Tarımda kapitalist gelişim ve kırlarda toplumsal süreçlere dair analizlerde kimi boşlukların varlığından söz edilebilir. Bu boşluklar siyasi üretim ve müdahalelerde kimi sınırlamalara yol açabilmektedir. Boşluğa yol açan nedenleri iki olgu üzerinde yoğunlaştırmak mümkün. İlki, Türkiye’de tarımdaki kapitalist gelişmenin teorideki klasik modele uymaması. Bu durum, konuyla ilgili analizleri deneyimlerin ortaya çıkarabildiklerine ertelemiş ve böylelikle konjonktürel gelişmelere bağımlı bir siyaset söz konusu olabilmiştir.
İkincisi ise, kapitalizmde tarımın ve kırların bağımlı konumudur. Bu bağımlılık, alana dair süreçlere “ikincil” bir bakış açısı geliştirmiş, bu “ikinci”lik “soğuk”luk yaratmış ve bu “soğuk”luk giderek bu alana dair üretimi önemli oranda sınırlandırmıştır.
“İkincil” ve “kısır” yaklaşımlar bütüncül çözümlemeleri sınırlarken alanın öyle kendi haline bırakıldığı da düşünülmemeli. Kırlar popülizmin her zaman için beslendiği bir alan olmuştur. Kırlarda “özel” siyasi aranışlar, iktidara yakınlaşmış/yakalamış kimi kır kökenli siyasal çıkışlarla birlikte sol siyasette özel bir etkilenim/yönelim alanı olarak karşımıza çıkmıştır. Devrimin kırlardan mı, şehirlerden mi yoksa Kırşehir’den mi başlayacağı tartışması tüm ciddiyetiyle sol gündemde yer işgal edebilmiştir. Artık, bu tür aranışlar bu “naif yönüyle” yalnızca tarihi bir öneme sahip görünüyor.
Kapitalizmin gelişkinlik düzeyi içinde, kırların ve tarımın bağımlı konumu artık tartışma konusu olmaktan çıkmıştır. Ancak, bu kez, boşluğu devam ettiren bir başka handikap karşımıza çıkmaktadır. Bu da kısaca, eklektizm olarak tanımlanabilir. “Biraz kentten biraz kırdan”cı ya da daha ileri bir düzeyde, “biraz da kırdan”cı yaklaşımlar gözlenmektedir. Sol siyasal programlarda bu eklektizm açık bir biçimde gözlenmektedir. Marksist teoride, başından beri kırların, kentsel üretimin ihtiyaçlarına ve genel olarak sanayinin ulaştığı aşamaya “bağımlı” olduğu kabul görmüş, ancak kapitalist gelişmenin daha geri noktalarında olan ülkelerde devrimciler, kapitalist gelişmenin ilk olarak ve en fazla köylü kesimini ezdiğini, siyasal çıkışlara yol verebilecek çelişkilerin dolayısıyla kırlarda yoğunlaştığını, zaten kentin -dolayısıyla işçi sınıfının- sürükleyici olabilecek olgunluk ve gelişkinliğe ulaşmadığını savunmuşlardır. Eklektizm, bu doğrulardan kalkan bir sonuç olsa, bu durumu bir sorun olarak tanımlamak mümkün olmayacaktır. Eklektizm, bütünlüğün kurulamamasının yarattığı boşluğun “yapıştırma” mantığı ile kapatılma çabası ile ortaya çıkıyor.
Sosyalist programlarda toplumsal süreçlerin bütününü açıklayan bir kapsayıcılık olmazsa olmazdır. Sosyalist hareketin programı, toplumsal süreçlerin karşılıklı etkileşimlerine getirdiği açıklamaları, siyasi hareketin önünü açacak politikalar ve hedeflerle bütünleştirmek zorundadır. Yazıda bu boşluğu bir defada doldurma iddiası yok. Ancak, boşluğun doldurulmasının önündeki dağınıklık engelini aşmak için alana dair olgular silsilesini derli toplu yanyana getirme hedeflenecek. İlk bölümde, tarımda kapitalist gelişime teorik soyutlamalar ışığında bakılacak. İkinci bölümde, Türkiye’de tarımın gelişmesi hükümet politikaları bazında incelenecek. Üçüncü bölümde ise, günümüzde tarım ve geleceği irdelenecek. Dördüncü bölüm, kırdaki sınıfsal ayrışmalar yoksul köylülük, tarım işçileri ve bölgesel eşitsizlikler üzerinden tartışılacak. Son bölüm, ulaşılan sonuçların hangi siyasal çıktılara tahvil olabileceğini içerecek.
TARIMDA KAPİTALİST GELİŞİM
Tarımda kapitalist gelişim, ilk öngörülerden farklı bir yönde boyvermiş ve gelişmiştir. Gelişim süreci, teorik olarak, sermaye sahibi büyük tarım kapitalistlerini köylülerin yerine geçirecektir. Ancak, süreç böyle işlememiş, tarımın bu klasik çerçeveye direnci farkedilmiştir. Direncin, gelişim sürecini farklı bir yönde akıtması kafaların karışmasına yol açmıştır. Rekabetin tarımda sermaye yoğunlaşmasını hızlandıracağı ve büyük tarım kapitalistlerini köylülerin yerine geçireceği beklentisi elbette doğru bir saptamadır ancak, süreç sadece bu parametre ile açıklamaya kalkındığında ekonomizm tuzağından kurtulmak mümkün olmayacaktır. Tarımda yaşanmış süreci açıklarken, ekonomist yorumlardan sıyrılma çabası analiz bütünlüğünün yakalanmasını sağlamamış, daha çok birtakım zorlamalarla birlikte kafaları daha da karıştırmıştır.
Tarımı kimi boyutlarından incelemeye başlamadan önce, değerlendirmeleri “terbiye” edecek şu noktaları öncelikle belirtmek gerekiyor.
Küçük ölçekli üretimin ortadan kalkmaması ne prekapitalist kalıntıların varlığını gösterir ne de, kapitalist azgelişmişlik göstergesidir. Küçük ölçekli üretimin sürmesi kapitalist gelişimi doğrudan baltalamaz. Tarımda kapitalist gelişim, küçük ölçekli üretimin, tarım ürünlerini sanayi mamullerine dönüştüren sanayinin gelişimine bağımlı kılmışı ve tarım ürünlerinin bu belirlenime üretim biçimi, yeni girdi türleri ve tüketim kalıplarına uyması ile yol alır. Küçük ölçekli üretimin devlet tarafından kimi kurumlarla (TMO, TKK, ZDK vs..) yönlendirilmesi, ya da aracı tüccarların devreye girmesi veya ilgili ürünün üretildiği yerin hemen yanıbaşmdaki kapitalist işletmenin varlığı sürecin genel gerçeğini değiştirmez. Bu tür üretimi yönlendiren kapitalist gelişimin gereksinimleridir.
Köylünün toprak mülkiyeti biçimsel bir mülkiyettir. Teorik olarak vardır ama pratik olarak etkisizdir. Kapitalizm kırlarda giderek proleterleşen köylü sınıfını yaratmıştır/yaratmaktadır. Toprak mülkiyeti üretim sürecinin asli öğesi değildir. Gübresinden tarım kredisine, taban fiyatından destekleme alımlarına, tarım ilaçlarından eğitime kadar tarımdaki üretim sürecinin her boyutu mülkiyet olgusunun dışında, kapitalist gelişim sürecinin gereksinimlerince gündeme gelir. Bu nedenle, küçük ölçekli üretimi gerçekleştiren küçük köylülüğün karşısında iki seçenek vardır. Ya bu tür bir bağımlı sürecin parçası olmaya devam etmek ya da toprağını satıp işsizler ordusuna katılmak. Her iki tercih de egemen sınıfların sömürü çarklarında yerini almaktan başka anlama gelmez. Köylüyü bu çarklardan ne toprak mülkü ne de bir başka şey kurtaramaz.
Kırlarda, feodal toprak mülkiyeti varlığı/yoğunluğu da tek başına birşey ifade etmez. Kır “bey”leri, ya kent sermayesi ile işbirliği yoluyla, ya da kent yatırımları ile kapitalistleşme sürecinde sınıfsal konumlanışlarını belirlemişlerdir. Kimi bölgelerde, “toprak ağalığı” olgusunun varlığı tek başına feodal kalıntıların varlığı olarak siyasi önem oluşturmaz. Burjuvazinin gelişim gereksinimleri (Batı) ve siyasi kaygıları(Doğu) bu tür bir eşitsiz gelişim “görüntü”sünü doğurmuştur. Bu “görüntü” köylülüğün politik konumlanışında önem taşıdığı için sosyalistler için de önemlidir. Ancak tersine, daha fazla sömürüldükleri için pozitif değil, feodal belirlenime tabi oldukları için sosyalist siyaset için negatif bir npktada bulunmaktadırlar. Önem buradadır. Kırlardaki egemen sınıfla doğuşundan itibaren gündeme gelen ittifak üzerinden burjuvazi kırlardaki bu türden kalıntısal ekonomik/toplumsal olguları özel bir rahatsızlık kaynağı olarak görmez. Burjuvazinin bu tür kaygıyı gütmediği durumlarda sosyalistlerin bu kalıntısal görüntülerden kalkarak siyaset yapma arzularının oturabileceği hiçbir zemin yoktur. Zaten bu durum sol gündemde tartışma konusu olmaktan çıkmaktadır.
