Bir trafik kazasında kaybettiğim
güzel insan
Nedim’e
“Proletarya saf ve katışıksız olarak, proletarya ile yarı proleterler arasında (yaşamını emek gücünü kısmen satarak kazanan), yarı proleterler ile küçük köylüler arasında (küçük zanaatkâr, el işçisi ve genel olarak küçük ölçekli toprak sahipleri), küçük köylüler ve orta köylüler arasında vs., giderek artan sayıda karmaşık biçimlerle çevrili olmasaydı ve proletarya daha çok ve daha az gelişmiş katmanlarla bölünmüş olmasaydı ve bölgesel köken, ticaret ve bazen de dine göre bölünmüş olmasaydı kapitalizm, kapitalizm olmazdı” 1 .
Türkiye işçi sınıfının oluşumu ve yapısı konusunda yapılan araştırmalara kısaca bir göz attığımızda bu araştırmaların daha çok 1921-1960 arasına ilişkin olduğunu çok rahat söyleyebiliriz. Bu rahatlığın, özellikle 1980 sonrası sınıfın yapısına ilişkin çalışmaların neredeyse bir kaç örnek dışında 2 yapılmadığını ve akademisyenlerin bu konudan kaçışlarım görmekten kaynaklandığını söyleyebiliriz 3 .
Sosyalist harekette ise bu konuya yine çok fazla eğilinmemiş ve daha çok “sendikal hareket ve sol” bağlamında yazılan çalışmalarda kısaca değinilmiştir. Bu yazıda sınıfın yapısına daha çok siyaset daha az akademik yönden yaklaşılacaktır, bu kendi belirlenimimden uzak bir biçimde, zorunluluklardan kaynaklanmaktadır.
Her çalışma belli bir yöntemi baz almak ve önünü açmak durumundadır. Bu nedenle çalışmanın temel aldığı noktaları aşağıda açmaya çalışalım 4 .
Çalışmamız sınıfın yapısını oluşturan, bölümlenmelerini temel olarak saptadıktan sonra (proleter-yarı proleter-alt proleter), kendisine etki eden ve onu biçimlendiren ideoloji, kültür ve tarihsel dönemleri saptamaya çalışacak ve bunu kendi sürekliliği içinde belirleyen temel eğilimlerini saptamayı hedeflemektedir.
A-Türkiye’de işçi sınıfının yapısına giriş
Klasik Marksist yazını sınıf merkezli olarak incelediğimizde göze ilk çarpan şey, İngiltere’nin aldığı özel konumdur. Bu özel konum teorinin yaratıcıları Marx-Engels tarafından hakkıyla verilmiştir. Marx Kapital’i yazarken İngiliz sanayi devriminin ortaya çıkardığı İngiliz işçi sınıfını merkeze almış ve kapitalizmin bu en ileri ülkesindeki durumu analiz etmiştir. Bundan daha önce bir tarihte Engels, İngiltere’de işçi sınıfının durumu (1844) ile sınıfın oluşumunu ele almış ve özellikle tekstil işçilerinin konumunu ve yaşam tarzını incelemiştir. Bu çığır açıcı çalışma, Marksizmin eksikli olmasına rağmen sınıf merkezini en başından beri vurgulayan çalışması olmuştur. Bu çalışmaların ışığında E.P. Thompson, kendi döneminde sınıfın yapısını İngiltere’de yeniden incelemiş ve yeni ufuklar açmıştır. Bu çalışmada İngiltere işçi sınıfının, oluşumunda, nesnel belirleyicilerden ziyade, aktif süreç ve bilinçli öznellikleriyle ortaya çıktığını gösteriyordu. “İşçi sınıfı kararlaştırılmış bir zamanda güneş gibi doğmadı. Kendi oluşumu içinde vardı” 5 . Bu çalışma, zamanının egemen olan her şeyi “yapılar” olarak tanımlamaya çalışan Marksist düşünceden uzak bir biçimde, sınıfı tarihsel bir olgu ve ilişki biçimi olarak tanımlıyordu. Bu yaklaşım belli eksiklikleri barındırıyor olsa bile, hala en tutarlı tanım olarak göze çarpıyor. Yine de bu eser hakkında Perry Anderson’un yaptığı eleştiri haklıdır: “Sınıf oluşumunun öyküsü açımlandıkça objektif koordinatların kafa karıştırıcı yokluğundan” 6 söz eder ve yazarın işçi sınıfının proleterleşmesi sürecinin kendisi üzerine pek az şey yazdığından bahseder. Tam da bu noktada Ronaldo Munck’un yaptığı saptama yerine oturmaktadır: “…işçi sınıfının oluşumunda öznellik ile zorunluluğun karşılıklı belirlenimi söz konusudur ama bu ancak sermaye tarafından yaratılan koşullar altında ve objektif koordinatlar dahilinde böyledir” 7 .
Yukarıda söylenen alıntıyı açımlarsak söylenmek istenen şudur: İşçi sınıfının oluşumuna tarihsel olarak bakılmalı ve her dönemde ekonomik ve ideolojik-politik argümanlar yeniden belirlenmelidir. Açıkçası, genel bir politik tarih yazımı ile yetinerek işçi sınıfının oluşumunun tarihine çok fazla bir katkı koyamayız düşüncesindeyim.
