalist ideolojisi burjuva ideolojiden çok daha genç olduğu için, burjuva ideolojisi daha gelişkin olduğu için, ve yayılmak için kullanabileceği araçlar çok daha fazla olduğu için. Ve herhangi bir verili ülkede sosyalist mücadele ne kadar gençse, sosyalist olmayan ideolojilerin güçlendirilmesi çabasına karşı o kadar şiddetle mücadele etmelidir, ve işçiler ‘bilinçli ögenin fazla abartılmamasını vs.’ öğütleyen kötü danışmanlara karşı o kadar ısrarla uyarılmalıdır” 8 .
Sosyalist mücadelenin gençliği ile burjuva egemenliği arasındaki bağlantıya dikkat çekmek istiyorum. Sosyalist ideoloji ile sosyalist mücadele arasındaki bağı; sosyalist mücadelenin ideolojisini burjuva toplumuna karşı sosyalist siyasi bir hattan verilen mücadelenin oluşturduğu ideoloji olarak algılamakla kurabileceğimizi düşünüyorum.
Türkiye bağlamında daha da altı çizilebilecek bir saptamayı yapmak mümkün: sosyalist mücadelenin ideolojisi ancak siyasi adımların salgıladığı bir şekillenmeye işaret eder. Kendi başına, siyasi adımlardan bağımsız bir sosyalist ideolojinin kapitalizm yıkılmadan yaygınlaşabileceğini düşünmek aslında “sivil toplumcu” tezlerin bize tersini öğrettiği bir doğrudur. Sosyalist iktidar mücadelesinin öznesi, kapitalizmi “yapıcı” siyasi adımlarla yıkmayacaktır!
Bu yüzden sosyalist mücadelenin ideolojisi / sosyalist ideoloji gibi bir ayrımı; daha önce sosyalizmin insanı / sosyalist mücadelenin insanı bağlamında üretilen bir ayrımı ortaya koyabilmek için kullanıyorum. Sosyalist mücadelenin ideolojisinin, sosyalizmin ideolojisi olmadığını; içindeki ütopya ögesinin (sosyalizmin) ağırlığının daha çok özne için geçerli olduğunu düşünüyorum.
İzninizle, Lenin’in bir başka sözüne yer verirsek:
“Yoldaşlar, şimdi devrimci eylemimizin temelini oluşturan devrimci kriz sorununa geldik. Bu noktada öncelikle çok yaygın iki hatayı kaydetmeliyiz. Bir taraftan burjuva ekonomistleri bu krizi, İngilizlerin kibar bir deyimiyle ‘yalnızca bir kargaşa’ olarak nitelendirirken, diğer yandan devrimciler bazen krizin kesinlikle çözümsüz olduğunu ispatlamaya çalışıyorlar. Bu bir hatadır. Kesinlikle çözümsüz olan hiçbir şey yoktur… Bu ve benzeri sorunlarda gerçek ‘kanıt’ yalnızca pratiktir” 9
Burada da altını çizmeye çalıştığım nokta şu, devrimci krizin çözümsüzlüğünü ya da çözülebilirliğini “teorik” olarak tartışmak, burjuvaziyle bu anlamda “ideolojik” hesaplaşmaya girmek fazla anlamlı değildir. İdeolojik hesaplaşma, siyasi hesaplaşmanın ürettiği bir yandır. Sosyalist siyaset çözümsüzlük kanıtlamaya çalışmaktan çok, çözmeye yönelmek durumundadır. Çözülebilecek halkaların devrimci durum dışındaki dönemlerde yaygın olmaması doğrusu bunu değiştirmez. Özne, ülke özelinde çözebileceğini ve çözüleceğini düşündüğü en zayıf noktalara, (yalnızca bugünü değil, yarın da toplumun kutuplaşabileceğini düşündüğü halkalara) yönelmek durumundadır.
HANGİ SINIF?
