Türkiye ve benzer konumdaki zayıf halka ülkelerin emperyalist-kapitalist sistemle bağlarının yeniden üretilmesinde iki uluslararası kurumun büyük rolü var: IMF ve Dünya Bankası. Bu kurumlar ilk bakışta birbirine zıtmış gibi görünen iki görev üstleniyor:
1) Uluslararası sermaye çevrelerinin, özellikle de hegomonik güç durumundaki Amerikan sermayesinin bir “sömürü” mekanizması olarak borç sistemini işletmek ve
2) Zayıf halkanın iyice “zayıf düştüğü koşullarda” zincirden kopma tehlikesine karşı tutkal işlevi görmek ve yapılan yardımlar üzerinden kısmi bir “iyileşme”nin koşullarını sağlamak. Yani hem sömürmek, hem de iyileştirmek!
Halbuki bu iki işlev süreç boyutuyla ele alındığında, ulusal ve uluslararası sermayenin, daha çok artı değere el koyma mekanizmasını anlatıyor. Özetle, bu uluslararası mali birliklerden verilen krediler, yapılan yardımlar; kısa vadede zayıf halka kapitalistlerinin sömürü koşullarını “iyileştiriyor”, orta vadede bu “iyileşme”den uluslararası sermayenin de nasiplenmesini sağlıyor. Bu süreçte Dünya Bankası daha çok bir musluk olarak çalışırken, IMF hem musluk hem de, muslukçu olarak “suyun başını tutanların” gönüllü müfettişliğini üstleniyor. Sık sık Türkiye’de de gözetimde bulunan bu teftiş kurulunun onun önerilerinin ve Türkiye burjuvazisinin bu öneriler doğrultusunda hazırladığı programların incelenmesi ise bu yazının konusunu oluşturuyor.
IMF’NİN ÜLKELERE “ÖNERDİĞİ” PROGRAMLARIN ANA İLKELERİ NELERDİR?
Öncelikle bu kuruma kısaca göz atmamız gerekiyor: “Müttefik ülkeler” arası dayanışmayı ve kötü durumdakilerin iyileştirilmesini sağlamak, barış ekonomisinin uygulanmasına göz kulak olmak ve dünya ticaretini geliştirmek, IMF’nin kuruluş amaçları olarak açıklanıyor. Dünya Bankası ile birlikte kurulan IMF’nin ülkelere yönelik rolü her zaman iki yönlü olmuştur. Birincisi, kaynak sıkıntısının giderilmesi için sıkıntıdaki ülkelere kredi verilmesi; ikincisiyse kurumun talep ettiği istikrar programı.
IMF, ülkeleri ağına genelde birinci yolla düşürüyor (bugün denetimi 30’dan fazla ülke üstünde geçerlidir). Ama kredi almakla başlayan bu sürecin sonucu hemen her zaman “istikrar politikalarının” uygulamasına geçilmesi oluyor. Bunun istisnaları, sadece, 1960’tan önce fondan kredi alan emperyalist ülkelerdir; bunlar sadece kredi almışlardır. Ayrıca 1960’lardan sonra “rol”ün daha da büyüdüğü ve fonun finansman kredisi ile petrol yardımına da başladığı görüldü.
IMF’den kredi alabilmek için bu fonun üyesi olmak gerekiyor. Ülkelerin fondaki kredi çekme kotaları iki kısma ayrılmış: İlk yüzde 25’lik kısım otomatik olarak çekilebiliyor. İkinci yüzde 75’lik kısmın kullanımı ise koşula bağlı. Bu koşul hepimizin adını duyduğu “stand-by” anlaşmasının yapılmasıdır. Türkiye’nin en son Nisan ayında imzaladığı bu anlaşmanın devamıysa kesin olarak “istikrar programları” oluyor!