Yoksul köylülük, kente göç ile fabrikalarda ve varoşlarda, tarım işçiliği ile kırlarda proleterleşmektedir. Bu iki biçimde proleterleşme sürecine girmemiş bir yoksul köylülükten söz etmek mümkün değildir. Çok küçük bir toprağa sahip olması bile bu gerçeği değiştirmemektedir, çünkü geçimini bu toprak üzerinden kesinlikle sağlayamaz. Yoksul köylülüğü, bu nedenle işçi sınıfının siyasi ittifakı olarak görmekten çok, işçi sınıfının yanıbaşında tanımlamak günümüzde daha sağlıklı bir yaklaşım olacaktır.
Yoksul köylülük, yaşamını sık sık geçici işçilik yaparak kazanabilecek kadar kötü bir konuma itilmiştir. Ancak, yoksul köylülüğün rüyalarında yine toprak yatmaktadır; özlemi topraktır. Yoksul köylülüğün gelişmekte olan yeni toplumsal konumu sosyalistler için önem taşır. Bu nedenle, geçici işçilikten başlayarak giderek sürekli işçiliğe geçecek olan yoksul köylülük ile işçi sınıfının siyasi teması, bu kesimlerin kendiliklerinden başlattıkları kimi eylemliliklerde işçi sınıfı ile örgütlü bir zeminde buluşmasıdır. Orta köylülüğü ise devrim öncesinde burjuva saflarında görmek gerekiyor. Bu çerçevede köylülük ile ittifak, temel olarak devrim sonrasının gündemi olarak ele alınmalıdır.
Sosyalist hareket, kır ve kentin politik bütünlüğünü zorlayan perspektifleri daha fazla yakalamak zorundadır. Kır-kent ayrıştırması ya da eklektizmi günümüzde artık daha az şey ifade eder olmuştur. Sosyalistler mücadele zeminlerini bu durumu da gözeten bir bütünlük üzerinden kurmak durumundadır. Elbette, kentlerin hatta metropollerin mücadele sürecinde tartışılmaz yerleri vardır ancak, tarımdaki hızlanmış “yeniden sınıflaştırma” olgusunun siyasi uzantıları eski alışkanlık ve tarzlarla yakalanamaz.
Köylülüğün siyasi konumlanışmda politik-ideolojik biçimlenişi kimse gözardı edemez. Beyaz orduların köylülerden oluşması benzeri, Türkiye’de gericiliğin, anti-komünizmin tabanında köylülük kendini kanıtlamış bir yere ve misyona sahiptir. Tamamen proleterleşmiş köylülüğün bile ilk kuşağı “köylü” olma özelliklerinden kolay kolay sıyrılamamaktadır. “Sınıfsal” konum, belli bir sınıfa ait hareketliliğin içinde yeralmayla oluşmaktadır. Türkiye’deki köylülüğün sicili bu anlamda oldukça kötüdür. Elbette son söylenenlerin tartışılacak bir tarafı yok. Ancak, tam da gündemimizde anlam kazanan eski (daha doğrusu kendisini yenilememiş) alışkanlık ve tarzı ifade ettiği için eksikli, eksikli olduğu için de sınırlatıcıdır. Sorunumuz, köylü ile işçi sınıfını ele ele tutuşturmak değil. Sorunumuz, sosyalist hareketin kırlarda, bölgesel dinamiklerin biriktirdiği düzen dışına taşma potansiyeline sahip kimi eğilimleri, hareket ettiği noktadan itibaren önemseyerek, işçi sınıfının mücadelesi ile örgütlü bir zeminde buluşmasına katkıda bulunmak ve bu buluşmadan sosyalist hareketin kan almasını sağlamaktır.
Bugün için, alana dair çözümlemeleri kendi nesnelliğinden kalkarak siyasi çıktılarıyla buluşturmak mümkün değil. Bu nedenle alanla ilgili teorik analizlerin zemini, akademik çalışmaların ötesine taşmayacaksa yazının başında dile getirilen teorik boşlukların öyle pek fazla kaygı yaratması söz konusu olmayacaktır. Gerekli ve zorunlu olan, toplumsal süreçlere bakıştaki bütünlüğün siyasi faaliyet olarak karşılığını oluştururken, alana dair dünya ve Türkiye ölçeğindeki gelişmeleri iyi izlemek ve siyaseti bu alanda da yeniden üretebilmeyi becerebilmektir.
Yazının buraya kadarı daha sonra söyleneceklere siyasi yaklaşım zemini sunma çabasını içerdi. Bundan sonrası ise Türkiye ölçeğinde ilerleyecek ve siyasi çıktılarla buluşma yolunda ilerlenecektir.
TÜRKİYE’DE TARIMIN KAPİTALİSTLEŞMESİ ve TARIM POLİTİKALARI
Türkiye’de tarımın kapitalistleşmesinde “tarım devrimi” türünden bir altüst oluşun ardından gelişen bir süreç izlenmedi. Kırlara, kentlerin kapitalist yapılanmasına ve sanayileşmeye destek veren bir konum tarif edilmesi sürecin doğası gereğidir. Bu anlamda sürece yayılan bir dönüşüm yaşandı. Bağımlılaştırma uzunca bir sürece yayılmış genişlikte ve tedrici olarak gerçekleşti.
Hiç kuşkusuz, tarımın kapitalistleşmesi süreci, global gelişmeler ve konjonktürel yönelimlerin etkileşimiyle inişli-çıkışlı bir hat izlemiştir. Herhangi bir yerellikte tarımdaki toplumsal süreçleri bu iki noktadan bağımsız ele almak mümkün değil. Bu süreci kapitalist gelişim bağlamında irdeleyebilmek için Cumhuriyet döneminde uygulanan tarım politikalarını incelemek işimizi kolaylaştıracaktır. Bu politikalar, aynı zamanda sınıf mücadelelerinin ve ittifaklarının süreç içindeki değişimlerini yansıtmaktadır.
Y.Küçük, cumhuriyet dönemi tarım politikalarını, iki Sovyet uzmanının ağzından aktarımlarla şu şekilde ortaya koyuyor: “Kemalistlerin tüm tarım politikası, bir tek amaca göre düzenlendi: Kulak ve toprak ağası işletmelerini desteklemek ve teşvik etmek ve onların kapitalist gelişmesini sağlamak. Bu politikanın sınıfsal ve siyasal sonuçlarını ise, bir başka sovyet uzmanı özetliyor: Bu ülke, Asya’daki birçok genç devletten farklı olarak, Tropik Afrika ülkeleri bir yana, örneğin Hindistan, Pakistan ya da Burma’ya göre iki-üç kez daha kapitalist gelişmenin “tarihsel stajına” sahip. Türkiye de tarımsal devrim tamamlanamadı. Son zamanlara kadar köylülerin baskısı zayıf oldu. Yeni toprakların kazanılması ve kolonizasyonu, Türkiye kırlarında tarımsal devrimin ortaya çıkmasını ertelemeye yarayan sübab işlevi gördü. Bunun sonucu olarak Türkiye toprak ağaları, 30-40 yıllık göreci olarak sakin bir dönem geçirdi ve bu dönemde, yavaş yavaş kapitalist yönde evrim gösterdiler. Başka bir deyişle, bu ülkedeki eşit etkili sınıf mücadelesi, büyük toprak sahipleri sınıfının toprak üzerindeki tekelini tümüyle korumasını başarması ve köylülüğün yıkımı ve farklılaşması ile aynı zamanda, tedricen kapitalist işletmelere dönüşmesiyle sonuçlandı.”1
Türkiye’de tarımsal üretim alanındaki kimi önemli dönemeçlerin ortaya konulması ifade açıklığı sağlayacaktır. Bu çerçevede kimi dönemlere ayırmak yöntemsel kolaylıklar sağlamaktadır. Dönemlere ayırmanın amacı, bütünsel gelişimin dinamiklerini yakalamak olacak, olguların sıralanışında bu gözetilecektir.
Türkiye’de burjuva devriminin siyasi olarak ilk ortaya çıkan özne adaylarından İttihatçılar, tarımsal üretimin kapitalist tarzda yapısal dönüşümünden ziyade, meta üretimine katılarak ticaret yoluyla kapitalizme entegre olmasını gözettiler. Bu nedenle gelişimi daha çok modern tarımın uygulanmasında gördüler. Böylelikle, devletin yerel toprak ağalarının gereksinimlerini karşılaması üzerinde bir tarım politikası tanımladılar. Ancak genel olarak ticaret ve kısmi sanayileşmenin hayata geçirilmesi öncelik taşıdığından bu tip bir tarım politikası öyle pek hayata geçemedi.
