Restorasyonun esas kaygısının ekonomik krizden çıkışa ideolojik bir paravan yaratmak olduğu ortaya çıkıyor. Siyasal alanındaki restorasyon girişimleri, ekonomik alandaki kısmi iyileşmelerle desteklenmediği sürece burjuva demokrasisinin istenen yönde çalışmayacağı biliniyor. Yurtdışında para dilenen aciz hükümet, içeride seferberlik havalarının, yani sınıfa yeni bir saldırının hazırlıklarını sürdürüyor. Yaz durgunluğunda yapılan yüksek oranlı KİT zamlarının bir yoklama olarak değerlendirilmesi gerekiyor. Taner-Çelebi ekibi, şok devalüasyon mu, monetizasyon mu tartışmasına uzun vadeli stabilizasyon gibi bir zırvayla noktayı koyduğunu düşünüyor ve 2000 yılında yüzde 3 enflasyon hedefini koyuveriyor. Kulağa ne hoş geliyor değil mi? Bunun için 3 yıl daha işsiz, aç, hasta kalmaya, hatta ölmeye değer…
Türkiye ekonomisinde belagatın ardında neler olduğunu mutlaka görmek gerekiyor. Darbe ve 24 Ocak kararlarıyla kalın çizgilerle çizilen ekonomik rota, seksenlerin ortalarından itibaren yerini yönsüzlüğe, günü kurtarma politikalarına ve arsız bir yiyiciliğe bıraktı. Oysa 1980’lerin ilk yarısı, IMF’nin arayıp da bulamadığı, herkese örnek gösterdiği ülke havasıyla geçmişti. Gerçekten de Özal’ın ilk dönemini de kapsayan bu süreç (1982-87), altyapı yatırımlarında (özellikle ulaşım, enerji ve telekomünikasyon) bir artışı, emekçi sınıfların alım gücünün cunta koşullarında kolayca düşürülmesi sonucu iç tüketimdeki azalmayla paralel olarak, ihracatta bir artışı gündeme getirdi. Bundan sonraki dönemi de bugünden bakıldığında ekonomik seyir merkezinde kabaca ikiye ayırmak mümkün: 1987-1994 (Şubat) ve 1994’ten 1997 yazındaki hükümet değişimine kadar geçen dönem. İlk dönemi ikincisinden ayırdeden en önemli özellik ciddi bir dış kaynaklı para akışıdır. Örneğin sadece 1993’ün son aylarında Türkiye’ye 3 milyar dolar girmiştir. Bu para, geçtiğimiz Eylül sonunda IMF’den üç yıl için dilenilen paradan daha fazladır. 1994 sonrası ise Refah’la olsun, Refah’sız olsun, “allaha emanet” geçmiştir.
İçinde bulunduğumuz Anasol hükümeti dönemi ise abartılı beyanlardan öte hala ciddi bir done vermiyor. Piyasaların yeni hükümeti ciddiye aldıkları faizlerdeki düşüşten belli oluyor ama bu aşırı iyimserliğin Kasım ayı başında ciddi bir şokla hafiflemesi, faniliğinin bir göstergesi sayılmalıdır. Ayrıca ne kadar azalsa da varlığını koruyan bu iyimserliğin, hükümetten bağımsız gerekçeleri var. Şimdi düzenin ekonomik yapıda verdiği kimi görüntülere geçmeden önce bir iki noktayı vurgulamak gerekiyor.
Burjuva iktisadına bakarken bir yönteme sahip olmamız gerekiyor. Değil yakın tarihe, üç yüz yıllık tüm kapitalizm tarihine bakarken, ne yaptığımızın farkında olmalıyız. Basit bir tarih anlatımı, sosyalistler için yalnızca “malzeme” olabilecektir. Tarihin özne adayları, yakın geçmişte de olsa kalıcı ve kritik olanın ne olduğunu görebilmek için, ne olursa olsun başrol oynamaya hazırlanan bir aktör konumunu mutlaka benimsemelidirler. Bu durumda, sosyalistlerin en önemli görevlerinden biri, “Türkiye iktisat tarihi”ni, ilk olarak kapitalist düzenin yeniden üretiminin zaaflı ve dirençli noktalarına, ikincisi de, sınıfların ve özellikle ara sınıfların çeşitli kesimlerinin düzenle ekonomik ilişkilerindeki zayıflama-konsolidasyon dinamiklerine tercüme etmeyi öğrenmektir.