İşçi sınıfının bir bütün olarak siyasal arenada yer almadığını ve değişik biçimlerde davrandığını göz önüne alarak sınıfın kendi içinde ayrışmasını, yani tabakaları saptamaya çalışalım. Bu konuda yapılacak ilk ayrım kafa-kol emeği arasındaki ayrım ile kır-kent arasında yapılacak temel ayrımdır. Bu temel ayrımlar sınıfın yoğunlaştığı alanları ve kendi içindeki tabakalaşmayı tanımlar. Kentlerde, fabrikalarda ve küçük/orta büyüklükte işyerlerinde, ofislerde çalışan işçi sınıfı ile, kırlarda kapitalizmin gelişmesi ile ortaya çıkan tarımda çalışan işçi sınıfını birbirinden ayırmak durumundayız. Çünkü var olan ideolojik ve kültürel motifler birbirinden ayrı olarak ortaya çıkmakta ve farklı davranış durumları sergilemelerine fırsat vermektedir. Bu yüzden yazımızda daha çok kentlerde istihdam edilen işçi sınıfı üzerinde durmaya çalışacağız.
Kafa ve kol emeği arasındaki ayrım yapıldıktan sonra işçi sınıfı içindeki tabakalaşmaları şunlar olarak saptayabiliriz:
-Beyaz yakalılar ve büro işçileri
-Mavi yakalı işçiler
Bu ayrımı, burjuva sosyolojisine çok yakın olmasına rağmen, işlevsel olduğu için kullanacağız. Beyaz yakalı işçiler, üretim ve hizmet sektöründe olmak üzere her iki alanda da çalışmaktadırlar. Beyaz yakalı işçilerin kendi içlerinde ayrışmalarını ise şu şekilde saptayabiliriz:
1-Sermaye birikim süreci ile ilgili idari kararların alınmasına katılan ve yüksek ücret alan azınlık (üst düzey yöneticiler ve profesyoneller).
2-Gelir düzeyi yüksek olan ve emek-sermaye arasındaki ara kademelerde bulunan orta düzey yöneticiler ve denetleyiciler (üretim alanında mühendisler).
3-İş ve emek süreçleri üzerinde fazla bir denetleme gücüne sahip bulunmayan, çoğu kez kol işçilerinden bile düşük maaş alan büro işçileri 8 .
Yukarıdaki tanımlama üretken emek-üretken olmayan emek ayrımı yapılmadan pek anlamlı olmayacaktır. Bunun için üretken emeğin kol emeği tarafına, üretken olmayan emeğin kafa emeği tarafına yakın olduğunu söylemek, ilk planda çok rahat gibi gözükmektedir. Ne var ki, sorunu iyi incelediğimizde, karmaşık ilişkiler gözümüze çarpacak ve bu sınıflandırmayı sanıldığı kadar kolay yapamayacağımızı göreceğiz.
Bu konuda Tülin Öngen’in yaptığı özetin anlamlı olduğu düşünüyorum. Tartışmayı daha sonraki bir yazımda açmaya çalışacağım. Burada, yukarıdaki sınıflamada üçüncü bölümde yer alan beyaz yakalı büro işçilerinin işçi sınıfının içinde oldukları hiç kuşkusuz söylenebilir, fakat çalıştıkları mekânlardaki ideolojik baskı, onları her zaman sermayeye (sınıf atlama kaygısının da etkisiyle) yakın tutabilmektedir, bu ideolojik girdinin hiçbir zaman unutulmaması gerekmektedir. 1. kademede yer alanlar ise, işçi sınıfına yakınlık bakımından en uzak olan kesimdir (örneğin bu kesimden TÜSİAD’a üye isimler rahatça sayılabilir).
İkinci kesim, çoğu yazar tarafından yeni orta sınıfın içine sokulmasına rağmen, kendi içindeki hiyerarşik düzenlemeden dolayı, belli bölümleri itibariyle işçi sınıfına yakındır (bir kısım hekim ve mühendisler vb…).
Hizmet sektöründe çalışan işçiler ilk planda üretken olmayan emek kategorisiyle sınıflandırılabilmelerine rağmen, bu sektörün büyük çoğunluğu kol emeği ile çalışmalarından ötürü işçi sınıfının içinde sayılacaklarıdır. Türkiye’de özellikle 80 sonrasında hizmet sektöründe büyük bir canlanma yaşanmış ve bu sektörlerde istihdam edilen işçi sayısında ciddi bir artış gözlenmiştir (turizm, sağlık, eğitim, posta ve toplu taşıma).
Kamuda çalışan emekçilerin sınıfsal olarak nereye yakın olduğu ise, sloganlaşmış olan ifademizde de belirtildiği gibi (memur değil işçi) tartışmasız nettir, ancak sermayenin örgütlenmesi anlamında devletin işveren olması, sınıfsal yapının üstünü örtmekte, sınıf bilincinin oluşmasında belli sakatlıklar doğurmaktadır (örneğin devlet adabını bilmek, mevzuatı iyi bilmek gibi). Bunun için bilinçlerinde kalmış bu ideolojik tortulara dikkat edilmelidir.
