Türkiye insanı, son aylarda kriz sözüyle yatıp kriz sözüyle kalkıyor. Sözcükler çok tekrarlandıklarında anlamlarını yitirirler. Buna bir de, krizi burjuva iktisadının kavramlarıyla tartışmayı ekleyin, ortaya anlamsızlaşmış ve yanlış bir tahliller yığını çıkma tehlikesi artıyor.
Aslında kriz dönemleri, bir bulanıklıktan çok, netleşme ve ayrışmalarla tanımlanması gereken dönemlerdir. Sınıfsal misyonunu iktidar perspektifiyle bütünleyebilen sosyalistler açısından kriz en çok bu yönüyle anlam taşır. Netleşme sadece sınıfsal çelişkilerin üzerleri örtülemeyecek biçimde su yüzüne çıkmasıyla değil siyasal öznenin politikalarının devrimcileşmesi (ya da bazıları için revizyonist bir nitelik kazanması) olarak da kendisini gösterir. Bu son noktaya tekrar döneceğim.
Devrimci özne, kriz anında kısa dönemde iki temel görev üstlenir: Somut durumun somut tahlilini gerçekleştirmek ve bu tahlil üzerinden devrimci politikaları sınıfa taşımak… Bunun başka bir tarifi de krizi göğüslemektir. İnsanların her gün krizle yatıp krizle kalktıkları ve kafalarının karıştığı (başka bir deyişle burjuvazinin ideolojik aygıtlarıyla karıştırıldığı) bir süreçte, bu iki görevin yerine getirilmesi herşeyden önce, “anlamsızlaşmış ve yanlış tahliller yığının” ayıklanmasına, başka bir deyişle doğru kavramlarla yeniden kurgulanmasına bağlıdır.
Türkiye solunun çeşitli bölmelerinin 5 Nisan sömürü paketi ve onu önceleyen krize ilişkin yorumlarında, ne yazık ki böyle bir çabaya rastlamak mümkün değil. Bu durum büyük ölçüde solun bu bölmelerinin kısa veya orta vadede bir devrimci kriz beklentisi taşımamasından, ya da taşısa bile böyle bir krizin getireceği siyasal-örgütsel riskleri almak istememesinden kaynaklanıyor. Bu açıdan bakıldığında, reformizmin bir tanımı da, “ekonomist bir bakış ve güncel (gözle görünen) sorunlara gündelik çözümler üretmek” olarak yapılabilir.
Reformist tahlil, herşeyden önce kullanılan tahlil araçlarında kendisini gösteriyor. Burjuva iktisadının analiz yöntemi ve kavramları, sözde sınıfsal bir tahlil adına rahatça ödünç alınıyor.
Elinizdeki yazı, bu tür değerlendirmelere sıkça raslandığı bir dönemde, krize marksist kavramlarla yaklaşarak, yukarıda belirtilen iki görevin önünü açmak amacıyla kaleme alındı.
Reformist tahlilin çok kullandığı bir kavramla başlanabilir: Faiz oranları. Bugün, bütün burjuva siyasetçileri, iktisatçıları ve basını ile birçok sol yayının kriz tahlillerinde ortaklaştıkları bir nokta var. İktisadi bunalımın asıl nedeni mali bunalıma indirgeniyor. Burjuvazi cephesinde bu, daha çok ideolojik ve pratik amaçlarla, “devletin mali bunalımı” olarak ifade edilirken, sözkonusu sol analizlerde “finans kesimindeki tıkanıklık” üzerine vurgu yapılıyor. Ama her ikisinin de ortak yanı, faiz oranlarını eksen almaları…
Kapitalist bir ekonomide, para piyasalarındaki değişmeler tümüyle üretim koşullarına bağlıdır. Üretim ve dolaşım alanındaki tıkanmaların, para piyasalarında ya da finans kesimindeki sonucu faizlerin yükselmesidir. Başka bir deyişle, faizlerin yükselmesi krizin bir nedeni değil, aksine bir sonucu, eski deyimle tezahürüdür. Dolaşım alanındaki tıkanmalar derken, sermayenin dolaşım hızının da bu alana katıldığı unutulmamalı.
