Belirli tarihsel dönemlerde sınıf kavramını ele almak son derece önem kazanırken, belirli dönemlerde de salt akademik bir uğraş olarak kalabiliyor. Yeniden önem kazanması, siyasal gerekliliği ile ilgili.
I.Giriş
Batıda 1970’lerin ortalarından başlayarak 1980’lerin başlarında sınıf tartışmalarının hızlandığını görüyoruz. Bu tartışmalar Avrupalı komünist partilerin tezleriyle hız kazandı. Sınıf kavramının “yeni” içerikle yeniden ele alınması komünistlerin iktidar talebinden uzaklaşmaları ile yakından ilgiliydi. Bu bağlamda ilk tartışmalar FKP ve İKP’nin ikinci dünya savaşı sonrasında geliştirdiği tezlere kadar götürülebilir. O dönemde ortaya atılan tezlere, sonradan çok sayıda komünist partisi de katıldığını gösterdi.
Fransız yazar Andre Gorz, “Elveda proletarya” (Adieux au proletariat) 1 isimli ve ismi çok sık anılan kitabıNI 1980’de yazdı. Britanya Komünist Partisi, yayın organı “Marxism Today”de yayınlanan “Yeni Zamanlar” manifestosu 2 ve Eric Hobsbawm’un yazıları da süreci hızlandırdı. 1990’lara girerken kaleme alınan “Yeni Zamanlar” manifestosu, burjuvazinin yarattığı ve altından kalkamadığı sorunları kendi sorunları saydı. Azılı düşman Thatcher’a karşı işçi sınıfının mücadelesini nasıl yükseltiriz biçiminde değil de, kapitalizmin sorunlarını nasıl çözeriz yaklaşımı ile kaleme alındı. Manifesto, sınıflar mücadelesinin gereklerini değil, “Thathcer’a karşı hoşnut olmayanların, popüler alternatif görüşleri”ni öne çıkarmaktaydı. Kısacası Yeni Zamanlar Manifestosu işçi sınıfını yok saymaktaydı.
1990’larda Avrupa’da “Yeni Zamanlar” biçimiyle ele alınan bu tartışmaların tarihsel başlangıcını 1970’li yıllara kadar götürmek mümkün. O yıllarda öne çıkan çalışmalardan ve özellikle Poulantzas’dan ileride söz edeceğiz.
Aynı tartışmalar Türkiye’ye biraz gecikerek ulaştı. 1980’lerin sonuna doğru Türkiye’deki politik atmosfer, Batılı akademisyenlere devrolunan bu görüşler için uygun bir ortam oluşturmamaktaydı. Türkiye işçi sınıfının kimi zaaflarıyla birlikte ama doğrudan politik mücadele içinde bulunması, Batı kaynaklı sınıfı sorgulayan tartışmaların aynı yıllarda Türkiye’de yankılanmamasının temel nedenidir. Ülkede mücadele eden bir işçi sınıfı varken, teoride işçi sınıfının varlığını, yokluğunu ve hatta yapısını tartışmak pek mümkün değil. Diğer yandan konuya olan duyarlılık Batı’da da 1980 sonrasında artmıştır. Hiç kuşkusuz, sosyalizmin varlığı, yokluğu tartışmalarıyla birlikte…
“Elveda proletarya”, Türkçeye 1986 yılında çevrildi. 1986’dan sonra darbe sonrasının nekahetini yeni yeni üzerinden atan solun birden politikleşmesiyle “Elveda proletarya” bu yıllarda, bir olumsuz referans kaynağı haline geldi. Kitabın ana tezlerini programatize etmek ise iki büyük siyasal hareketi, TKP ve TİP’i içinde barındıran TBKP’ye kısmet oldu. TBKP, şimdilerde unutulmuş olan programıyla işçi sınıfına ve onun iktidarına “adiyo” diyordu. O dönemde gelişen teknolojiyle birlikte işçi sınıfının artık yok olduğu masalına inananların sayısı hiç de az değildi. Bu düşünceyi programatize eden TBKP, programlı bir şekilde işçi sınıfının yok olduğu düşüncesini yaydı. TBKP sadece sınıf analizinde değil, siyasal, ideolojik ve örgütsel açılardan da bir likidasyon dönemi başlattı.
Siyasette tasfiye, “biz artık dükkânı kapattık” biçiminde olmuyor. Keşke öyle olsaydı… O zaman sol içinde polemik yapmaya da gerek kalmazdı. Tasfiye süreçleri genellikle yeni bir düşünce biçiminin ilan edilmesiyle başlıyor. Yeni bir politik kültür, yeni bir işçi sınıfı, yeni bir dönem, yeni zamanlar… Her yeni düşünce bir tasfiye döneminin başlangıcı olamayacağı için de ilk anda bir merak ve anlama çabası hakim oluyor. Dil altındaki bakla, bir süre sonra çıkıyor ya da çıkarılıyor.
İşçi sınıfı kuramlarında ise tasfiyecilik, işçi sınıfının yapısının artık eskisi gibi olmadığı iddiasıyla başlıyor ve ilk bakışta anlaşılır bir merak da uyandırıyor. Çünkü gerçekten de işçi sınıfının yapısı değişim gösterir. Marks’ın yaşamı boyunca bile, işçi sınıfının yapısına dair görüşlerin değişim gösterebildiği izlenmiştir. Sınıfın yapısı ya da profili değişim gösterebilir ancak, temel bir özellik değişmez. Değişmeyen temel özellik, kapitalizmde çoğunluğun artı-değer sömürüsüne tabi olmasıdır. Artı değer sömürüsüne tabi olan ücretliler geniş anlamda işçi sınıfını oluştururlar. Bu nedenle işçi sınıfının yok olduğu ve işlevini teknolojiye devrettiği iddiası, kapitalizmin artı-değer sömürüsünün de inkârı anlamına gelmektedir. İşte bu yüzden sınıf tartışmaları siyasal mesajlardan arındırılamaz.
Türkiye sosyalist hareketinin diri unsurları, 1980’li yılların sonunda “elveda” diyenlere gerekli yanıtı vermişlerdir.
Bu yazıda Türkiye’de işçi sınıfının değişen yapısına dair temel teorik yaklaşımları gözden geçireceğiz. Hizmet sektörü, ücretli sınıf dışı katmanlar (FKP), çelişkili sınıflar (Wright), yeni orta sınıf (Callinicos), yeni küçük burjuvazinin (Poulantzas) yapısını ele almak Türkiye’de yeniden güncelleşmiştir. Ancak bu güncelleşme 1980’lerin sonunda olduğu gibi, yoğun bir antikomünist propaganda sonucu yok sayılan işçi sınıfına sahip çıkma, bir bakıma karşı durma adına değil, umut verici bir pratik üzerinden gerçekleşmektedir. Bu yazı ile Türkiye işçi sınıfının genişleyen katmanlarının mücadelesine işaret edilecektir.
İşçi sınıfı üzerine kuramsal tartışmalar Türkiye’de 6-7 yıllık geçmişi olan, yani 1990’ların başından itibaren mücadele veren kamu emekçilerinin performansı ile gündeme gelmektedir. Wright, gelişmiş ülkelerin aktif nüfuslarının önemli bir oranını (dörtte birini, hatta üçte birini) oluşturan kamu çalışanlarının sınıf mücadelesi içindeki konumlarını, haklı olarak çağdaş sınıf araştırmalarının en tartışmalı konularından birisi olarak görmektedir. 3 Batılı akademisyenler için “akademik” bir ilgi uyandıran bu tartışmalar bizler için siyasi bir gereklilik olarak algılanmalıdır.