İttihaçıların toprak siyasetinde iki temel eğilim gözleniyordu. “Aydınlar tarafından basında dile getirilen birinci eğilim imparatorluğun gelecekteki refah ve varlığı açısından küçük çiftçinin önemini vurgulamaktaydı. (…) Bu grup, küçük çiftçiyi toprakağasının yağmasından korumak istiyordu ve çoğu zaman toprak sahibi de olan tefecilere karşı köylünün güvencesini, kooperatifleşme hareketinde buluyordu. 1913 yılında hükümet Romanya, Bulgaristan ve Avusturya-Macaristan’da kooperatif sisteminin işleyişini incelemek üzere özel bir heyet yolladı ve bu heyet, böyle bir sistemin imparatorlukta da iyi ekonomik sonuçlar doğuracağı kanısına vardı.(…) Diğerleri, imparatorluğun kurtuluşunun büyük toprak sahibinin desteklenmesinde olduğuna inanıyorlardı. Siyasi kararları verenler ve yürütenler bunlardı ve ITC örgütlerinin yaydığı popülist ideolojiyle de ilgilenmiyorlardı. Amaçları, sosyal bedeli ne olursa olsun kapitalist tarımı mümkün olan en hızlı biçimde Anadolu’ya sokmaktı. Böylece 1916 Ziraat bankası kanunu ve 1917 kararnamesi, makinalaşmış tarımla uğraşanlara ve tarım şirketlerine banka kredisi verilmesini öngörerek bir kere daha onları kayırıyordu. Küçük çiftçi kendi çabasıyla dayanabildiği ölçüde dayanacaktı.” 2
İttihatçı yaklaşımları 1900’lü yılların ilk 20 yıllık dilimiyle sınırlayarak ele almak mümkün değil. Çünkü, “ittihatçı”lık, cumhuriyetin kuruluşu ile gerek kadrolar gerekse program bazında bir devamlılığa sahiptir. 1923 Şubat’ında İzmir’de toplanan Milli iktisat Kongresi’nde ise, ekonomik gelişmeleri siyasal ve toplumsal sonuçlarıyla birlikte “kontrol altında planlamak” ve toplum kesimleri arasında (amele, çiftçi, sanayici ve tücar) milli hedefler doğrultusunda kaynaşma yaratmak anlamında bir hedef güdüldü. Kongrede Çiftçi grubu 8 delegeden üçünü içeriyordu ve bu kesimle ilgili olarak 96 madde üzerinde görüş birliğine varıldı ama bu maddelerin birçoğu hayata geçemedi. Bu kesim kendisini ilgilendiren;
-aşarın ve tütün tekelinin kaldırılması,
-tarım kredisi olanaklarının artırılması,
-güvenlik sorunun çözülmesi,
-ulaşım, ormancılık, tarım, makine ve araçları ve eğitimi konularında kendi çıkarları doğrultusunda istemlerde bulundular.
“Bu dönemin temel çizgisi devletin de katılması ile kapitalistleşme sürecini hızlandırmaya çalışmak. Tarımda ve tarım dışında bu çizgi nesnel bir görüntü olarak ortaya çıkar. 1925’de başlayan kadastro çalışmaları, 1926’daki Medeni kanun toprak üzerinde mülkiyetin yasal olarak perçinleşmesine ve dolayısıyla da toprağın sahip değiştirme olanağına kavuşmasına imkan verdi. Bu çabalarla toprak değişim konusu olabildi. Aynı biçimde ayni olarak alınmakta olan aşar kaldırıldı. Bunun yerine para ile ödenmek mecburiyetinde olan ve araziye göre alman bir vergi kondu. Nitelik bakımından bu değişim, tarımda metalaşma sürecini artıracak öz taşıyordu. Bu vergi değiştirmesi ile tarım kesiminin piyasa ile temas zorunluluğu artmış oldu. Çünkü artık verginin ödenmesi için ürünün önce pazara getirilip, para ile değiştirilmesi gerekmektedir. Yalnız nitelik bakımından büyük düzeylere ulaşamadı. İktidarın o zamanki yapısı, yeni verginin önem kazanmasını önledi.”3
Bu politikalar eşliğinde 1923-1947 dönemleri arasında tahıl üretiminde önemli bir artış gerçekleşti. Bu artış, “buğdayda %205, arpada %260, mısırda %482 oldu. Bu dönemde artan ihracatın %91.2’si tarım ürünlerinden oluşuyordu”4 . Üretim artışlarının tarımdaki verimliliğin artışıyla gerçekleştiğini söylemek mümkün değil. Burada tarıma açılan alanların artması ile bir üretim artışının ortaya çıktığını görüyoruz. “Bu topraklar ülke yüzölçümünün 1927 yılında %4.86’sı iken, 1934 yılında %10.2’sine, 1940 yılında ise %12.25’ine yükselir”5 . “Ekim yapılan arazinin artışı kısmen devletin toprak dağıtması yoluyla olur. 1934 ile 1938 yılları arasında 88.695 aileye 30 bin hektar toprak dağıtılır”6 .
Tarım sorunu bundan sonra gündemde “sahte bir tartışma” üzerinden yer işgai etmeye başladı. Toprak mı yoksa tarım reformu mu soruları “sahte tartışmanın” argümanlarıydı. Cumhuriyetin ilk dönemleriyle birlikte kapitalist gelişim için toprak reformunun gerekli olduğu kanısı taşınıyordu. M.Kemal, toprak reformunu gündeme getirerek aslında “bir taşla birden çok kuş vurma”yı hesap etmişti. “Kuş”ların birincisi; o güne dek gerçekten ezilmiş olan köylülüğü yeniden yapılanma süreci içinde ideolojik olarak da kapsamaktı. Bu tür bir kapsama aynı zamanda iktidar savaşımında kendi konumunu ve geleceğini kırdan da garanti altına alabilecekti ve bunun formülasyonunu da vecizleştirerek yaptı: “Köylü milletin efendisidir”!
Diğeri, sanayileşme için kırdan kente artık aktarılması gereksinimiydi. Bunun için tarımdaki verili üretim biçimi önemli engeller taşıyordu. Toprak özlemiyle yanıp tutuşan köylü, kendisine toprak verildiğinde hızlı bir üretkenlik gösterebilecekti. Ancak, toprak reformunu gerçekleştirmek mümkün gözükmüyordu. Nedeni ise toprak ağalarının direnciydi. “M.Kemal birçok reform yapmak istiyor. Toprak reformu için burada ağalarla özellikle Kürt ağaları ile Kürt mebuslarından Feyzi Bey’ler ve diğerleri ile konuşmalar yaptı. Bu reform meselesi, çok çetin bir mesele. Ağalara toprak reformunu anlatmak imkansız. Bu reformu ele almak, bütün ağaları, eşrafı kaybetmek demektir. Şimdilik toprak reformu defterini kapattık” 7 . M.Kemal, bunları düşünürken kimi dengeleri de hesaba katmak zorundaydı. Bu arzusu her gündeme geldiğinde karşılaştığı şiddetli muhalefet, bu sorunun çözümünü daha çok uzlaşma zeminine kaydırdı.
Toprak reformu bir tasarı olarak ilk kez 1935 yılında hazırlanıyor ancak 10 yıl sonra çıkarılabiliyordu. Bu dönemlerde daha çok yapılan kimi yasal düzenlemelerdi. Bunların en önemlisi de 1925 yılında Aşar’ın kaldırılması olmuştur. Aşar’ın kaldırılması dönemin siyasi ittifaklarını yansıtması bakımından önemli. “Feodal niteliğe sahip bir verginin kaldırılmasının ileri bir adım sayılması kolay. Fakat bazı kolaylıkların, gelişmelerin özünün ortaya çıkarılmasını engellemesi de mümkün. (…) Aşarın kaldırılması, feodallere büyük toprak ağalarına ve kapitalist çiftçilere verilen bir ödün oldu. Ticaret ve sanayi burjuvazisi, işçi sınıfı ve emekçilerin muhalefeti karşısından ve Doğu’da Kürt şeyhlerinin isyan ettiği bir zamanda feodallerle, toprak ağaları ve kulaklarla siyasal ittifakını güçlendirmek için Aşar’ı kaldırma yolunu seçti. Bunu başka düzenlemelerle sürdürdü” 8 . Her ne kadar yazar, bu söylediklerini çubuğu tersinden bükerek elde edilen tezler olarak ortaya koyuyorsa da, buriuvazi ile toprak sahipleri arasındaki siyasal ittifakın cumhuriyet dönemine damgasını vurduğu gerçeğini ortaya koyması bakımından yazılanlar önemli görünüyor.