Siyasi özne, müdahalelerini yaparken, kapitalizmin zayıf noktalarını hedef alacaktır. Ama aynı zamanda kapitalizmin vahalarında neler döndüğünden de haberdar olmalıdır. Çünkü dönen trilyonların fiziki bir anlamı vardır. Türkiye solunun bir türlü elde edemediği bu gözlem gücünün bütün davamızı yakından ilgilendirdiği açık. Örneğin son dönemde büyük burjuvazi, kimi belirtileri gözlenmeye başlanan dünya sermayesinin gözlerini Orta Asya petrollerine dikmesi ve Türkiye’yi bir üs olarak seçmesi umuduna angaje olmaya başlamıştır. Türkiye’ye ilk kez spekülatif para piyasalarına yönelmeyen, faizler düşerken giren önemli miktarda yabancı kaynak gözlenmeye başlamıştır. Hükümetten bağımsız iyimserliğin kaynağı budur. Dünyada dolaşan “serseri sermaye”nin dikkatini çekmek, bir ülkede 3-5 ay içinde inanılmaz sarsıntılar yaratabilir. Kesinlikle düzenin konsolidasyonu anlamına gelmeyecek böyle bir para girişi, önünde sonunda katastrofik bir etki yapar; çünkü bu karakterdeki para için girmek kadar çıkmak da elzemdir. Ama sosyalistlerin böyle bir katastrofik etkiye bel bağlamamaları gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki, yabancı para girişi gözlenen ’80’lerin sonundaki kitle hareketliliği, kısmi bir katastrof olan ’94’e göre çok daha yüksek perdede ve istikrarlıdır.
Türkiye kapitalizmi, önce ’80’lerdeki baskıcı liberalizm rüzgarıyla, soma ’94 kriziyle artırdığı sömürü oranı ve verimliliğin rantını çoktan tüketmiş olmalıydı. Aşırı üretimle birlikte kar oranlarının kapasite kullanımını aşağılara çekecek şekilde düşmüş olması gerekirdi. Burjuva iktisatçılarının “94 krizinden çıkış bir mucize, hiçbir yapısal değişiklik yapılmadan eski günlere dönüş Türkiye ekonomisinin gizli gücünü gösteriyor” jargonuyla ifade bulan bu olgu, bizim kriz saptamalarımızla uyumluluk taşıyor.
Küçük üreticiler, 30 kişinin altında işçi çalıştıran işletmeler ve orta ölçekli tarım işletmeleri gibi gruplar (ki bunlar, burjuva partilerinin oy tabanı oluşturuyor) neredeyse 5 yıldır ciddi bir gelir azalması, durgunluk, işletmelerin yenilenmemesi ve büyümemesi, kendi ürünlerini daha ucuza satıp, büyük sanayi ürünlerini daha pahalıya alma gibi sorunlarla karşı karşıyalar. 1995 ve ’96’daki yüzde 6 ve yüzde 9 büyümenin bu kesimlere hiçbir etkisinin olmadığını söyleyebiliriz. İçlerinde rahat olanlar, yalnızca repo yapabilecek kadar likit serveti olanlardır. Buna rağmen, 1994-97 arasında geminin yürümesini sağlayan dinamiklerin belli bir ağırlığı olduğunu ve dibe batışı minimal bir noktada frenlediğini görmeliyiz.