II. Türkiye’de Hizmet Sektörü Üzerine Yazılanlar Üzerine Bir Değerlendirme:
Türkiye’de, kamu emekçilerinin sınıfsal konumunun belirlenmesi, işçi sınıfına elveda diyenlere yanıt vermek kadar kolay olmamıştır. Türkiye’de değişen işçi sınıfının yapısına değinenlerin sağlık ve eğitim sektörünü değerlendirirken kelimenin tam anlamıyla zorlandıklarını görmekteyiz. Teori üretiminde zorlanmak, çelişkili ve net olmayan ifadeler ile kendisini gösteriyor.
Tarihsel önemi açısından örnekler üzerinde durmak istiyorum. Önemli bulduğum için ele almak istediğim üç örnek var. Bu yazarların önemi, her birinin TBKP programında ifadesini bulan “elveda proletarya” tezine karşı durmuş olmalarından geliyor. Birinci olarak değineceğim yazar Emine Engin. “Marksizm’de İşçi Sınıfının Kapsamı ve Türkiye” adlı çalışmanın yazarı. Engin’in kitabının önemli bir bölümü TBKP tezlerine yanıt veriyor.
Emine Engin, kitabının hizmet sektörü başlıklı bölümüne Marks’tan doğru alıntılarla ve bir kez de “kollektif emekçi” kavramını kullanarak başlıyor. Ancak sayfalar ilerledikçe “kollektif emekçi” kavramının terk edildiğini ve bu alanda çelişkili yaklaşımların ortaya çıktığını görüyoruz.
“Buraya kadar Marks’tan aktardıklarımızdan bu konuda bazı genel sonuçlar net ve açık olarak çıkıyor. Eğitim, sanat, bilim, yayıncılık, eğlence gibi alanlarda kapitalistin ücretli işçisi durumunda olanlar, yalnızca işçi sınıfının bir parçası değil, aynı zamanda onun üretici emekçi olan parçasıdırlar. Yani, bu sayılan alanlarda çalışan ve üretici emeği ele alırken sıraladığımız ölçütlere uyan işçiler geneliyle üretici emekçilerdir.” 4
Daha sonra Emine Engin bir düzeltme ihtiyacı duyarak reklamcılığı üretici olmayan bir alan olduğu için dışarıda bırakıyor. Bunu anlayabiliriz. Ama hemen sonra bir başka alanı, sağlığı da reklamcılıkla aynı kefeye koyuyor:
“Öte yandan bir yerde doktorlardan söz ederken Marks, ‘işgücünün tamiri’ benzetmesini yapıyor. Maddi üretim alanında düzenli bakımdan (tamir- SN) farklı olarak tamirin işlevine değinmiştik. Aynı mantıkla, kanımızca sağlık hizmetleri alanı, hiç olmazsa bu alanın önemli bir bölümü üretici değildir.” 5
Birkaç sayfa sonra, Emine Engin bir özet yapıyor, aynen şöyle:
“1. Metalar hizmet biçiminde de olabilir.
2. Dolayısıyla kapitalist hizmet üretimi vardır.
3. Bu alanda çalışan ücretli işçiler üretici emekçilerdir.
4. İlk bakışta hizmet üretimi gibi görünüp de, gerçekte üretici olmayan (reklam, sağlık, hizmetleri vb.) bazı alanlarda çalışan ücretli işçiler ise, yine işçi sınıfının parçasıdırlar, ama üretici emekçi değildirler.”6
Engin’e göre eğitim ve eğlence sektörü üretici emek sayılırken, sağlık ve reklamcılık sektörü üretici olmayan emekten sayılıyor. Gerçekten anlamak mümkün değil. Kitabın yazımından bu yana 6-7 sene geçmiş. Umarız, Engin bu düşüncesinden vazgeçmiştir.
Yer vereceğimiz bir başka kitap çalışması sağlık alanında değerli çalışmaları olan İlker Belek’e ait. İlker Belek 1994 yılında yayınlanan bir kitabında, sağlık, eğitim, eğlence, güvenlik gibi hizmetleri üretim değil de tüketim hizmeti olarak tanımlıyor. 7 Böyle bir tanımlamanın temelinde ise Belek’in üretimi mal ve hizmet olmak üzere ikiye ayırarak ele alması yatıyor:
“Üretim, öncelikle doğrudan doğruya maddi ürünlerin elde edilmesi biçiminde gelişebilir. Demir cevherinin işlenmesi, petrolden çeşitli petrol ürünlerinin elde edilmesi gibi. Bu süreç mal üretimi olarak tanımlanır”8 .
Bu durumda hizmet üretimi de maddi mal üretiminin sürekliliğini sağlayacak dolayımlı süreçler olarak ele alınmaktadır. İlerleyen sayfalarda sağlığın üretken bir emek sayılamayacağı ifade ediliyor:
“Sağlık hizmeti ile herhangi bir yeni değer üretimi söz konusu edilemez. Bu özellik, onun bir diğer hizmet sektörü olan eğitim hizmetlerinden temeldeki farklılığını oluşturur. Çünkü eğitim, emek gücünü eskisine göre farklı bir formasyona kavuşturmaya/değerlendirmeye yöneliktir.” 9
Bu saptamalardan yola çıkarak, sağlık alanında çalışanlar üzerine yapılan yorumlar da farklı uçlara varabiliyor:
“…sağlık sektörü patronunun karını, üretilmiş bir yeni değer değil, sağlık sektörüne ayrılan toplumsal artık belirler. Bu olgu, tıbbi bakım hizmetine yatırım yapmış olan patronu, kendi karını artırabilmek için sağlık emekçileri üzerinde, ekonominin diğer sektörlerinde gözlenenden daha fazla oranda bir ekonomik basınç uygulamaya zorlar. Sonuçta sağlık emekçisi ekonominin diğer sektörlerindekilere göre daha fazla oranda ekonomik sömürü ile yüz yüze gelir“10 .
Ve son olarak,
“Böylece tıbbi bakım alanına yatırım yapan sağlık sermayedarı, ekonominin diğer sektörleri tarafından belirlenen sınırlı kaynağı kullanmak durumundadır. Tıbbi bakım hizmeti üretimi aynı zamanda emek yoğun bir sektördür ve bu yoğun emek-gücü kullanımı sermayedara doğrudan artı-değer sunmaz”11 .
Sağlık alanında çalışanlar üzerinde sömürünün daha yoğun olacağı iddiasına yanıt olarak, Eric Ollin Wright’a kulak verelim:
“Üretken işçiler de, üretken olmayan işçiler de sömürülürler; ikisi de kendilerinden zorla alınmış, karşılığı ödenmemiş emek üretirler. Tek fark üretken emekte karşılığı ödenmemiş emek-zamanına artı-değer olarak el konur; üretken olmayan emekte ise, karşılığı ödenmemiş emek başka yerlerde üretilen artı-değere el koymakta kapitalistin maliyetini düşürür. İki durumda da kapitalist ücret faturasını olabildiğince düşük tutmaya çalışacaktır; iki durumda da kapitalist işçileri daha çok çalıştıracak, üretkenliği artırmaya çalışacaktır; iki durumda da işçiler kendi emek süreçleri üzerinde denetimden yoksun bırakılacaklardır.” 12
Sağlık alanında ya da fabrikada çalışan işçinin sömürü düzeyinin yapmakta olduğu işin niteliği ile ilgisi yoktur. Bu nedenle sağlık sektörünün üretken olmadığı için daha sömürü yoğun bir sektör olduğuna katılmamız mümkün değildir. Türkiye’de sağlık alanında çok ileri düzeyde bir sömürüden söz etmek mümkündür. Ancak bu durum başka faktörler tarafından belirlenir. Başta hekimler olmak üzere sağlık personeli sayısının artması nedeniyle “emeğin değersizleşmesi” en başta sözü edilmesi gereken gerçekliklerden biridir.