Alman Sosyal Demokrasisini tarih iki temel özelliğiyle hatırlayacaktır: Öncelikle elbette Birinci Paylaşım Savaşı’ndaki ihaneti… Bir nesnelliğin betimlenmesi “anlayış” olarak algılanmamalı. Çünkü, burjuva ideolojisinin ne karmaşık yapısı ne de gücü savaş kredilerini onaylama “öznelliğini” tarihin kara sayfalarından silmeyecektir. Yazının konusu bu değil.
İkinci temel özelliği ise, Engels’i bile, bu iş “çoğunlukla” da olur mu diye sordurtacak, birçok sosyalisti kitleselleşmeye umut bağlatacak kadar yaygın ve kitlesel bir partiyi inşa edebilmeleri.
Partinin yapısına baktığımızda ise, bu kitleselliğin neden devrimci sıçrayışın öznesi olamadığının da sebeplerini bulabiliyoruz. 1912 yılında, 4250399 oy alan (oyların yüzde 34.8’i) SDP büyük sanayide, maden ocaklarında, demir çelik işletmelerinde, çok zayıflar. Bunun yerine, daha çok vasıflı işçilerin çalıştığı küçük ve orta işletmelerde güçlüler. Parti örgütünün kendisi de giderek büyük bir bürokrasi olarak çalışıyor. Rosa Luxemburg’u sürekli “kitlelerin devrimci eylemi”ne vurgu yaptırtan böyle bir nesnelliktir:
“Proletaryanın kışla disiplinine sokulmuş çok küçük bir kesimiyle, göze hoş görünen yürüyüşler yapmaktan oluşan” bir savaş stratejisi, feci bir fiyaskoyla sona ermeye mahkumdur” 10 .
Alman SDP’nin durumunu en iyi, Ossip Fleichteim’ın aşağıdaki sözlerinin nitelediğini söyleyebiliriz:
“Sosyal demokrasi mevcut toplumu değiştirmek için yola çıkmışsa da, bu toplum ona 1914’den önce damgasını vurmuştu” 11 .
Oysa, Bolşeviklerin yapısını incelediğimizde, onların ağırlıklı olarak işçi sınıfının alt kesimlerinde destek bulabildiklerini görüyoruz. İşçi sınıfının göreli olarak daha güçlü, sendikalı, vasıflı kesimleri menşevik örgütlenmelere daha yatkınlar…
“Menşevikler kendi üyelerini en kalifiye ve en örgütlenmiş işçiler arasından, basın işçileri, demiryolu işçileri ve güneyin modern sanayi bölgelerindeki çelik işçileri arasından buldular. Oysa bolşevikleri Petersburg bölgesindeki köhnemiş ağır sanayide çalışan nispeten vasıfsız işçiler destekliyordu. Sendikaların büyük bir kısmı Menşevik’ti” 12 .
Burada, çelişen iki eğilimden bahsetmek mümkün. Örneğin, bugün Türkiye’de memur hareketinde görüldüğü gibi, sınıfın “mürekkep yalamış” kesimlerinin içinde daha fazla sosyalist ya da devrimci demokrat mevcuttur. Aynı şekilde, vasıflı işçilerin örgütlenmeye daha yatkın olduğunu söyleyebiliriz. Vasıflı işçilerin kendilerinden daha emin olmalarının ve işsiz kalma tehlikesinin onları daha az tehdit etmesinin çok önemli bir rolü vardır. Aynı şekilde, ilk sendikal hareketlerin vasıflı işçilerin kendilerini burjuvaziye karşı olduğu kadar vasıfsız işçilere karşı da korumak için ortaya çıkan örgütlenmeler olduğunu tarih bize gösteriyor.
Oysa, devrimci olabilmek, bu toplumu yıkmak için herşeyi göze alabilmek için düzenle maddi bağların minimumda olması gerekiyor. Yani, devrimci sınıf hareketliği, dün de “kaybedecek birşeyi olmayanların” hareketiydi, yarın da böyle olacak. Bu anlamda, sınıfın genellikle hareketli olan, daha mücadeleci gözüken kesimlerinin her zaman devrim sürecinde belirleyen rolü oynayacak kesimlerle çakışmadığını gözönünde bulundurmak gerekiyor. Bu anlamda, belli bir sendikal meşruiyet ve burjuva hukukunun sınırları içerisinde son derece “mücadeleci” gözüken kesimlerin, gerçekten kılıçların atıldığı dönemde barikatların arkasında ya da önünde değil, “evde” olacaklarını beklemek mümkündür.