Sözü edilen ittifakın hükümet politikaları bazındaki karşılıklarını yakalamak da zor değil. Tarımla ilgili çıkarılan yasalar hep büyük çiftçileri hedef alıyor: Ziraat Bankası’nm 1929 yılı tüzüğüne göre, Banka’dan kredi alabilmek için gayrimenkul sahibi olmak gerekiyor… Bir diğer yasa ile, 20 hektardan geniş tarımsal araziyi makina ile işleyen çiftçilere prim verilmesi öngörülüyor… Tarım makinalarının yakıt ve masrafları vergiden muaf tutuluyor… 50 hektardan fazla çiftçi yardımcıları askerlik hizmetinden muaf sayılıyor… 9
1945 yılında “Çiftçiyi Topraklandırma Yasası” çıkarılıyor. Bu yasaya göre; “Kamu mülkiyetinde olan fakat kullanılmayan, köy ve mahallelerin ortak kullanımında bulunan fakat hükümete göre gereğinden fazla olan, sahibi bilinmeyen topraklarla özel mülkiyette olup da kamulaştırılacak olan toprakların topraksız ve az topraklı köylüye dağıtılmasını öngörüyordu. Özel mülkiyetten kamulaştırılacak arazi sulak yerlerde 200 ve kurak yerlerde 500 dekardan fazla olan özel mülklerdi(…) Uygulama daha çok kamu mülkiyetindeki toprakların dağıtımı biçiminde oldu. Esasen yasa 1950 başında yapılan değişikliklerle özel mülkiyete bırakılan toprak oranını genişletiyordu. Dönem süresince, başta o yıllarda Bulgaristan’dan gelen göçmenler olmak üzere bir kısım topraksız ve az topraklı köylüye toprak dağıtımı yapıldı. Toplam 350 bin dolayında aileye yaklaşık 18 milyon dönüm toprak verildi. Yasanın, kooperatifleşme, topraksız ve az topraklı köylünün üretimini artırma ve benzeri önermeleri ise büyük ölçüde gerçekleşmedi” 10 . Cumhuriyet döneminde değişik tarihlerde 13 kez toprak reformu tasarısı hazırlandı ancak bunlardan sadece ikisi kanun olarak çıktı diğerleri tasarı olarak kaldı(*).
Marshall yardımı ile Türkiye’ye biçilen misyon, gelişecek ve kalkınacak olan Avrupa’nın gıda ve hammadde ihtiyacını karşılamak oldu. Bundan sonra, tarım politikaları bu doğrultuda biçimlendi. Dönemin en önemli göstergesi tarımdaki üretimin teknoloji katkısıyla birlikte ciddi artışı oldu. Marshall yardımıyla sağlanan traktörler varlıklı çiftçilere dağıtıldı. Tarımın öncelenmesini dayatan yardımlar ile, bir kısım varlıklı çiftçiler, devletçe sağlanan geniş olanaklar sayesinde, ektikleri arazi alanını genişlettiler ve kapitalist işletmeciliğe yöneldiler. Ancak, “Ekilebilir topraklardaki genişleme daha 1960 yılına varmadan son sınırına erişmiştir. 1946 ile 1956 yılları arasında meydana gelen %71.5’luk oranındaki bir artmadan sonra, bunun ardından gelen on yıl içinde %4.8 lik gibi son derece düşük bir ilerleme kaydedilir” 11 .
“1950 ile 1960 yılları arasında tarım ürünlerindeki ortalama artış hızı %5’tir. 1960 rejim değişikliğinden sonra gelen ilk iki yıl içinde, bu oran %1.4’e düşer. Birinci beş yıllık kalkınma planında tarımda %4.2’lik bir kalkınma hızı öngörülse de, 1963-67 döneminde yılda ortalama ancak %3’lük bir büyüme hızma erişilir. İkinci beş yıllık kalkınma planında ilkiyle aynı büyüme hızını öngördüğü halde, varılan oran yılda %3.9 olur: Ayrıca tarım üretiminin toplam büyüme hızının terkibinde de bir değişme olur; sınai bitkiler hızlı bir ilerlemeye girerken gıda maddelerinde bir duraklama meydana gelir (…) Genel olarak tahıl üretimin, özel olarak da gıda alanında tarım üretiminde görülen yavaşlama mali yapılarla toprağa bağlı yapılar yüzündendir. Bu yapılar ise, mevcut sosyo-ekonomik düzenin bütününe bağlıdır”12 .
İhracatın en büyük kısmını oluşturan tarım sektörü bu süreçle birlikte gerilediği ve dünya piyasalarında tarım ürünlerinin değeri azaldığı için ihracaat gelirleri de düşer. Bu durum döviz gelirlerinin azalması ile birlikte sistemin açmazlarını derinleştirir.
1970li yıllar 1977 kriz koşullarının olgunlaşmasına kadar tarımda popülist politikaların damgasını daha çok vurduğu yıllar oldu. “Popülizm, destekleme ve sübvansiyon politikaları ve işgücü piyasasını ilgilendiren yasal-kurumsal çerçeve ile bağlantılı olmuştur (…) Döneme damgasını vuran “düzenleme modeli” göreli genişlemesi, “popülist” politikacılarla sınırlanan birikim potansiyelini artan ölçülerde fiili birikime dönüştürebilmiş; fiil birikimin içindeki sınai birikim payını da artırabilmiştir”13 .
1977 yılında Dünya Bankası “Türkiye Tarım Raporu” başlığını taşıyan bir rapor hazırladı. Bu rapor, kapitalist birikim sürecinin tarım kesimindeki sonuçlarını dile getiren şu başlıkları taşıyordu: “1. Kırsal kesim kamu yatırımları, kırsal gelir dağılımı adaletsizliğini artırıcı yönde olmuştur. 2. Destekleme politikaları zengin çiftçilerin yararına, yoksul köylülerin aleyhine olmuştur. 3. Kredi politikaları en çok büyük çaplı ticari tarım işletmelerine yaramış, gelir dağılımı adaletsizliğini düzeltici yönde olumlu bir etkisi olmamıştır. 4. Toprak politikası sosyal ve gelir dağılımı adaletinin ve verimliliği artırıcı yönde olmamıştır. 5. Türkiye; Meksika ve Brezilya ile birlikte dünyada en adaletsiz kırsal gelir dağılımına sahip ülkelerden biridir. En üst gelir grubundaki üreticilerin %10’u gelirin %40’ına, en alt %20’si gelirin %2.7’sini almaktadır”14 .
70’li yılların başlarında iç ticaret hadleri tarım lehine bir artış yaşarken, kriz koşullarının olgunlaştığı 1977-79 yılları arasında tarım ticaret hadleri ani bir biçimde gerilemiştir. Dış açık oldukça artmış ve dış tıkanma ile beraberinde gelen sınai gerileme ile birlikte popülist model tıkanmıştır. Tıkanma, yeni bir istikrar programını (1980) gündeme getirmiştir.
Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze dek kapitalist gelişimin tarımdaki yol alış biçimi ve bu sürecin siyasi uzanımlarını şu başlıklarda ele almak mümkün:
Cumhuriyet dönemi boyunca, burjuvazi egemenliğini yerleştirirken bir dönem değil her zaman kırlardaki müttefikleriyle birlikte hareket etmiştir. Tarım politikaları sadece ve sadece bu ittifakın kanıtları olarak bile ele alınabilir. Türkiye tarihi bir bakıma bu ittifakın tarihidir. Bu nedenle, Türkiye tarihinde burjuvazinin kırlarda feodalizmi ne zaman tasfiye ettiğini, ya da ittifakın başlangıç/bitim tarihlerini aramak boş bir çaba olacaktır.
Birlikte hareket tarzı tarım alanında kapitalist dönüşüm için bir tür altüst oluştan çok, giderek yayılmış süreç içinde tedrici bir gelişim/dönüşümü yaratmıştır. Sürece yayılma, dönüşümü ne sancılı kılmış ne de özel bir zorunluluktan kaynaklanmıştır. Tamamen, tarihsel gerçeklerin ışığında bilinçli tercihlerin ürünü olmuştur. Bu nedenle, sürecin uzunluğundan hareketle, bu gecikmişlik ve sürece yayılmışlık içinde egemen sınıf arası çelişkileri arayan ve bu çelişkilere özel payeler biçen siyasi sonuçlar çıkartmak siyasal naiflik olacaktır.
Tarım reformu mu, toprak reformu mu tartışması “sahte” bir tartışmadır. İki nedenle sahtedir. Birincisi; “akıllı” burjuva iktisatçılarının (Ricardo vs..) tarımdaki toprak mülkiyetini gerektiğinde anlamsızlaştırarak kapitalist mülkiyete dönüştürme arzularının altında yatan gerçektir. İkincisi ise; her iki reform çabaları her zaman için sınıf ittifakını güçlendirici bir içerikte hayat bulabilmiştir. Toprak reformu sadece sistemin tahkimine hizmet eden ideolojik bir argüman olarak işlev görmüştür. Konuyla ilgili yasa tasarısı hazırlamayan hükümet kalmamış ve her çıktığında ise uygulama süreci hem egemen sınıfın “konsolidasyon” güçlendirmiş hem de kapitalist gelişimi -üretimin artması anlamında- hızlandırmıştır. Bu nedenle, “köylüye toprak” ya da “toprak ağalığına son” gibi şiarlar iktidar değişikliği perspektifinden soyutlanarak kullanılabilecek şiarlar değildir.