Mavi yakalılar olarak tanımlanan ve ağırlıklı olarak kol emeğiyle üretimde çalışan işçi sınıfı da kendi içinde belli ayrımları üretim sürecinin örgütlenmesinden de kaynaklanan etkilerden dolayı barındırır. Özellikle sınıfın en çok ücret alan ve her zaman sistem içinde uyum sağlamaya çalışan belli bir kesim vardır. Bu kesimi Marx “işçi aristokrasisi” olarak saptamış ve sınıfın bütünlüğünü bozan bu unsurlara karşı pek de iyi bir tavır sergilememiştir. İşçi aristokrasisine ilişkin tartışmayı ileriki bölümlerde daha detaylı olarak yapacağız, onun için tartışmayı burada kapatıyorum.
Yedek işgücü ordusu olan işsizler proletaryanın içindedirler. Fakat işsiz kalmanın getirdiği ideolojik belirlenim, işyerinde uyumlu ve her zaman tehdit unsuru olarak tutulduğundan dolayı da, bu kesim işsiz kalma korkusunun işçi sınıfına sirayet etmesine yol açar.
Marx’ın özellikle 18. Brumaire’de üzerinde durduğu lümpen proletarya (alt proleterya) olarak saptanan kesim, yedek işgücü ordusunun bir bölümünü oluşturmaktadır. Bu sınıflandırmanın içinde kent yoksullarının bir kesiminin de yer aldığını söyleyebiliriz. Fakat kent yoksullarının bütününü bu biçimde kesinlikle ele alamayız. Bu tartışmayı da ilerideki bölümlerde açmayı düşünüyorum.
* * *
İşçi sınıfının sınırlarını özet olarak çizdikten sonra 9 60’lardan itibaren Türkiye işçi sınıfının yapısını incelemeye başlayabiliriz. Bu inceleme rakamsal olmaktan ziyade siyasal belirlenimli olacaktır.
Türkiye imalat sanayii 1960’lara geldiğinde çok dar bir alanda bulunmakta idi. Esas gelişimi 60’lardan sonra hemen hemen bütün Üçüncü Dünya ülkelerinde görülen iç piyasaya yönelik büyüme (ithal ikameci sistemin belirlediği model) trendine girmiştir. Bunlar arasında ilk önce montaj sektörünün geldiğini görürüz. Bu durum Üçüncü Dünya ülkelerinin uluslararası işbölümü dahilinde nerede konumlandığına bağlıdır, bu konumu şöyle özetleyebiliriz.
1- Yeterli teknolojik birikim olmadığından dolayı, geri teknolojinin transferi (otomobil ve beyaz eşya, petrokimya, ilaç).
2- Bu üretim sürecine uygun işgücünün yetiştirilmesi.
3- Pazar olarak kendi iç pazarını kullanması ve dış piyasalara bulaşmaması.
4- Yoğun emeğe dayalı tüketim sektörleri (deri, ayakkabı, dokuma).
İhracata yönelik bir sermaye organizasyonu olmadığından dolayı, alt yapının kurulması ve sektörlerin gelişmesi açısından dışarıya bağımlılık maksimum düzeyde bulunmaktadır ve bu 1980’lere kadar böyle gelmiştir.
60’larda başlayan sanayileşmenin kendi işçi sınıfını oluşturması gerekiyordu. Bunun için yeni açıları fabrikalarda iş bulmaya dayanan, kırdan şehre doğru göç dalgası dediğimiz süreç gerçekleşti. Şehre gelen kıra bağımlı işçi sınıfı fabrikalarda doğrudan iş bulabildi ve konut ihtiyacını derme çatma fabrika yakınlarına kurduğu gecekondular ile karşıladı. Bu gecekondularda elektrik, su ve kanalizasyondan yoksundular. Anılan dönemde Gültepe, Çeliktepe, Nurtepe, Fikirtepe gibi tepelerde Abidin Dino’nun bir resminde verdiği isimle, kendisini bulan şehrin çiçekleri oldular. İlk kuşak işçi sınıfını oluşturan bu kesim köyden belli ihtiyaçlarını karşılıyor ve kır ile bağlarını koruyordu. İlk dönem ücretlerin düşük olması ve fiyat artışlarının ücretleri silip süpürmesi belli bir tepki yarattı. Özellikle hızlı gelişim gösteren özel sektörde sendikal örgütlülük hem sınırlı, hem etkisiz, hem de Türk-İş somutluğunda tekelciydi. Sermaye uşağı Türk-İş, özel sektörde bulunan ve tepkinin yoğunlaştığı bu işyerlerini örgütleyemeyecek durumdaydı. Bu durum DİSK’in kuruluşunun temel motivasyonu oldu ve DİSK böyle bir ortamda kuruldu. İşçi sınıfının sorunlarına sahip çıkan yeni sendika aynı zamanda dönemin de etkisiyle (TİP’in getirdiği havayı unutmamak gerekir) mücadeleci bir hattı benimsedi ve işçi sınıfını alanlara taşıyabildi. Bunu gören sermaye, sendikalaşma, sendika değiştirme isteklerini şiddetle bastırmak istedi ve bunun sonucunda DİSK’in kapatılmasına olanak tanıyan bir yasayı meclisten geçirdi. Bu yasaya karşı işçilerin cevabı çok sert oldu: 15-16 Haziran.