Diğer yandan Wright’ın burada netleştirerek ayırmış olduğu, üretken olan ve olmayan emeği ileride ayrıntılı olarak tartışacağız.
İlker Belek’in daha sonra yayınlanan kitabında üretken emeği maddi mal üretimiyle sınırlamayan bir eğilimi hissettiğimi 13 de bu arada belirtmeliyim.
Bir diğer çalışma, Haluk Yurtsever’in. Haluk Yurtsever, 1990 yılında yayınlanan kitabında şunları yazıyor:
“Öte yandan her çalışan doğrudan artık-değer üretmeyebilir. Örneğin hizmet sektöründe vb çalışan emekçiler artık değer üretmezler; ama çalışan sınıftandırlar”14
Bu cümleden hareketle hizmet sektörü denilen kesim, üretken emekten sayılmasa da kitabının ilerleyen sayfalarında Marx’tan ve Lenin’den alıntılar ile Yurtseverin “kollektif emekçi” kavramına yakın düştüğü anlaşılıyor.
Türkiye solunda üretken olan ve olmayan emek ekseninde yapılan bir ayrımın terk edilerek, bunun yerine “kollektif emekçi” kavramının yerleşmesini bir olumluluk olarak görüyoruz. Böyle bir değişimde kamu emekçileri hareketinin fiili meşruiyetinin önemli ve tayin edici olduğunu düşünüyoruz. Kollektif emekçi kavramını peşinen kabul ettiğini belirten çalışmalar arasından SİP’in “Memur Değil İşçi” broşürünü ve Tülin Öngen’in “Prometheus’un Sönmeyen Ateşi” kitabını bir kez daha hatırlatmak yerinde olacaktır.
Türkiye’de yapılan çalışmalardan sonra Marx’ın kollektif emekçi kavramını klasikleşmiş örnekler üzerinden tartışacağız. Hizmet sektörü tartışmalarında üretken olan ve olmayan emek ayrımı önemli bir rol oynuyor. Üretken olan ve olmayan emek tartışmalarına ileride dönmek üzere, bu kavramları daha iyi açabilmemiz için Marx öncesi sınıf kavramından ne anlaşıldığını ele almamız anlamlı olacaktır.
III. Marx öncesi:
Sınıf kavramı, Marksizm öncesinde de olan bir kavram. Marksizm öncesinde daha çok ezen/ezilen karşıtlığı içinde ya da gelir durumuna göre tabakalaşma kastedilerek kullanılmıştır.
Tarihsel materyalist şema, ilkel komünal aşamadan sonraki tüm toplumsal sistemleri sınıflı toplumlar olarak sıralar. Latince classis kökünden türeyen sınıf sözcüğü, eski Roma’da yurttaşları servetlerine göre bölen çeşitli kategorileri tanımlar. Sınıf sözcüğü Fransızca’ya (classe) 14. yüzyılda, İngilizce’ye ise (class) 16.yüzyılda girmiştir. 1656’da Thomas Blount adlı bir dilbilimci tarafından hazırlanan İngilizce bir sözlükte, sınıf teriminin ilk kez “insanların çeşitli hiyerarşik derecelere göre dağılımını ya da sıralamasını” anlatan bir kavram olarak kullanıldığı belirtilir. Daha sonra okullardaki ve eğitim programlarındaki düzenlemeleri anlatmak amacıyla daha yaygın bir kullanıma kavuştuğu gözlenir. 1767 yılında İskoç aydınlanmasının öncülerinden Adam Ferguson, sözcüğü ilk kez modern toplum içindeki bölünmeyi tanımlamak ve aristokrasi ile demokrasi arasındaki ayrımı belirtmek için kullanmıştır. Aynı dönemde giderek toplumsal gruplaşmayı veya insanlar arasındaki hiyerarşiyi, özellikle alt tabakaları niteleyen bir kavramsal kategori olarak kullanılmaya başlandığı görülür. Bu arada Aydınlanmanın etkisi altındaki Fransa’da doğal bilimler alanında, türlerin sınıflandırılmasını belirtmek amacıyla da kullanılan sözcük, zamanla daha teknik bir terim niteliğine bürünür. Bu dönemde sınıf sözcüğünün ortak özelliklerine göre farklılaşan insanların oluşturduğu sosyal grupların sınıflandırılmasını anlatan bir kavram olarak tanımlandığı görülür 15 .
Sınıfın ekonomik anlamda teknik bir terim olarak kullanılması ve toplumsal işbölümünü yansıtan bir kavram olarak genelleşmesi, Aydınlanmacılar ve Fizyokratlar eliyle gerçekleşmiştir. Ne var ki, sınıf sözcüğünün bu amaçla kullanılması uzun sürmemiştir. Çünkü fizyokratları izleyen klasik iktisatçılar (örneğin A.Smith) modern toplumdaki işbölümünü anlatmak için tabaka ya da sıralama terimlerini kullanmayı yeğlemişler ve sınıf sözcüğüne daha çok eski Roma toplumlarındaki farklılaşmadan söz ederken başvurmuşlardır.(15)
Marx öncesi var olan kimi kavramların yüzyıllar sonra yeniden karşımıza çıkabildiğini görmekteyiz. Marx’tan sonra kimi akademisyenlerin Marx’ı atlayarak daha öncesinin kavramlarını geliştirmeye çalıştıklarına tanık olmaktayız. Sınıf kavramının gelir dağılımı farklılaşması, statü ve meslek farklılığı, ezen/ezilen, denetleyen/denetlenen veya yöneten/yönetilen karşıtlığı içinde ele alınması yeterince kapsayıcı ve açıklayıcı bir sistematik getirememiştir.
Weber’in düşüncelerinde en bütünlüklü ifadesini bulan sosyolojik tanımlamaların farkında olmak önemli. “Marx’ın hayaletiyle tartışarak” 16 sınıfların sosyolojik kuramını geliştiren Weber’i öğrenmek, Marksist sınıf kuramının ne olmadığını anlamak açısından önem taşıyor 17 . Marx’ın yaklaşımında temel olan sınıfların çatışması, çalışanların giderek yoksullaşması ve artı-değer sömürüsünün Weber’in kuramında kabul edilmediğini ve karşı tezler geliştirildiğini görmekteyiz. Weber’den sonra birçok akademisyen de (Geiger, Renner, Dahrendorf, Aron, Ossowski vb.) onun yaklaşımını geliştirmeye ve daha küçük ölçeklere taşımaya çalışmışlardır.
Bu tür yaklaşımlardan yola çıkarak günlük yaşamımızda gelir, statü ve meslek gibi kavramların sınıf kavramı yerine kullanımına tanık oluyoruz.