Hem, ittifakın, sürecin en başından itibaren söz konusu olması hem de, popülist politikaların bu doğrultuda fonksiyonelliği, burjuvaziyi toplumsal süreçleri yönetme ve yönetimin idamesinde burjuvazinin süreçler üzerindeki denetimini güçlendirmiştir. Böylesi bir süreç, burjuvaziyi hem daha avantajlı bir konumda tutmuş hem de deneyimli bir egemen sınıf ortaya çıkarmıştır.
Türkiye’de, sözü edilen sınıfın farklı kesimleri arasındaki ortaklaşmaya karşı bir mücadele geleneği kırlarda hiçbir zaman oluşmamış, kırlardaki kimi toplumsal çalkantılar hep popülist politikaların belirlenimi altında söz konusu olabilmiştir. Kırlarda yaşanmış hiçbir toplumsal çatışma, kırların nesnel dinamiklerinin ürünü olmamış daha çok siyasi (gerici yada ulusal) başkaldırıların zemininde gerçekleşmiştir. Bu nedenle, köylü mücadele geleneğine sahip olunmayan bir ülkede, kırların yalıtık bir devrimci çıkış zemini olması mümkün değildir. Bu gerçeği atlayan devrimci demokrat eğilimler, ya da “bu yıl köylü yılı olacak” türü İP’ci beklentiler kof yaklaşımlar olmaktan öteye gidemez.
Tarım alanında popülizm, alanın kendi iç dinamiklerinin ürünü olmamış, egemen sınıfların politikaları ve uygulamaları ile boy vermiştir. Bu nedenle, popülizm, kırlarda, sisteme hizmet eden bir birikimden öte hiçbir içeriğe sahip olamamıştır. Sosyalist hareketin kendi ideolojisine dışsal öğelerden (milliyetçilik, popülizm vs..) beslenerek güçlenmesi en azından günümüzde ‘ mümkün değildir. Sosyalist hareket, kendi gündemini hiçbir kırılmaya uğratmadan bütünlüğü ile ortaya koymak durumundadır. Programın hayata geçirilmesi süreci içindeki siyasi faaliyet zemininde sosyalist ideolojinin toplumsal süreçlerin tümünü kesen bir bütünlüğü oluşturması can alıcı bir öneme sahiptir. Bu durum bir “şansızlık” ya da “sınırlılık” olarak algılanmamalı, siyasi çıkışların kalıcı ve sağlıklı niteliğe kavuşması için bir olanak olarak değerlendirilmelidir.
Tarımdaki kapitalist gelişim, bölgesel eşitsizlikleri cumhuriyet döneminin en başından itibaren barındırmıştır. Bundan sonra gelen her tür süreç bu eşitsiz birikim ve gelişim düzeyini beslemiştir. Yerel dinamiklerin eşitsiz birikimi, yerel dinamikleri öne çıkarmıştır. Yerel birikimlerin ürünü dinamiklerden beslenerek bütünlüğü yakalayabilen her hareketin önü açılacaktır. Bütünlük, eklektik değil, kesinlikle, merkezi perspektiflerin yerel dinamiklerden kan alması olarak kurulabilir. Ege, Çukurova ve Trakya bu anlamda öne çıkan bölgelerdir. Doğu ve güneydoğu Kürt devrimci mücadelesini içermektedir ve ayrı bir inceleme konusudur.
GÜNÜMÜZDE TARIM ve TÜRKİYE TARIMINDA YENİ DÖNÜŞÜMLER
80 sonrasından günümüze gelindiğinde ise, tarımdaki gelişim sürecinde bu birikim, farklı bir belirlenim altında; farklı bir biçimde global gelişmelerin belirlenimi altında yol almıştır denilebilir. Bir önceki bölümde, global gelişmelerin etkileme/belirleme oranı özel olarak ortaya konulmamıştı. Ancak, 70’li yıllara kadar, global belirlenim tarım alanında bir bütünlük taşımış, söz konusu belirlenim ise, azgelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelere biçilen misyonlar (gelişmiş ülkelerin gıda deposu olma, tarım kalkınmasındaki öncelik, hammadde gereksinimlerinin karşılanması vs.) doğrultusunda şekillenmiştir. 70’li yılların ortalarından itibaren, krizlere ülke ve dünya ekonomilerinin verdiği yanıtlardan tutun da, sistem çatışmasının yeni biçimlere dönüşmesi ve teknolojinin gelişimine kadar, global etkiler, Türkiye tarımında, Türkiye’nin bu gelişmelerde kendisini görmek istediği yerlere taşıma arzusu ile birlikte yeni biçimler altında gelişim göstermiştir. Bu nedenle, giderek uluslararasılaşan ekonomik süreçlerin de etkisiyle süreçteki gelişimlerin dış dinamiklerin etkisini giderek artıran bir işlev gördüğünü iddia etmek mümkün. Yazı bundan sonrasında böyle bir bakış altında yol alacak.
Türkiye’nin ekonomik ve siyasal devinimini belirleyen temel etkenleri, bir; yerel sermaye birikimi, kapitalizmin gelişmesi, dünya kapitalist sistemi ile ilişkiler, iki; dünyadaki yeni yer arayışları ve toplumsal dokunun sürekliliğini sağlama çabaları-yeni tercihler yönelimler olarak sıralanabilir. Türkiye’nin dünya kapitalist sistemi ile ilişkisinifı temel niteliği, “doğrudan” bir tabiyet ilişkisi olarak değil, kapitalist üretim tarzının uluslararası ilişkileriyle birlikte Türkiye’de egemenliğini kurması ve sürdürmesi olarak görülmelidir. Bu temel nitelik 80 sonrası tarımında çok daha belirginleşmiş olarak gözlenebiliyor.
Bütünleşme sürecinin dayattığı değişiklikler ülkenin iç gelişim dinamiklerinin nesnel durumu itibariyle ancak, işçi sınıfına yönelik yoğun bir baskıyla birlikte hayata geçirilebilirdi, nitekim 24 Ocak kararları bu programı, 12 Eylül ise bu baskıyı temsil eder. 60-80 arasına damgasını vuran popülist belirlenimli ithal ikameci model yerini ihracat öncelikli (emeğe açıkça saldıran) bir modele bırakmıştır. Bu gelişmelerin tarımdaki karşılığı ise “gerileme” olmuştur.
80’li yıllarda tarım alanında ilk saptanan gelişme genel tarım ürünleri üretiminde düşüşle birlikte kimi özel tarım ürünlerinin üretimindeki artıştır. Üretimi azalan yada duraksayan ürünler; tahıl, baklagiller, sebzeler olmuş sınai bitkiler (tütün, pamuk, şeker pancarı, çay, soya) ve sınai değeri giderek yükselen kimi meyve ve zeytin gibi bitkilerin üretimi ise artmıştır. Tarım kesimine ait önemli göstergelerinden biri de hayvan sayısındaki hızlı azalmadır. Toplam tarımsal üretim azalmış ancak, azalmanın daha ileri boyutlara ulaşmasını engelleyen kimi gelişmeler yaşanmıştır. “Toplam tarımsal üretimin daha ileri düzeyde azalmasını engelleyen iki gelişmeden söz edilebilir. Bunlardan biri, uygulama sırasında dışsatım olanaklarının genişlemesiyle, mercimek başta olmak üzere, bir kısım tarım ürünlerinin dışsatıma bağlı olarak üretim artışına konu olmalarıdır. Diğeri de, özellikle dış kredilerle destekleme sonucu soya fasulyesi üretiminde görülen olağanüstü sıçramadır. Gerçekte, bu gelişme tarımsal üretimin bundan sonraki yıllarda görülebilecek eğilimleri konusunda ipuçları taşımaktadır. Tarımsal üretim, önce, dışsatıma göreli olarak daha bağımlı olacak dış isteme göre yapılacaktır. Sonra da dış kredi olanaklarından giderek daha fazla etkilenecektir”15 .
Bu yıllara kadar kapitalist birikime, giderek azalan ölçüde, tarımdan sanayi kesimine artık aktarımı, 80’lerin ortalarından itibaren sanayileşme için ana kaynak olmaktan çıkmıştır. “Geçmiş on yıl boyunca olağanüstü bir gelişme gösteren rant, faiz ve ticari kar öğeleriyle şişmiş üretken olmayan kesimlerin sınai birikim için çok daha fazla verimli kaynaklar oluşturabileceği söylenmelidir”16 .