Bu noktayı biraz açmakta yarar var. Kapitalist ekonominin genel kar oranı, sermaye sınıfının el koyduğu toplumsal artı-değerin -belirli bir kar oranını sağlayacak biçimde-yeniden yatırılmasına yetecek kadar yüksek değilse, sermaye birikimi durur. Yani, elde edilen artı-değer -mevcut sömürü oranı yüksek olsa bile- genişleyen ölçekte yeniden sermayeye dönüştürülemez. Burada P-M-P ilişkisinde üretim sürecinden kaynaklanan bir tıkanıklık sözkonusudur ve bunun doğal sonucu, başta kredi mekanizmaları olmak üzere finans kesiminde faizlerin yükselmesi olarak görülür. Üretken yatırım yapamaz hale gelen, sermayenin dolaşım hızı düşen kapitalist ekonomi, sürekli iç ve dış açık vermeye başlar. Açık oranı büyüdükçe finans kesimindeki sıkışma arttığından faizlerdeki yükselme kronikleşir. Öte yandan üretken olmayan yatırımlar üretken olanlardan daha karlı hale geldiğinden sermayenin spekülasyona kayması hızlanır. Sermayenin spekülatif nitelik kazanması, sermaye birikiminin genişleyen ölçekte yeniden canlandırılmasını olanaksızlaştırır. Kar oranını yükseltecek mekanizmalar devre dışı kalır ve para piyasalarının üretim alanıyla ilişkisinin tümüyle kopması sonucu süreç bir kısır döngü olarak işler.
Türkiye kapitalizminin bugün içinde bulunduğu kriz de yukarıda ifade edilen biçimde gelişti. Öncelikle şunları kabul etmek gerekiyor:
1)Sonuçları 1994 yılının başında gözlenen kriz, kapitalist ekonomilerde olağan karşılanan bir dalgalanma ya da iş-çevrimi değilyapısal ve kalıcı bir krizdir.
2)Burjuvazinin, krizi görünürdeki biçimi olan mali alanda çözmeye yönelik her girişimi krizin derinleşmesine neden olacaktır.
3)Sol açısından bakıldığında ise, krizin görünürdeki sonuçlarıyla tahlili, onu bir devrimci krize dönüştürme çabasından muaf kılacaktır. Gündelik gelişmeler, saptamaları ve bunlara dayanan politikaları etkileyerek düzeniçileştirecektir.
İlerlemek için, Türkiye burjuvazisinin 1980 ekonomik modeli ile neleri murad ettiğine ve bugün nasıl bir tabloyla karşılaştığına bakmak gerekiyor.
1980 atağı ile Türkiye kapitalizmi temel olarak, reel ücretleri gerileterek kendisine ucuz emekgücü avantajı sağlamayı hedefledi. Ucuz emekgücü iki nedenden ötürü hedeflenmişti: Birincisi, iç pazarı terk ederek dış pazara açılmayı ve böylece kendi döviz kaynağını yaratmayı amaçlayan üretken sermayeye rekabet gücü yaratmaktı. Türkiye gibi teknolojik avantajı bulunmayan bir kapitalist ülkenin dış pazarlarda ucuz emekgücünden başka şansı olamazdı. İkincisi, 80 öncesi oldukça yüksek düzeylerde seyreden kar oranlarının, yeni birikim modelinde düşmesini engellemek ve reel büyümenin gerekli yapısal dönüşümü karşılayacak hızda olmasını garanti altına almaktı 1 . Ancak 1980 modeli burjuvazinin bütün beklentilerini karşılayamadı. Kimi yapısal, kimi kapitalist miyopiye dayalı nedenlerle:
“[1980-89 dönemimde] reel ücretlerin ve TL’nin değerinin ciddi bir şekilde düşürülmesi ile bir ihracat hamlesi gerçekleştirilebilmiş ve ihraç edilen ürünler yelpazesinde sanayi ürünlerinin ağırlık kazanması sağlanmıştır. Ancak sabit sermaye yatırımlarının neredeyse durma noktasına geldiği bu dönem, zaten mevcut olan ekonomik kapasitenin kullanıldığı ve giderek ‘tüketildiği’ bir dönem olmuştur. İhracattaki büyüme, emek üretkenliğindeki teknik ilerlemelerle bütünleştiril(e)memiş, çeşitli sektörlerdeki göreli avantajlar da geçen süre içinde giderek yitirilmiştir. “2 1970’li yılların sonunda patlak veren bunalımın temel nedeni olan “kendi dövizini yaratma” sorununu çözmek adına yola çıkan dış pazara açık birikim modeli, “cumhuriyet tarihindeki dış kaynak toplamından daha fazla bir dış kaynak miktarını tüketmesine, ücret yapısını tümüyle kendi lehine çevirmesine karşın, birikim hızı ve teknolojik yenilenme gibi hayati konularda 1980’li yılları boşa harcamıştır.”3
Bugün bakıldığında, 1980 ile 1994 arasında, Türkiye kapitalizmi açısından sanki olumlu hiçbir genişleme yaşanmamıştır. Kaynak sorunu eskisinden daha vahim bir hale gelmiş, iç ve dış borçlar 1980’e göre birkaç kez katlanmıştır; kar oranları 1970’li yılların gerisinde kalmıştır; çeşitli sektörlerdeki ihracat avantajlarının yitirilmesi sonucu (ki bu artarak sürecektir) pazar sorunu daha da yakıcılaşmıştır.