Sınıf tanımlamalarında gelir dağılımının temel alınması, ücretlerin göreceli olarak yüksek olduğu dönemlerdeki sınıf hareketlerini açıklayamaz. Türkiye’de 1970’li yılların sonu buna en güzel örnektir. 1990’lı yıllara göre ücretlerin daha yüksek olmasına rağmen bu yıllarda ciddi bir sınıf hareketi ve buna denk düşen daha yüksek düzeyde bir sınıf bilincinden söz edebiliriz.
Meslek ve statü farklılığı temeline dayanarak yapılan çalışmalar sosyolojinin statik yapısını aşamazlar. Sınıf kavramına sahip çıkanlar “meslekçilik” ideolojisi ile de mücadele etmek durumundalar. Öğretim elemanından hekimlere, hemşirelerden şoförlere kadar meslekçilik ideolojisi, kendini kurtarma düşüncesiyle birlikte seyrediyor. Her bir mesleksel grubun üyeleri, kendi içlerinde birtakım mücadele biçimleri geliştirerek kendi ekonomik haklarını geliştireceklerini zannediyorlar. Bu bir yanılsamadır. Bu yanılsamanın önüne geçebilmek için sınıf tanımının genişletilerek kullanımı önem kazanmaktadır. Bir süre önce, Öğretim Elemanları Sendikası’dan (ÖES) Eğitim-Sen’e geçen bir grup öğretim üyesinin yazdıkları bildiri, meslekçiliğe karşı güzel bir örnek oluşturdu 18 .
Denetleyen/denetlenen ve yöneten/yönetilen ayrımı üzerinde yapılan çalışmalar da sosyolojik ve siyasal yönelimleri açıklayacak esneklikten yoksundur. Türkiye gibi ülkelerde, yöneten veya denetleyen konumunda olan insanlar da siyasal etkilenimler ve ideolojik tercihler nedeniyle işçi sınıfının yanında yer alabilirler.
Sınıf ilişkilerinin oldukça hızlı bir değişim içinde olması varolan sınıf kavramının bu hıza ayak uyduramaması ve çok sonralara doğru bir ifadeyle “statik” bulunmasıyla sonuçlanmıştır 19 . Braverman’a göre, Marx’a karşı geliştirilen tezlerin en güçlü oldukları yerlerde en zayıf görünmelerinin nedeni dinamik bir sınıf tanımı ortaya koyamamış olmalarıdır.
Buraya kadar yazılanlarla yeterli ilgiyi uyandırmış olduğumuzu umarak, Marx’ın çalışmalarına geçiyoruz.
IV. Marksizm ve sınıf kavramı:
Kapitalizmin gelişimiyle birlikte giderek artan toplumsal kutuplaşma sınıf kavramına doğal olarak daha sık başvurma (referans) gereksinimini doğurmuştur. Sözcüğün kapitalist endüstriyel gelişmenin sonucu artan toplumsal kutuplaşmayı hem tanımlayan, hem de açıklayan bir kavram olarak kullanılması ancak Marx’ın yapıtlarıyla gerçekleşmiştir.
Marksizmde sınıf, toplumsal tabakalaşmayı anlatan sosyolojik bir kavram olmanın çok ötesinde, kapitalist işbölümü içindeki yerine göre ele alınmıştır. Bu nedenle sınıf kavramının açımlanabilmesi için kapitalist işbölümünün ve dolayısıyla artı-değer sömürüsünün açıklanması gerekmiştir. Başka bir ifadeyle söylersek, kapitalist sömürü biçimi açıklanabildiği ölçüde sınıf kavramı da o gelişkinlikte daha doğru bir içerik kazanmıştır.
Marx’ın sınıf kavramını dinamik yapan faktörlerden bir diğeri, sınıfın tarihsel hareketin öznesi biçiminde görülmesidir. Marx, üretim ilişkileri içinde ele alarak en geniş kapsamda tanımladığı işçi sınıfını aynı zamanda tarihin öznesi yaparak, ona siyasal bir misyon da yüklemiştir. Sınıfın misyonu siyasal iktidarın ele geçirilerek toplumsal dönüşümün gerçekleştirilmesidir. Bu nedenle sınıf kavramının sömürü ve iktidar kavramları ile birlikte ele alınması gerektiğini vurgulamak gerekir.
Marx’ın kapitalizm çözümlemesi, kapitalist sömürünün açıklanmasına dayanır. Kapitalist sömürü ise emek değer yasası ve artı-değerin formüle edilmesiyle açıklanmıştır.
V. Emek Değer Yasası ve Artı Değerin Oluşumu:
Marx, emek sürecini soyut tarihsel biçimlerinden bağımsız, insan ile doğa arasındaki bir süreç olarak incelemeye başlar ve bununla kalmayarak devam eder: “Eğer emek sürecinin tümünü, sonucu açısından, ürün açısından incelersek hem araçların hem de emek konusunun üretim araçları olduğu ve emeğin kendisinin üretken bir emek olduğu açıkça görülür.” 20
Daha sonra ilerleyen sayfalarda üretken emeğin ne olduğunu açıklar:
“Emek süreci tamamen bireysel olduğu sürece, bir ve aynı emekçi, sonradan ayrılacak olan bütün işlevleri kendisinde birleştirir. Kişi doğal nesneleri, kendi geçimi için elde ederse, o kişiyi yalnız kendisi denetliyor demektir. Daha sonraları başkalarının denetimi altına girer. Tek bir insan, kendi beyninin denetimi altında gene kendi kaslarını harekete geçirmeksizin doğa üzerinde bir iş yapamaz. Doğal bedende kafa ile elin birbirlerine bağlı olması gibi emek süreci de el emeğini kafa emeği ile birleştirir. Sonraları bunlar birbirlerinden ayrılırlar, hatta can düşmanı olurlar. Ürün, bireyin doğrudan ürünü olmaktan çıkar ve kollektif emekçinin ürettiği toplumsal bir ürün, yani her biri emek konusu üzerindeki işlemlerin az ya da çok bir parçasını yapan bir emekçi topluluğunun ortak ürünü halini alır. Emek sürecinin bu ortaklaşa niteliği (cooperative), giderek daha belirli hale geldikçe, bunun zorunlu sonucu olarak, bizdeki üretken emek ve bunu sağlayan üretken emekçi kavramı genişlik kazanmış olur. Üretken biçimde çalışmak için artık el ile çalışmanız gerekmez, kolektif emekçinin bir parçası olmanız, onun yerine getireceği alt işlevlerden birini yapmanız yeterlidir” 21
Bu satırlara göre, kolektif işçi kapitalist üretim içinde emek üreten kişidir. Görüldüğü üzere üretken emeğin tanımı da oldukça geniştir. Kapitalist bölüşüm içinde emek üreten kişi, fazlasıyla geniş bir tanımdır. Örneğin, ayda onbinlerce dolar kazanan bir cerrah bu tanımın içindedir. Bu tanıma göre, gece gündüz fabrikasında deliler gibi çalışan bir işadamı da üretken emekçidir. Peki böylesine geniş bir tanımlama nasıl açıklanabilir? Sorunun yanıtı açık: Marx’ın yöntemiyle… Marx, bir konuyu ele alırken öncelikle geniş bir perspektifle başlayarak, adım adım açıyı darlaştırmaktadır. Burada da birkaç cümle sonra aynı şeyi yapar:
“Bununla birlikte, öte yandan bizim üretken emek kavramımızda bir daralma oluyor. Kapitalist üretim, yalnızca meta üretimi değil esas olarak artı-değer üretimidir. Emekçi kendisi için değil, sermaye için üretir. Bu nedenle, artık yalnızca üretmesi yetmez. Artı-değer üretmek de zorundadır. Bir tek kapitalist için artı-değer üreten, böylece sermayenin kendisini genişletmesi için çalışan emekçi üretkendir. Maddi nesneler üretiminin dışında kalan bir alandan örnek alırsak, bir öğretmen, öğrencilerin kafaları üzerinde emek harcamasının yanı sıra, eğer okul sahibini zenginleştirmek için eşek gibi çalışıyorsa, üretken bir emekçi sayılır. Okul sahibinin, sermayesini, sosis fabrikası yerine öğretim fabrikasına yatırmış olması hiç bir şeyi değiştirmez” 22 .