Eugene Sue’nun kavramsallaştırmasını kullanırsak, “çalışan sınıf ile tehlikeli sınıfın ayrışması, sosyalist hareketin önünü kesen nesnelliklerden biri olmuştur 13 . Gelişkin kapitalist ülkeler için çok daha fazla geçerli olan bu durum, Türkiye için çok daha az geçerli olmakla birlikte, “yok sayılacak” kadar zayıf da değildir. Örneğin, “kent yoksulları” olarak nitelendirilen kesimler, genellikle, proletaryanın daha örgütlü ve düzenli işi olan kesimlerine göre “kaybedecek daha az şeye” sahiptirler.
Ama burada da, neden işçi sınıfının bu düzeni yıkabilecek, ve geleceğin toplumunun sahibi olabilecek sınıf olduğu konusundaki argümanları hatırlamak gerekiyor: örgütlenme yeteneği, kollektif bilinç, üretimden gelen gücü…
Sosyalist hareketin tarihsel yol ayrımlarından biri bu tarif edilen nesnellikten kaynaklanıyor. Bir yandan, aşağıda tekrar değineceğimiz gibi, sınıflar tüketim kalıplarına göre değil üretimdeki konumlanışlara göre belirlenirler. Diğer yandan, maddi koşullar ile devrimci ve yıkıcı eylemlilik arasında yakın bir bağ vardır.
Sosyalist partilerin bir kısmı, buna daha kolay örgütlenebildikleri, düzenle bağları daha güçlü olan kesimlere, onların verili biçimine yaslanarak yanıt verdi. Bu partilerin tümünün reformist partiler olarak yollarına devam ettiklerini, ve düzen içinde sürekli konumlara oturduklarını rahatlıkla saptayabiliriz. Bu ilk adım, istendiği kadar “bilimsel” ve “uzun-vadeli” düşünmek jargonuyla süslenmiş olursa olsun bu sonucu verdi. Atılan bu adıma uygun olarak da “devrimci durum” teoriden düşürüldü.
Türkiye özelinde bu ayrımın bu kadar belirleyici bir hale gelmediğini saptıyoruz. Ancak, bugünden atılacak adımlarda sınıfın örgütlenmeye daha zor yanaşan kesimlerinin önemini gözardı etmemek gerekiyor. Sosyalist hareket siyasi adımlarını “devrimci durum” anını hesaplayarak atmak durumundadır. Sokakta, bugün kimin olduğu önemli bir veridir ama yarın kimin olacağı konusundaki bütün veri bu değildir.
YOLLARI AYIRAN
Avrupa soluna ve özetle kökenini aktarmaya çalıştığımız yol ayrımına, yukarıdaki söylediklerimiz ışığında geri dönebiliriz. Geçtiğimiz aylarda, İtalyan yerel seçimlerinde, eski Komünist yeni Demokratik Sol partinin başarısının İtalyan Liretinin durumunu sağlamlaştırdığını öğrenen Demokratik Sol Genel Başkanı’nın bu “yeni işlevini”, “utangaçca gülümseyerek” karşıladığını okumuştum. İşte, hem yapıcılar, hem meşrular, demokratikler, kalabalıklar. “Sosyalizm” mi? Bir hoş seda…
Avrupa’da bu yüzyılın ilk yarısından itibaren şekillenen teorik- politik geleneğin kapitalizmin tahkim araçlarının karmaşıklığını hissederken ve buna çözüm ararken meşru olan çıkışın neden likidasyona gittiğini bu “çözücü” olamama, buna yönelmek yerine bu tahkim araçlarını yaygınlaşarak kapsayabileceğini sanmasında yatmaktadır.