Son 15 yılda Türkiye burjuvazisinin en önemli başarısı ise sömürü oranının (artı-değerin değişen sermayeye oranı) yükseltilmesi olmuştur. Ancak bu başarının yol açtığı bazı sonuçlara değinmek gerekiyor.
1980 ile birlikte, sömürü oranının yükseltilmesi teknolojik yenilenme, başka bir deyişle nisbi artı-değer elde etme yoluyla değil, tümüyle emekgücünün daha ucuza ve daha çok çalıştırılması yoluyla yani mutlak olarak sağlanmıştır.
Birincisi, bu yolla sömürü oranının yükseltilmesinin fiziksel ve toplumsal sınırları vardır. 1989 yılında işçi sınıfı, reel ücret kazanımları sağlayarak bu sınırlardan bir ölçüde uzaklaşmıştır. Ancak, burjuvazi, 5 Nisan istikrar paketiyle işçi sınıfının karşısına bir kez daha mutlak artı-değer artırmak amacıyla daha ucuza, daha çok çalışacak emekgücü talebiyle çıkmaktadır. Ve bugün fiziksel ve toplumsal sınırlar çoktan aşılmış durumdadır.
İkincisi, birikmiş artı-değerin yeniden yatırılamadığı bir ortamda sömürü oranını bu yolla artırmaya çalışmak, ücret mücadelesiyle kar oranı arasındaki ters orantılı ilişkiyi daha sert bir hale getirir. Kuşkusuz, burjuvazi bu noktada sendika yönetimlerinin “sağ”duyusuna ve sayısı her geçen gün artan “yedek sanayi ordusu”na güvenmektedir. Ne de olsa, “gerçek ücretler üzerine yapılan sınıf mücadelesi, sermaye birikimi tarafından belirlenmiş bazı nesnel sınırlar içinde işler.”4
Buraya kadar söylenenleri özetlemek gerekirse, Türkiye burjuvazisinin yüksek sömürü oranı ile elde ettiği toplumsal artık, sermaye birikiminin çarkını döndürmeye yetme-memekte, burjuvazi bu nedenle devlete yüklenmekte, devletin aktardığı kaynak ise açıklara neden olarak yazının başında değinilen kısır döngüye yol açmaktadır.
Burjuva kriz söyleminin ve sol reformist tahlillerin ortaklaştığı bir diğer nokta, bankalarla ilgili olarak ortaya çıkıyor. Her ikisi de krizin görünürdeki yüzü olan bankalar üzerinde odaklaşıyorlar. Daha önce Gelenek’te iki yazıda vurguladığım bir noktayı tekrar pahasına burada bir kez daha yinelemek istiyorum. Türkiye’de sanayi sermayesinin üzerinde hegemonya kurmuş bağımsız bir mali sermayenin varlığından sözetmek mümkün değildir. Büyük bankaların hemen hemen tümü, ağırlıklı olarak büyük sanayi burjuvazisinin mülkiyetindedir. Koç’un bankası vardır, Sabancı’nın bankası vardır, Çukurova Holding’in bankası vardır, vs…
Bu durumda, kriz öncesinde bankaların aşırı kar elde etmek uğruna sanayi sermayesini faiz kıskacına aldığı ve bu nedenle yatırımların durduğu savlarına kuşkuyla bakmak gerekiyor. Mali krizin başlangıcı ve sonrasında da bankaların durumuna ilişkin değerlendirmelerde rastlanan “finans kapitalin hegemonyası” türü tezler benzer bir yanlışlıktan hareket ediyor. Olan nedir? Bankalar yurtdışından aldıkları dövizleri TL’ye çevirerek yüksek faizle Merkez Bankası’na satmışlardır. Mali kriz sırasında birçok bankanın batması gerekirken sadece bazı küçük bankaların batmasına göz yumulmuş, diğerleri kurtarılmıştır. Batmasına göz yumulanlar “cin olmadan adam çarpmaya” çalışan ve geleceğin mali sermayesine oynayan bazı “sermaye sahipleri”nin bankalarıdır. Kurtarılanlar ise, büyük sanayi burjuvazisinin kontrolündeki bankalardır. Bu durumun bir tesadüf olmadığı çok açık.