Bu onurlu eylem aynı zamanda işçi sınıfının varlığı-yokluğu tartışmasını bitirmiştir. 1970-80 arasında ise Türkiye’de yaşanan krizin de etkisiyle işçi sınıfı radikal eylemlilikler sergilemiştir. Bu dönemde Ülker, Berec, Profilo gibi çatışmalı fabrika işgalleriyle eylemler bir adım ilerletilmiş, Tariş ve Tekel direnişleriyle 80lere gelinmiştir 10 . İç piyasaya yönelik olarak üretim yapıldığından dolayı işçi sınıfının tüketim anlayışı gelişmiştir, bu yüzden radikal ücret sendikacılığı uygulayan DİSK ön plana çıkmış ve ciddi bir niceliği barındırabilmiştir.
1970-80 arasında yapılan grev ve direnişlerde, katılan işçi ve kaybedilen işgücü açısından bir artış gözlenmiştir bu aynı zamanda işçi sınıfının mücadelecilik performansının da bir göstergesidir.
1980’den günümüze
1980 askeri darbesiyle birlikte sermaye rahat bir nefes almış, kendisi için gerekli olan bütün düzenlemeleri 80-83 arasında çıkarttığı yasalarla sağlamış ve kendisi için en uygun olan sömürü ortamını yaratmıştır. Aynı zamanda darbeyi besleyen ekonomik krizin nedeni olan ithal ikameci sistem sınırına gelmişti. Dünya uluslararası işbölümünün de Türkiye sermayesi için zorunlu kıldığı yeni bir ekonomik model işlerliğe konulmuştur, bu model ihracata dayalı üretim modelidir. Bu modele göre imalat sanayii yeni sektörleri yaratmış, aynı zamanda yeni emek gücü pazarına da ulaşmıştır. Gelenek’in 52. sayısında Robert Clough’un da ifade ettiği gibi “işçi sınıfı kapitalizmle birlikte sürekli değişiyor, ya da başka türlü söylemek gerekirse, kapitalizm sürekli kendi değişen ihtiyaçlarına göre işçi sınıfını yeniden yaratıyor” 11 .
İhracat bazlı üretim modelinde emek-gücü piyasasını yeniden oluşturan etmenleri saptadığımızda önümüze üç maddelik bir liste çıkıyor. Bu liste aynı zamanda Üçüncü Dünya ülkelerine uluslararası işbölümünde biçilen yeni konumu tanımlıyor. Yeni uluslararası işbölümüne göre;
1-Üçüncü dünyadaki geleneksel sosyo-ekonomik yapıların, çok geniş bir ucuz emek havuzunun ortaya çıkmasını sağlayacak şekilde çözülmeleri;
2-Sınai üretim süreçlerindeki vasıfsız alt süreçlerin üçüncü dünyaya taşınmasına izin verecek şekilde parçalanması;
3-Uluslararası ulaşım ve iletişim teknolojisinin, bu taşınmayı olanaklı kılacak şekilde ucuzlaması 12-
üretim süreci biçimlenecektir.
Yeni modelde 1. maddede görüldüğü gibi ucuz işgücünün açığa çıkabilmesi için, kırdan kente yeni bir göçün gerçekleştirilmesi zorunluluğu vardır. Bu konuda 80 sonrası şehirleşme istatistiklerine baktığımızda bunu çok net olarak görebiliriz; “1924’de %24 şehirleşme oranı 1985 yılında %53 olarak gerçekleşirken 1990 yılında %59’a ulaşmıştır”. 60’dan sonra yaşanan ikinci göç dalgasıyla yeni semtler oluşmuş ve göç alan şehirlerin yerleşim alanları genişlemiştir. İkinci göç dalgasında yaşanan iç savaştan dolayı Kürt illerindeki büyük bir nüfus Adana, İstanbul, Ankara, Denizli, Diyarbakır vb. kentlere göçmüş ve demografik yapıyı yenilemiştir.
Bu ucuz işgücünün istihdam edileceği alan doğal olarak 2. maddede belirtilen alt sektörler; tekstil, metalürji olmuştur. Bunlar batıda ve çevreye zarar veren sektörlerdir. Aynı zamanda 3. maddede belirtilen ulaşım ve yapılaşma için genişleyen inşaat sektörü ile beraber 60’larda kurulan montaj sanayiinin büyümesi ile beraber yan sektörlerini oluşturan küçük ve orta boyda işletmelere doğru genişlemiştir.
Aynı zamanda 3. maddede belirtilen iletişimin gelişmesi için telekomünikasyon ve medya sektörüne ciddi yatırımlar yapılmış ve 80 öncesi küçük bir konumda olan televizyon-radyo-müzik seti üreten “kahverengi” eşya sektörü büyümüştür.
Türkiye’nin 80’den sonra gelişen en önemli sektörleri otomobil, beyaz eşya, kahverengi eşya, tekstil, kağıt, ilaç ve petrokimya sektörleri olmuştur. Bu sektörler daha çok İstanbul, İzmit, İzmir, Ankara, Bursa, Adana, Gaziantep, Denizli, Trakya illeri, K.Maraş, Konya gibi şehirlerde yoğunlaşmıştır. Sanayi bölgesel bazda belli hatlarda yoğunlaşmıştır (Çorlu-Çerkezköy-Topkapı, Kartal-Pendik-Tuzla-Gebze- İzmit) ve kendi içinde bir organizasyon oluşturmuştur.