Yani, Avrupa solu ve reformizmin birçok türü, söylediğimiz gibi, devrimci durumu teori dışına atmıştır. Kapitalizmin yeniden üretim araçlarının yüzeysel olmadığını kavramak doğru bir adımken, doğruda durmak için gereken diğer bacağı itmiştir.
Bu anlamda devrimci sosyalist siyasetin devrimci demokrasinin “suni dengecilik” olarak ifade edebileceğimiz “ha yıkıldı, ha yıkılacak” beklentisinde boğulmayan; ama “devrimci durum”u bütün siyasetinin belirleyeni haline getirebilen bir çizgiyi yakalaması gerekmektedir.
Bu da, yalıtılmışlığın sebeplerini anlamak ve kavramak ama “marjinalizm psikolojisine” düşmemek anlamına geliyor. Kapitalizmin yeniden üretiminin araçlarının “o kadar basit olmadığını” anlamak, ama en zayıf gördüğü halkaları çözmeye yüklenmesi anlamına geliyor.
Bir takım halkalardan, ya da doğal olarak burjuva kavramsal çerçevesine giren siyasi-ideolojik yapılanmalardan bahsediyorum. Ayrıca, yazının başında bunların dünya çapında yaygınlaştırılmaya yönelik bir saldırıyı tanımladım. Bunların bir kısmını açabiliriz.
Bu temalar da özellikle burjuva ideolojisinin yaygın saldırısının temel ögelerini Türkiye özelindeki yansımalarıyla ele almaya çalıştım. Bu ayrımın akılda tutulması gereklidir. Çünkü, Türkiye’de burjuva ideolojisinin zayıf halkaları bunlardan ibaret değildir. Değinilenler dünya çapında karşılaştıklarımızda. Dünya Armağan’ın çok haklı saptamasını hatırlarsak:
“Bugünden kullanılmaya çalışılacak olan ideolojik motiflerin, son yıllarda geri plana düşmüş olsa da Türkiye toprağında hala bir nesnelliği ve belli bir yerleşikliği bulunanlardan seçilebileceği, yeniyi zorlamak adına kimi kehanetlerin devreye sokulamayacağı açıktır. İdeolojik motifler, yeniden üretildikleri süreçlerden bağımsız olarak iş göremezler. Dolayısıyla, dar anlamda bir propaganda faaliyetinin unsuru haline getirilmez, keyfi olarak bir söylem içinde örgütlenemezler” 14 .
GLOBAL BASINÇLAR
Kapitalist bütün ideolojiler, bilgi-biçimleri sosyal sınıf, katman ya da benzeri bir terminolojiyle sosyal ayrışmaları kabul eder. Bu tek tek işçiler, kapitalistler, memurlar vs. için de böyledir. Kendilerinin farklı bir “kesim” olduklarını bilirler. Ancak, bu ayrımlar “tüketim” kalıplarına göre yapılır. Bu da kendinden sınıfsal politikayı dışlar. Burjuva ideolojisinde “yoksullar” vardır. Hatta çok vardır, bu da hiç bir sorun teşkil etmez.
65 TİP deneyiminin dönem üzerindeki öneminden bahsederken, ilk defa insanların sınıfsal sıfatlarla, “işçiler, köylüler” olarak çağrıldıklarını vurgulanır. Üretimdeki konumlanıştan gelen ayrımlara dayanmak, sınıfsallık, sosyalist bilincin oluşmasında en önemli halkadır.
Örneğin “yoksulluk edebiyatının” Batı ülkelerinde tıkandığı, Türkiye’de de kent yoksulu denen kesimlerin, kırsal kesimlerin, sendikalı işçilere göre son derece “yoksul” olduğunu söylemek mümkün.