Bu satırlar yeterince açıktır.
Özel bir hastanede günde 30 hasta bakan ve kapitalist tarafından aylık gelirini ilk 5-6 hastayla kapitalistine kazandıran bir uzman hekimin durumu da aynı şeyi anlatıyor. Hekimin kafa ya da kol emeğini kullanıp kullanmaması önemli değildir. Kaldı ki, çoğu kez ikisini birden kullanır.
Türkiye’de bir zamanlar hizmet sektörü olarak sınıf dışında tutulan eğitim, sağlık, otelcilik vs. çalışanları işçi sınıfı içinde sayılmak durumundadır ve teorik açıklamasını Marx’ın 130 sene önce yazdığı kitabında bulmaktadır. Burada ilginç olan, kamu çalışanlarının sınıfsal konumunun anlatımının, kamu çalışanları mücadelesinin çağdaşları olarak yüzyılımızda yaşayan akademisyenlerin değil de Marx’ın satırlarında ifadesini bulmasıdır. Nasıl oluyor da aynı çağda yaşayanlar yani çağdaş olanlar yerine, tamamen farklı çağlarda yaşamış olanlar aynı noktada buluşuyorlar? Bu sorunun yanıtı bizce açıktır. Farklı dönemlerde yaşamış olsalar da işçi sınıfının mücadelesine ve iktidarına yaşamlarını verenler, Marx ve bugünün Türkiye’sinde kamu çalışanlarının sosyalist öncüleri aynı anı yaşayabiliyor, aynı şeyleri hissedebiliyorlar.
Buraya kadar kolektif işçi, emek üreten ama emek üretmekle kalmayıp, kapitalist için artı-değer üreten işçi olarak tanımlanmıştır 23
Marx kolektif işçiyi böyle tanımladıktan sonra, işçi sınıfının çeşitli katmanlarının daha detaylı analizini de yaptı mı, diye sorulabilir.
Marx, Kapital’in son cildinin son bölümünü bu konuya ayırmıştır. Bu konuda bir A4 sayfasını geçmeyen yazdıkları ancak bir giriş olabilmiştir. Hatta bu bölümün sonradan başkaları tarafından eklendiğini de iddia edenler vardır. Bu bölüm,
“Gelir kaynakları, sırasıyla, ücret, kar ve toprak rantı olan, sırf emek-gücü sahipleri, sermaye sahipleri ve toprak sahipleri, başka bir deyişle ücretli emekçiler, kapitalistler ve toprak sahipleri, kapitalist üretim tarzına dayanan modern toplumun üç büyük sınıfını oluştururlar”24 biçiminde başlıyor. Giriş cümlesi yine geniş açılıdır ve Marx’ın konuya ilk bakışını oluşturmaktadır. Sonrasında yine daraltılıyor:
“İngiltere’de modern toplumun ekonomik yapısı, hiç kuşkusuz en üst düzeyde ve en klasik biçimde gelişmiştir. Ne var ki, burada bile, sınıflardaki tabakalaşma, en saf biçimi içerisinde görünmez. Burada bile, orta ve ara tabakalar (kentlerdekine göre kırsal bölgelerde çok daha az olmakla birlikte) her yerde sınır çizgilerini silikleştirmiştir. Ama bunun bizim incelememiz için önemi yoktur. Görmüş olduğumuz gibi, kapitalist üretim tarzının sürekli eğilimi ve gelişme yasası, üretim araçlarını giderek emekten ayırarak, dağınık üretim araçlarını büyük kitleler halinde bir araya toplar ve böylece, emeği ücretli emeğe, üretim araçlarını sermayeye dönüştürür”25 .
Marx yine geniş bir açıyla başlayarak ve “ilk bakışta” İngiltere’de temel olarak üç büyük sınıfın olduğunu söyledikten sonra, soruyor: “Bir sınıfı oluşturan şey nedir?” ve yanıtlıyor: “Gelirlerin ve gelir kaynaklarının özdeşliği”.
Bir adım sonrasında ise ana hatlarıyla üçe böldüğü sınıfsal katmanları daha ince bölmelere ayırmaya girişecektir:
“Ne var ki, bu görüş açısından örneğin tabipler ile devlet memurlarının iki farklı toplumsal gruba ait oldukları ve bu grupların her birinin üyeleri, gelirlerini bir ve aynı kaynaktan aldıkları için, iki sınıf oluşturmaları gerekir. Aynı şeyin, toplumsal işbölümünün, emekçileri olduğu kadar, kapitalistler ile büyük toprak sahiplerini de -örneğin bu sonuncuları, bağ- bahçe sahipleri, çiftlik sahipleri, orman sahipleri, maden sahipleri, dalyan sahipleri gibi- sonsuz türde çıkar ve statü gruplarına parçalaması için geçerli olması gerekir”26
Ve Kapital burada bitiyor…
Marx’ın sınıf analizine dair söyledikleri Kapital’in bu bölümüne dayanarak ele alınamaz. Bu bölüm, yöntem hakkında ipuçları vermekle birlikte, hakkındaki şaibeler bir yana Marx’ın yaklaşımına temel oluşturmak için yetersizdir. Marx’ın sınıf analizi yaklaşımı, bizim burada yaptığımız gibi Kapital’in ve diğer eserlerinin bütününde aranmalıdır. Marx’ın tüm sınıf tartışmalarında dikkati çeken bir başka nokta, işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadele içinde geliştiğini vurgulamasıdır:
“Ayrı ayrı bireyler ancak bir başka sınıfa karşı ortak savaş yürüttükleri ölçüde bir sınıf oluştururlar; öbür türlü aralarındaki rekabetle, birbirlerine düşman konumda yer alırlar” 27
Marx, ilk eserlerinden itibaren (Alman İdeolojisi, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’ne Katkı, Felsefenin Sefaleti) işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadele içinde geliştiğini vurgulamıştır. Bu vurgu, Hegelci terminolojiyle “kendinde” sınıf olmaktan “kendisi için” sınıf olmaya geçiş içindir. Sınıf, kapitalizme karşı politik mücadelesi içinde kendisi için bir sınıf olabilir.
