Türkiye topraklarında kapitalizmin yeniden üretiminin yeni bir evresine giriyoruz. Bir yanda daha yoksul ve daha çaresiz olduğu halde on beş yaşına basan depolitizasyon sürecini henüz aşamayan ve şimdilik görece kolay yönetilen bir toplum, diğer yanda yamalı bohçaya dönen ideolojisi ile ekonomik krizi yaşayan ve dünya kapitalist sistemine tam entegrasyonu hedeflerken bunu sağlayacak sürecin yan etkilerinin düzenin çatırdamasına yol açacak dinamikleri ateşlemesinden (görüldü ki çok da haklı olarak) korkan burjuvazi… Bu yazıyı değinmeler formunda kaleme aldım. Amacım, güncel ekonomik gelişmeler boyutu ağırlıklı olmak üzere, burjuvazi ve siyasal temsil sistemi arasındaki ilişkilerden kalkarak Türkiye’deki sınıf savaşımının yakın ve orta vadede hangi biçime doğru evrileceğinin tartışılmasına, olasılıkların tarif edilmesine yarayacak bir miktar malzeme sunmak.
İlk aşamada iki notum olacak: Güncelliğe mesafeli yaklaşmanın yararları ve zorunluluğundan bu sayfalarda daha önce yeterince bahsedildi. Güncellik, bloklu bir dünyanın geçici bir süre için sona ermesine denk düşen bir tarihten sonra iyice medyatik bir durum halini aldı. Bu süreçte Türkiye’de egemen sınıfın iç bloklarının güç ve paylaşım dengesini yansıttığı varsayılan ve son kertede yansıtan burjuva iktidarı, krizin derinleşmesi sürecinde, (“hükümet”in sadece küçük bir bölümünü oluşturduğu) çıplaklaşan bir kadro kümesi ile temsil edilir hale geldi. Genelkurmay başkanı, DGM savcıları, bölge valileri, emniyet müdürleri, Milli Savunma ve İçişleri bakanları, ve benzeri memurlar, -siyasal temsil sisteminin zaafiyeti sayılması gerekiyor- devleti yönetmeye memurdurlar. Ve bu memurların çapları ile iktidarın kapsamı arasında ciddi bir açı oluşmuştur. Üstelik bu sayfalarda daha önce tanımlanan bir ideolojik kriz de bu açıya eşlik etmektedir. Bu durumda olası yönelimleri verili siyasal temsil sistemi içinden kestirmeye çalışmak son derece verimsiz olacaktır.
İkincisi de, içinde sosyalist öznenin yer almadığı olasılıkları inceleyerek ulaşılacak verimin bir sınırı olduğu şüphesiz. Ancak güncel sıkışmalara refleks verip günü kurtararak ilerleyen dengeci ve çok alternatifli bir temsil sisteminin belli dönemeç noktalarında çok hızlı şekil değiştirebileceğinin ipuçlarıyla sıkça karşılaşmaya başladık. Ben, burjuvazinin, kendi sınıf egemenliğini uzun vadede yeniden üretebilmesi için zorlaması gereken ekonomik ve politik açılımları tartışırken, “devletin siyasal söylemi”ni biraz görmezden geleceğim. Yedekte tutulan dinsel gericilik, sivil faşizm, savaş ve seferberlik ekonomisi gibi unsurların birinin tek başına diğer tüm yönelimlere egemen olmasının, sınıftan açık başkaldırı belirtileri gelene kadar, gündem dışı kalacağını varsayacağım.
Burjuvazi, sınıf egemenliğini korumak için her zaman mantıklı ve uzun erimli politikalar güdemiyor. Hele Türkiye gibi kapitalist gelişmenin bir türlü istikrar üretmediği bir ülkenin dinamikleriyle karşı karşıyaysa… Burjuvazinin refleksif, uzun vadeli çıkarlarına ters ve kendi iktidarını zayıflatacak şekilde davranmasını sağlamak, Türkiye işçi sınıfının ve onun siyasal öncüsünün boynunun borcudur. Bu borcun ifası, bu yazıda -mümkün olduğu kadar betimleyici tarzda kullanılmaya çalışılsa da- geçen kavramların ve olasılıkların sonunu getirecektir.