Türkiye ekonomisi, lüks tüketim ağırlıklı bir yapıya doğru yol alıyor. Emekçilere ve küçük burjuvaziye hitap eden mal piyasalarında, sık yaşanan seçimlere rağmen kronik bir durgunluk görünüyor ve ’91 Körfez, ’94 döviz krizlerinden sonra bu eğilim istikrarlı hale geldi. Artık ekonominin canlılık kanalları, giderek artan bir biçimde rantçı burjuvazinin lüks tüketiminin -neo-klasik iktisat terimiyle- “çarpan” etkisiyle çalışıyor. Çarpan etkisi, örneğin bir villa sahibinin fahiş fiyatlarla yaptırdığı pencere doğramalarından kazanılan parayla alınan otomobil gibi zincirleme tüketimlerde ortaya çıkıyor (lüks plastik doğrama, lüks otomobil servisleri, mutfak, banyo, dekorasyon, havuz, vb. iş gruplarında inanılmaz paralar dönmekte). İthalatta hammadde ve yatırım malları ağırlığı ilk kez geçen yıl lüks tüketim malları aleyhine hızlı bir biçimde bozuldu; İstanbul’da ortalama değerleri 1 milyon dolar olan 60,000 villanın bulunduğundan söz ediliyor. Bu fiyatlar Avrupa ve ABD’deki villa fiyatlarıyla yarışıyor. 1 milyona dayanan ikinci ev sayısı ve 3 milyonu geçen motorlu taşıt sayısı, toplumdaki harcamaların verimsizliğine, yani bu düzenin karakterine en önemli işaret sayılmalıdır…
Ticaretteki canlılık-durgunluk salınmalarının para piyasasındaki siyasi belirsizlikten kaynaklanan faiz oynamalarına aşırı duyarlı hale gelmesindeki etken de bu. Lüks tüketim kolay feda edilebilir ya da ertelenebilir olduğundan reel faizin yükselmesi şiddetli dönemsel durgunluklarla sonuçlanıyor. Diğer yandan emekçi sınıfların toplam gelirden aldıkları pay azaldıkça, kendilerini yeniden üretebilmeleri için gereken tüketimin toplam ekonomik aktivite içindeki payı giderek azalıyor. Ezilenlerin tüketimi, işporta ve semt pazarlarında, standart dışı ve defolu üretilen mallarda, kısacası emek sömürüsünün 19. yy. düzeyinde yaşandığı imalat sanayisinin pis, karanlık, sigortasız çocuk ve kadın emeğine dayanan kesiminin pazarını oluşturuyor (ancak imalat sanayisinde bu tür bir birinci-ikinci lig tanımlaması yapmak oldukça sakıncalı, çünkü ihracata ve lüks tüketime çalışan imalat sanayisinin kaymak kesimi, yoğun ölçülerde taşeron firma çalıştırarak 19. yy. sömürü koşullarını kaliteli imalata da taşıyorlar).
Aynı çarpan etkisinin uyuşturucu ticaretinden ve kirli savaştan kaynaklanan bir kısmı da mevcut ve bunun ağırlığının gerçekçi biçimde saptanması çok zor olmakla birlikte bizim için önemli bir görev. Büyük burjuvazinin ve mülk zenginlerinin nüfus içindeki dağılımı kentleşme oranının yüksek olduğu bölgelerde az çok homojenken (örneğin imalat sanayisinde Kocaeli, Denizli, Adapazarı, Bursa, İzmir, Kayseri, Gaziantep on yıl öncesine göre devasa bir büyüme gösterdi) tüketimin ve ekonomik canlılığın kimi dönemlerde yalnızca İstanbul’a hapsolması, kara para canlılığına işaret edebilir.
Türkiye ekonomisinin yapısal bozukluğu içinde artı-değerin realize olduğu pazarın karmaşıklığı ve ticari sermayenin gücü büyük bir öneme sahip (2 milyon civarında aile kendi işine sahip). Nüfusun altıda birini oluşturan küçük burjuvazinin esnaf, tüccar ve küçük üretici kesiminin Türkiye’nin ekonomik-politik koşullarını doğrudan etkilediği söylenebilir. Diğer taraftan bu küçük burjuvaların ağırlık taşıdığı kesime ek olarak orta burjuvazinin büyük bir kesimini oluşturan 30’dan az işçi çalıştıran küçük sanayinin durumu da önemli. Sömürü koşullarının ağırlığına rağmen burjuvazinin bu kesiminin özellikle imalat sanayisinde tatmin edici (işletmenin istikrarlı büyümesini sağlayıcı) bir kar oranını yakalayamadığı görülebilir. Önce ticarete bakalım: Vadeli alış-satış aktivitesi, gereken işletme sermayesini büyük ölçüde düşürmektedir. Aracıların bol olması, artı değer paylaşımını imalatçı burjuvazi aleyhine çevirmektedir. İşletme sermayesi düşük, vadeler uzun olunca enflasyonist bir ekonomide kar güdümlü çalışılamıyor ve krizlere duyarlılık artıyor. Yani idareten, geçimlik bir faaliyet yürütülüyor.
