*Bu yazı İngiltere’de Devrimci Komünist Grup (RCG) tarafından yayınlanan Fight Racism Fight Imperialism adlı yayın organının Nisan-Mayıs 1996 sayısında yer almıştır.
“Gerçek” işçi sınıfının sendikal hareket içinde örgütlü bulunanlar olduğu yönündeki görüş, sosyalist işçilerin partisi SWP ve Sosyalist İşçi Partisi (SLP) tarafından da sahiplenilen hakim sol anlayışı oluşturuyor. Bu partilerin stratejisi, sendika kollarının toplantılarına, konferanslarına vb. katılarak sendikal hareket içinde çalışmak. Çoğunlukla grevler, işçi sınıfı mücadelesinin yükselişi olarak tarif ediliyor. Beş yıl önce kelle vergisine, ya da bugün Mülteci Kanunu’na karşı verilen mücadeleler de, sendikaları siyasal kampanyaların merkezi haline getirmeyi hedefliyor.
Ancak bu konumlanış, son 15 yıl içinde sendikal hareketin geçirdiği dönüşümü gözardı ediyor. 1979 yılında, toplam sendika üyeliği 12 milyonun üzerindeydi; bunların 10 milyonu TUC’da örgütlüydü. Şimdi üyelik yaklaşık 7.1 milyon civarında -çalışanların 33’ü- ve bunların tahminen 6 milyonu TUC’da örgütlü bulunuyor. Ancak üyeliklerin çoğunu birinci dereceden kalifiye elemanlar oluşturuyor. Daha 1991 yılında, Labour Force Survey dergisinde sendika üyelerinin çoğunluğunu “eğitimli, yönetici ve profesyonel işçiler”in oluşturduğu belirtiliyordu. Düşük ücretli işçilerin örgütlü olduğu sendikalarda -UNISON gibi- bile sendika kollarını, genellikle çıkarları sendika tarafından gözetilen ve yüksek ücretli yönetici konumunda çalışan kadrolar yönetiyor. Hillingdon grevini gerçekleştiren işçiler, grevin sendika güvencesine alınmasını sağlayabilmek için UNISON bürolarını işgal etmek zorunda kalmışlardı.
Will Hutton, İngiliz nüfusunu oranlara ayırıp %30’unu dezavantajlı, %30’u güvencesini yeni kaybetmiş ve %40’ı da avantajlı olarak tanımlarken, sendika üyelerinin büyük çoğunluğunu bu avantajlı %40 arasına yerleştirmekte duraksamıyor. Dolayısıyla, SWP gibi sendikal harekete yönelen örgütler yeni bir sosyalist harekete potansiyel öncülük yapma görevini, görece iyi durumda bulanan ve güvence altındaki bir kesimden bekliyorlar.
Hutton’ın %30’u dezavantajlı ve %30’u da güvencesini yeni kaybetmiş olarak tanımlamasının nedeni nedir? İlk kategoriye, işsizleri ve öyle ya da böyle devlet yardımına bağlı olanları -emekli aylığı alanlar- gibi dahil ediyor. İkinci kategoride ise, güvencesi olmayan işçiler ile -part-time, geçici ya da 2 yıldan kısa süreli işlerde- çalışanlar bulunuyor. Bu kesim, hiçbir çalışma hakkına sahip olmayan, her an işten atılabilecek olan ve şu andaki yaklaşık 4.9 milyon part-time çalışan işçiyi de kapsayan bir kesim. Hutton, barınaklı, tam gün çalışan kesimin 20 yıl önce %55 iken, bugün işgücünün yalnızca %35’ni oluşturduğunu belirtiyor. Sosyalist olmadığı halde Hutton, işçi sınıfının doğasında belirgin değişiklikler olduğunu anlayabiliyor, ancak o da gelişmenin iyi durumdaki %40’a bağlı olduğu sonucuna varıyor.
Peki bu değişiklikler neler? 1964 yılında, imalat sektöründe çalışan 6.8 milyon kol işçisi vardı; bugün sayıları 3 milyondan az. 1964’de hala 600 bin maden işçisi ve 400 binden az sayıda da demiryolu işçisi vardı. Bugün maden işçilerinin sayısı 20 bini geçmiyor, ve 120 binden az demiryolu işçisi var. İnşaat işçilerinin sayısı yarıya indi. -1.65 milyondan 860 bine düştü-. Bu işçiler savaş sonrası sendikal harekette yer alıyordu. Bu hareket kapitalizmin işçi sınıfına güvenceli tam gün iş sağlayabildiği yükseliş döneminde gelişmişti.