Dönem boyunca tarım kesiminde ciddi bir gerileme ve gelir kaybı gündeme gelmiştir. Bu gerilemenin ilk elden üç sonucu ortaya konulabilir: “Bir; tarım/sanayi ürünleri fiyat makasının tarım zararına açılması tarım kesiminde değişim yoluyla kaynak kaybı anlamına gelir. İki; tarım ürünlerini girdi olarak kullanan sınai işletmelerin kar oranları diğer koşullar veri alınırsa, göreli olarak artırılmıştır. Üç; Tarım kesiminin fiyatlama yoluyla kaynak kaybı, girdi sübvansiyonu krediler gibi başka yollarla karşılanamıyorsa bu durum uzun dönemde tarım kesimi yatırımlarının ve üretimlerinin azalmasına yol açabilir. Bu durum gerek iç piyasa gerekse dış ödemeler açılarından olumsuz sonuçlar doğurabilir” 17 .
Tam da burada, teknolojik gelişmelerin tarım alanındaki sözü edilen gelişime etkilerini ortaya koymak gerekiyor. 1960’lardan itibaren teknolojik gelişmelere bağlı olarak gündeme gelen “yeşil devrim” olgusu gelişmiş ülkelerle azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında tarım üretimi zeminindeki ilişkileri yeni bir çerçeveye taşımaya başlamıştır. Bioteknolojinin gelişimi ile birlikte, bu yıllara kadar, azgelişmiş ülkelerin üretimlerine bağımlı olan gelişmiş ülkeler giderek bu alandaki gereksinimlerini “kendi kendine yeterlilik” ölçülerine yükseltmeye başlamışlardır. “Kısmen nüfus artış hızındaki farklar dolayısıyla, sanayileşmiş Batı ülkeleri kendi kendine yeterlilik oranlarını artırmış, dünya tarım ürünleri ticaretindeki paylarını %69’a yükseltmişlerdir. Azgelişmiş ülkeler ise temel gıda maddelerinde bir bütün olarak 1960’lı yıllara oranla kendi kendine yeterlilik oranlarının giderek düştüğüne tanıktır” 18 .
Bir taraftan dünya ekonomik sistemi ile ilişkileri yeni düzeylerde tanımlama perspektifinin tarımı geriye itici yönü, gerekse teknolojik gelişmelerin geriden izlenmesinin maliyetleri tarım sektörünü sistem içinde daha “sorun çıkarıcı” bir noktaya itmektedir. Yürüttükleri popülist politikalarla bugüne dek kırları garanti oy deposu haline getirilen kırlar için bu politikaların devamı getirilmediği sürece oy deposu olma niteliği hızlı bir biçimde kaybolabilecek, daha doğrusu yeni aranışları gündeme getirebilecektir. Gerici ideolojilerce belirlenime açık alanlar dışında kimi kırsal alanlarda düzen dışına taşma eğilimleri başgösterebilecektir. GAP türünden projeler ile bu sektörde bir atılım umudunun sürekli gündemde tutulması bile bu sorunların üzerine örtemeyecektir. GAP projesini “GAP’ı Gaptırmam” dedirtecek potansiyelde bir boşluk doldurucu yada atılımı sağlayıcı olarak görmek mümkün değildir. Bunu bugün burjuva politikacıları dahi kabul etmektedir. Üstelik, bu konuda kimi adımların atılabilmesi Kürt devrimci mücadelesinin büyük ölçüde “kontrol altına alınması”na bağlıdır.
KIRDA YOKSULLAŞMA BÖLGESEL EŞİTSİZLİKLER ve TARIM İŞÇİLERİ
“Tarımda göreli fiyatların dramatik bir biçimde köylü aleyhine dönüşmesinin ardında yatan etkenler nelerdir Bunların başında, şüphesiz, devlet politikaları geliyor. Ücretler üzerindeki operasyonun aksine, tekstil lobisi gibi birkaç grubu dışlarsak, burjuvazinin tarımsal fiyatlar üzerinde açık-seçik bir talebi yoktu. Buna karşı, 1980’li yıllarda Türkiye’deki iktisat politikaları üzerindeki etkileri aşırı derecede artmış bulunan uluslararası finansın üst kuruluşları, özellikle Dünya bankası, tarıma dönük devlet politikalarının adım adım tasfiye edilerek bu sektörün giderek artan boyutlarda piyasa güçlerine teslim edilmesini talep etmekteydi. Bu telkinlere teslim olan siyasi iktidar, tarım destekleme politikalarının kapsamını ve hacmini belirgin bir biçimde daraltttı. 1976 yılında yani kriz yıllarının arifesinde tarımsal destekleme alımları için yapılan ödemelerin tarımsal katma değere oranı %20.4’ten 1980-87 yılları ortalaması olarak aynı oran %12’ye düşmüştür. Destekleme fiyatlarının da aynı dönemde reel olarak aşındığını saptıyoruz. Ekonometrik çalışmalar destekleme fiyatlarının tarımsal fiyatların belirlenmesinde önemli roller oynadığını ortaya koymuştur. Gerileyen destekleme alımları ve destekleme fiyatları, yani tarıma dönük devlet politikaları, köylününün karşılaştığı fiyat şokunun ana belirleyicileri arasında yer alıyor” 19 .
Boratav, bir başka neden olarak ise, halk dilinde “kemer sıkma” olarak bilinen talep-kısıcı iktisat politikalarının uygulandığı dönemlerde, iktisadi daralmanın yükünü büyük ölçüde çiftçinin sırtına yıkacak bir mekanizmanın varlığını ortaya koyuyor. “Döviz kuru ve KİT fiyatlarının hareketlerinin katkısıyla girdilerden kaynaklanan maliyet artışlarını, maliyet+kar fiyatlaması sayesinde nihai fiyatlara yansıtan sanayi sektörü esnek fiyatlamaya “mahkum” kalan (dolayısıyla maliyet artışlarını sineye çeken) tarıma karşı avantajlı durumda olacaktır”20 .
Köylü, bu türden bir gerilemeye karşı bir takım tepkiler geliştirmek durumunda kalmaktadır. Bu tepkileri sıralarsak, önce, tüketimini kısar ve üretimini artıracak yatırımları sıfırlar. Bunun uzanımı refah düzeyinin gerilemesi olacaktır. Köylü, bir taraftan daha fazla çalışarak üretimi artırmayı hedefler ama bundan da bir sonuç alması mümkün olmayacaktır. Bu durumda mali kaynaklarını tarım dışı alanlara (minibüs alımı, dükkan açma, kasabada gayrimenkul alımı) kaydırır. Toprağını satmaz ama onu bir yan gelir olarak görmeye başlar. Mali kaynağı sadece toprağından ibaret olan yoksul köylülük için ise, toprağını yok pahasına elden çıkarıp bu diyardan göçmekten başka çare olmaz. Ya buralarda geçici ve kalıcı işçi olarak çalışmaya başlar ya da kente göçer.
Bu gerileme 1990’lı yıllarda da devam etmiştir. Bunun doğal sonucu ise tarımın uzun dönemli gelişme potansiyelinde ciddi aşınmaların ortaya çıkması olmuştur/olmaktadır. Son olarak “5 Nisan” sömürü paketi de bu çerçevedeki gerilemeyi ivmelendirmiştir. Bu paket ile destekleme alımlarının ötesindeki diğer destekleme politikaları da tasfiye edilmeye çalışılmaktadır. Bu çerçevede, Toprak Mahsûlleri Ofisi, Tarım Kredi Kooperatifleri, Zirai Donatım Kurumu gibi çiftçiyi destekleyen kurumlar devletin sırtındaki yükler olarak görülerek kaldırılmaya çalışılıyor. Ancak, şu anda iktidarın büyük ortağının oylarının büyük kısmını kırsal kesimden alması nedeniyle, bu uygulamaların hayata geçirilmesi oldukça zor görünüyor. Bu partinin kırsal kesimden çıkardığı milletvekillerinin bu uygulamalara karşı direnci açık bir tavır olarak ortaya konulmaktadır. Hükümetin, her tür olasılığı gözeterek -erken seçim de dahil- hareket etme zorunluluğu bu uygulamaları geriye çektireceği gibi hatta, çiftçiye değişik biçimlerde yine destek çıkmanın yollarını aramaktadır. Bu kaygıyla, kaldırılması düşünülen tarım kredileri kaldırılmadığı gibi, eski borçların da silinmesi gündeme getirilmiş hatta, çiftçiye ucuz mazot sağlama çerçevesinde bu kamu kuruluşu özel satışlara başlamıştır. Ancak, bu tür müdahaleler ile tarımdaki gerilemenin kırsal kesimdeki tahribatını sınırlandırabilmek pek mümkün gözükmemektedir. Kırdan kente göç son süreçte daha da hızlanmıştır.
Yukarıda çizilmeye çalışılan çerçevenin ülkenin bütününde bir genellikte ortaya çıktığı söylenemez. Eşitsiz gelişimin biriktirdiklerinin yol açtığı bölgesel eşitsizlikler süreci farklı bölgelerde farklı biçimlerde yaşatmaktadır. Tarımda coğrafi öğelerin önemli bir yere sahip olması nedeniyle, coğrafi bölgeler bazında farklı gelişim/birikim dinamikleri belirginleşmektedir.
