Güney Kore dendiğinde Türkiyeli solcuların aklına neler gelebilir? Bu günlerde bu sorunun yanıtı her halde genel grev ve direniştir. Biraz daha geriye gidersek öğrenci gösterileri, üniversite işgalleri, polisin öğrencilere karşı gösterdiği acımasızlık karşısında öğrencilerin boyun eğmez karşı şiddeti olabilir bu sorunun yanıtı. Geçen yılın Eylül’ünde Güney Kore’nin Evren Paşasının idama mahkum edilmesi kuşkusuz ilk yanıt olurdu. Daha genel çerçevede bakacak olursak, “Asya Kaplanları”nın bu en ünlüsü, bir ekonomik kalkınma modeli olarak karşımıza çıkar. Bedelini işçi sınıfı ve emekçilerin aşırı emek sömürüsü ve yoğun baskı olarak ödedikleri bir model olarak… Dünyada sosyalizm adına son direniş noktalarından biri olan Kore Demokratik Cumhuriyeti’nin diğer yarısı olduğu ve emperyalist oyunlar nedeniyle bu iki ülkenin yıllardır inip çıkan, bugünlerde de bir gerilim yaşayan ilişkileri gelir aklımıza. Soğuk savaşın ilk yıllarında Türkiyeli askerlerin canlarının NATO’ya peşkeş çekildiği Kore savaşı da gelebilir. Kısaca Kore’ler hep gündemdedir. Hep önemli dersler barındırır.
Bu yazıda Türkiye’den Güney Kore’ye bakarken tüm bu tarihin bir dökümünü yapmaya değil, bu tarihteki önemli köşe taşlarından siyaset dersleri çıkarmaya çalışacağım. Elbette dünya çapındaki işçi sınıfı mücadeleleri için, ama öncelikle Türkiye’deki mücadele için. Bu açıdan en önemli uğrağın işçi sınıfı ve öğrencilerin belirleyici olduğu kitle eylemleri, bu eylemlerin kendiliğinden ve ekonomist karakteri, yani siyasal özneden yoksunluğu olduğu kanısındayım. Bu kitle eylemlerinin Güney Kore tarihindeki önemini ve sınırlarını tespit etmeye çalışacağım.
Ama öncelikle Güney Kore’nin bu günkü durumunu şekillendiren en önemli olgunun üzerinde durulması gerekiyor: Emperyalizm ve sosyalist devrimler çağı. Bu çağın genel özelliklerinin tüm ülkelerin ekonomik ve siyasal biçimlenmesinde bir üst belirleyen olduğu açıktır. Ancak Kore’nin özel durumu bu olgunun belirleyiciliğini çok daha doğrudanlaştırıyor. Birincisi, Kore’nin bölünmüşlüğünün nedeni Soğuk Savaştır. İkincisi, bölünmenin ardından Güney Kore’yi kapitalistler için bir cennet ve dünya kapitalistlerine bir örnek haline getiren ekonomik büyüme, kapitalist-emperyalist sistemin ekonomik ihtiyaçları kadar Soğuk Savaş’ın siyasal yarışının da eseridir. Üçüncüsü, bu ikisiyle doğrudan bağlantılı olarak Güney Kore tarihine damgasını vuran askeri diktatörlükler ve yolsuzluklar yine Soğuk Savaş’ın siyasal koşulları nedeniyle bu ülkenin başında, kitlelerin tüm direnişine karşın, bir bela olarak varlığını sürdürebilmiştir. Dördüncü ve son olarak, bu ülkenin global ekonomik göstergelerindeki, benzerlerinde görülmeyen kimi olumluluklar, sömürülenlerin büyük direnişinin de etkisiyle ama özellikle kapitalist sistemin sosyalist Kuzey karşısında dünya çapında bir prestij yarışma girmiş olmasının sonucunda gerçekleşmiştir.
Kısaca dünya kapitalizminin, özellikle ABD ve Japon kapitalizminin kar oranlarını maksimize etme ihtiyacı, emperyalist-kapitalist sistemin sosyalizme karşı yürüttüğü siyasal ve ekonomik savaşın gerekleriyle birleştiğinde Güney Kore’den bir Asya Kaplanı yaratmak mümkün hale gelmiştir. Burada genel ve teorik olarak iç dinamikleri küçümsediğim sonucu kesinlikle çıkarılmamalıdır. Bir ülkenin kaderini belirleyen o ülkedeki sınıf mücadeleleridir elbette, ancak bu mücadeleler uluslararası sınıf mücadeleleri tarafından üst belirlenir.