1950’ler ve 60’lar, işçi sınıfının büyük tesislerde gemi yapımında, araba fabrikalarında, ya da dev mühendislik projelerinde toplu olarak çalıştıkları bir dönemin sonunu temsil ediyordu. Bu dönem, 1914 öncesinde İngiliz emperyalizminin dünyaya hakim olmasıyla başlamıştı: 1914 yılında Vickers, Barrow’daki gemi imalathanelerinde 30 bin, Armstrong’da Tyneside’deki Elswick fabrikasında 30 bin işçi çalıştırıyordu. Her ne kadar 1930’lar ağır imalat sanayiinden hafif imalat sanayiine geçişe tanık olduysa da bu, işçilerin toplu olarak çalışmalarının sonu anlamına gelmiyordu:
1970lerin başında iki büyük araba fabrikasında, Oxford’daki Crowley’de 30 bin ve Birmingham’daki Longbridge’de 20 binin üzerinde işçi çalışıyordu. 1940’larda Liverpool doklarında 40 binin üzerinde işçi çalışıyordu. Bu rakam 1970’lerde 10 bin idi. Şimdi ise kalan 500 işçi taşeronlaştırmaya karşı savaşabilmek için grevde bulunuyor.
Gerçek şu ki, işçi sınıfı kapitalizmle birlikte sürekli değişiyor ya da başka türlü söylemek gerekirse, kapitalizm sürekli kendi değişen ihtiyaçlarına göre işçi sınıfını yeniden yaratıyor. Birikim, Marx’ın söylediği gibi bağımsız değişken. İngiliz işçi sınıfının tamamen yeniden şekillenmesinin ilk belirtisi, İngiliz emperyalizminin asalak doğasının kendini gösterip savaş sonrası atılımın son bulmasıyla görüldü. İç pazardaki kar oranının düşmesi İngiliz sermayesini daha karlı yatırım olanakları arayışı içerisinde dışarıya yöneltti. İçerideki yatırımların durması, imalat sektöründeki istihdamın azalmasına neden oldu. Buna rağmen, 1960’larda ve 70’lerin başındaki siyasi durum, neredeyse tam istihdamın sağlanmasını gerektiriyordu. Ve bu, özel sektörde bankacılık ve sigortacılık, devlet sektöründe de eğitim, sağlık ve sosyal hizmetler gibi üretim dışı alanlarda istihdamın artırılmasıyla sağlandı. 1964-1979 yılları arasında bankacılık ve sigortacılık alanlarında istihdam 1 milyondan 1.6 milyona, devlet sektörünün bütününde de 4.4 milyondan 6 milyona yükseldi. Bu yükseliş aynı dönemde imalat sektörü ve sanayide 2.05 milyon işin ortadan kalkmasına eşlik etti. 1979’dan itibaren bu değişiklikler ivme kazanarak, 1981’deki durgunlukla birlikte ağır sonuçlara yol açtı: 1979-1983 arasında imalat sektörü ve sanayiide 1.8 milyon iş ortadan kalkarken işsizlik 3 milyonu aştı. İşçi sınıfının doğasının değişmesinde sendikal haklar ve çalışma haklarına yapılan toplu saldırının da önemli bir etkisi oldu. Üretken olmayan çalışma biçimleri artmaya devam etti; özellikle de bankacılık sektöründe: 1979 ile 1992 arasında bu sektörde istihdam 1.62 milyondan 2.55 milyona çıktı. Bu yükselişin altında kadınların istihdam edilmesi yatıyordu. 1964 yılında, çalışan 15 milyon erkeğe karşılık 8.5 milyon kadın vardı. 1995 yılında 10.6 milyon erkek ve 10.4 milyon kadın çalışıyordu. Kadınlar işgücünün yarısını oluşturuyor. Ancak bunların 4.9 milyonunun part-time çalıştığı da göz önüne alındığında, aynı zamanda haklardan en az yararlanan da onlar oluyor.