Bankalar sözkonusu olduğunda, değinilmesi gereken bir diğer konu, Türkiye’de sanayi sermayesinin spekülatif sermayeye dönüşmesidir. Türkiye’de sermayenin birikim sürecinde artı-değer elde etmek yerine, spekülasyona yönelmesi daha karlı hale gelmiştir. Özellikle banka sahibi büyük sanayi sermayesi, bankaların yurtdışından devlet güvencesiyle borçlandığı dövizleri bozdurarak devlete yüksek faizle TL satmasından sağlanan rantla durduğu yerde palazlanmaktadır. Ancak üretim sürecinin kilitlendiği bir kapitalist ekonomide spekülasyonun da bir sınırı vardır. Birincisi spekülatif yabancı sermaye ülkeyi girdiğinden daha hızlı bir biçimde her an terk edebilir. İkincisi, devlet, özel sermayenin kaynak yaratmadaki yetersizliğini karşılayabilmek için, aldığı iç ve dış borçların faizlerini bile yeni borçlarla öder hale düşmüştür. Başka bir deyişle, “devlet denen aygıt, tüm yüceliğine karşın, henüz yoktan kaynak varedemiyor.”5 Borçlanma sonucu verilen faiz, ekonominin reel büyüme oranından yüksek olduğu sürece spekülatif sermaye her an tehdit altındadır ve bugün tehdit gerçeğe dönüşmek üzeredir.
Burada bir noktaya daha dikkat çekmek istiyorum. 1994 Haziranı krizin daha da derinleşeceği bir ay olacak. Haziran ayında, bankalardan kredi kullanan şirketlerin üç aylık faiz ödemelerini yapmaları gerekiyor. İSO’nun araştırmasına göre bu şirketlerin yüzde 54’ü faiz borçlarını ödeyemeyecek ve mülkiyetleri haciz yoluyla bankalara geçecek. Aslında bankalar aracılığıyla bankaları kontrol eden holdinglerin eline geçecek demek daha doğru olur. Bunun anlamı, birikmiş sermaye ve artı-değerin giderek daha az elde toplanması yani tekelleşmedir. Kriz, tekelleşmeyi ve buna bağlı olarak mülksüzleşmeyi artırır. Önümüzdeki dönem, Türkiye kapitalizminin tarihindeki en hızlı tekelleşme ve mülksüzleşme dönemi olacaktır.
Kapitalist ekonominin krizi, genel olarak, birtakım zincirleme reaksiyonlarla işleyen bir süreçtir. Kriz, kendisini önce para ve kredi mekanizmalarında gösterir. Daha önce belirttiğim gibi, dolaşım süreçlerindeki bu tıkanıklık, para piyasaları ile üretim sürecinin arasındaki ilişkiyi tümüyle kopartır. Bu noktadan sonra, öncelikle tüketim malları üreten sektörden başlamak üzere, metaların satılamaması yani gerçekleştirme sorunu aşaması başlar. Tüketim malları üreten sektörde satışların düşmesi, bir süre sonra üretim malları üreten sektörün “talebini” de etkiler. Gerçekleştirme sorunu ekonominin geneline yayılır.