“(…) Ülkeler ve ülke gruplarını kapsayan bölgeler, verili durumdaki üretici güçlerin gelişkinlik düzeyine, işgücünün fiyatlandırılmasına, sermayenin temel sektörler arasındaki dağılımına göre uluslararası işbölümündeki yerlerini almaktadırlar. Bu durum sermayenin uluslararasılaşması sürecinin ulaştığı boyutlar açısından özellikle önemlidir. Bu işbölümünde ekonomik kalkınmanın hem mekanı hem öznesi olarak ulus-devlet giderek ağırlık kaybetmektedir. Bunun siyasal sonucu olarak ulusal (yerel anlamında) burjuvazinin kendine dönük kalkınma projeleri, tarihsel anlamda geçersizleşmiştir. Yukarıda özetlenen durum, emperyalist sömürünün bir bütün olarak kapitalist sömürü mekanizmalarına içkin olduğu anlamına gelmektedir. Bu nedenle kapitalizm karşıtlığını barındırmayan bir emperyalizm karşıtlığı veya bu çerçeveden soyutlanmış bir yabancı sermaye düşmanlığı tarihsel olarak kısır ve temelsiz bir konumlanıştır.” 1 [STP Programı]
Şimdi bunlara biraz daha yakından bakmaya çalışalım.
Emperyalizmin rolü
Modern Kore’nin tarihi 1876 yılında Pusan limanının Japon gemileri tarafından zorla ticarete açılmasıyla başlar. Bu tarihten sonra Kore ekonomisi Japon sermayesinin ihtiyaçları ile belirlenmeye başladı. 1910’da resmen ilhak edildiğinde ülke aslında fiilen bir süredir Japon yönetimi altındaydı. Bu işgal 8 Ağustos 1945’de Sovyet Kızıl Ordusu’nun ülkenin kuzeyine asker çıkarmasına kadar sürdü.
Ülkenin bir Japon askeri vali tarafından yönetildiği bu dönemde Japon sermayesi, kendi ekonomik ve stratejik ihtiyaçları çerçevesinde Kore’nin altyapısını oluşturmaya başladı. Japonya’nın bölgede Çin ile olan gerginliği ve savaşlar (Japonya 1931’de Mançurya’ya saldırdı; 1937 yılında Çin-Japon savaşı başladı) nedeniyle ortaya çıkan işgücü darlığı özellikle emek yoğun işletmelerin Kore’ye aktarılmasını gerektirdi. Bu dönemde ülkenin güneyi işgalci için bir pirinç ambarı olurken kuzey ise çelik, kömür ve diğer madenleri sağlıyordu. Buna rağmen Japon sömürgeciliği döneminde Kore önemli bir sanayileşme yaşadı. “Ancak Kore halkı bu hayret verici sanayileşme sürecine sadece en alt düzeyde katılıyordu, çünkü vasıflı işçilerin yüzde 80’i Japon’du ve bu sürece katılan şirketlerin yönetimi de istisnasız Japonların elindeydi.” 2 İşgalin doğal sonucu olarak Kore ekonomisi tamamen Japon ekonomisinin tamamlayıcısı olarak şekillendi.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, ülke 38. paralel sınır olmak üzere iki ayrı bölgeye ayrılıp, Kuzey kendi sosyalist yolunu tutarken Güney’de de komünistler ve milliyetçiler bağımsızlık için çaba harcamaya başladılar. Kore Bağımsızlığı İçin Hazırlık Komitesini kurdular ve 6 Eylül 1945’de Halk Cumhuriyeti ilan ettiler. ABD askeri yönetimi bu cumhuriyeti tanımayı reddetti. 3 Bunun ardından kuzeyde Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (KDHC) ve güneyde Kore Cumhuriyeti kurularak ülke bölünmüş oldu. Güneydeki komünistler kuzeye geçti. Böylece Güney Kore ABD’nin elinde Kuzey Kore ve tüm yeni sosyalist ülkelere örnek oluşturulması için şekillendirilen bir model işlevi görmeye başladı. Tıpkı Soğuk Savaşın bu ilk dönemlerinde ABD yanında saf tutan diğer ülkeler gibi.
Bu arada Soğuk Savaşın ilk sıcak çatışması da Kore’de bir iç savaş olarak yaşandı. Bir tarafta Çin Halk Cumhuriyeti’nin ve diğer tarafta Birleşmiş Milletler’in de katıldığı bu savaş sonunda ülkenin bölünmüşlüğü kesinleşti.