Doğu ve Güneydoğu, Kürdistan’daki mücadelenin belirlenimi altında bir nesnelliğe sahiptir. Bu bölgedeki tarımsal faaliyetler, hububat üretimi ve hayvancılıktır. Bu bölgede savaşın, ormanların yakılması, hayvanların katledilmesi, tarlaların yakılması boyutlarına sahip olması nedeniyle bu bölgedeki tarımsal süreçlerin bu savaşın sonucuna bağlı olacağı çok açıktır. Burjuvazinin hesabı, Kürt devrimci güçlerini askeri olarak gerilettikten sonra bu bölgede GAP projesi bağlamında bir üretim atılımı gerçekleştirmektir. Bu hesabın ne hesaplanan askeri üstünlük ile, ne de GAP projesi ile tutması mümkün olmayacaktır. GAP başlı başına politik bir malzeme olmuştur. Bu proje, hayata geçmesi birçok durumda mümkün gözükmeyen, hayata geçtiği durumlarda ise, tarımdaki gelirleri yeni ve daha keskin bölüşüm ilişkilerine tabi kılacağı kesin olan bir politik malzemedir. Bu bölgede her türden gelişme, savaşın evrileceği biçimlerden bağımsız olamayacağı için bu bölge bazında, sosyalist hareketin bu süreçle iletişimi devrimci nesnellik ile ilişkisi bağlamında değer taşımaktadır ve bu ilişkileri özel bir çalışma konusuna havale etmek gerekiyor.
Çukurova, sınai değer taşıyan pamuk ve pirinç üretimi ile geçilen süreçte farklı bir birikime sahiptir. Bu bölgede, Kürt hareketinin etkileri göçler nedeniyle daha da önem kazanmaktadır. Mersin ve Adana’da artık “Beyrut” misali Kürt ve Türklere ait farklı yerleşim yerleri oluşmaya başlamıştır. Gerek kentlerde ucuz işgücü olarak çalışan, gerekse geçici ve sürekli tarım işçisi olarak çalışanların büyük bir kısmı Kürtlerdir. Bu durum özel bir toplumsal sıkışıklık yaratsa da, tarım işçileri ve kentlerdeki işçi sınıfı/kent yoksulları üzerinden sosyalist hareketin sınıf mücadelesini bu bölgede örgütlü bir zemine taşıması olanaklıdır. Buradaki tek handikap, geçici ve sürekli tarım işçilerinin örgütlenmeye karşı kökenlerinden gelen direncidir. Bu direnci bir sonraki bölümde inceleyeceğiz.
Ege köylüsü, topraklarının verimliliği ve ürünlerinin giderek daha çok sınai değer taşıması itibariyle cumhuriyetin başından itibaren zengin köylülüğü temsil etmektedir. Bu anlamda, Ege köylüsünü burjuvazinin safında görmekten başka bir bakış açısı söz konusu olamaz. Ancak, bu bölgeye özgü bir gelişimi özellikle atlamamak gerekiyor. Bu bölgede Trakya benzeri bir gelişim süreci ivmelenmiştir. O da, sınai değer taşıyan ürünlerin üretildikleri yerlere yakın tarım işletmeleri gittikçe artmaktadır. Bu işletmelerde çalışan tarım işçileri ise tam bir proleter statüde çalıştırılmaktadır. Bu statüyü kazandıran, sürecin zamansal uzunluğu, yani eskiden beri bu çalışma biçiminin yerleşikliğidir. Bu kesimlerle sosyalist hareketin her koşulda siyasi iletişim kurması olasıdır. Tarım işçilerinin bu bölgede kimi zamanlardaki siyasal “çıkışları önemsenmelidir. Üstelik, Marmara dışında örgütlenme zeminine en uygun yapıya ve nesnelliğe sahip bir bölgedir Ege.
İç Anadolu’nun ise sosyalist hareketin en uzak kalacağı bölge olarak değerlendirilmesi hata olmayacaktır. Bu bölge, özellikle tahıl üretiminin, bira imalatı dışında -ki bira imalati için arpa kullanılır- üretilen ürünler sınai değer taşımadığı için, tarımdaki gerilemeden en çok etkilenen bölgelerden birisidir. Ancak, bu gerilemenin sosyalist hareket için özel olanaklar sunabileceğini düşünmek naiflik olacaktır. Çünkü, bu bölge, coğrafyasından kaynaklanan nedenlerle de gerici ideolojilerin belirlenimi altındadır. Toplumsal gelişmeye en zor ve en geç uyum sağlayan bölge olarak, buradaki tarımın gerilemesi refah düzeyinin düşmesi ile birlikte bir toplumsal hoşnutsuzluk yaratacaksa, bu hoşnutsuzluğun akışı büyük oranda gerici güçlere doğru olabilecektir.
İşçi sınıfının mücadelesi ile en yakın bir noktadan iletişim kurabilecek kırsal kesim Trakya/Marmara bölgesidir. Bu bölgelerde, sınai işletmelerin kentlerdeki arsa yokluğu nedeniyle giderek organize sanayi bölgeleri olarak tarım kesimine yakınlaşması söz konusudur. Bu bölgeki tarımsal üretimlerin hemen yanıbaşlarmdaki tarımsal işletmelerin varlığını da düşünürsek, işçi sınıfı ile tarım işçileri arasında mesafenin kapandığını ileri sürebiliriz. Bu durum, örgütlü bir zeminde ortak hareket etme koşullarını yaratırken, yerleşim yerlerinde de yanyana yaşamak ek olanaklar sunmaktadır. Çalışma koşullarının benzerliği ve yakın temas sosyalist hareketin bu bölgede tarım işçileri ve sanayi işçilerini mücadele zeminine çekmesi özel önem kazanmıştır. Bu nedenle, bu bölgede sektör ve mahalle bazında sosyalist hareket daha fazla olanağa sahiptir.
Karadeniz bölgesi ise bütün olarak tütün ve fındık üretimi ile sınırlandırılmış bir tarımsal üretim nesnelliğine sahip. Karadeniz, ülkenin bütünündeki güç dengelerinden oldukça hızlı etkilenen ve öne çıkan gücün belirlenimi altına çabucak giren bir konuma sahip olduğu için bu bölge özelinde, sosyalist hareketin temas noktalan ancak, özel ve kamu işletmelerinde çalışan tarım işçileri üzerinden kurulabilir.
Yukarıda sıralanan saptamalar üzerinden, sosyalist hareket ilk elden, Çukurova ve Trakya’da daha etkin siyaset yapmayı önemsemelidir. Üstelik bu bölgelerde bu çerçevede atılacak kimi adımların kalıcı kazanımlara dönüştürülmesi yaşanan nesnellikte daha olası görünmektedir.
Tarım işçilerini, kapitalist gelişimin ulaştığı aşama içindeki dinamikler ve kırda giderek artan yoksullaşma sürecinin ürünü olarak görmek/tanımlamak gerekiyor. Geçici ve sürekli tarım işçiliği bölgesel gereksinimlerce değişik biçimlerde ortaya çıkmıştır, ancak giderek bir kesimi ifade eden biçime kavuşmaktadır. Giderek bir sürecin olgusu olarak karşımıza çıkmaktadır. Yine de, özel bir dönüşüm geçirmedikleri sürece toprağa özlem ile geçimlik çalışma zorunluluğu arasında salman bir konumları olacaktır.
Tarım işçilerinin yaşamlarındaki bu salınan konum, onları işçi ya da küçük köylü statüsünde değerlendirilemeyen ara bir kesimi ifade etmektedir. “Geçici tarım işçiliği aslında köylülükten işçiliğe geçişin birinci aşamasını oluşturmaktadır.” Ancak, çalışma koşulları ve üretim içindeki yerleri işçi olarak sayılmalarını gerektirirken, köylülüğe yönelik eğilim ve özlemleri ise küçük köylülüğe yakınlığı ifade etmektedir.
Tarım işçileri örgütsel davranış geliştirmede önemli zaaflara sahiptir. Bu durumun birkaç nedeni önemlidir. Geçici tarım işçileri için işveren ile ilişkilerinin doğrudan olmaması bu tepkiyi ancak çok sınırlı bir çerçevede gündeme getirebilmektedirler. Geçici tarım işçilerini işverene götüren “elçi” olarak bilinen aracılardır. Bu aracılar, işverenin gereksinmesi doğrultusunda bu işçileri temin etmekte ve karşılığında işverenden payını almaktadır. İşverenle ilişkiler ise her boyutunda bu “elçi”ler aracılığı ile sağlanmaktadır. Sadece çalışma koşulları yada ücretlerin verilmemesi durumlarında beraber tepki verme ancak birkaç örnekte olabilmiştir. Bu konumu tepkisel bir konuma dönüştürmenin önündeki bir diğer engel ise geçici tarım işçi adaylarının fazlalığıdır. Bu da tepkiyi oldukça sınırlamaktadır. İşveren herhangi bir tepkisellik durumunda yeni işçileri bulmakta çok zorlanmamaktadır. Geçici tarım işçileri için bir başka önemli handikap ise, toprağa olan özlemleridir. Bu işi sadece topraksız olduğu için yaptığını düşünerek toprak özlemi içinde yaşamaktadırlar.