Küçük üretimin diğer bir özelliği de ekonomik olarak irrasyonellik derecesinde verimsiz olması. Dünyada ölçek ekonomisi hala geçerliliğini korurken bu yasallığın nüfuz edemediği orta ve küçük üretimde işletmelerin karşılıklı entegrasyonu ve esnek üretim geçerlilik kazanıyor. Türkiye’de ise her ilin sanayi sitelerinde örneğin otomobilin balatasıyla uğraşan, ikişer çırak çalıştıran 15-20 dükkan “faaliyet” gösteriyor. Faaliyetin tırnak içine alınmasının nedeni, sadece “karın doyurucu” olması. İşsizlik perdeleyici orduyu, üniversiteleri ve sayısı kabartılan kamu emekçilerini de hesaba katınca nüfusun yarısı, ileri kapitalist bir ülkede varolmaması gereken bir ekonomik aktiviteyle meşgul oluyor (yine en çok nüfusu beslediğini düşündüğüm otomotiv yan sanayisinden örnek: 40 kişilik bir bakım servisinin seri şekilde üstesinden gelebileceği işleri koca sitede 400-500 kişi, üstelik burjuva ekonomik anlamıyla “kar” etmeden yürütüyor, bu sayede ’75 model arabalar hala işleyebiliyor). Bu durumun Türkiye’ye özgü bir olgu olduğu yanılgısına düşmemek gerekiyor. Aksine tipik bir zayıf halka sendromu: Pakistan’da daha da abartılı olarak 1938 model kamyonlar işleyebiliyor. Marksizmdeki kar oranlarının eşitlenmesi yasasının uzun vadede işlediğini unutmamak gerekiyor. Ayrıca başka hiçbir iş yapamayacağını düşünen ve az emekçi çalıştıran işletmelerin kapanmaktansa batana kadar çok düşük karlarla faaliyete devam etmeleri, olağan görülmeli.
Yüksek faiz oranları, nakit birikimlere reel bir geliri garanti ediyor. Sıcak para tartışmalarının büyük ve muğlak bir külliyatı oluşturduğunun farkındayım ama biraz basitleştirici özetler yararlı. Reel faiz, enflasyondan arındırılmış kazanç demek. Burjuva iktisadında teknik olarak buna ülkenin risk primi deniyor. Türkiye için yüzde 20 ile yüzde 30 arasında değişiyor. Kabaca dolarda yüzde 5 enflasyon olduğunu düşünürsek bu, ortalama yüzde 20 net kazanç anlamına gelir. İşte Türkiye’nin ekonomik sistemi, imalat dışı yerli-yabancı sermayeye devlet garantili böyle bir kazanç sunulmasıyla yürüyor.
Türkiye’de belli bir ölçeğin üzerindeki sanayi sermayesi mali sermaye ile tümüyle entegre oluyor. Bu entegrasyonun kaba özetini vermek gerekirse: İmalat sanayisinin “babaları”, korumacı ekonomide 20 senedir kazandıkları paralarla 80’lerin ortalarında birer birer banka sahibi olmaya başlarlar. Diğer taraftan, imalatçısı oldukları ürünlerden dünya piyasasında maliyet avantajına sahip oldukları az bir kısmını ihraç etmeye başlarlar. Ürünlerinin birçoğunun üretimini durdurup ithalata başlarlar. Büyük yabancı şirketlerle önce mümessillik, sonra ortaklık ilişkisine doğru adım atarlar. Zayıflattıkları imalatlarından, bir de borsada hisse senedi satışı yaparak daha fazla para kazanırlar. Bu arada sattıkları hisselere karşılık karlarına elalemi ortak etmemek için (hisseler, holdinglerin değil, fabrikaların olduğundan) fabrikalarını bankalarına borçlandırarak karlarını faize yatırırlar. Bankalarının bilançolarını makyajlamak kolaydır. Bankanın ahtapot gibi çok kollu ve peltemsi bir özelliği olduğundan banka bilançoları, sene sonlarında çekilmiş birer fotoğraf olmaktan öteye gidemez. Karlar önce fabrikalardan bankalara akar, daha sonra bankaların sene sonu bilanço makyajlarının altında kalır.