Burada bir parantez açıp Türkiye için emperyalizmle entegrasyon açısından önemli köşe taşlarından biri olan bu savaşın sorumlusunun kim olduğu üzerinde duralım. Evet 38. paraleli geçen ve BM müdahalesine kadar güneyde önemli başarılar kazanan ordu KDHC’nin ordusuydu ama;
“Savaşın suçlusunun kim olduğu biçiminde ortaya atılan soru da bugüne kadar açık seçik bir şekilde cevaplandırılmadı; ancak bu konudaki yeni literatür, ‘Kuzey Kore birliklerinin Güney Kore’ye saldırısı’ yönünde hep ileri sürülen açıklamanın yeterli olmadığını, içle siyasal bunalımlarla sarsılan Singman Ri hükümetinin de “komünist bir ihtilal” tehlikesi karşısında bulunması nedeniyle savasın çıkmasında payına düşeni yapmış olduğunu kanıtlıyor. ” 4 [LUTHER, Hans Ulrich]
Güney Kore ekonomisinin yapılanması
Bu başlık kesinlikle bir önceki başlığın işaret ettiği olgunun yerini başka bir şeye bıraktığını belirtmiyor. Aynı şekilde sonraki başlıklar da bu ve öncekilerden bir kategorik ayrım içermeyecek. Başta da belirttiğimiz gibi Güney Kore’nin ekonomik büyüme süreci emperyalizmin rolünden bağımsız olarak ele alınamaz, yine bu konular aşağıda ele alacağımız diktatörlükler ve sınıf mücadeleleri konularından ayrılamaz. Başlıkların tek anlamı, anlatımı ve izlemeyi kolaylaştırmak ve bir de, açıkçası bir tarih anlatımı havasından ve tarihsel ayrıntıları atlamama sorumluluğundan kurtulmayı sağlamak.
Güney Kore’nin ilk başkanı (siz diktatörü okuyun) Singman Ri ülkenin kalkınması için bir ithal ikamesi programı öngörüyordu. Ri bağımsızlık öncesi milliyetçi hareketin liderlerinden biriydi. Tanımlayıcı özelliği anti- komünistliğiydi. Onun yönetimi halka uygulanan büyük baskılar, yönetimde kayırmacılık ve yolsuzlukla şekillendi. Ekonomik politikalarını uygulamak için en önemli ihtiyacı dış kaynaktı. Savaş sonrasının dünyasında dış yardım konusunda tek yetkili olan ABD ise Güney Kore ve benzerlerinde ihracata yönelik bir sanayileşme politikası uygulanmasını dayatıyordu. Böylece savaş boyunca büyük bir gelişme gösteren sermayesi için yeni yatırım alanları, yatırım ve tüketim malları için de iyi bir pazar sağlamış olacaktı. Bu politika uyuşmazlığı nedeniyle ihtiyaç duyulan dış kaynak sağlanamayınca kriz gündeme geldi. Ekonomik krizi kitlesel öğrenci gösterileri izledi. Ri için sonuç istifa ve sürgün oldu. Emekçiler için ise esas çetin günler daha ilerideydi.
Yapılan seçimleri kazanan Miyon Çang 1960 Temmuzu’ndan ’61 Nisanı’na kadar iktidarda kalabildi. Çang, Ri’nin başını neyin yediğini bildiğinden derhal ABD’nin önerdiği ekonomi politikalarını uygulamaya başladı: Sanayileşmenin sağlanması için Kore’nin “çalışkan ve zeki işgücünden” yararlanmak ve “karşılıklı yarar sağlayacak ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi açısından Japonya ile ilişkilerin normalleştirilmesi…” 5 Ayrıca büyük bir devalüasyon gerçekleştirildi. Koreli emekçiler bu politikaları kabul etmediklerini yine kitlesel gösterilerle gösterdiler.