Peki, sosyalist siyaset “yoksulluk”tan söz ettiği anda burjuva kategorilerine mi düşmüş oluyor? Değil elbette. Ayrıca, işçi sınıfının “yoksul” olmadığını, bir eli yağda bir eli balda yaşadığını, burjuva partileri dahil iddia eden de yok. Ancak, yoksulluk-sömürülme-sınıf olma bağlantısı net kurulmak zorunda. Zaten, burjuva partileri ve politikaları, salt “yoksulluk” üzerinden hareket edebiliyor.
Bireyleri yalıtma, atomize etme ve “her koyun kendi bacağından asılır” ideolojisi kapitalizmin en temel dayanaklarından biridir. Bunun en doğal sonucunun örgütsüzleştirme olduğunu da söyleyebiliriz.
Örneğin, tekil bir işyeri örneğinde son derece militanca karşı karşıya gelmelere tanık olabiliyoruz. Ama dayanışma eylemliliğinin çok az rastlanır olduğunu söyleyebiliriz. Hatta yakın tarihimizden çarpıcı bir örnek verirsek, Zonguldak yürüyüşü işçi sınıfının mücadele tarihinde yaşanmış en kalabalık eylemlerden biridir. Ama, Zonguldak olayının diğer bir yüzü, Türkiye’nin geri kalanında son derece minimal dayanışma eylemlerinin yapılabilmiş olmasıdır. 15-16 Haziran olaylarında sınıfa karşı saldırıya tepki olarak sınıf dayanışmasını gözleyebiliyorken, Zonguldak bunun tersini gösteriyor.
“Oysa, başlangıç olarak, ekonomik sınıf mücadelesi ve kapitalist üretim biçimindeki sosyo-ekonomik ilişkiler incelendiğinde bundan böyle ” yalıtıcı etki ” olarak tanımlanacak olan, bir özgün temel niteliğin varolduğu görülür… Marksizmin klasik eserlerinde bu bölünüp parçalanmış, “bireysel”, “bölgesel”, “yalıtık” vb. ekonomik mücadeleye karşıt olarak; bir eşitlik, bütünsellik, hatta sınıfsal bütünsellik sunmak eğilimindeki politik düzey arasındaki çelişki sık sık ortaya konmuştur…. Bu yalıtma olgusu, dehşet verici bir biçimde, gerçektir. Bunun bir adı vardır: Gerek yevmiyeli işçiler arasındaki, gerekse özel mülkiyet sahibi kapitalistler arasındaki rekabet .
…Ancak, kapitalist üretim ilişkilerinin yapısının yansısı olmaktan uzak olan rekabet; kesin olarak yasal ve ideolojik düzeylerin sosyo-ekonomik ilişkiler üzerindeki etkilerinden kaynaklanmaktadır. Bu yalıtma etkisi üretim taşıyıcılarından ekonomik mücadelelerinde, ilişkilerin aslında sınıf ilişkileri olduğunun gizlenmesinde son derece önemli bir rol oynar. Zaten, bunun Marx’ın kapitalist üretim biçimindeki- sınıfların, politik sınıf mücadelesi düzeyinde, gerçekte oldukları gibi oluşturulmalarının gerektiğini sürekli olarak belirtmesinin nedenlerinden biri olduğunda da hiç kuşku yoktur” 15 .
Poulantzas, kapitalist üretim ilişkilerinin yapısının yansısı olmaktan uzak olan rekabet diyor. Bunun altını çizmek lazım. Rekabet, kapitalist düzenin gerçekliğinin ifadesi değildir. Rekabetçilik ideolojisinin yansımalarına siyasi olarak saldırmak, teşhir etmek mümkündür.
Laçiner, Özal’ın iş güvenliği konusunda önemli düzenlemeler getiren ILO yasasını veto etme gerekçelerini aktarmış:
“Arkada bu kadar işsiz varken biz mevcut işçilere iş güvencesi verirsek ne olur ondan sonra? Düşünün bakalım… Şimdi bu yüzden bana telgraf çekiyorlar. (Galiba işçiler ve işçi kuruluşları tarafından.) Bunlara aldıracağımı mı zannediyorlar ?…Bir daha gelirse, başka türlü de gelirse yine veto edeceğim. Ondan sonra da döner, işsizlerden rey isterim. [abç] 16 .