Sonra gümrük birliği edebiyatı başlar. Türkiye’yi pazar olarak yabancı sermayeye sunmaya başlarlar. Dev dış ticaret şirketleri, hipermarketler, lüks tüketim merkezleri kurulmaya başlanır. İmalatta tek avantaj olan ucuz işçilik, görece düşük teknolojili cam, demir-çelik, oto yedek parça, seramik gibi sektörlerde yoğun yatırımlara girişilir. Ancak yapılması teknoloji ve işçi vasfı açısından kolay olan işler, sendikasız, sigortasız, çocuk ve kadın işçi ağırlıklı, işgününün 10 saati geçmesi gereken, kısacası “korsan” imalat koşullarında daha çok kar getirir. Kendileri büyük ve “göz önünde” olduklarından, bu koşullara yüzde 100 uyum sağlayabilen taşeronlara işleri parça parça ihale etmeye başlarlar. Bu sayede artan karlar, yüksek faizli finans sistemine daha kolay aktarılır. Çünkü artık, yüksek teknolojili 3-5 fabrikaları dışında, karların yatırıma aktarılması gibi bir dertleri yoktur. ’90 sonrasında bazı yıllarda kamu yatırımları, toplam özel sektör yatırımlarını geçer. Kamu işçisi verimliliği de özel sektör işçisi verimliliğinin üzerine çıkar. İşte büyük imalat sanayi: dışardan bakıldığında en son teknolojiyi takip eden, kalifiye işçisine ayda 1000-1500 dolar veren, üretiminin büyük bir bölümünü ihraç eden “gurur kaynaklarımız”. Yakından bakıldığında ise, sınıfa saldırının, korsan ortaçağ imalat koşullarının, kar kaçırmanın temel planlama üsleri…
Edindikleri koca bankalar, imalat şirketlerinin karlarını perdeleyerek vergi ve hissedarlardan temettü kaçırmaktan başka işlere de yaramalı. 1989-1990 yılları, tesadüf bu ya bütün KİT’lerin bankalara borçlandırıldıkları ve zarar yazmaya başladıkları yıllar oldu. Aynı zamanda ’86’da Özal tarafından başlatılan iç borçlanma sürecinde, alınan borçların devlet yatırımlarını finanse etmek yerine cari ödemeler dengesi açığına yama olarak kullanılmaya başladığı yıllar. Hemen ’90’ların başında zıvanadan çıkan süreç, ’93 sonuna kadar dış borçlanma ve sıcak para girişi nedeniyle pek katastrofik etki yapmadı. IMF, özellikle ABD vatandaşı hanımefendi baştayken Türkiye hakkında olumsuz bir şey yazmadı. Gerçekten 1988-1993 yılları, kimsenin değirmenin suyunun nereden geldiğini soracak vakit bulamadığı kadar herkesin doyurulduğu yıllar oldu. Herkes doyuyor dediysek, bazıları sokağa çıkmayacak kadar doyuruluyorken, bazıları da patlayacak kadar doyuyordu: Mali sermaye. Sanayi sermayesinin bağrından çıkan banka sermayesi önce KİT’lere borç vererek bütün karlarını faiz olarak almaya başladı. KİT’lerin maaş ödeyecek, yatırım yapacak parası kalmayınca, yatırımlardan vazgeçildi, maaşlar da Merkez Bankası avanslarıyla ödenmeye başlandı. Sonra bütçe de yama tutmaz olunca işin içine reel faiz girdi. Özal modelinde yatırım için kullanılmak amacıyla başlatılan iç borçlanma, sadece iki yıl içinde, bütçenin en önemli kalemi haline geldi.
Yüzde 70 ile 90 arasında dalgalanan enflasyonda uzun vadeli mevduat faizi ilk kez yüzde 100’e yaklaşmaya başladı. Kısa vadeli bileşik faizler, gerek mevduatta gerekse hazine bonosunda yüzde 100 ile 130 arasında seyretmeye başladı (bileşik faizden bir yıl boyunca dönem sonunda faiziyle birlikte tekrar yatırılan anaparanın faizi anlaşılmalı). Böylece, bankalar önce kredi olarak verdikleri paraları devlet kağıtlarına yatırmaya başladılar, sonra yurtdışından döviz kredisi alıp bunları Merkez Bankası’nda bozdurup (Merkez Bankası döviz rezervinin büyüklüğünün en önemli nedeni bu – yaklaşık 8 aylık ithalatı karşılayabilecek büyüklükte) devlete borç vermeye başladılar. Sonra orta ve küçük burjuvazi de bu işe alışınca komisyonla aracılık yapmaya başladılar. Aldıkları bonoları halka ödünç verip bu paralarla yine devletten bono aldılar. Repo böyle moda oldu. Sanayi burjuvazisi bu modayı çok sevdi. Hatta mirasyedi küçük burjuvazi de bayıldı. Mülklerinin bir kısmını satıp repoya yatırdılar ve artık “adres belli olsun diye” esnaflık yapmaya başladılar. Ne de olsa en aşırı ticari karın bile yanına yaklaşamadığı garantili bir kazançtı bu: dolara yüzde 25…