16 Mayıs 1961’de bir askeri darbe ile iktidara gelen Park Çung Hi, 1979’da kendi gizli servisinin şefi tarafından öldürülene kadar değişik unvanlarla iktidarını sürdürdü. Park’ın ekonomi politikası “bedeli ne olursa olsun ihracat yapmak” oldu. Bu çerçevede 1962’den sonra başlanan planlı kalkınma döneminde uygulanan dört kalkınma planının ana hedefleri şunlardı: 1. Ülkede modern sanayinin kurulması; 2. Bunun için gereken teknolojiyi dışarıdan almak; 3. Emek yoğun sektörlerden başlayarak, sanayileşerek işsizliği azaltmak ve dış ticaret açığını kademeli olarak kapatmak. 6
Bu ekonomik politikaların ardındaki siyasal hedefler ise, işsizliği önleyecek bir hızlı gelişmeyle askeri diktatörlüğe halk desteği sağlamak, Kuzey’deki hızlı gelişmeye alternatif bir model oluşturmaktı. Bu politikalar sayesinde batılı ülkeler, özellikle ABD ve Japonya, hem dış borç hem de özellikle serbest bölgelere yapacakları doğrudan yatırımlar sayesinde bu “yarım ülke devletinin” korunmasını daha fazla önemseyeceklerdi. BM birliklerinin sürekli varlığı garanti altına alınacaktı.
Bu arada ABD’nin baskılarıyla toprak reformu da gerçekleştirildi. Ancak temel amacı Kuzey’deki başarılı toprak reformuna karşı kırsalda oluşacak sempatiyi önlemek olan bu reform önemli bir başarı sağlayamadı. 70’li yıllarda kırlar hala hem en önemli emek gücü kaynağı hem de emek gücünün yeniden üretilmesinde aldığı rol ile düşük ücretleri mümkün kılan başlıca faktördü. Türkiye’de yakından bildiğimiz kırdan gelen erzak esprisi, Kore’de de önemli bir ekonomik sonuç doğuruyordu.
Bu politikaların başarısını ve hızlı büyümeyi mümkün kılan en önemli faktör dış kaynak transferi oldu. Güney Kore sadece 1945-69 döneminde ABD’den 3 milyar dolardan fazla yardım aldı. 1970 yılında yüzde yüz yabancı sermayeli şirketlerin kurulmasını önleyen yasak kaldırılınca ülkeye Japon sermayesi akmaya başladı. Yatırım gibi ticaret de bu iki ülkeye bağımlıydı. 1977 yılında ihracatın yüzde 21.4’ü Japonya, yüzde 31’i ise ABD’ye yapılırken ithalat için bu yüzdeler sırasıyla 36.3 ve 22.6 olarak gerçekleşti. 7
Bu arada devlet Türkiye’de bizim yakından bildiğimiz yöntemlerle yerli burjuvazisini palazlandırmayı ihmal etmedi. Toprak reformu sayesinde ortaya çıkan küçük mülk sahibi sınıf, devletin tahsis ettiği ithalat kotaları sayesinde ve ABD yardımının ticari aracılığını yaparak palazlandı. Bunlar daha sonra yabancı sermayeyle ortaklıklar kurarak sanayi burjuvazisini oluşturmaya başladılar. Bugün halen “Büyük Onikiler” olarak bilinen tekeller böyle oluştu: Hyundai, Samsung vb… Güney Kore’de ekonomi tüm geç gelişen kapitalist ekonomilerde olduğu gibi baştan itibaren tekelci bir yapı arz etti.
Park yönetimi, ne pahasına olursa olsun ihracat politikasını asker ihracına kadar vardırdı. ABD’nin Vietnam’daki kirli savaşına tam 50 bin asker gönderdi. “1965-70 arasında bu anlaşmadan 1 milyar dolardan fazla gelir” sağlandı.8 ABD de bu sayede (ve Taylandlı, Filipinli ve Anzak askerleri sayesinde) Vietnam savaşına uluslararası bir destek sağlanmış izlenimini verebildi. Park bu iğrenç yöntemin dışında başka alanlarda da emek gücü ihracına yöneldi. “1978 yılında sadece Ortadoğu’daki inşaatlarda çalışan kalifiye işçi ve teknisyen sayısı 68 bindi ve bunlar oradan 2 milyardan fazla amerikan dolarını ülkelerine gönderiyordu.” 9
Tüm bunlarla elde edilen yüksek ekonomik büyüme, seçilen birikim modelinin sınırlarına dayanıp durdu. Paradoksal bir şekilde, ihracata yönelik sanayileşme ithalatı arttırıyordu. Çünkü sanayi yatırımları için gereken mallar dışarıdan alınıyordu. Yüksek teknoloji ürünü bu mallar, ithalatı, kendileri sayesinde kurulan fabrikalarda, emek yoğun süreçlerle üretilen malların ihracatta sağladığı artıştan daha hızlı arttırdı. Bu kapitalizmin en temel yasalarından biriydi. Bunun sonucunda ödemeler dengesi bozuldu, yatırımlar için gereken kaynak sağlanamayınca büyüme oranlan düştü. 1976 yılında yüzde 15.2 gibi dünya çapında bir büyüme rekoru kırıldı. 10 1977’de 10.3, 1978’de 10.5 ve 1979’da 7.1 oranlarıyla büyüyen ekonomi, 1980 yılında ödemeler dengesindeki krizin de etkisiyle tamamen durdu. Ekonomik krizle birleşen siyasal kriz, iktidarı burjuvazi adına elinde tutanları değiştirse de, Güney Kore’ye uluslararası işbölümünde biçilen rol olan ihracat ekonomisi varlığını devam ettirdi.