Mucizevî maddeler içeren bu programlara iyi bir model oluşturan 24 Ocak kararlarına baktığımızda ilk olarak şu temel 8 maddeyle karşılaşıyoruz:
-İşçi ücretlerini şiddetli bir oranda düşürmek her türlü işçi örgütlenmelerini ve mücadele yollarını yasaklayarak işçi sınıfını katmerleşen sömürüye mahkum etmek;
– Sürekli ve “uygun bulunan” en yüksek oranda devalüasyonlar ;
– Gümrük duvarlarının indirilmesi veya tümden kaldırılmasıyla oluşan serbestlik;
– İç talebi ve iç pazarı daraltmak;
– Yabancı sermayenin artarak gelişini teşvik etmek;
– Tarımda sübvansiyonların azaltılması veya tümden kaldırılması;
– Tamamen ihracata dönük ve ağır sanayi yi dışlayan sanayileşme;
– Var olan ağır sanayiye yönelik devlet yatırımlarının tasfiyesi ve devlet işletmelerinin özelleştirilmesi.
Ülkenin parasının, yabancı paralar karşısında değerinin düşürülmesi diye kısaca açıklanan devalüasyondan IMF’nin beklentileri şunlardır: Devalüasyon, parasının değerini düşüren ülkenin ihraç ettiği malların fiyatının düşmesine yol açtığı için ve kapitalizmin “mabedi” piyasada, rekabet, ancak fiyatlar düşürülerek yapılabileceği için ihracatın artmasının en emin yolu olarak görülmektedir. Ayrıca tersten bakıldığında değeri düşen paranın belirli miktarıyla artık daha az ithalat yapılabileceğinden ithal talebinin düşmesi beklenir. Devalüasyondan beklenen ikinci şeyse, ülke içinde fiyatların yükselmesi nedeniyle tüketimin azalacak ve tüketilmeyen malların ihracına gidilmek zorunda kalınmasıyla dövizlerin artacak olmasıdır.
Oysa bunlar hiç de böyle gelişmemiştir. İhracatı artırıp ithalatı azaltmak niyetiyle uygulanan ya da IMF’nin kurnaz uzmanlarınca böyle açıklanan devalüasyonlar, ülkelerin ticaret açıklarının artması ve dış borçların giderek daha da büyümesiyle sonuçlandı. Bunun nedenlerini iktisatçılar şöyle açıklıyor: İhraç edilen temel maddelerin uluslararası piyasada fiyatları düşüyor, bu yüzden de dış ticaret açığı büyümeye devam ediyor. Ayrıca iç fiyatların yükselmesi nedeniyle ihracatı artırıcı etki ortadan kalkıyor. (Yani ihracata yönelmek zorunda kalacağı varsayılanlar iç piyasanın yüksek fiyatlarından vazgeçmiyorlar.) Devalüasyon politikasının böyle sonuçlar vereceğini uzmanların bilmemesi mümkün değildir. Onlar bunu bildikleri için ve bizzat bu sonuçları elde etmek için devalüasyonların uygulanmasını istemişlerdir.
Dünyanın en borçlu ülkelerine bakılırsa bu sonuç daha iyi görülebilir: 121 milyar dolar borcu bulunan Brezilya, 1985’de 97 milyar dolar borçlu Meksika, 67.5 milyar borçlu Arjantin, 62.5 milyar borçlu Hindistan ve 1985’de 48 milyar dolar borçlu G.Kore borçluların en önde gelenleridir. Bunların bir ortak özellikleriyse geçtiğimiz on yıl içinde çok yüksek oranlarda birden veya kademeli devalüasyonlar uygulamış olmalarıdır. Bu da herhalde bir rastlantı değildir!