Kısa ve acıklı öykü sonunda gelinen nokta şu: ’94 sonuna kadar dünya kapitalist sistemi tarafından kredi açılan Çiller’in üzeri bu tarihten sonra teorik olarak çizilmiştir. Ancak Türkiye’deki siyasal, kriz kağıt üzerinde üstü çizilen Çiller’i Refah’ın yükselişiyle birlikte tam iki buçuk sene daha başımızdan eksik etmemiştir. RP-DYP koalisyonunun istifaya zorlanmasından sonra yeni Özalcılık hevesindeki Güneş Taner meydanı boş bulmuş ve restorasyon hükümetinin ilk iki ayı klasik IMF reçetelerinin dayattığı şok tedbirlere başlar gibi olmuştur: Reel ücretlerin geriletilmesi, alım gücünün düşürülmesi ve faizlerin yukarıya çekilerek (yüzde 135’e vurdu) bunların yan etkisi olarak görülen maliyet enflasyonunu gidermek amacıyla ihracatın teşvik edilmesi…
İki ay sonunda Taner’e “ağır ol” denmiş ve para tekrar bollaştırılarak faizler 15-20 puan aşağı çekilmiş, para piyasasının istikrarlılaştırılması operasyonu havalarında repoya kısıtlama getirilmeye kalkılmıştır. Bankaların hazine bölümlerinin genç yuppie’lerinin İsviçre’deki akıl hocası Salih Neftçi, birdenbire haftada iki-üç gün yazdığı yazılarını sıklaştırıverdi ve panik içinde piyasaların kurallarına (gecelik faizde voleyi vur, kriz patlasa bile ertesi gün kaçarsın kuralı) karşı düzenleme yapmanın intihar olacağını bağırmaya başladı. Söylediği doğruydu, Taner’in maceraları sırasında 1.5-2 milyar dolar sıcak para gelmişti ve bu para, özellikle bankalar tarafından bozdurulup devlet tahviline yatırılıp repo yapılmak üzere orta vadeli olarak getirilmişti. Reponun “yasaklanması” Merkez Bankası rezervlerinin kaldıramayacağı bir kaçış, yani dövize hücum ve devlet tahvili fiyatlarının dibe vurması (yani faizin tekrar fırlaması), devletin borçlanma potansiyelinin sıfıra inmesi anlamına gelecekti. Eylül ayının sonuna doğru IMF ile yeniden başlayacak olan görüşmeler arefesinde Taner, yeniden sıkı para edebiyatına başladı ama bu sefer samimiyetine pek inanan olmadı. Bütün bu yakın geçmiş top çevirmeleri, kriz ve restorasyon üslerinde IMF kredi musluklarını açsın, işimize bakalım edebiyatından başka bir ekonomik plan bulunmadığının, vergi reformu türünden bir yeniden paylaşım ihtimalinin çok az ve makyajdan ibaret olacağının göstergesi olarak değerlendirilmelidir. Doğruluk payı olsa bile, petro-dolarların akışı beklentisindeki aşırı iyimserlik de bu ufuksuzluktan kaynaklanmaktadır.
Diğer taraftan, restorasyon hükümeti gerçekten de ’88’den beri kurulan hükümetler içinde en “uzman ve nitelikli” hükümettir. Bu nedenle beceriksizlik görüntüsünün yerini giderek çaresizlik görüntüsünün alacağı tahmin edilebilir.
Ekonomi camiasının yüzde 3 enflasyon palavrasına kendini neden bu kadar inandırmaya çalıştığı sorusuna gelince. Bu camiada iki ortalama tipoloji olduğunu düşünüyorum: Saflar ve profesyoneller. Profesyoneller, paranın nasıl kazanılacağını görerek yazıyor, saflar da bunun son şans olduğunu vurguluyor.
Burjuvazinin emekçi sınıfları inandıracak saflara ve profesyonel tellallara her zaman ihtiyacı var. Saflar, ekonominin kitaba uydurulması, kara paranın önünün kesilmesi, verginin tabana yayılması safsatalarını hep gerçekten inanarak sayıklayacaklardır. Profesyonel, aklı fazla gelen kadrolar ise sol rüzgarlar üfürmenin talihlerini söndüreceğinin bilincinde, olmayacak dualara bile bile amin diyeceklerdir. Maaşlı masal anlatıcıları, safların açıklarını kapatarak kemer sıkma ideolojisinin derme çatma saflarını yamamayı mesai edineceklerdir.
Biz safların aklını başlarına getirecek günleri hazırladığımız iddiasındayız. Bunların akıllarını başlarına getirmek kolay. Profesyonelleri ise iş değiştirmeye zorlamak gerekiyor.