Sanayinin yapısı ve sermayenin stratejisi
Türkiye ekonomisi her zaman krizde olduğu için, küçük ve orta büyüklükteki işletme sayısı çok fazladır. Bunda temel etmenlerden birincisi tekellerin ihtiyaç duyduğu organize yan sanayi, ikincisi maliyetleri düşük tutmak için ucuz işgücü, üçüncüsü üretim sürecinde esneklik sağlayabilmek ve krize hazırlanabilmektir. Bunun diğer bir avantajı işletmelerin küçük olmasından dolayı sınıfın yapısını dağınık durumda tutmaktır.
Türkiye’de imalat sanayiinde yer alan firmaların yapısı İSO’nun 92 yılında yaptırdığı araştırmada (Tablo 2)’de görüldüğü gibidir. Küçük ve orta boy işletmelerin oranı %99.10 olup istihdam ettiği işgücü oranı %51.57’dir. Bu istatistiklerden göründüğü gibi dağınıklık sınıfın yapısını ve birleşimini zayıflatmakta, örgütlenme açısından çok büyük zaaflar doğurmaktadır. Büyük işyerleri %0.9 gibi orana sahip olmasına rağmen istihdam ettiği oran %58.43’tiir. Buradan işçi sınıfına örgütlenmesine ilişkin belli bir eğilim çıkarılabilir.
Özellikle otomotiv sektörü ciddi bir yan sanayi yaratmıştır, bu bakımdan Bursa özel bir örnektir. Bursa ekonomisini tekstille birlikte bu sektör ayakta tuttuğu için (tarımsal üretim olmasına rağmen belirleyici değildir), sektörde yaşanan herhangi bir dalgalanmada otomotiv işçileri işsiz kalmaktadır. Yine Bursa, Trakya illeri, Denizli, Antep, Maraş tekstilin yaşam bulduğu alanlardır. Tekstilde çalışan işgücü daha çok kadın ve çocuk işgücü olmak üzere genç bir işgücüdür. Çok düşük ücretlerle çalışılan sektörde, sigortasız ve sendikasız çalışma temel alınmıştır. Bu temele rasyonalizasyon sektördeki dalgalanmalar gösterilmektedir, bu zaten üretim organizasyonunca daha önceden belirlenmiştir. İşçilerin sendikalaşmaması için çok yüksek bir işçi sirkülasyonu yaşanmaktadır yine İSO 92 araştırmasına göre ilk üç ayda küçük işletmelerde işçi mevcudunun %15.2’si kadar yeni işçi girişi, %16.63’ü kadar işçi çıkışı olmuştur. Orta boy işletmelerde ise bu oran %9.86’ya %8.27’dır.
Tekstil sektörü kendisini Türkiye kapitalizminin en vahşi sömürünün yaşandığı sektör olarak oluşturmuş ve işçi sınıfına karşı sınıf düşmanlığını her fırsatta göstermiştir. Bu sektörde çalışan işgücünün genç olması aynı zamanda komünistler açısından alanda kalıcılaşmak açısından bir şanstır, bu şansı iyi kullanmalıyız.
Tekelci sermayenin fabrikalarında yoğunlaşan işçi sınıfı göreceli olarak küçük-orta sanayiye göre iyi bir konumdadır. Sosyal haklarını mücadele ederek kazanmış ve sendikal örgütlenme hakkını çok büyük oranda sağlamıştır. Fakat sermaye ücret maliyetlerini düşürmek ve sendikal örgütlülüğü yenmek için, çok büyük oranda taşeronlaştırmaya gitmiş, belli işçileri kendi yanma çekmek için sözleşmeli konuma geçirmiş ve sendikanın gücünü azaltmaya, yok etmeye çalışmıştır. Taşeronlaştırma sistemi üretim sürecini şirketler bazında parçalamış ve esnek bir yapıya kavuşmuştur. Bu esnek yapı, fordist biçimin sonu olarak görülebilir, Türkiye’de ise post-fordizmin en somut ifadesidir. Aynı zamanda fabrika içi üretim sürecini yeniden oluşturmaya çalışmış ve bu konuda çeşitli girişimler yapmıştır. Toplam kaliteyi sağlamak için işgücünde kaliteyi öne çıkarmış, bunun için niteliksiz iş gücü yerine, nitelikli işgücü istihdamı artmıştır. “Post-Fordist üretim teknikleri ve esnek çalışma biçimleri birinci bölmede yer alanların fonksiyonel açıdan esnekliğini öngörüyor, yani aynı kişinin üretim sürecinde mümkün olduğunca çok sayıda işi üstlenmesi isteniyor bu gruptaki işçilere yönelik yoğun bir ideolojik saldırı gündeme geliyor. (Bu işçilerin kendilerini bir “ailenin” özverili üyesi olarak görmeleri, kendi çıkarları ile işletmenin çıkarlarını özdeşleştirmeleri isteniyor)” 12 . Gülen Özlü’nün de belirttiği gibi en önemli saldırılardan biri ideolojik motif; işyerinde sınıfa yönelik olarak sunulan kader ortaklığı ve ailenin parçası olması fikri, sınıfı sermayeye doğaldan bağlı kılmayı hedefliyor. Bunun Türkiye’de tutup tutmayacağı ise muğlak, çünkü 1980 sonrasında KOÇ grubu bu sistemi uygulamaya çalışmış ve başarısız olduğundan dolayı kaldırmıştır. Sabancı grubu yeniye olan merakı biraz da Japonlarla ortak yatırımlara girmesinden kaynaklanan biçimde fabrikalarında bunu uygulamaya koymuş (Brissa, Toyotosa) fakat pek başarılı olamamıştır. Japonya’nın tarihsel geleneklerinden kaynaklanan aile mantığının, bireyselleşmenin yoğun yaşandığı bir ülkede nasıl tutacağının tartışmasını endüstri mühendislerine bırakıyorum!