Bütün bu reaksiyonlar dizisine bir de tersinden bakmakta yarar var. “Eksik tüketim bir talep eksikliği ile ifade ediliyorsa, bu eksiklik tümüyle kapitalistlerin aldığı kararların bir sonucudur… Artı-değerin tek sahibi olan kapitalist, birikime ayırdığı kısmı tek başına belirlerken, aynı anda değişmeyen sermaye ile birlikte değişen sermayeyi, kısacası ‘tüketim talebi’nin büyük kısmını da belirlemiş olur. Öte yandan sözkonusu değişen sermayenin bir bölümünün, üretim malları üretiminde de kullanılacağı bir gerçek olduğuna göre, kapitalistlerin bir sonraki dönem alacakları birikim kararlarının, bu üretim mallarının gerçekleştirilmesinde doğrudan etkisi olacağı açıktır. “6
1980’li yıllarda üretken sermaye yatırımı gerçekleştiremeyen Türkiye kapitalizmi, iç pazarını, daha önce yaptığı bilinçli tercihin de ötesinde daraltmıştır. Krizle birlikte başlayan ve sürecek olan mülksüzleşme ve yoksullaşma toplumun tüketici gücünde ciddi bir gerileme yaratmaktadır. Burjuvazinin 5 Nisan paketiyle tek çıkış yolu olarak formüle ettiği sömürü oranının mutlak biçimde arttırılması, iç pazar sorununu daha da derinleştirmiştir. Fabrikalar birer birer kapanırken, panikleyen kapitalistler arasında “günlerce tek bir satış yapamadıkları gerekçesiyle iç pazarın korunmasını ve canlandırılmasını” isteyenlere bile rastlanmaktadır (Oysa Türkiye, uluslararası kapitalist sistemin yeni dinamiklerine entegrasyon çabasını başlattığı andan itibaren yüksek ücretlere dayalı popülist politikalar defteri, bir daha açılmamak üzere kapanmıştı). Kuşkusuz, eksik tüketim, kendisini bir iki ay içinde üretim malı üreten sektörlerde de hissettirecektir.
5 Nisan paketi, devletin mali krizini sorunların merkezine koyduğundan, pazar sorununa ilişkin hiçbir unsur içermiyor. Çiller, sorunun “başlatılacak ihracat hamlesiyle çözüleceğini” belirtiyor, ancak gerçek olan, Türkiye’nin ikinci bir ihracat hamlesi başlatacak konumda olmadığıdır.
Türkiye gibi bir ekonomide ihracat, düşük döviz kuru ve ucuz emekgücüne dayanılarak arttırılabilir. Türkiye 1980’lerin başında bu yolu denemiş ve 80’lerin ortasında ihracat tıkanmıştır. Çünkü sadece mevcut kapasite ve teknoloji kullanılarak ucuz emekgücü ve düşük döviz kuruna dayalı ihracatın nesnel sınırlarına gelinmiştir. Bu noktadan sonra yapılması gereken, emek üretkenliğini geliştirecek yeni sabit sermaye yatırımlarıyla ürün çeşitlendirmesine gitmektir. Tıkanıklık da tam bu noktada ortaya çıkıyor.
İkinci olarak, borç faizlerini ödeyemez duruma düşen devletin, 1980’li yılların başında olduğu gibi sermayeye teşvik yağdırması artık mümkün değildir. Bugün Eximbank’a sadece 250 milyon dolarlık ek bir kaynak aktarılması bile basında “ihracatçıya müjde” başlığıyla yer almaktadır. Türkiye, ihracat yapısında daralmaya gitmek zorunda kalacak, göreli avantajlarını henüz tümüyle yitirmemiş sınırlı sayıdaki sektörde uzmanlaşma yolunu deneyecektir. Teşvikler, bu “öncelikli” sektörlere aktarılırken diğer “ihracatçı”ların batmasına seyirci kalınacaktır.
Üçüncüsü, Türkiye dış pazarlarda kendisine rakip ülkelere oranla, giderek gerilemektedir. Örneğin tekstilde Pakistan ve Hindistan artık eskisinden daha güçlü konumdadır. Önümüzdeki yıl gümrük birliğine geçilmesiyle teşvik olanaklarının daralması da ihracatın önüne ciddi bir engel olarak çıkacak, Çiller’in sözünü ettiği patlama ithalat cephesinde gerçekleşecektir.
Son olarak, dış borç ödemeleri ile ihracat politikasının birbirlerini frenleyen bir döngüye girdiklerini eklemek gerekiyor. İhraç fiyatlarını düşürmek amacıyla yapılan devalüasyon, dış borç yükünü ve bu borçları ödemek için gerekli kaynak miktarını daha da artırıyor. Doların piyasada 40 bin liraya yükseldiği dönemde Merkez Bankası’nın geç tepki vermesinin ardında biraz da bu olgu yatıyor.