Bu durumda, işçi sınıfını gittikçe artan sayıda part-time çalışan, ve eğer profesyonel değillerse sendikalı olma olasılıkları çok düşük olan kadınlar oluşturuyor. Eğer imalat sektöründe çalışıyorsa bir kadının sendikalı olma olasılığı 1/5. Eğer dağıtım ve otellerde part-time çalışan 1.5 milyondan biriyse bu olasılık ancak 1/10. Bu durum 7.3 milyon profesyonel yönetici ve işletmeci arasında yer alan 2.8 milyon “sendikacı” ile karşılaştırıldığında Hutton’un en iyi durumdaki %40’ının önemli bir bölümünü neden sendikacıların oluşturduğu anlaşılıyor. Tablo, yüzyılın başında sendikaların sadece işçi sınıfının yüksek katmanlarını örgütlediği ve temsil ettiği, vasıfsız ve geçici işçilerin dışarıda bırakıldığı dönemi çağrıştırıyor.
Yüzyıl önceki koşullarla benzerlikler bununla da kalmıyor. İşçi sınıfının çoğunluğu ve orta sınıf arasındaki gelir farkı Victoria dönemine benzer boyutlara ulaştı. 1979-92 arasında en yoksul %60’ın toplam gelirden payı %42’den %34’e düştü. Eğer oranlar sabit kalsaydı, en yoksul %20’nin hane başına geliri yıllık 3000 pound daha fazla olacaktı. Her üç maaşlı işçiden biri yoksulluk ödemesi (saat başına 5.90 pound olarak kararlaştırıldı) alıyor. 800.000 kadın saat başına 2.5 pounddan daha az kazanıyor. Bunlar, güvencesiz çalışanları oluşturuyor ve 5.5 milyon tam gün ve 4.5 milyon part-time çalışanın hemen altında bulunuyorlar. Bunların yaklaşık 1 milyonu birden fazla işte çalışmak zorunda. Saat başına yoksulluk ödemesi İngiliz işçi sınıfının üçte ikisinin haftada 40 saatten ve dörtte birinin de haftada 50 saatten fazla çalışmasının nedenini açıklıyor. Bu arada her dört işsizden biri son 10 yıl içinde en az 5 kez işten kovulmuş. 9 milyon da, hükümet seçileli beri işsizlikle karşı karşıya kalmış. Bütün haneler içinde en yoksulları ise hiç geliri olmayanlar.
Siyah ve Asyalı insanlar işçi sınıfının bu en yoksul kesimi içinde olmaya devam ediyor. Pakistanlı-Bengaldeşli insanların %83’ü en yoksul %40 içinde ve Afrikalı-Karayiplillierin de %53’ü. Bu durumda nüfusunun %46’sı etnik azınlıklara mensup olan Londra’nın doğu yakasında her üç haneden birinin yılda 4500 pounddan az ve %55’inin yılda 10.000 pounddan az geliri olması şaşırtıcı gelmiyor.
Bir anlamda işçi sınıfının yoksul ve zengin kesimlerinden bahsetmek yanıltıcı. Gerçeği gölgeliyor; İngiliz sermayesinin hizmet sektörü için ya yeterince kar (özel sektörün elindeyse) getirecek, ya da sermayenin karlarından götürüsü (devletin elindeyse) minimal düzeyde olacak ucuzlukta bir işgücü ihtiyacını karşılamak için işçi sınıfının yeniden yapılandırıldığı gerçeğini. Bu işgücünün vasıflı olması gerekmiyor -dolayısıyla çarpım tablosundan anlamasını ya da okuma yazma bilmesini sağlama ihtiyacı da ortadan kalkıyor. Ve çok sayıda işsiz olduğu için sağlıklı olması da gerekmiyor- hastalananın yerine alınabilecek yığınla potansiyel var. Bu durum eğitimde ayrımcılığın dayatılmasını -sadece orta sınıfın gerçekten temel vasıflardan fazlasına ihtiyacı var- ve sağlık hizmetlerinin kaldırılması yönündeki adımları açıklıyor.
Bu yeni işçi sınıfının asıl deneyimi dışlanmak oluyor. Eğitim ve sağlık hizmetlerinden, sendikalardan, aslında siyasal ve toplumsal yaşamın her türlüsünden. Onların dertleri burjuva siyasal ajandasında yeralmıyor. Ne hükümetinkinde, ne de işçi partisininkinde. Onlar aynı zamanda toplumsal değişim ya da siyasi faaliyetin ana aracı olarak sendikaları görenler tarafından da dışlanıyor. Ve sonuçta bu konuda kendileri ne düşünürse düşünsünler, İngiliz solunun minik güçlerinin gerçekte işçi sınıfı ile hiçbir bağı bulunmuyor.