VI. Marx sonrası değişen işçi sınıfı üzerine tartışmalar:
Bir kez daha Üretken Emek üzerine…
Marx sonrası sınıf üzerine tartışmalardan söz ederken doğrudan Batılı akademisyenlere geçersek, Marksizm’i geliştiren ve yeniden üreten gerçek “Marksistlere” haksızlık etmekle kalmaz, ciddi yanılgılara da düşeriz. 20. yüzyılda Marksizm’i yeniden üretebilenlerle devam edelim:
“Kapitalizm insan emeğinin tüm alanlarında büro ve meslek sahibi işçilerin sayısını dikkate değer bir hızla arttırıyor ve entelektüeller için büyüyen bir talep yaratıyor. Bunlar ilişkileri, dünya görüşleri vb. ile kısmen burjuvaziye bağlanıyorlar, kısmen de kapitalizmin bağımsız pozisyonlarını ellerinden aldığı, onları ücretli işçi olmaya zorladığı ve yaşam standardını düşürmekle tehdit ettiği entelektüeller olarak işçi sınıfına bağlanarak öteki sınıflar arasında özel bir yer tutuyorlar” 28 . [Lenin]
Lenin, 20.yüzyılın başında işçi sınıfı hareketini ne gibi sorunların beklediğini görüyor. Tam da burada tartışmakta olduğumuz, işçi sınıfının değişen yapısına işaret ediyor. Sadece bu alıntı ile sınırlı olmamak üzere Lenin, işçi sınıfına yeni katılımların olabileceğinin altını çiziyor. Saf bir beklentiyle değil, dönüşümü hızlandırmak koşuluyla…
Marx sonrası sınıf kavramlarını en çok popülerleştiren tartışmalardan birisi “üretken emek ve üretken olmayan emek” tartışmalarıdır. Bu tartışmalar daha çok Batılı akademisyenler tarafından formüle edilmiştir. Ülkemizde de kısmen tartışılmış ve halen de tartışılıyor olması nedeniyle bir ölçüde ele almak yerinde olacaktır.
20. yüzyılda Avrupa’nın bütün ülkelerinde ücretli büro çalışanları, eğitim ve sağlık sektöründe çalışanların sayısının arttığı bir gerçek. Bu kesimler öncelikle yeni orta sınıflar, beyaz yakalılar ya da üçüncü sektörler olarak adlandırıldı. Avrupalı komünist partilerin çalışmalarında, özellikle de FKP tarafından bu kesimler işçi sınıfının bileşenleri içinde sayılmadı. Daha çok halk ittifakları kategorisinde ele alındı. Bu kesimler önemsenmeliydi ama bir ittifak unsuru olarak…
Sözü edilen ücretli çalışanlar, “kolektif emekçi” tanımının, dolayısıyla işçi sınıfının kapsamı dışında tutulmuştur. Bu amaçla üretici çalışma ile üretici olmayan çalışma arasında kesin ve net ayrımlar getirilmeye çalışılmıştır.
“Bu arada üretici çalışma ile üretici olmayan çalışma arasındaki ayrımı da unutmamak gerekir. Bu ayırımın var olduğunu Adam Smith bulmuştu. Marx, Kapital’de Adam Smith’i işte bu nedenle saygıyla anar” 29 [Bolşakov]
Bolşakov, ücretli çalışanların kolektif emekçi tanımına dahil edilmesi çabasını bir tahrifat olarak görüyor ve böyle düşünenleri “yeni sol”cu olarak tanımlıyor. Üretici olan ve olmayan emek tartışmalarına Avrupa komünist hareketinden bir yanıt niteliği taşıyan “Orta Katmanların Başkaldırısı” teorik açıdan yetersiz bir kitaptır. Bu çalışma, siyasal olarak belirlenmiş birtakım sorunlara alelacele çözümler ve buna uygun teorik kılıflar bulma çabasının klasik bir örneği olarak görülmelidir. Söz konusu sorun anti-tekel ittifakların kurulması çabasıyla başlamaktadır. Burada siyasetin stratejisi, ittifaklara dayanmakta, köylüler Avrupa’da ittifak yapılacak bir sınıf oluşturamadığına göre, işçi sınıfına gerekli olan müttefikler küçük burjuvazinin bir başka bölmesinden, ücretli “orta katmanlardan” bulunmaktadır.
FKP’nin, diğer Avrupa’lı komünist partilere de ilham veren yönelimini uzun uzadıya tartışacak değiliz. Buradan, FKP’nin bu tezlerini görünürde eleştirel bir tutum alsa da daha ileriye götüren ve teorik bir zemine oturtmaya çalışan Poulantzas’ya değineceğiz.
“Gerçekte, Poulantzas’nın argümanı, FKP ilkelerinin reddi olarak değil, bu ilkeleri, ana parti çizgisinin biraz solunda olsa bile, daha sağlam bir kuramsal temele oturtma girişimi olarak yola çıkmaktadır. Poulantzas’ın öne sürdüğüne göre, halk ittifakları konusunda gerçekten Marksist bir kuramsal çalışma, bu ‘katmanlar’ı sınıfların dışında bırakmak yerine, onlara kendi sınıfsal konumlarını kazandıran bir sınıf tanımına dayandırılmalıdır. Ama önemli olan nokta, bu sınıfsal konumun işçi sınıfı içinde bulunamayacağıdır” 30 [Wood, Ellen Meiksins]
Poulantzas işçi sınıfı ile yeni küçük burjuvazi arasındaki ayrımın yapısal ölçütünü üretken emek ile üretken olmayan emek arasındaki ayrım olarak ele alıyor. Üretken emekten kastettiği de kol emeği ile çalışan sanayi proleteryasıdır. Böyle olunca proletarya bir çırpıda, ileri kapitalist ülkelerdeki hatırı sayılır bir çoğunluk olmaktan çıkarılarak ister istemez gündeminin başına sınıfsal ittifakları koymak zorunda olan bir avuç kitleye indirgeniyor. Poulantzas’nın genelde sınıf ve özelde de “yeni küçük burjuvazi” tanımı, birleşik bir işçi sınıfı yaratma hedefini sosyalist stratejinin odak noktasından uzaklaştırarak, onun yerine, sınıfsal farklılıklara, hatta sermayenin dayattığı bölünmelere dayanan “halk ittifakları” kurma hedefini koyuyor. “Yeni küçük burjuvaziye” yönelik bir çağrı, örneğin onun işçi sınıfına yakın çıkarlarına değil, küçük burjuvazi olarak sahip olduğu özgül çıkarlara seslenmeyi önüne koyuyor.
Üretken emek kavramının bu biçimiyle kullanımı, Poulantzas ile en gelişkin teorik çerçeveye oturuyor ama kesinlikle Poulantzas ile başlamıyor. Üretken emek kavramı bugün kullanıldığı biçimde ilk kez Fizyokratlar tarafından ortaya atılmıştır. Fizyokratlar, sadece tarımsal emeği üretken sayıyorlar. Onlara göre artı-değer feodal biçimde toplumdan değil de doğadan elde edilen değerdir. Onlara göre artı-değer, ödenmemiş emeğin sonucu olarak değil de, doğanın bir hediyesi olarak kabul ediliyor.