Kamu harcamalarının kısılması ve özelleştirmeler üzerinde de duralım. Devletin gelirlerinin en önemli kısmını vergilerin oluşturduğu bilinir. Bu vergiler, sermayedarın, işçinin ödenmemiş emeğine el koyarak elde ettiği artı-değerin bir kısmından başkası değildir. Bu artı-değerin ne kadarının devlet tarafından alınacağı sermayedarlar ve devlet tarafından belirlenir. Bu kamu gelirleri daha sonra kamu harcamaları adıyla harcanır. (Tabi kamu gelirlerinden kamu harcamalarına geçerken arada kapitalistlere savrulan kredi, teşvik ve her türlü hibenin düşülmesi gerekir. Kamu gelirlerinden kamu harcamalarına giden bu dar yol bir kez daha kapitalistlerce kesilmekte ve kamu harcamalarına bundan sonra pek de bir şey kalmamaktadır. Devletin rolü burada bir kapitalist eliyle işçiden aldığını aynı veya bir başka kapitaliste vermektir.) İyi niyetli birkaç iktisatçıya göre bu kamu harcamaları, sağlık, eğitim, ucuz taşımacılık (gülmeyin!) şeklinde halka ve işçilere geri dönmektedir. Bunların işçiden sökülüp alınış hızı ve oranıyla geri dönüş oranlarını karşılaştırmayı veya geri dönüp dönmediklerini -ki bunun ne kadarının bize döndüğünü hepimiz zaten biliyoruz burada bir kenara bırakıyoruz. Ortaya çıkan şu: IMF’nin önerdiği ve devletlerin de hızla benimsedikleri bu “kamu harcamalarının kısılması” olgusu asıl olarak sağlık, eğitim, belediye hizmetleri vb. işçiye geri döndüğü kitabi olarak varsayılan harcamaların daha da budanması anlamına gelmektedir. İşçiler bunları keskin bir şaşkınlıkla karşılıyor. Zaten sefalet ve pislik olarak onlara geri dönenlerin çoğu zaman da hiç dönmeyen şeylerin nasıl olup da daha fazla kısılacağını bir türlü kavrayamıyorlar.
Ama burjuvazinin diplomalı hatipleri hemen imdada yetişir ve şöyle konuşurlar: “Bak işçi kardeşim, senin emek-gücünden bizim el koyarak kendimize mal ettiğimiz değerlerin bir kısmı devlete gider ve senin türlü ihtiyaçların için harcanır. Ama bu yol uzun bir yoldur ve bürokrasinin ki TÜSİAD’ ın yazılarında bürokrasiden memur sayısının fazlalığı ve iş gezilerine çıkışta pasaport işlemlerinin ne derece uzun olduğunun anlaşıldığı uzun uzun belirtilir (21. yy.’a Doğru Türkiye -TÜSIAD). O zaman geliniz bu yolu kısaltalım ve size yönelik olarak yapılan harcamaların karşılığını bizzat sizin ödemenizi sağlayalım. Ne kadar kestirme bir yol değil mi?”
Evet, bu yolun kestirme olduğu şüphe götürmüyor. Kapitalistler için artı-değerin daha büyük bir kısmının kestirmeden kasalara dolması demek olan bu yol işçiler için de kestirmeden açlığa çıkıyor! Çünkü bu yolla işçiden sızdırılan artı-değer’in devlete gitmesi gereksizleşmekte böylece kapitalistin payı işçinin ölüsünden elde edilen ganimetten kapitalistin kendine ayırdığı pay daha da büyümektedir.
İyi niyetli iktisatçılarımızdan bu durumu açıklayan şu tür sözleri siz de işitmişsinizdir:
“Sermaye sınıfı ellerinde kar olarak kalan payı artırmak için işçinin kişisel ücretini bırakıp devlet harcamalarına göz dikebilirler veya işçiler üretimden aldıkları payı (kapitalist artı-değere el koyduktan sonra aldıkları payı) yükseltmek için devletin sosyal ücreti (sağlık, eğitim vb. şeklinde işçiye “geri ödenenler”) artırıcı harcamalarda bulunmasını talep edebilirler. Tahmin edilebileceği gibi içinde bulunduğumuz kriz döneminde gelişmiş ülkelerdeki tartışmaların devlet harcamaları üzerinde yoğunlaşması tanımladığımız bu bölüşüm modeliyle ilgilidir.”