Kitapta, siyasal iktidarın, burjuvaların tek tek göremeyecekleri uzun vadeli çıkarlarını kimi zaman bazı burjuva kesimlerin zararına da olsa korumaya yaradığı yazar. Ancak, ülkemizde sözünü ettiğim memurcuklar, şaşırtan, korkutan, tehdit eden, oyalayan ve hedef saptıran kuklalar durumunda ve politika üretme alanı ve yeteneğine sahip değiller. Krizden paçayı kurtarıp uzun vadeli politika belirleme girişimleri (zeminleri bunları sadece girişim düzeyinde kalmaya mahkûm ediyor), burjuvalara kaldı.
İktidarın niyetlerinin temelini oluşturan kapitalist ekonomimize gelince. 1994 yılı yönetici sınıf tarafından, Japon kapitalistlerinin bile önceden söyledikleri gibi, duvara tosladıkları yıl olarak anılacak. Teorik yayınımızın 1994 sayıları boyunca çıkan yazılar, özellikle de Nadir Koraltan’ın yazıları kriz sürecini oldukça yetkin biçimde açıklamaktadır. Olan bitenin sonunda iki olgu göze çarpıyor; Burjuvazi krizi bahane ederek bir taraftan işçi sınıfına saldırı başlatmış ve belirli başarılar kazanmıştır. Şimdi kazandığı mevzileri pembe Avrupa hayalleri içinde Çetin’li demokratikleşme programıyla korumaya çalışacak. Bu mevzilerden birkaçı sendikasızlaşma, artan işsizlik ve azalan işgücü maliyetidir. Diğer taraftan kendi içinde gümrük birliğine giriş olarak özetlenen dünya kapitalizmine tam ve liberal bir entegrasyon için zorunlu olan “kriz”in (sermayenin değersizleşme ve merkezileşme sürecinin) bir bölümünü öne almıştır.
Kimse bu kadar sertini beklemiyordu ama değirmenin suyunun nereden geldiğini merak eden herkes işin rengini tahmin edebiliyordu. Özal döneminde tam konvertibiliteye geçildiği ve açık bütçe ekonomisine başlandığı andan itibaren aklı başında her burjuva iktisatçısı 94 krizini birkaç yıl önceden tarif edebilirdi.
Sürecin durdurul(a)mamasının iki yönü olduğunu düşünüyorum. Biri (a)sız diğeri (a)lı:
-Dünya kapitalist sistemi, “gelişmekte olan piyasalar” başlığı altında bir dizi ülke de sıcak para girişi ve kamu borçlanması yaratıp hızlı büyüme sonrasında da kontrollü krizlere yol açarak bir doldur boşalt süreci yaratmaktadır. Yüz milyarlarca dolar finans piyasaları aracılığıyla inanılmaz bir hızla yer değiştirmektedir. Türkiye’de de bütün bankacılık sistemi ve diğer finansal kurumlar, devlete borç verip dolar cinsin den yüksek faiz kazanarak ayakta durmaktadır. Hatta üretime kredi vermek bankalar için bir “enayilik” haline gelmiştir. Bütün hatırı sayılır holdinglerin banka sahibi olmaları, ve büyük sanayi işletmelerinin en az faali yet karı kadar faiz geliri kazanmaları, bize bu sistemin (Türk burjuvazisi açısından) gönüllü bir sistem olduğunu gösteriyor. Nisan krizinden sadece üç dört ay sonra bu sistem tekrar işlemeye başlamış ve krizle geçen bir yılda neredeyse bütün bankalar ve hazır (nakit ve nakde dönüştürülebilir) değerleri yüksek olan şirketlerin çoğu enflasyonun çok üstünde kar artışları sağlayarak rekor karlar elde etmişlerdir. Yani kriz, burjuvazinin kaymak kesimine hoş gelmiş sefalar getirmiştir…
-Diğer yandan banka kredisi kullanarak hızlı büyüyen ve iç piyasaya mal ve hizmet satan orta ve küçük boy işletmelerin çoğu krizde silinmiş ya da küçülerek öz sermayelerinin önemli kısımlarını finansal borçları karşılığında likide etmişlerdir. Kriz, gümrükler sıfırlandığında zaten yaşanması gereken sermayenin değersizleşme ve merkezileşmesi sürecini, iç pazara yönelik yüksek maliyetli üretim yapan işletmeleri dize getirerek bir-bir buçuk yıl erkene aldı.