Üretken emeği kapitalist ilişkiler içinde ilk ele alan kişi ise Adam Smith’dir. Adam Smith, üretken emeği, sermaye ile doğrudan değiştirilebilen emek olarak tanımlıyor. Bu durumda üretken olmayan emek doğrudan sermaye ile değil de gelir ile değişebilen emek olarak kabul ediliyor. Adam Smith, sermaye ve geliri birbirinden kesin çizgilerle ayırıyor. Çok doğru bir saptamayla,
“Adam Smith, artı-değerin yaratılması ve realize edilmesini karıştırıyor… Bu yaklaşım giderek Smith’in kapitalizmi eklektik bir biçimde kavramasına yol açıyor,” 31 [Howell, Peter]
Adam Smith’in bu tanımlamasından yola çıkmasına rağmen Marx, buradan farklı sonuçlara varabilmiştir. Bir kere, sermaye ve gelir Adam Smith’de olduğu gibi birbirinden kesin sınırlarla ayrılamaz. Gelir, sermayenin yeniden üretimi için kullanıma girer. Marx, Adam Smith’i kapitalizmin çocukluk evresi olan manüfaktürün iktisadını yapmakla eleştirmişti. Marx’a göre, kapitalizmin gelişkin döneminde ise sermaye ve gelirin birlikte ele alınmasıyla üretken emek daha farklı bir içeriğe bürünecekti 32 .
Üretken emek ile üretken olmayan emek arasındaki ayrımı sermaye ve gelir arasındaki ayrıma eşlemek doğru değildir. Buradan, sermayenin kendini genişletmesine katkıda bulunan emek ile katkıda bulunmayan emek arasındaki ayrım anlaşılmalıdır. Marx’ın verdiği başlıca üretken olmayan emek örneği, Victoria dönemi İngiltere’sinin en geniş işçi kategorisini oluşturan, orta ve üst sınıftan insanların kendi gelirleriyle çalıştırdıkları ev hizmetçileridir 33 .
Üretken emeğin daraltılarak, maddi mal üreten ya da değişim değeriyle sınırlanan bir karşılık ile tanımlanması hemen her zaman işçi sınıfından uzaklaşma ile sonuçlanmıştır. Wood, proleteryaya elveda diyen Gorz ile işçi sınıfını bir hamlede küçülten 34 Poulantzas’nın teorik çerçevesinin buluştuğunu iddia ediyor:
“Gorz’un bütün savı, tersyüz edilmiş bir tür teknolojizme, emek süreci fetişizmine ve bir üretim tarzının özünü, üretim ilişkilerinde, yani sömürünün özgül biçiminde değil de teknik bir süreç olan çalışma sürecinde arama eğilimine dayanmaktadır. Göreceğimiz gibi bu, Gorz’un, Poulantzas ile paylaştığı bir şeydir. Her ikisinde de, sınıfı sömürü ilişkileri açısından değil de daha çok, teknik çalışma süreci açısından tanımlama eğilimi, son derece kısıtlayıcı bir ‘işçi sınıfı’ anlayışının açıklanmasına yardımcı olabilir; bu anlayış yalnızca el emeğiyle çalışan sanayi işçilerini kapsıyormuş gibi görünmektedir” 35 [Wood]
İşçi sınıfının dar bir tanımını yapan Poulantzas’ı, anti-komünistlerle buluşturan tek kişi Wood değil. Troçkist yazar Alex Callinicos, burjuva sosyologlar ile Poulantzas’ın sınıf kavramının benzerlikler taşıdığını iddia ediyor 36 . Poulantzas’ın kapitalistlerle son buluşmasını da ülkemizden bir yazar dile getirdi:
“Poulantzas üretken emek derken doğrudan imalat sektöründe yer alan ve el emeği ile maddi mal üretimi sürecine katılan emekgücü sektörlerini anlatmaktadır. Sonuçta Poulantzas işçi sınıfının kapsamını ‘postkapitalist’ paradigmanınkiyle çakıştırmaktadır” 37 [Belek, İlker]
Tüm bu eleştirilerden sonra bir şeyi vurgulamalıyız. Poulantzas eleştirisi karşısında işçi sınıfını daha geniş bir kapsamda tanımlayan bizlerin görevi böyle bir tanımlama yapmakla bitmiyor. Asıl görev, bu tanımlamayı takiben başlamaktadır.
Sonuç
Türkiye’de 1980’li yılların ikinci yarısında, “işçi sınıfına elveda”nın programatize edilmesine karşı solun diri unsurları iyi bir teorik yanıt üretebilmişlerdir. Bu yanıt, dünyanın herhangi bir ülkesinde Marksistlerin sınavı anlamında önemli bir göstergedir. Ancak, bu teorik yanıtın pratikte doğrulanması başkasının değil, yine Marksistlerin görevidir.
TBKP’nin “sınıf sınırlarını aşan nesnel çıkar birliği” ile Yeni Zamanlar’ın “popüler alternatifi” aynı şeylerin farklı dönemlerdeki ifadesiydi. Günümüz Türkiye’sinde ise sol siyaset anlamında iki yanlış duruma işaret etmek gerekir. Bunlardan biri, işçilerden sadece kol işçisi denilen bir kesimi anlamak ve sayıca az olmalarının da etkisiyle adeta onlara tapınmaktır. Bunun klasik adı işçiciliktir. Kolektif emeğin diğer unsurlarını küçük burjuva olarak gören bu yaklaşım, bu kesime geri politikalar biçmektedir. Aynı anlayış, işçi sınıfının artık kalmadığı saplantısı içinde olan ve tüm politikalarını orta katmanları etkilemeye yönelik olarak belirleyen bir başka anlayışla buluşmaktadır. Her iki durumda da “orta katmanlara” geri politika yapmak esastır. Karşı çıkılması gereken budur. Kolektif emek vurgusu işçi sınıfının genişlediği ve sınıfın tümüne ileri politikaların layık olduğunu hatırlatır.
Bununla ilişkili olarak bir başka görevimiz daha var. Sınıf analizi çalışmalarını pratikten uzak, teorik bir belge olarak anlaşılmaktan kurtarmamız gerekiyor. Wright’a göre,
“Çağdaş Marksist sınıf analizi, sınıflara ilişkin soyut, kutuplaştırılmış yapısal haritalama ile, sınıf oluşumuna ve sınıf mücadelesine ilişkin somut konjonktürel çözümleme arasındaki boşluğu doldurmaya çalışmaktadır” 38
Bize göre ise sınıf analizi çalışmaları, basacağımız zeminde yol gösterici olduğu ölçüde anlam kazanır. Çoğu zaman olumsuz örneklerden yola çıkarak kendimizi anlatıyoruz. Bu kez olumlu örnek olması açısından, iki çalışmadan söz etmek istiyorum. Bunlardan birincisi, Tülin Öngen’in “Öğretim Üyelerinin Sınıfsal Profili” isimli kısa yazısı 39 ve Sağlıkta Sınıf Tavrı (SST) dergisinde yayınlanan “Sağlık Çalışanlarının Sınıfsal Konumu” başlıklı yazıdır 40 . SST’de yer alan yazıda sağlık emekçilerinin kolektif emeğin bir parçası olduğu belirtiliyor.
“Sermaye, bir politik tercih olarak büyük ölçekli yatırımlardan vazgeçmekle, nasıl ki sanayi işçilerini işsizliğe, açlığa, yoksulluğa mahkum ediyorsa; kolektif emeğin parçası olan eğitim ve sağlık emekçileri için de aynı koşulları hazırlamaktadır.” (40) [SST]
Kapitalizmin kriziyle birlikte, sağlık ve eğitim alanlarından devletin elini çekmesiyle, bu alanlarda örgütlenmek çok daha fazla önem kazanmaya başlıyor. SST’nin vurgusu bu yöndedir. Tülin Öngen de kitabında kamu çalışanlarının sıkıntılarının sosyal devletin çöküşüyle birlikte hızlandığını vurguluyor. 41
Sözü edilen her iki çalışmada, öğretim elemanlarının ve sağlık emekçilerinin “proleterleşme”ye doğru negatif ve pozitif koşulları tartışılıyor. Bu kesimler de içinde olmak üzere işçi sınıfının tüm kesimlerinin “sınıf” olabilmesi için siyasal ve ideolojik bir mücadele verilmesi gerekiyor. Kapitalizme karşı siyasal ve ideolojik mücadelenin yürütülebilmesi ise sınıfın öncü partisi ile mümkündür.
