Nemit Yoldaş, öğrenme aşkını yaşatacağız…
Türkiye kapitalizminin egemen güçler açısından altından kalkılamaz boyutlara ulaşan krizine “restorasyon süreci” ile Asparti öncülüğünde çözüm bulma arayışları sürüyor. Restorasyon adını verdiğimiz siyasi müdahale, “soyut” olarak bir programa sahip -sermaye düzeninin bekasını sağlama genelliğinde-, ancak “somut” olarak düzenin yıpranan unsurlarına “yeter artık!” demek dışında elinde bir program yok. Kuşkusuz bu önermeye itiraz edilebilir, Asparti eli ile yapılmaya çalışılan düzenlemelerin toplamının bir programa tekabül ettiği ileri sürülebilir. Ama belirttiğimiz gibi Asparti’nin elinde sermaye sınıfının bekasını sağlamanın kaçınılmaz gerekirliklerinin yazılı olduğu bir program vardır. Bu program yıpranan unsurların temizlenmesini, sermaye düzeninin daha “düzgün” işler kılınmasını söylemektedir. Ancak tüm bunlar soyuttur. Programın içeriği belirsizliklerle doludur. Türkiye kapitalizminin önceki dönemeçleriyle karşılaştırıldığında, özellikle de iktisadi boyutta bir takım gevezelikler ve beklentiler dışında elde yeni hiçbir şey yoktur.
Türkiye kapitalizminin yaşadığı krizin arızi değil, yapısal bir kriz olduğu fikrini taşıyanlar açısından “kriz programı” ya da içinde bulunduğumuz konjonktürde “restorasyon programı”, krizi “yapısal” kılan nedenleri ortadan kaldıracak ya da anlamlı bir süre erteleyecek bütünlüklü bir program olduğunda somut bir program olarak nitelendirilebilir. Sermaye sınıfının “yoğunlaşmış bir irade” ile bunu beyan ediyor olması yeterli değildir. Öznel çabanın yanında nesnel olanakların da varolması gerekmektedir.
Daha Türkçesi Türkiye kapitalizminin tarihinde benzer dönemeçlere bakıldığında hep program sıkıntısından çok -genel olarak elinde uluslararası kapitalizmin yönlendirmeleriyle de belirginleşmiş bir program olmuştur- esas sıkıntının bu programın “hayata geçirilmesi”nde yaşandığı görülmektedir. Bugün ise “hayata geçirme”nin zorluklarından öte bir yönsüzlük sorunu vardır.
Bu yazıya ilişkin baştan bir uyarı: Türkiye’de kapitalist ekonomide yaşanan krizin çözümsüzlüğüne ilişkin şiddetli bir vurgu yapılmaktadır. Bu abartının nedeni solcular da dahil olmak üzere sahip olunan yanılgılar. Bu yanılgılar da yazının son bölümünde açımlanacak ve tartışılacak.
İktisadi krizi hazırlayan koşullara ise bir iki temel hatırlatma dışında pek değinilmeyecek. Çünkü Türkiye kapitalizmini 1994 krizine taşıyan tablonun dergimizin daha önceki sayılarında yer alan Akın Dalman ve Nadir Koraltan imzalı yazılarda ayrıntısıyla ele alındığını ve tekrara gerek olmadığını düşünüyoruz. Bu yazıda esas olarak 1994 sonrası krizin seyrine ilişkin bir tablo sunulmaktadır.
Birinci hatırlatma kapitalizmin işleyişine dair. Krizler kapitalizmin doğası gereği dönemsel olarak karşı karşıya kaldığı uğraklardır. Kapitalizm, üretimin planlanarak değil piyasa anarşisine göre yapıldığı, bunun sonucu olarak ihtiyaçların değil kar güdüsünün belirleyen olduğu bir sistem olduğu için, kaçınılmaz biçimde krize girer.
İkinci hatırlatma ise Türkiye kapitalizmine dair. Türkiye, kapitalizmin kriz dinamiklerini kolaylıkla yeniden ürettiği bir zayıf halkadır. Türkiye kapitalizminin tarihine bakıldığında ekonomik olarak sermaye sınıfı açısından “rahat” dönemlerden söz etmek mümkün görünse de, kriz dinamiklerinin zayıfladığı, krizden uzak dönemlerden söz etmek pek mümkün görünmemektedir. Ancak yaşanan kriz Türkiye kapitalizminin eşitsiz gelişimin sonucu olan zaafiyetinin ötesinde bunların altından kalkılmayacak denli biriktiği yapısal bir krizdir.
Türkiye kapitalizminin 1994’te açığa çıkan iktisadi krizi derinleşerek sürmektedir. 1994’teki dibe vuruşu aşmak üzere sermaye sınıfı lehine alman bir dizi önlem, krizi yaymış ancak bu arada daha da derinleştirmiştir. 1989’dan 1994’e kapitalizmi krize taşıyan tabloda önemli bir değişiklik yaşanmamıştır.