Yine büyük fabrikalarda çalışan sınıf bazında göz önüne alınması gereken bir diğer önemli nokta ise işçi aristokrasisi kavramıdır. Bu kavramı yukarıda sınıf tanımlaması yaparken kullanmıştık, özellikle ürettikleri ürünün %50’sinden çoğunu ihraç eden ve %80-90 dolulukla çalışan sektörlerde işçiler sendikaların da yardımıyla görece iyi ücret almaktadırlar. Bu iyi ücretler, çocuklarını özel bir okulda okutma noktasına gelebilmektedir. Doğal olarak bu işçiler sisteme daha fazla entegre olmuş durumda ve eylemliliklerin önünü kapar konumdadırlar. Ancak, sınırlar henüz netleşmemiştir. Örneğin, bir işçi kenti olan İzmit’te sınıfın tepkileri, bu kesimleri de içine alan bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de kavramın somut karşılıklarının aranmasında acele edilmemelidir.
Sınıfın istihdam ve yaşam koşulları
İmalat sanayinde çalışan işçi sınıfının istihdam biçimlerini yukarıda kısaca anlatmaya çalıştık. Görüldüğü üzere 60’ar sonrasında yaşanan göç ile 80 sonrasında yaşanan göç arasında temel farklılıklardan birinin ulusal motif olduğunu söyledik. Göç eden/ettirilen nüfus kendi geldikleri illere göre daha önceden aynı bölgeden göç etmiş olan hemşerilerinin yanma göç etti. Dayanışmanın temel biçimi fabrikada işçi olmaktan ziyade hemşeri olma duygusu etrafında biçimlendi. Dayanışmanın hemşerilik bazında şekillenmesi aynı zamanda iş bulma süreçlerinde ön plana çıktı ve fabrikalarda belli bölgelerin insanları yoğunlaştı (belli bölgelerin bunu da kesen bir biçimde mezhep değerlerini öne çıkarması yine etkili olmuştur-Alevilik belirlenimi), bu geri form kırdan gelen feodal değerlerin yeni bir coğrafyada yan yana durma ve yok olmama isteğinin sonucuydu. Bunun etkileri yaşanan direnişlerde ve grevlerde görüldü, greve katılan işçiler birçok durumda hemşerilik bağıyla yan yana geliyorlardı, eylemden uzaklaşanlar da. İlk zaman çok fazla önemli olan bu bağ zaman içerisinde kuşaklar itibariyle parçalandı. İlk kuşak sonrasında işçi olmanın getirdiği bağlar ön plana çıktı. İkinci yaşanan göç dalgasında ise ulusal kimlik ön plana çıktı ve Kürt olma özellikle belli sektörlerde önemli bir dayanışma argümanı olarak yer etti (inşaat, tekstil). Yukarıda belirtilen dayanışma motiflerinin işe girmedeki belirleyiciliğini Kristal-İş’in araştırması desteklemektedir.
Tanışıklık üzerinden işe girme oranı, Kristal-İş’in cam fabrikaları üzerine yaptırmış olduğu araştırmada tüm fabrikalar bazında %51.2’lik bir genel ortalamaya sahiptir. Bu oran aynı bölgeden göç edenlerin yoğun olduğu Topkapı Şişe Cam Fabrikası’nda %71.8, Paşabahçe’de %63, Çayırova’da %52.7’dir.
Şehre gelen işgücü kendisinin ilk işi olarak konut sorununu gördü ve elindeki olanaklarla bunu kendince çözdü. Gecekondu denen konut biçimi (dünyanın her tarafında yüksek sanayileşme durumunda, değişik biçimlerde görülmüştür) işçi sınıfının konut ihtiyacını karşılamıştır. Gecekondular, şehrin merkezlerine yerleşmiş olan burjuvazinin yer bırakmaması dolayısıyla şehrin tepelerine kurulmuş ve şehrin en güzel tepeleri olmuşlardır. 1970-79 yılları arasında en yoğun gecekondu yapımı sürmüş ve kentsel rantın çok yüksek olmaması nedeniyle sermaye herhangi bir rahatsızlık duymamıştır. Daha sonra kentsel rantın artmasıyla beraber, sermaye bu kesime düşman kesilmiştir, bunun en ilginç örneklerinden biri, 1 Mayıs mahallesinin kuruluşunda yer alan Gürbüz Çapan’ın Mimarlar Odası’nda yaptığı bir konuşmada, böyle olacağını bilse bir daha yapmayacağını söylemesidir.