Park’ın öldürülmesinin ardından darbeyle iktidara gelen yeni diktatör Çun Doo Hwan, 1987’de ilk kez yapılan sözde demokratik seçimlerle onun yerini alan, 1979 darbesinde Çun’un sağ kolu Roh Tae Woo ve son olarak 1992 seçimlerini kazanan Liberal Demokrat Parti adayı Kim Young Sam, açık diktatörlük ya da demokrasi şemsiyesi altında hep bu aynı ekonomik modeli bazı küçük rötuşlarla sürdürdüler.
Bu rötuşlarla ekonomi yeniden canlandı; 1995’de yüzde 9 oranında bir büyüme sağlandı. Ama yapısal kriz devam ediyordu. 1996 yılında büyüme yüzde 6.8’e geriledi.11 Burjuva ekonomistleri asıl endişelendiren büyüyen cari işlem açığıydı. Bu açığın en önemli nedeni ise G.Kore ekonomisinin yarı iletkenler, çelik, otomobil, kimyasal madde ve gemi gibi az sayıda ihraç ürününe bağlı olması. Seul’daki bir borsa şirketinin araştırma bölümü sorumlusuna göre: “Kore ekonomisi Arnold Schwarzenegger’in vücuduna sahip, ancak bacakları Woody Allen’dan.”12
Aynı uzmana göre hızlı sanayileşme politikaları G.Kore ekonomisinde yapısal sorunlar yarattı. 1970’lerden itibaren hükümetler tüm kaynakları birkaç holding eliyle az sayıda ağır sanayi dalına yoğunlaştırdı. Küçük işletmeler ve diğer sektörler ise ihmal edildi. Sonuç on yıl boyunca ortalama yüzde 10 büyümeye rağmen büyük bölümü gelişmemiş bir ekonomi. “Kore ekonomisi serbestleştirmeyi sürdürdükçe de cari işlem açığı devam edebilir.” 13
Ekonomik yapıdaki bu yıkıcı uzmanlaşma uluslararası sermayenin dünya çapındaki yapılanmasının bir yansımasıydı. 1960’ların sonunda demir, çelik ve gemi imalatı erken sanayileşme bölgelerinde fiilen ortadan kalktı, G.Kore ve benzeri ülkelerde su yüzüne çıktı. 14 Yarı iletken sanayi ise ABD ve Japonya’daki ücretlerin yüksekliği yüzünden bu ülkelerde ağırlık kazandı.
Tüm bu gelişmeler bir tarım ve köylü ülkesi olan Güney Kore’yi uzuvları eşitsiz gelişmiş bir sanayi ülkesi haline getirdi. Bunun doğal sonucu olarak işçi sınıfı siyaset sahnesinde hızla yerini aldı. Hızlı sanayileşmenin gereksinim duyduğu eğitilmiş emek gücünü yetiştirmek için başlatılan eğitim seferberliği öğrenci hareketinin güçlenmesini ve siyasete katılmasını getirdi. Ekonomik gelişmenin yukarda özetlenen tarihi aynı zamanda burjuvazinin diktatörlükleriyle işçi sınıfı ve öğrencilerin başını çektiği kitlelerin mücadelesinin de tarihi oldu. Şimdi bu tarihe biraz yakından bakalım.
Kitle hareketlerinin gelişimi
Kore tarihinin her önemli dönüm noktası kitlesel ayaklanmalar ve gösterilerle belirlenmiştir. Örneğin -devletin istatistikler üzerindeki bütün oynamaları bir yana- işsizlik oranının çok düşük seyretmesi 15 , reel ücretlerin Japonya ve ABD’ye göre çok düşük olsa da, Türkiye ile karşılaştırıldığında özellikle son yıllarda oldukça hızlı yükselmesi 16 , işçi çıkarma yasaklan vb. gibi kazanımlar bu mücadelelerin sonucunda elde edilmiştir. Eski diktatörlerin yargılanmaları da bu sayede sağlanmıştır.