Ortaya çıkan tablo, “Püf desen yıkılacak bir ekonomi” izlenimi vermektedir. Ancak gerçek yaşamda işler böyle yürümüyor. Türkiye burjuvazisinin ve onun siyasi temsilcilerinin önlerinde tek bir reçete var: Yerli ve yabancı sermayeyi spekülatif alandan üretken alanlara çekmek ve buna bağlı olarak sömürü oranını mutlak olarak artırmak. Başka bir deyişle, Türkiye kapitalizmi “yoktan varetmek” zorundadır. Reçete, krizi aşmaya değil, patlamanın şiddetini artırmak pahasına ertelemeye yönelik olacaktır. Bu anlamda sermayenin her tür zora başvuracağı kesindir. Zordan payını alacak olan sadece işçi sınıfı ve emekçiler olmayacak. Zorun en şiddetli muhatabı sosyalist hareket olacaktır. Hatta burjuvazinin, zoru öncelikle sosyalist harekete yöneltmesi beklenmelidir.
İşin bir de uluslararası sermaye cephesi var. Türkiye kapitalizminin iflası, emperyalist sistem açısından siyasi ve ekonomik olarak kabul edilemez bir olgudur. Uluslararası sermaye kuruluşları, Türkiye’ye krizi erteletmeye yetecek gündelik aktarımlar yapacaklardır. Bu yazının kaleme alındığı günlerde bu tür aktarımlar başlamış bulunuyor. Körfez krizi fonu olarak bilinen hesaptan Merkez Bankası’na kaydırılan 1 milyar 250 milyon dolar,IMF’nin yarım milyar dolarlık kredisi bu çerçevede değerlendirilmelidir. Ancak bu tür gündelik dış kaynaklar, sorunun çözümü için tümüyle yetersizdir. Türkiye kapitalizminin yukarıda değinilen yapısal sorunlarını “sıfırlayabilmesi” için, en kaba hesapla 40-50 milyar dolarlık bir karşılıksız dış kaynak bulması, yani “yoktan varetmesi” gerekmektedir.
Başlarken, krizlerin marksistler arasında da bir ayrışmaya neden olduğunu vurgulamış, bu noktaya tekrar döneceğimi belirtmiştim.
Hiçbir kapitalist kriz, ekonomik anlamda sona ulaşmaz. Başka bir deyişle, kapitalizmin ekonomik çöküşü, toplumsal ve siyasal müdahaleye muhtaçtır. Toplumsal müdahale ile sınıf mücadelesinin kriz koşullarında devrimci duruma evrilmesini, siyasal müdahale ile ise, siyasi öznenin, evrilme öncesi ve sırasında devrimci duruma müdahalesini kastediyorum. Krizin burjuvazi açısından aşılıp aşılmaması konusu, aslında krizin devrimci duruma evrilmesi ve oradan da iktidarın kimde kaldığı, yani devrim olgusuna indirgenebilir. Sınıfın öncüsü olarak yola çıkan leninist bir öznenin burada tercih şansı yoktur. Hedef bellidir ve bu hedef için alınacak kararlar ve uygulamalar vardır. Ve bütün bunlar, hedefe ulaşılıp ulaşılamayacağı hesaplarından bağımsız olarak leninist öznenin yapması gerekenlerdir. Bu anlamda leninist özne “öne çıkmaya” mahkumdur.
Diğer cephede ise, “tercih yapma lüksüne” sahip reformizm yer alıyor. Yapılan tercih, “burjuvazinin, krizle yükselecek zor dalgasından kurtulmaya çalışmak ve nihai hedefe yönelmek (öne çıkmak) yerine siperde beklemek” yönünde oluyor. Siperde patlamanın etkisinin geçmesini bekleyenler, bir de siyaset yapmayı sürdürmeye kalkınca, krizin gözle görünen gündelik sonuçlarına endeksli gündelik politikalar üreterek burjuvaziye yaklaşıyorlar, yaşanılan krizin beklemekle geçmeyecek kadar yapısal ve kalıcı olduğu gerçeğinden uzaklaşıyorlar. Siperde beklemekle patlama sonrasında “hasarsız” yola devam edebileceklerini sananlar, patlamanın en çok kendilerini etkileyeceğini ve hem fiziksel hem de siyasal anlamda siperlerine ebediyen gömülü kalacaklarını anlayamıyorlar.
Türkiye kapitalizminin krizi, sol içinde bugüne kadar gerçekleşen bütün ayrışmaları netleştirecek, krizin geçici olduğunu düşünerek beklemeyi tercih edenler ise, reformizm batağında kaybolacaklardır.