Sürekli tarım işçileri için yine benzer özlemler söz konusudur. Ancak, göreli bir bağımsızlık durumu farklı bir konumu beraberinde getirmektedir. Sürekli tarım işçileri büyük oranda devlet kuruluşlarında çalışmaktadırlar. Günümüzde ancak, belirli bölgelerde özel tarım işletmelerinde çalışan sürekli tarım işçilerinden söz etmek mümkündür. Sürekli tarım işçilerinde, köye ve toprağa olan özlemi daha alt düzeylerde gündeme gelmesine karşın, sınıfsal konumuna yönelik hareket tarzı gelişmesi oldukça sınırlı olmaktadır.
Her iki kesim için sendikalaşma süreci oldukça geri bir düzeydedir. Kimi tarım sendikalarının bu kesimler içinde örgütlenme uğraşları olmasına karşın önemli sonuçlar alındığı ileri sürülemez. Sürekli tarım işçilerinin bir bölümünün memur statüsünde tanımlanmaları bir handikap oluştururken, her iki kesimin de örgütlü hareket etme eğiliminin sınırlılığı en önemli sıkıntıyı oluşturmaktadır.
SİYASETTE EKLEKTİZM DEĞÎL KIR-KENT BÜTÜNLÜĞÜ
70’li yılların sonlarında başlayan tarımda popülist politikaların terkedilmesi ve tarımın gerilemesi, kırlarda “yeniden sınıflaşma” olgusunu belirginleşmiştir. Belirginleşen; mutlak yoksullaşmaya gidiştir, yoksul köylülüğün ışçileşmeye itilmesidir. Tarım sektöründeki gelişmeler, bu sektörü, sistem içinde daha çok “sorun çıkarıcı” bir noktaya itmektedir. Bugün için tarım sektöründeki gerilemenin maliyeti olarak ortaya çıkabilecek toplumsal hoşnutsuzlukların sistem tarafından ideolojik bir zeminde eritilmesi ve kontrol altında tutulması mümkündür. Ancak, bunun hem bir sınırı olacaktır, hem de gelişen süreç siyasi faaliyette kır ve kenti daha çok ortak gündemlerde buluşmaya doğru sürüklemektedir. 5 Nisan sömürü paketi ile bu süreç kendisini daha da fazla hissettirmelidir. Bir kez daha altını çizmek gerekiyor bu buluşmanın önünde bu kesimlerin sınıfsal kökeni, örgütlenmeye direnci ve politik düzeyi başlıbaşına engellerdir. Ancak, bu buluşma, kesinlikle “elele tutuşma” biçiminde olmayacaktır. Buluşma kendiliğinden bir hareketle, tepkiselliğini ortaya koyarak kimi eylemlilikler geliştirebilecek yoksul köylülük ve tarım işçileri ile işçi sınıfının ve sosyalist hareketin örgütlü bir zeminde birlikte hareketini ifade edecektir. Sosyalistlerin sorunu bu buluşma kanalını tanımlamak, bu kanalı kalıcı mücadele aracı haline getirmek ve sistemi bu noktadan da zorlamaktır.
Burjuvazi, kriz koşullarında olası toplumsal hoşnutsuzlukları masedebilmek için hoşnutsuzluk bölgelerini ve alanlarını birbirinden yalıtma perspektifi gütmektedir. Direncimiz ve mücadelemiz bu tür bir yalıtmaya karşı olmalıdır. Kır-kent yalıtımını belirli noktalarından sosyalist hareketi besleyecek kimi iletişim kanalları ile kırmak, ortak gündemlerin yakalanabilmesi nesnelliğinde bugün için en az diğer yalıtımlara direnç kadar önem kazanmıştır.
Yoksul köylülük ve tarım işçilerinin örgütlü bir zemine çekilmesi kolay olmayacaktır. Yoksul köylülük bu anlamda belki de ancak, tarım işçi hareketinin ardından gelebilecek bir kesimdir. Bu kesimler içinde gelişmesi olası tepkisellikler ise, yine ancak kendiliğinden çıkışların ürünü olabilecektir. Bu çıkışlarda sendikalaşma önemli bir araç olarak ortaya çıkabilir.
Gelişen süreç ile birlikte kurlardaki hoşnutsuzluk, bölgesel bir farklılığa sahip olacaktır. Eşitsiz gelişimin farklı bölgelerde farklı birikimleri oluşturması, yine aynı farklılık düzleminde farklı siyasi duyarlılıklar yaratacaktır. Sosyalist hareket tarım sorununa bu farklılıkları öne çıkaran perspektiflerle yaklaşmalıdır.
Sosyalistler, kriz koşullarının evrilebileceği olasılıklardan bağımsız olarak siyasi konumunu tanımlamak zorundadır. Böylesi bir tanımlama, yaşanan nesnellikten bağımsız bir sürekliliği ifade etmek durumundadır. Ancak, bu sürekliliğin kimi konjonktürel olanaklardan beslenmesi ile kazanımlar kalıcılaştırılabilir. Sistemi “terleten” noktalarda derinleşme ve nesnelliğin sosyalistlere sunduğu olanakların “değerlendirilmesi ” bağlamında beslenme kanalları atlanmamalıdır.
* Cumhuriyet döneminde hazırlanan toprak reformu tasarıları:
- 1935 yılında İçişleri bakanlığı tarafından hazırlanan İskan-Toprak kanunu tasarısı
- Aynı yıl Tarım bakanlığına incelenmek üzere sunulan bu tasarı üzerinde çalışılarak hazırlanan Zirai İslahat Kanunu
- 1945 yılında kabul edilen 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu
- 1961 tarihli Osman Tosun tasarısı, 12 bölüm, 86 madde
- 1962 tarihli Cavit Oral tasarısı, 12 bölüm, 89 madde
- 1962 tarihli Mehmet İzmen tasarısı, 13 bölüm, 108 madde
- 1965 tarihli Turan Şahin tasarısı, 7 bölüm, 115 madde
- 1965 tarihli Turhan Kapanlı tasarısı, 17 bölüm, 110 madde
- 1969 tarihli Bahri Dağdaş tasarısı, 19 bölüm, 189 madde
- 1979 tarihli İlhami Ertem tasarısı, 14 bölüm, 97 madde
- 1971 tarihli Dr.Atilla Karaosmanoğlu tasarısı, 1 bölüm, 25 madde
- 1972 tarihli İlhan Öztırak tasarısı, 2 bölüm, 25 madde
- 1972 tarihli İlhan Öztırak tasarısı, 17 bölüm 241 madde
( Planlama, Kalkınma ve Türkiye, Yalçın Küçük, syf:257)
Dipnotlar ve Kaynak
- Planlama, Kalkınma ve Türkiye, Y.KÜÇÜK, Bilim yayınları, syf: 240, 1975 İstanbul
- İttihatçılıktan Kemalizme F. ÂHMAD, Kaynak yayınları, syf: 106, 1985 İstanbul
- Planlama, Kalkınma ve Türkiye, Y.Küçük, Bilim yayınları, syf: 241, 1975 İstanbul
- Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, S.YERASÎMOS, Belge yayınları, 3.kitap, syf: 135, 1989 İstanbul
- age, syf:136
- age, syf:137
- Roman Gibi, S.Sertel, syf: 76, 1969 İstanbul
- Türkiye Üzerine Tezler I.cilt, Y.Küçük, Tekin yayınevi, syf:93, 1985 Ankara
- age, syf:100
- Gelişimi, üretimi ve yapısıyla Türkiye Ekonomisi, Prof.Dr.Yakup Kepenek, Teori yayınları, 1990 Ankara
- Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, S.Yerasimos, 3.kitap, Belge yayınları syf: 274, 1989 İstanbul
- age, syf:270
- Türkiye’de Tarımsal Yapılar 1923-2000, Yurt yayınları, syf: 245, 1988 Ankara
- age, syf:233
- Türkiye Ekonomisi, Yakup Kepenek, Savaş yayınları, syf:501, 1984 Ankara
- Türkiye’de Tarımsal Yapılar 1923-2000, Yurt yayınları, syf: 247, 1988 Ankara
- 12 Eylül’ün Ekonomi Politiği ve Sosyal Demokrasi, Yakup Kepenek V yayınları, syf:93, 1987 Ankara
- Türkiye’de Tarımsal Yapılar 1923-2000, Yurt yayınları, syf:260, 1988 Ankara
- Türkiye’de Tarım İşçilerinin Toplumsal Bütünleşmesi, Murat Seker, Değişim yayınları, syf:50, İstanbul 1986
- age, syf:5l