Kitle gösterilerinin ve ayaklanmaların tarihi Japon işgali dönemine kadar uzanmakta. Önce 1894 yılında yerli feodallerin ve Japon emperyalistlerinin baskıları karşısında Kore köylüleri ayaklandı. Japonlar’ın sömürge politikalarından zarar gören feodal üst sınıfın bazı kesimlerinin de katıldığı 17 , ağırlığını ilerici, aydınlar, Hıristiyanlar, Budistler ve öğrencilerin oluşturduğu 18 anti-sömürgeci Samil hareketi şehir kökenli ilk mücadele odağını oluşturdu. 1 Mart 1919’da Seul’da bir bağımsızlık bildirisi okunmasının ardından 2 milyon kişinin 19 katıldığı barışçıl gösteriler yapıldı. Japon’ların karşılığı terör oldu: 8 bin ölü, 16 bin yaralı ve 42 bin tutuklu. 20
Japonların bu ağır baskı politikası karşısında hareket gizliye çekildi. Birçok örgüt kuruldu. Birçok grev düzenlendi. Çiftlik kiralarının ödenmemesi için eylemler yapıldı ve Japon yetkililerine saldırılar düzenlendi. Hareket 1920’lerde kitleselleşerek silahlı mücadele aşamasına yükseldi. “Japon emperyalizminin Kore’deki yenilgisinin ardından, Kuzey Kore’deki yönetimi ele alan kadroların büyük çoğunluğu direnişçilerden ve muhaliflerden oluşuyordu. Güney Kore’de yönetim kademelerine gelenlerin çoğu ise Japon emperyalizminin işbirlikçileriydi.” 21
Bölünmenin ardından kitle hareketleri geleneği Güneydeki yerli ve yabancı kapitalistlere ve onların siyasal temsilcilerine karşı mücadelelerle sürdü. İlk diktatör Ri bir yandan muhalifleri komünizm korkusuyla baskı altında tutup, gazeteleri kapatırken bir yanda da göstermelik seçimlerle iktidarını meşrulaştırmaya girişince 1960 Nisanı’nda bütün ülke öğrenci ayaklanmalarıyla sarsıldı. Bu Ri’nin sonu oldu.
Temmuz ayındaki seçimleri kazanan sivil hükümetin uygulamaları öğrencilere işçilerin de katılmasından başka bir sonuç vermedi. 1961 Mayısı’nda Park’ın cuntası iktidarı ele geçirdi. Cunta yabancısı olmadığımız bir şey yaptı, “yolsuzlukları temizleyip düzeni sağladıktan sonra kışlasına döneceğine söz verdi”. 22 Dönüş ancak 18 yıl sonra mezara oldu. Bu arada sert bir anti-komünist yasa çıkararak 2 bin kişiyi tutuklattı. 35 bin memuru işten attı, subayları sivil görevlere atadı.
Park bir yandan devleti ve ekonomiyi korporatist bir şekilde örgütlemeye başlarken diğer yandan ithal malı demokrasiye karşı olduğunu ve “ulusal demokrasiyi” savunduğunu açıkladı. Amerikalı danışmanlarca yazılan anayasayı değiştirerek başkanlık sistemini yeniden kurdu. 1963 ve 67 seçimlerini kazandıktan sonra 1971 yılında seçim yapabilmek için parlamento oyunlarıyla anayasayı bir daha değiştirdi. 71’deki seçimleri de kazandı ama herhalde bir yanlışlık sonucu(!) olarak 1.5 milyon muhalifin seçim kütüklerinde yer almadığı ortaya çıktı.
Bu yolsuzluklar ve baskılar, gelir dağılımındaki bozulma ve enflasyonun yıkıcı etkisiyle birleştiğinde binlerce işçi yine sokaklara döküldü. 1971’deki bu hareketten önce de sürekli irili ufaklı kitle gösterileri gerçekleştiriliyor, bunlar “kuzeyden gelen komünist tehlike” söylemiyle bastırılıyordu. 1971 işçi gösterileri gizli polisin basın ve siyasal yaşam üzerindeki baskılarını protesto eden öğrencilerin gösterileriyle birleşince, Park Kuzey Kore’nin bir işgale hazırlandığı yalanıyla olağanüstü hal ilan etti ve 2 bin gösterici tutuklandı. Yine bir parlamento oyunuyla çıkarılan yasa ile kendisine diktatörlük yetkileri verildi. 23 Ekim 1972’de anayasayı askıya aldı ve meclisi dağıttı. Çıkarılan yasalarla gösterilere katılan, sınavlara ve derslere girmeyen öğrencilere 5 yıldan idama kadar ceza verilebilmesi sağlandı.