Gecekondular konusunda DPT’nin 1991 yılında yayınlanan araştırmasında “oturulan konutun kat miktarı dikkate alındığında İstanbul gecekondularının %51.4’ünün, Ankara’da %76.74’ünün, İzmir’de %58.8’inin tek katlı, sırasıyla %30.3’ünün, %19.8’inin, %30’unun iki katlı olduğu, üç ve daha fazla katlı olanların ise %18, %3.5 ve %11.1 olduğu görülmüştür” denmektedir. Aynı araştırmaya göre fabrika işçilerinin ev sahipliği oranı İstanbul’da %42, Ankara’da %42, İzmir’de %44’tür. Buradan da anlaşılacağı gibi işçi sınıfının kendi konut sorununu, kendi bildiği biçimde çözdüğü, çocuklarının konut ihtiyacını karşılamak için de konutlarını büyüttüğünü görüyoruz. Birinci kuşak işçilerin çocuklarının oluşturduğu ikinci kuşak işçi sınıfının (bu belli yerelliklerde çok net olarak izlenebilir; örneğin Zonguldak, Karabük, İzmit) köye dönmek istemediğini yine DPT’nin araştırmasında rakamlardan görebiliyoruz. Bu oran İstanbul’da %79.6, İzmir’de %77.7’dir. Diğer bir belirlenim ise yine bu kuşağın köye gidip gitmediğidir, bu konuda verilen cevaplar hane reisi bazında İstanbul’da %41.5 İzmir’de %38 olarak hiç gitmemişlerdir.
Sermaye istihdam yaratırken işgücünün niteliğini de belirler, işgücünü ucuz olabilmesi için kır ile bağlantılarının sürmesinin ya da işgücünün doğrudan kıra bağımlı olmasını ister. Böylece genel gıda tüketim masrafları düşecek ve kendisini yaşatabilecek ücreti daha da aşağı çekecektir. Bunun için sanayi belli sektörler bazında kıra yakın alanlara kaymış ve çalıştırdığı işgücünün niteliğini değiştirmiştir. Örneğin Trakya’da yoğunlaşan sanayinin istihdam ettiği işgücünün büyük çoğunluğu köyde oturmakta ve aynı zamanda fabrikada ailece çalışmaktadır. Ücretin çok düşük olduğu, sektörde ortalama ücretin asgari ücretin altında olduğu bilinmektedir işçi sınıfı yaşayabileceği ortamı ancak böyle yaratabilmektedir.
Özellikle küçük-orta sanayide çalışan işçi sınıfının aldığı ücretle geçinebilmesi mümkün değildir, bu ancak aile olarak çalışılarak sağlanabilecek bir durumdur. Bu konuda bir grup araştırma görevlisinin yapmış olduğu, Bursa imalat sanayii işçisinin hane gelirleri araştırması önemlidir (Tablo 3). Tabloda da görüldüğü gibi hane halkının gelirinin %44.5’i asıl işinden kaynaklanmakta iken, %55.5 ise diğer gelirlerinden kaynaklanmaktadır. Buradan çıkaracağımız ilk sonuç, yukarıda da belirttiğimiz gibi sadece ücret ile geçinilmemesidir. Diğer önemli saptama ise hanenin gelirlerinde önemli kalemlerden biri olan borçlanma gelirleridir. Bu anketin uygulandığı alanda %77.6’sının borç kullandığı, kalanının kullanmadığı bilgisi bulunmaktadır. Borçlanan kesimin yaklaşık yarısı (%44.9’u) kredili alışverişler yoluyla borçlanmakta, %19.1 dost ve akrabalarına, %8.6 arkadaşlarına, %5.9’u bankaya, %0.4’ü tefeciye borçlanmaktadır. Diğer borçlanma yollarını tercih edenler ise %16.1’dir. Buradan çıkan en önemli sonuç ücretli kesimin kendi ihtiyaçlarını karşılamak için geleceğini sattığı ve dolayısıyla sisteme entegre olduğudur. Burjuvazi, başlattığı ideolojik saldırının meyvelerini iki alanda da toplamaktadır; birincisi sınıfı tüketmeye zorlamakta, ikincisi gereğinden fazla tüketmeye zorlayarak borçlandırarak hareket edemez hale getirmektedir. Bu ankete cevap veren işçilerin %27.1’i ana işleri dışında ikinci bir iş yapmakta ve hane gelirini artırmaya çalışmaktadır. İkinci işi yapanların %51.4’ü bunu bir ücret karşılığında, %44.6’sı kendi işini kurarak kalan %4 ise başka yolları benimsemektedirler. İkinci işte çalışanların %36.7’si her gün, %55.9’u hafta sonlarında, %4 bayram tatilleri ve yıllık izinlerinde bu işi gerçekleştirdiklerini belirtmişlerdir. Özellikle ikinci işte çalışma, küçük-orta sanayi ve tekstilin belli kesimlerinde gözükmektedir. Hane halkının gelirine etki eden bir diğer etmen hane halkının diğer üyelerinin çalışmasıdır. Bu oran %34.5 olarak bulunmuştur yani üç aileden birinde, ailenin diğer üyeleri hane gelirine katkıda bulunmaktadır.