Laçiner’in de dikkat çektiği nokta, “dönüp işsizlerden rey istemek”. Yani, sınıfın atomi-zasyonun tekil işçi için iş güvencesinin diğerlerini tehdit edecek noktaya geldiğini düşünüyor.
Ben bu “bireyciliğin” Türkiye’de o kadar tutmayacağını düşünüyorum. Hiç yol alınmadığını söylemiyorum. Ancak, Batının Homo Economicus’unun Türkiye toprağında kaygan bir zeminde olduğunu ve bunun da hep şikayet edilen “sivil toplumun yokluğu” ile aynı gerekçelere bağlıyorum. Türkiye’de ideolojinin, siyasetten bağımsız bir varlık alanı -bir yaşam alanı- yoktur. Siyaset ve “devlet geleneği” hatırı sayılır bir merkeziyetçilik ve kamuculuk izi bırakmıştır.
Bunlar, “devlet aradan çekilir, koyunlar da asılır” ideolojisinin bu ülkede rahatlıkla üretilmesini engellemektedir.
“Öte yandan, iktisadın önündeki bu engeller elbette salt siyasi gereklerin ağır basmasından kaynaklanmaz. Toplum da, yukarıda vurgulamaya çalıştığımız gibi dünya görüşünde pazar ekonomisi değerlerine yer veren ve hatta bu değerlerle dünya görüşünü neredeyse bütünleştirmeye kadar vardıran, o Batı’ya özgü dinamiğe kapalıdır. “Himaye politikaları” zorla değil, burjuvazinin alkışları arasında uygulanır. Sıradan vatandaş, devletin polisiye tedbirlerle “pazar ekonomisi”ni vatandaş yararına düzene sokmasını ısrarla talep edecektir. İşveren devletten kendisini sendikalara karşı korumasını isterken, sendikalar da resmi ideolojiye sadık kalarak “kerim devlet”ten işçileri patrondan korumasını talep edeceklerdir” 17 .
PARLAMENTARİZM…
Parlamentarizmin Batı kapitalizminin en önemli “göz boyamalarından” biri olduğu, ya da işçi sınıfının devlete bağlayan en önemli halkalardan biri olduğu yönünde yorumlar vardır.
“Gramsci Batı’daki rıza sorununa ikide bir dönmekte haksız değildi: Burjuva demokrasisinin doğası ile rolü tam kavranmadan günümüzde gelişmiş sanayi ülkelerindeki sermaye iktidarının hiçbir veçhesi anlaşılamaz. Aynı zamanda, Gramsci’nin ‘rızanın’ kaynağını sivil toplumda aramakla niye hata ettiği artık açık olmalıdır. Zira bu rızanın niteliği böyle bir yerleştirimi dıştalar; rızanın esas nedeni temsili parlamenter devlettir” 18 .
Bu “temsil” edilme inancının önemli rolleri olduğu açık. Ancak günümüze baktığımızda, hemen bütün Batı ülkelerinde siyasetten uzak duran, 4 yılda bir oy vermeye bile tenezzül etmeyen geniş bir seçmen kitlesinin varlığını gözlemlemek mümkün. Ancak bunun devlete yönelik bir nefretten çok bir apolitizasyona işaret ettiği de açık.
Esas sorun, oy vermeyi ciddiye alıp almamakta değil. Kendini bir “seçmen” ya da “yurttaş” olarak görmenin, bu “seçmenlik” ya da “yurttaşlık” görevini yerine getirmekten bağımsız olarak bireyi sınıfsallık dışı bir konuma ittiğini söyleyebiliriz.
Sınıf örgütlenmeleri, işyeri bazında olsun, sektör bazında olsun, üretim sürecindeki konumlanışlara göre şekillenmek durumundadır. Bu anlamda, işyeri komitelerinin sendikaların, ortamda hakim olan tezlerin burjuva çerçeveyi aşamaması durumunda bile, sınıfa özgü eylemlilik olma anlamında sınıf olma bilincini oluşturma anlamında bir kopuşun zeminin oluşturduklarını söyleyebiliriz.