Dipnotlar ve Kaynak
- Gorz, Andre; Elveda Proletarya. çev. Hülya Tufan, Afa yay. 1980
- Yeni Zamanlar: 1990’larda Politikanın Değişen Çehresi içinde Yeni Zamanlar İçin Manifesto. Der. Stuart Hall ve Martin Jacques. Çeviren: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı yay, Eylül1995, s.44-45. Yeni Zamanlar manifestosu ve derleme içinde yer alan diğer yazılar, özellikle”popüler alternatif” düşüncesi, bu yaklaşımın Türkiye’deki türdeşlerini hatırlatıyor. Yeni Zamanlar’ın Türkiye’deki sol siyasetle çağrıştırdıklarıyla birlikte ele alınması baska yazının konusu olabilir.
- Eric Olin Wright’dan (1978: 178-179) aktaran Tülin Öngen. Prometheus’un Sönmeyen Ateşi: Günümüzde İsçi Sınıfı, Alan yay. Kasım 1994, İstanbul, s.241
- Engin, Emine: Marksizm’de İsçi Sınıfının Kapsamı ve Türkiye. Alev Yayınevi,Eylül 1990, s. 73
- Engin, a.g.e., s. 73
- Engin, a.g.e., s. 75
- Belek, İlker: Sosyal Devletin Krizi ve Sağlığın Ekonomi Politiği. Sorun yayınları, Mayıs 1994, istanbul, sayfa 60
- Belek: a.g.e., s.12
- Belek: a.g.e., s.41, 42
- Belek: a.g.e., s.44
- Belek: a.g.e., s.45
- Wright’tan aktaran, Alex Callinicos: Yeni Orta Sınıf ve Sosyalist Siyaset, Değişen İsçi Sınıfı içinde. çev. Osman Akınhay, Z yay. 1994, İstanbul, s.29
- Belek: Postkapitalist Paradigmalar. Sorun yay, Ocak 1997,sayfa.213
- Yurtsever, Haluk: Sınıf ve Parti. Dönem Yayınevi, Nisan 1990, sayfa 34
- Öngen, Tülin: Prometheus’un Sönmeyen Ateşi: Günümüzde İşçi Sınıfı. Alan yay. Kasım 1994, s. 27-28
- MacRae, Donald: Weber. Afa Çağdaş Ustalar Yazı Dizisi 2. Afa yay., s.53.
- Weber’in kuramını anlamak için Tülin Öngen’in adı geçen eserini ve İlker Belek’in “Post-kapitalist Paradigmalar” isimli kitabının ilgili bölümlerini öneririm.
- Sosyalist İktidar, 28 Mart 1997. OES’ten Eğitim-Sen’e geçen bir grup öğretim üyesinin bildirilerinde şunlar yazıyor: “Farklı sorunlarımız olduğunu inkar etmiyoruz ama bu farklı sorunların ancak birlikte mücadele ile çözüleceğine inanıyoruz. Mesleki hiyerarşilerin,işyerindeki hiyerarşilerin sendikal örgütleme içinde yeniden üretilmesine karşı çıkıyoruz.Sendikalarımıza mesleklerimizin damgasının vurulmasını değil, mesleklerimize ve işyerlerimize tüm çalışanların birlik ve dayanışmasının damgasının vurulmasını hedefliyoruz. Çünkü mesleğimizi dönüştürmek istiyoruz. İşyerlerimizi dönüştürmek istiyoruz. Üniversiteleri dönüştürmek istiyoruz.”
- Eric Olin Wright meslek, gelir durumu ve statü gibi kategorizasyonları statikbulmaktadır.
- Marx, Karl: Kapital. Mutlak Artı-Değerin Üretimi: Emek süreci ve artı-değer üretim süreci. 1. cilt, sol yay. s.197
- Marx: a.g.e., s.520
- Marx: a.g.e., s.520
- Scrcan, Semih: Proleterden proleteryaya, Gelenek 38
- Marx: a.g.e., 3.cilt, s. 775. İngilizce baskıda ise (Progress Publishers) s.885
- Marx: a.g.e., 3.cilt, s.775
- Marx: a.g.e., 3.cilt, s.776
- Marx, Karl: Alman İdeolojisi. Sol yay., çev. Sevim Belli, 1987, Ankara, sayfa 106.
- Lenin’den aktaran, Haluk Yurtsever, a.g.e., s.42
- Bolşakov, Vladimir: Orta Katmanların Başkaldırısı. Fransızca’dan (Editions duProgres, 1975) çeviren Erol Dinçbaşlı, Konuk yay. İstanbul, 1979, s.37
- Wood, Ellen Meiksins: Sınıftan Kaçış: Yeni Hakiki Sosyalizm. Akış yay. İstanbul, 1992, s.44
- Howell Peter: Fundamental Questions of Marxist Theory. Once Again On Productive and Unproductive Labour. Revolutionary Communist. Theoretical Journal of the Revolutionary Communist Group. 1975, Londra, No.3/4, s.48
- Howell: a.g.e., s.48
- Callinicos, Alex: Yeni Orta Sınıf ve Sosyalist Siyaset. Değişen İsçi Sınıfı içinde. çev. Osman Akınhay, Z yay. 1994, İstanbul, s.26
- E. Ollin Wright, Poulantzas’ın “üretken emek” ölçütünü eleştirirken 1969 yılında ABD’de yapılan bir araştırmanın sonuçlarını “üretken emek” ile değerlendiriyor. Buna göre, işçi sınıfı Amerikan işgücünün yalnızca yüzde 20’sini oluştururken, çalışan nüfusun yüzde 70’i yeni küçük burjuvazi oluyor. (Haluk Yurtsever, Sınıf ve Parti, s.44)
- Wood: a.g.e., s.24
- Callinicos, Alex: Yeni Orta Sınıf ve Sosyalist Siyaset. Değişen İsçi Sınıfı içinde. çev. Osman Akınhay, Z yay. 1994, İstanbul, s.26
- Belek İlker: Postkapitalist Paradigmalar. Sorun yay, Ocak 1997, sayfa.213.Postkapitalist sözcüğünü açımlamak kaydıyla İlker Belek’in yaklaşımı ilginçtir.
- Wright’tan aktaran Metin Çulhaoğlu: Varoşlar ve Kent Yoksulluğu: Sınıf Mücadelesinde Mekan ve Bütünlük Sorunları. Sosyalist Politika, Eylül 1996, sayı 10, s. 100
- Öngen, Tülin: Öğretim Üyelerinin Sınıfsal Profili. ÖES Bülten. Mart 1996, s.4-6
- Sağlıkta Sınıf Tavrı. Sağlık çalışanlarının sınıfsal konumunu daha detaylı incelemek için 11. sayıdaki dosyaya bakılabilir.
- Öngen: Prometheus… a.g.e, s.240