Bursa imalat sanayine yönelik bu araştırmanın en önemli eksikliği sektör ve işyeri büyüklüğü bazında bir ayrımın yapılmamış olmasıdır. Bu yüzden buradaki verileri yorumlarken zorlanıyoruz. Ama ortaya çıkan sonuç ne olursa olsun aile, bir tek aile reisinin ücreti ile geçinememekte, diğer katkılara ihtiyaç duymaktadır. Bu katkılar daha çok tüketim normlarını yükseltmek için ayrılmakta, elektronik ürünler, otomatik çamaşır makinesi otomobil gibi yüksek maliyetler getiren ürünlerin alımına yönelmektedir.
Sonuç
Yazımın bu ilk bölümünde daha çok sınıfın yapısı ve belli dönemlerdeki değişimi üzerinde kabaca durmaya çalıştım. Yazının konusundan da anlaşılacağı gibi her bölüm ayrı ayrı detaylı biçimde bir konu başlığı olarak tartışılmalıdır, özellikle sınıf tanımlamaları ve sınıfa etki eden ideolojik motifler üzerinde tek tek durulmalıdır. Fakat bu tartışmalar ayrı bir yazı konusu olarak durmaktadır. Yazımın ikinci bölümünde bu bölümde inceleyemediğim beyaz yakalı işçiler, hizmet sektörü, tarım proletaryası ve mevsimlik işçilerin konumu incelenmeye çalışılacaktır. Yine yazının devamında işçi sınıfını dönemsel olarak belirleyen ideolojik motifleri ve burjuvazinin biçimlendirme çalışmalarını daha da açmaya çalışacağım. Bir diğer başlık, yazıda hemen eksikliği görülecek bir bölüm olan SSK’lı, sendikalı işçilerin sektörel takibi, grev ve direnişlerin dönemsel olarak incelenmesi olacaktır.
Dipnotlar ve Kaynak
- Lenin, V.I. (1971) Selected Works Cilt 3, Moscow, Progress Publishers, s. 392-393.
- Bu konuda tek sayabileceğim örnek Prof. Dr. Korkut Boratav’dır. Bu konuda işçi sınıfının yapısına sınıf mantığından daha çok alan çalışmasından çıkan sonuçları değerlendirmiş ve yöntem olarak katmanlaşmayı ön plana çıkarmıştır. Aynı zamanda bu konuda DİSK-AR’ın yapmış olduğu kendi tabanlarına yönelik bir anket ve bunun sonuçlarının yorumlandığı bir çalışmayı kendi dergilerinde yayınlamışlardır.
- Bilebildiğim kadarıyla üniversitelerde işçi sınıfına yönelik araştırmalar 80 sonrasında iyice azalmıştır. Bunda önemli etkenlerden biri solun geri çekilişi ile düşünsel alanda bıraktığı boşluk ve yenilgi psikozu ile beraber ilgi alanlarının kişiselleşmesidir. Aynı zamanda yaşanan apolitizm, akademisyen kadroları biçimlendirmiş (onurlu bir kısım akademisyen dışında) ve üretim alanlarını iyice teknisist konulara çevirmişlerdir. Bu konuda C. Ufuk KARADENDZ’in bir çalışmasının olduğunu biliyorum ve yayınlanmasını bekliyorum.
- Bu çalışma bir miktar didaktizmi ön planda tutacaktır bundan dolayı şimdiden okuyucu olarak belli çekincelerinizi saklı tutmanızı rica ediyorum. İkinci çalışmamda bu didaktizmin de ötesinde bir yaratıcılık sergilemeye çalışacağım.
- Thompson; E.P., The Making of The English Working Class, Penguin (1970), s. 9.
- Anderson; P., Arguments Within English Marxism. London, Verso (1980), s. 33.
- Munck; R., Uluslararası Emek Araştırmaları (Cenk Aygün), İstanbul, Öteki, (1995), s. 167
- Ongen; T, Prometheus’un Sönmeyen Ateşi (Günümüzde İşçi Sınıfı), İstanbul, Belge (1994), s. 180.
- Kısaca diyorum çünkü bu tartışma daha geniş bir biçimde yeniden ele alınmakdurumundadır. Bu konuda daha önceden çıkmış olan yazıları özetleyen ve daha geniş bir tartışmayı yapmaya çalışacağım, bunun içinde yazının ikinci bölümünde ele almayı düşünüyorum.
- 70-80 dönemi içinde en önemli siyasal iki argümanın üzerinde çok fazla durulmadı. Bunlar anti-emperyalist ve anti-faşist mücadelenin işçi sınıfının üzerindeki etkileridir. Bunlar ayrıca incelenmesi gereken konular olduğu için sol bağlamında değerlendirmelidir.
- CLOUGH; Robert (1996), İngiliz İşçi Sınıfının Değişen Doğası, Gelenek 52, s. 127.
- Özlü; E.Gülen, (1996) Post-Fordizm, Esneklik ve İşçi sınıfı, Gelenek 52, s.121.