Bunca laf kalabalığı içinde birileri bu insanlara bahsettiklerinin işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki uzlaşmaz kavgadan başka bir şey olmadığını hatırlatsa iyi olur! Bu arada böyle düşünenler önümüzdeki sürecin, geçen 15 yılın bir devamı olmak üzere, burjuvazinin düşen kâr oranlarını yeniden yükseltebilmek için yine işçi sınıfına saldırmaya devam edeceğini ve hatta bundan başka bir yolun olmadığını da açıklamış bulunuyorlar!
Son yıllarda her ne kadar programlarda kamu harcamalarının azaltılması maddesi yer almış olsa da uygulama pek istenen yönde olmamıştır. Hemen tüm ülkelerde kamu harcamaları artmıştır. Ama harcamaların artmasındaki asıl etken burjuvaziye iç borç faiz ödemeleri, teşvik, batanları kurtarma operasyonları vb. yollarla yapılan kaynak aktarımıdır. Bir yandan çalışan halka yapılan harcamalara göz koyan burjuvazi öte yandan hem kolay kazanç kaynağı hem de batma tehlikelerine karşı sağlam dayanak olarak devleti geri plana itmemesi gerektiğini anlamıştır. Bunu geç anlamalarının nedeni liberalizm dininin peygamberi Friedman’ın sözlerini bir an unutmamalarıdır: “Mübadele özgürlüğü için temel koşul yasa ve düzenin korunmasıdır.”
Ama, “amaç devletin ekonomideki payını azaltmaktır. Kamu gideri artışlarının baş kaynağı devalüasyonlardır (!); bir yandan kamunun alıcısı olduğu ithal malları fiyatlarını yükseltmekte, bir yandan yol açtığı fiyat artışları kamu çalışanlarının ücretlerini yükseltmeyi gerektirmektedir. Dış borcun büyük bölümü devlete aitse ve ödenen borç yeni alınan kredileri aşıyorsa, bu ödemenin yerli para karşılığı devalüasyon oranında artmakta ve bütçe giderini şişirmektedir.” İktisatçıların ortaya çıkardıkları bu nokta aynı zamanda devalüasyonla kamu açıklarının indirilmesinin birbiriyle ilişkisini de açıklıyor. Bu iki niyet birbirinin tersi olduğu oranda ülkenin ekonomisinin aynı sonuca varmasını sağlıyor: Artan dış borç ve daralan üretim ile daha da yoksullaşan bir halk!
70’li yıllarda özelleştirmenin pratik şampiyonluğunu yapmış olan Şili’deki sonuçlar açıktır. Şili’de 1973-1978 arasında yapılan özelleştirmelerde özelleştirilen kuruluşların %70’i iflas etmiş veya yeniden devletleştirilmek zorunda kalmıştır. Bunun gibi özelleştirme politikası uygulayan Avrupa ülkelerinde de sonuçlar pek farklı olmadı: Kamu harcamaları giderek azalacağına giderek arttı (80 sonrasının İngiltere, ABD ve Türkiye istatistikleri tamamen bunu doğruluyor). Ve özelleştirmeden umudunu hala kesmeyen Latin Amerika ülkeleri, bugün uluslararası ekonomi dergilerinde ilanla toprak satmalarına neden olan bir durumdadırlar.
IMF programlarında ücretlerin dondurulması veya düşürülmesi şu mantığa dayanmaktadır: Ücretler en önemli maliyet unsurudur. Bu nedenle ücretlerin dondurulması maliyetleri düşürecek ve bu da ihraç edilen malları rekabet için cazip kılacaktır. Bu burjuvazinin artık sadece içgüdüleriyle bile bulabildiği bir “yüce politika”dır. Maliyeti düşürmenin yolu onlar için sadece işçinin ücretinin aşağıya çekilmesidir. Eğer bu yapılmazsa -ister iç pazar ister dış pazar bu yönden hiç farkı yoktur. Piyasalarda düşük fiyat elde edip tutunmak mümkün değildir.