1978’den itibaren sermaye birikim modeli yeni bir bunalım evresine girdiğinde toplumsal hareketlilik yeniden başladı. Muhalefetteki Yeni Demokrasi Partisi (NDP) başkanı Kim Young Sam hükümeti eleştirdiği için meclisten atılınca önce NDP milletvekilleri istifa etti. Ardından iflas eden bir fabrikanın kadın işçileri NDP merkezini işgal etti. Polisin müdahalesi 1 ölü ve 100 yaralıyla son buldu. Öğrencilerin yanıtı Eylül ve Ekim boyunca süren gösteriler oldu. Sıkıyönetim ilan edildi.
26 Ekim 1979’da kendi kurduğu gizli polis teşkilatı KClA’in başkanı Park’ı öldürdü. Gösteriler devam etti. General Çun Doo Hwan bir darbeyle iktidarı ele geçirdi. Halkın yanıtı bu kez Kwangju’da ayaklanmak oldu. Kent 21-27 Mayıs 1980 arasında tamamen ayaklanmacıların denetimine geçti. Çun’un birlikleri kenti yüzlerce insanı öldürerek geri aldı. 27 Haziranda kendisini başkan seçtirdi. 1987’ye kadar süren diktatörlüğünde diğer bütün baskılara ilaveten 57 bin muhalifi arınma kamplarına gönderdi.
Aynı yıl yine kitle gösterileri nedeniyle göstermelik bir demokrasiye geçildi. Yapılan seçimleri Çun’un partisinden Rob Tae Woo kazandı. Onun dönemi batı tarafından demokratikleşme dönemi olarak adlandırıldı. Bu girişimler ülkenin BM’ye alınmasını ve 88 Olimpiyatlarının Seul’da yapılmasını sağladı. Ülke, Yeni Dünya Düzeninin ihtiyaçlarına ayak uyduruyordu. 1992 yılında yapılan seçimleri bu kez muhalefetin adayı Kim Yang Sam kazandı.
Kim 1996 yılında yolsuzluklarla mücadele ettiği görüntüsü vermek için Çun ve Roh’un yargılanmasına izin verdi. Ardından Kwangju katliamı suçundan mahkûm olan Çun’un idam cezasını değiştirdi. Bu arada Yonsei Üniversitesindeki işgali kan ve şiddetle bastırdı. 26 Aralıkta bir parlamento oyunuyla çıkardığı yeni iş yasasına karşı genel grev düzenleyen işçilere saldırmaktan da geri kalmadı. Ama işçilerin direnişi karşısında, işten çıkarmalara izin veren, grevlerde dışarıdan işçi çalıştırılmasını yasallaştıran ve bağımsız Kore Sendikalar Konfederasyonu’nun yasallaşmasını 2 yıl erteleyen bu yasayı şimdilik geri çekti.
Sonuç
Bu kısa özetin de gösterdiği gibi G.Kore burjuvazisi ülkeyi uluslararası sermaye için bir yüksek kar cenneti haline getirirken işçi sınıfı ve öğrenciler tarafından hiç rahat bırakılmadı. Ve zaman zaman sistemin bekası için kendi siyasi temsilcilerinden kurbanlar da vermek zorunda kaldı. Ama Güney Kore kapitalist sistem açısından bir örnek ülke olma özelliğini ve Asya Kaplanı unvanını henüz yitirmedi.
Bunun en önemli nedeni sınıf hareketinin büyük ölçüde kendiliğinden ve ekonomik-demokratik mücadeleyle sınırlı yapısıdır. Sınıfın öncüden yoksunluğudur. Güneyde sosyalist bir hareketin şekillenmesinin önünde bir yandan yaklaşık 40 yıl süren diktatörlüklerin baskısı diğer yandan ise bütün olarak emperyalist sistemin tüm araçlarla yaydığı anti- komünist ideolojinin engeli vardır. Güney Kore diktatörleri emperyalist sistemin her boyuttaki desteğini sürekli arkalarında bulmuşlardır.