Bu süreç planlı ve kontrollü olamazdı. Sert gelir düşüşünün ve yüksek faizlerin yarattığı pazar daralmasından Koç grubu bile nasibini aldı. Kriz, diğer taraftan parasal bir batakhane yaratarak yatırımları tamamen durdurdu. Öyle ki, ihracat potansiyeli olan sektörlerin üç dört yıl içinde yatırım eksikliği nedeniyle tüm avantajlarını kaybetme riski doğmuştur. Yatırım için tek çare olarak öz finansman kalınca da büyük şirketlerin küçükleri yutması, azınlık ya da çoğunluk hisselerin yabancı ortaklara satılması ya da sanayi şirketlerinin üretimi askıya alarak iç ve dış ticaret şirketleri haline dönüşmesi süreci başladı.
Sonuç olarak, krizin sermaye değersizleşmesi ve merkezileşmesi yaratma boyutu, sermeyenin yeniden yapılanması boyutunu doğal bir sonuç olarak getirmemiştir ve kısa vadede getiremeyecektir. Bu da üretimin gerilemesi ve işsizliğin artması anlamına geliyor. Türkiye gümrük birliği macerasında yabancı sermaye girişine fena halde belini bağlamış, ama cezbedici altyapı yatırımlarım bile tamamlayamayacak durumdadır.
Son değinmem, gümrük birliği macerasının bir de “karşı taraftan” nasıl göründüğü hakkında. Bana kalırsa AB, demokratikleşme paketi denilen şeyin atla deve olmadığını, Türkiyeli sınıfdaşlarının bu oyunu odunlukla değil, biraz daha yontularak oynaması gerektiğini yoksa başı belaya girecek olanın sadece Türkiye kapitalizmi olmayacağını görmektedir. Ama bu işin bir sınırı da var. Bizim çocuklara daha iyisini öğretmeye çok heveslenmesinler. Öyle ya, çok büyük bir kriz patlıyor ve aynı yıl çoğu kapitalist işletme karlarını katlıyor. Bizim çocuklar bu işi iyi beceriyorlar. Ucundan azıcık yontulmaları gerekiyor o kadar…
Dünya kapitalist sisteminin İslamın uysallaştırılmasında Türkiye’yi kullanma ya da Orta Asya’ya daha yakın olma, vs. gibi motifleri hiç ciddiye almadığını düşünüyorum. Amaç gümrüksüz mal satmaktır; tabii 60 milyonluk bir pazarın gelir düzeyinin yükselmesi çok tercih edilir ama bu konuda iki üç tane 5 milyonluk ülkeyi bile sindiremeyen bir sistemin yapacaklarının bir sınırı vardır. AB’nin tek mantıklı yaklaşımı “hadi bir deneyelim, belki de satarız”dır. Türkiye tarafında ise burjuvazi bu fırsattan yararlanarak sermayenin merkezileşmesi sürecini hızlandırmayı ve biraz da dünya vatandaşlığı motifleriyle sınıfa ve kent yoksullarına uyku ilacı dağıtmayı umuyor. Oysa, Türkiye’nin engin metropolünde caddelere barikatlar kuruldu, direnmek ve kanını dökmek, kölelik ve hiçliğe baskın çıktı. Efendiler korkularını yenemeyecek ve korktukları başlarına gelecek!