Bu, kapitalistlere “işçilerinizi daha fazla sömürün” demenin IMF’cesi, programlısıdır!
Ayrıca IMF uzmanları, işçi ücretlerinin düşürülmesini ısrarla savunurken birkaç başka iktisadi iddia daha geliştirmiştir. Ücretlerin dondurulmasıyla iç talep kısılacak, dolayısıyla hem ithalat azalacak hem de içerde malını satmanın yolunu bulamayanlar ihracata yöneleceklerdir. Son olarak ücretlerin dondurulması, firma giderlerini düşürecek, sermayenin daha fazla yatırıma yönelmesini kamçılayacaktır.
Ne yazık ki ücretli emek sömürüsünün bile bir sınırı var ve işçiye yaşaması için gereken asgari ücretten daha azını vermek mümkün olmaz. Ama bu bile sermayeye fazla geliyor: Bugüne dek IMF programlarını uygulayıp düze çıkan bir ülke bulunmuyor.
Aslında gerçekten de fazla olan bir şey var; işçi sınıfının sefaleti koşullarında bile “istikrar” sağlamaktan aciz olan sermaye, insanlık açısından gereksiz, hatta zararlı bir fazlalık haline gelmiştir. Burjuvaları ve iktisatçılarını bunca sorundan kurtarmanın çok daha pratik bir yolu bulunuyor: Sermaye düzenini ortadan kaldırmak!
TÜRKİYE BURJUVAZİSİNİN YAKIN DÖNEM PLANI
Türkiye, 5 Nisan 1994’teki kararlarla birlikte yeniden IMF’nin denetleyeceği bir programın uygulama dönemine girmiştir. Daha ilk günden, yine iktisatçıların “Türkiye tarihinin rekor devalüasyonu” olarak gösterdikleri bir devalüasyon yapıldı. 1980’den sonra “Artık her şey değişti” nakaratları henüz sonlanmadan 15 yıllık başarısızlığın bir teslimi olarak IMF ile yeniden bir “stand-by” anlaşması imzalandı. Yeniden ihracata yönelindi vs. İlki 1958’de, sonra 1970’te ve 1980’de uygulamaya konan IMF programları ilerlemeden çok gerilemelerle seyretmişti. Ve sonunda gelenek Türkiye’de de bozulmadı. IMF’yle bir kez iş yapan ülkenin bir daha kendini ondan kurtaracak düzeye gelmesi mümkün olmuyordu. Ve hiç şaşırtıcı değil bu programda bilinmeyen hiç bir şey yok. Devalüasyon, kamu harcamalarını azaltma ve özelleştirme ve işçi ücretlerini budama, sınıfı baskı altına alma. Devalüasyon hemen uygulandı; kamu harcamalarını azaltmak için maaşlar verilmiyor ve 700.000’den fazla işçi çoktan işsizliğe ve açlığa atıldı. Bundan sonraki en büyük plansa özelleştirmelerin hızlandırılması ve düşük ücretlerin korunması ve daha da düşürülmesi .
1980’de Türkiye burjuvazisi kendi içinden “kurtarıcı”lar çıkarmayı başarmıştı. Bunların bu yüce kurtarıcılıklarını yerine getirmeleri, emperyalist büyüklerinin ve bu arada onların yetkili kurumu IMF’nin direktiflerine uymak ve onların hoşuna gidecekleri yapmak şeklinde gerçekleşmişti. Devlet tecrübeli Sabancı yöneticisi Turgut Özal IMF’nin beklediğinden bile yüksek bir devalüasyon yaparak göze girmeyi başarmıştı. Bu sefer 1994’te, artık IMF’nin kılını bile kıpırdatmasına gerek yoktu. Çünkü program aynıydı. Bunu yalnızca hükümettekiler öğrenmekle kalmamış aynı zamanda hükümeti eleştiren bazı patronlar da ideolojik-teorik ve siyasal hareket noktası olarak koymuşlardı. (Burada kastedilen Yeni Demokrasi adıyla ortaya çıkan liberalizm çığırtkanlarıdır.) IMF’nin keyfini şimdi görmeli. Bu garabet programları yeniden bir teori mertebesine yükseltildi. Burjuvazi, böylece geleceğini sağlama aldığı rahatlığını taşıyabilirdi!