OLASILIKLARIN SOMUTLAŞMASI
Yazım hatası değil; “olasılık” gene bir olabilirliği içeriyordu! Bir dolayım daha ekleyerek “olma olasılığı ” olabilecek durumların, algılarda nesnel konumlar kadar somutlaştırılmaya çalışıldığını, ve bunun bir ölçüye kadar başarıldığını ve oldukça etkili bir yöntem olduğunu düşünüyorum.
Yani, tek bir işçi için, milli piyango ile milyarder olabilme, kanal kıytırığın o günkü talihlisi olabilme, ya da daha geleneksel yöntemlerle (çocuğunun okuyup adam olabilmesi) sınıf atlama olasılığının zayıflamasıyla, o olasılığın olabilir birşey olduğuna duyulan inanç arasında (beklenebileceğin aksine) doğru orantı var!
Zaten ideolojinin kendisi, “inanmak isteme eğilimi” yaratma işlevine sahiptir. “İnanmak isteme eğilimi”, somutlukların önceliklerini sıralama, onları perspektife yerleştirme anlamına geliyor. “Size de çıkabilir” mesajının alıcısı olabilirsiniz, ya da küfür edebilirsiniz.
Sınıf atlama olasılığının yarattığı somut ideolojik konumlanış ile nesnel açı arasındaki fark gelişkin kapitalist ülkelerde daha dar. Bu farkın bu ülkede daha büyük olması, ideolojik işlevin daha zayıf olması anlamına gelmiyor. Ancak daha kırılgan olması anlamına geliyor.
Sosyalist mücadelenin “zayıf halkalara” gözünü dikebilmesi ve yoğunlaşması gerektiğini söyledik. Sosyalist siyasetin temel yöntemlerinden birinin bu alanlarda sadeleştirmeleri gözler önüne sermesi, ama bunu kabalaştırmadan yapabilmesi olduğunu sanıyorum.
Bu sadeleştirmenin kendisi, sosyalist öznenin kendi algılayışının, kavrayışının tümü olamaz. Sosyalist teori sloganlardan ibaret değildir. Bu kavrayışın, öznenin dışarıya yönelik siyasetine net mesajlar olarak yansıması gerekir. Örneğin, “Özelleştirme sınıfa saldırıdır”, “Örgütsüzlük işsizliktir”, “Bu devlet zenginlerin devletidir”… Bolşevikler “Ekmek, barış, toprak”tır, Sandinistler “toprak”tır, Kastro “bağımsızlık ve eşitliktir”…
Bu örnekleri herşeyin “doğru” sloganı bulunur anlamında vermedim. Ayrıca, bilinen bir şey solun hemen tümünün genellikle bu tür sloganlar üretmeyi oldukça temel bir işlev olarak aldığıdır. “Herşeye” değil, bu ülkenin sınıf çelişkilerinin siyasette netleşecek kutuplaşmalarının seçilmesi ve onlara yönelik olarak bugünden tutarlı ve net bir şekilde siyaset yapılması gerekiyor. Sosyalist teori, bunları öngörebileceği için yararlıdır ve dünyayı değiştirebilir. Çelişkileri arka arkaya perspektiften yoksun sıralamak değil seçebilmek önemlidir.
1917’de savaşın bitmesini isteyen ve bunun için varolan hükümeti devirecek bir kitle vardı. Aynı kitle, 1916’da “iç savaş” tezlerinden dolayı zaten oldukça sayısı azalmış Bolşevikleri bir kaşık suda boğabilirdi.
UZUN LAFIN KISASI
Yazının başında ülkenin o anki siyasi konumlanışının ve ideolojik yapılanmasının ülkenin geçmiş birikiminin dünya sisteminin kendisinden gelen basınçlarla da birleşip varolan nesnelliğin bir parçası olduğu yazılmıştı. Kapitalizmin siyasi ve ideolojik boyutta yeniden üretiminin de bu etkileşimin sonuçlarının karşılıklı belirlenimine bağlı olduğunu ve bu karmaşanın kırılgan noktalarının kavranabilmesinin ve tahrip edilebilmesinin sosyalist siyasetin özünü oluşturur.