Güney Kore burjuvazisi hem KDHC’de özellikle ilk yıllarda elde edilen büyük başarıların doğurabileceği sempatiyi, hem daha sonra gelişen kitle eylemlerinin altındaki haklı ekonomik nedenleri ortadan kaldırmak için sopa yanında havuç da kullanmayı bilmiştir. Bunun için ihtiyaç duyduğu kaynak elbette aynı kaygıları paylaşan emperyalist sistem, özellikle Japon ve ABD sermayesi tarafından sağlanmıştır.
Tüm bunların sonunda 1997 yılında, ortada Yeni Dünya Düzenimin ihtiyaçlarına uyum sağlamak için işçilerin yıllarca mücadele ederek canlan pahasına elde ettikleri kazanımları geri almak zorunda olan bir burjuvaziyle şimdilik bu kazanımalara tüm yollarla sahip çıkmaktan başka bir perspektifi olmayan bir işçi sınıfı bulunmaktadır. İşçi sınıfı ve onunla birlikte mücadele eden öğrenciler diğer her şey bir yana kendi tarihlerinden ders almayı bilirlerse işin rengi değişecektir.
Onlarla birlikte bizimkilerin de Güney Kore tarihinde görmeleri gereken şey şudur: Bir diktatörü yıllar sonra bile yargılayıp idama mahkum etmek için o diktatörü iktidara getiren darbeye ayaklanmayla karşılık veren bir sınıf gerekmektedir. Çun’un yargılanmasını sağlayanlar yalnızca 1996’da Seul’da sokağa çıkanlar değil, onlardan 16 yıl önce Kwangju’da ölenlerdir.
Ya sonradan affedilmesini önleyemeyen…
Güney Kore’nin direngen işçileri ve kahraman öğrencileri eskiden kendilerinden olan bir grev kırıcının şu sözlerinden eksiklerini öğrenmelidirler: “Bu grev şirkete zarar verir, ancak hükümete vermez. Şirkete zarar verdiğimiz takdirde, o da işçi çıkarma yoluna gidecek”
İktidarı istemek için ne orada, ne burada hiç bir zaman geç değildir.
Dipnotlar ve Kaynak
- Sosyalist Türkiye Partisi Program Savunma ve Belgeler, Gelenek Yayınevi,istanbul 1995, s.23
- Hans Ulrich Luther, Güney Kore Bir Model Olabilir mi?, çev. Erol Özbek, BelgeYayınları, İst.1984, s.32
- AnaBritanica, Hürriyet, c. 19, s.272
- Luther, age, s.39
- age. s.52
- age. s.77
- age. s. 146
- age. s.58
- age. s. 149
- age. s.81
- The Economist’den Seçmeler, “Para Dergisi”nin Eki, Sayı 3, 19-25 Ocak 1997, s.12
- Milliyet – The Wall Street Journal, 1 Temmuz 1996
- age.
- Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl, çev. Yavuz Alogan, Sarmal Yayınevi, ist. 1996, s.352
- Resmi verilere göre işsizlik oranı 1971’de 4.5, 1985’de 2.4, 1986’da 3.8, 1988’de 2.5 ve 1992’de 2.4’dür. Türkiye’de işsizlik oranının 1982’de 12.1 ve 1992’de ise 7.8 olduğu düşünülürse, G.Kore’de işsizliğin oldukça düşük seyrettiği görülür. (Sayıların Diliyle Türkiye, TOBB, 1996, s.37) Ancak bunların resmi rakamlar olduğu unutulmamalıdır. Örneğin Luther “Hükümet uzun zamandır ihracata dayalı sanayileşme dolayısıyla tam istihdamın sağlandığını bildirirken, gazetelerden ‘büyük işsizlik yüzünden’ Güney Koreli işçilerin insan tüccarlarıdenen kişiler tarafından Japonya’ya satıldığını okuyabiliyoruz” demektedir.(Luther, age., s.75)
- G.Kore’de reel ücretler 1980 yılı 100 kabul edilirse 1984’de 119, 1992’de ise 237 olarak hesaplanmaktadır. Aynı hesapla Türkiye’deki ücretler sırasıyla 84 ve 154 olarak verilmektedir.(TOBB., age., s.122)
- Luther, age., s.33
- Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi (STMA), s. 1646
- STMA, age.
- age.
- Türker Alkan, Asya’da Muhalefetteki Demokrasi: Güney Kore, Pakistan, Bangladeş, Filistin, Endonezya, Yapıt, Eylül-Ekim 1985 içinde, s.94
- age, s.95
- Milliyet-The Wall Street journal, 27 Ocak 1997