Burjuvazinin yakın dönem planlarını, emperyalist ülkelerde fiyaskoyla sonuçlandığı için yenisi aranan eski liberal politikalar oluşturuyor. Bunun en son örneğini İngiltere oluşturuyor. John Major, geçenlerde büyük bir ikiyüzlülükle, Thatcher’in, sağlık kurumları da dahil pek çok kurumu özelleştirme programını rafa kaldırmak zorunda kaldıklarını açıkladı.
Türkiye’de, burjuvazinin önümüzdeki yıllarda, tabii ancak IMF’nin sıkı denetiminde olduğunu unutmadan, uygulamayı hayal ettiği şeylerin başında blok şeklinde ve mümkün olan en çabuk şekilde kamu kuruluşlarını özelleştirme geliyor. Ancak Türkiye burjuvazisi de 1980’den sonraki yıllarda özelleştirmeyi ne beklediği hızla yapabildi ne de umduğu çözümleri bulabildi. Bu yüzden siyaset kurumlarının da liberalleştirilmesi fikri ortaya atıldı. “Siyasetin liberalleştirilmesi” şeklindeki bu süslü ifadeden anlaşılması gerekense, burjuvaların önümüzdeki yıllarda artık idareyi temsilcilere, kaşarlanmış politikacılara bırakmak yerine kendi “ağırlıklarıyla” siyasetçiliğe başlayacaklarıdır. Bunun ilk çıkışını da eski TÜSIAD başkanı ve bir “tekstil imparatoru” olan Boyner yaptı. Çevresine dönek ve avanaklardan oluşan uzman sürüsünü toplamayı ihmal etmeyen Boyner, henüz liberal çığırtkanlıklar yapmaktan öteye geçmiş değil. Ancak burjuvazinin geleceğinin sinyalini verdiği inancıyla kasılmaktan da geri durmuyor. Bu sinyal, özelleştirme vb. gibi burjuvazi için elzem durumda bulunan politikaların bir an önce uygulanmasını kolaylaştıracak siyasal düzenlemelerin yapılmasına yönelik sinyaldir. Ve daha şimdiden, her ne kadar siyasal olarak toy bulunduğu ifade edilse de patronların “naif duygularını” kendine çekmesini bilmiştir.
İşin hiç de şaşırtıcı olmayan bir başka yönüyse bunların, Özal döneminin, yani 1980 IMF programı döneminin politikalarım popülist bularak eleştirmesi, bunun dışında tamamen aynı şeyleri savunmasıdır. Özal’ın birer ideolojik kale olarak kullanmak hesabıyla da bol keseden dağıttığı gecekondu izinlerini geçersiz saymak, seçim yatırımlarının başım çeken sübvansiyonları kaldırmak ve kamu harcamalarını azaltma adı ile kamu sektöründe çalışanların sayısını son derece kısıtlamak, bu yeni “imparator”un ağzından düşürmediği “iktisadi harikalar”. Bunların özünde yatanı açıkladık: Çalışanlara “geri dönen” artı-değer kısmını daha da küçülterek kâr oranlarını yükseltmek.
Kısaca, Türkiye burjuvazisinin yakın gelecek planlarında yeni bir şey yok. Ama Türkiye’nin yakın geleceğinde yeni bir şey var: Sınıf mücadelesi! Türkiye burjuvazisini de bunca “dert”ten kurtarabilecek olan tek güç işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı bu iyiliği yapmaya hazırlanıyor.