Siyasi ve ideolojik boyuttaki yeniden üretimin dolayımlılığının sol hareketin geçmişinde ürettiği farklı siyaset arayışlarının güncel tartışmalar için anlamlı olduğunu düşündüğüm bir kısmını aktarmaya çalıştım.
“Global Basınç” diye tanımladıklarımın da ön planda olarak gördüklerime de başlıklar halinde değinmeye çalıştım.
Bu basınçların Türkiye’deki yansımalarını çözümlemeye devam edeceğiz. Aynı şekilde, Türkiye’de sınıf mücadelesinin siyasi ve ideolojik olarak hangi kutuplaşmalarda somutlaşacağı konusunda kendisini nasıl dışa vuracağı konusunda, devrimci durum momentine uzanan saptamalarımızı netleştirme görevi önümüzde duruyor.
Sosyalist siyasetin “yıkıcı” yönlerine yapılan vurgulara ilişkin de, Brecht’in, Gramsci gibi faşizmin bir kurbanı olan, arkadaşı Walter Benjamin’e yazdıklarını söylesek:
Seni kitaplarından uzaklaştıran düşman
Seni kitaplarından uzaklaştıran düşman Hoşumuza giden şeylerle yokolacak değil…
Dipnotlar ve Kaynak
- Carr E.H; “Bolsevik Devrimi 1917-1923” Cilt 1 Metis Yayınları 1. Basım Kasım 1989 s.78
- Kautsky Karl; “Seçilmis Politik Yazılar”; Kavram Yayınları Birinci Basım Kasım 1990 s.77
- Gramsci Antonio; “Selections from Prison Notebooks” Londra 1971 s.236-38
- Hekimoğlu Cemal; “Gramsci Düsüncesi Kimlik Bunalımında” Gelenek sayı 3 s.23-44
- Anderson Perry; “Gramsci Hegemonya Doğu/Batı Sorunu ve Strateji” Alan Yayıncılık Mart 1988 s.23
- Hail Stuart Bob Lumley Gregor McLennan; “Siyaset ve Ddeoloji “Gramsci” Birey ve Toplum Yayınları Birinci baskı Eylül 1985 s.52
- Laçiner Ömer; “Yeni Elitizm Dssizler ve Turgut Özal” Birikim sayı: 45-46 Ocak/Subat 1993 S.8
- Lenin Vlademir Dlyiç; “Collected Works” Vol 5. s.386
- Lenin Vlademir Dlyiç; “Report on the International Situation and the Pundemantal Tasks of the Communist International” Collected Works vol.3I s.226-227 Gramsci’nin Felsefi ve Politik alanda Buharin Elestirisi içinde: Dünya Solu Güz 89 sayı 3 s.14
- Luxemburg Rosa; “Sosyal Reform mu Devrim mi”; Belge Yayınları Ağustos 1993 Birinci baskı; s.22
- Ossip Fleichtiem; “Sosyal Reform mu Devrim mi” önsöz Belge Yayınları Ağustos 1993 Birinci baskı s. 10
- Carr E. H; a.g.e. s.48
- Alain Touraine; “Devlet ve Ulusal Sorun” Birikim sayı: 45-46 Ocak/Subat 1993
- Armağan Dünya; “Bir silkinisin ilk adımlarını atarken…” Gelenek 39 s.41
- Poulantzas Mcos; “Siyasal Dktidar ve Toplumsal Sınıflar” Belge yayınları s. 133
- Laçiner Ömer; a.g.d. s.6
- Dnsel Ahmet; “Türkiye Toplumunun Bunalımı”; Birikim Yayınları 1. Baskı Dstanbul 1990; s.50
- Anderson Perry; a.g.e s.54