“Daha önce tek sorunu kaynak bulmak olan Türkiye kapitalizminin yakın geleceğinde bu sorunun yanı sıra pazar ve birikim sorunları da olacaktır” 1 [DALMAN, Akın]
Bu tespit fazlasıyla doğrulanmıştır. Tüm çabalara karşın Türkiye kapitalizmi 1994’ten bu yana geçen dört yılda ne kaynak, ne pazar, ne de birikim sorunlarında önemli sayılabilecek bir mesafe katedebilmiştir. Yakın gelecekte de bu başlıklardan herhangi birinde “atılım” gösterebilecek olanaklara sahip bulunmamaktadır. Pazar, kaynak ve birikim sorunu olarak tarif edilen sorunları, birbirinden ayrı çözülebilir sorunlar olarak düşünmemek gerekiyor. Kaynak yaratma ve pazar bulma sermaye birikiminin sürdürülmesinin temel unsurlarıdır. Gelinen noktada bu sorunlar karşılıklı belirlenim içindedir. Birinin çözümsüzlüğü diğer başlıklarda da çözümsüzlüğü doğurmaktadır. Orta gelişkinlikte bir kapitalist ülke olarak Türkiye’nin kaynak yaratmak ya da pazar bulmak konusunda kimi “fırsat”ları olduğunu yadsımak doğru olmayacaktır. Ancak tam da orta gelişkinlikte bir kapitalist ülke olduğu için içice geçmiş bu başlıklardan herhangi birine dair kısmi bir açılım ile krizden çıkış startı verilmesi neredeyse imkansızdır. Bu konu yazının sonunda güncel kimi “fırsat”ların değerlendirilmesi üzerinden biraz daha somutlanmaya çalışılacak.
1980 sonrasında Türkiye kapitalizminin gelişim seyri incelendiğinde, yaşanan krizi atlatmayı sağlayacak “birikim”in yaratılamadığı görülmektedir. 80’ler ve de 90’larda sabit sermaye yatırımları “istikrarlı” bir biçimde düşmüştür. Sermaye sınıfının kar oranlarının düşüşünü engelleme çabası, sürekli geriletilen reel ücretlerin yanısıra sabit sermaye yatırımlarının neredeyse durması sonucunu da beraberinde getirmiştir. 94’e kadar dış borçlanma yolu ile, 94 sonrasında ise kısa vadeli de olsa “iç borçlanma” adı altında yaratılan -yaratıldığı tartışmalı, aktarılan daha doğru olacaktır- kaynaklar, kaynak ihtiyacını artırmak dışında bir işe yaramamıştır. Bu kaynakların sermaye birikiminin sürdürülmesi açısından kaçınılmaz olan teknolojik yenilenme, ekonomik kapasitenin genişletilmesi vs. anlamında sabit sermaye yatırımlarının genişletilmesine dönük olarak kullanıl(a)madığı ortada.
Pazar olanakları cephesinde de hem bu kaynak (kullanımı) sorununun sonucu hem de nedeni olan bir açmaz söz konusudur. Mevcut üretim ve dolayısıyla ürün yapısı ile yeni pazarlar bulmak ya da pazar olanaklarını genişletmek olanaksız hale gelmiştir. Özellikle 94 sonrasında emek-gücü sömürüsündeki muazzam artışa karşın toplam ihracattaki artışa bakıldığında gelinen nesnel sınırlar açıkça görülmektedir. İhracatın seyri yakın dönemde kaynak ihtiyacını çözmek açısından “borçlanma” dışında anlamlı bir seçeneğin varlığına da işaret etmemektedir. Türkiye kapitalizminin iç dinamikleri ve uluslararası kapitalizmle entegrasyon düzeyi göz önüne alınarak pazar olanakları değerlendirildiğinde, iç pazarı genişletme şansı olmadığı gibi dış pazarlarda da mevcudu korumak dışında özel fırsatlara sahip olunmadığı görülmektedir.
Pazar olanakları denilince kuşkusuz akla Orta Asya ülkeleri -Türki cumhuriyetler de tabir edilen- ile olan bağlar gelecektir. Şimdilik bu ülkelerle 1997 yılı itibariyle toplam dış ticaret hacminin 1.5 milyar dolar olduğunu söylemekle yetinelim (Dış ticaret hacmi ihracat, ithalat tüm dış ticaretin toplamı). Konunun boyutları ayrı bir yazı konusu olmayı gerektiriyor.
Aşağıda bazı temel göstergelerdeki değişiklikleri ve dört yıldır fazlaca söz edilen -kimi söz edilmeyi hakeden kimi ise “gevezelik” olan- kimi başlıkları içeren bir tablo yer almaktadır.
Türkiye kapitalizminin önünde ne var?
Önüne gelenin yinelediği söz:
“Ülkenin önü açık.”
Evet, belki açık ama
Arkasındakilerden bir türlü
Kurtulamadığından olmalı
Bu bir türlü bitmeyen iktidarsızlığı
Turgay Fişekçi
Türkiye kapitalizminin önünde ne var? Bu sorunun yanıtını belirleyen nereden bakıp yanıt üretildiği. Türkiye kapitalizminin verdiği fotoğrafın konjonktürel “şıklığı”ndan bağımsız, bu satırların yazarları açısından bu sorunun yanıtı, “devrim var” olacaktır. Bu iddia için kapitalizm saptamasının kendisi yeterlidir. Ancak bu iddianın somutlanış hızı ve biçimine ilişkin öngörüleri netleştirmek açısından yakın dönemde fotoğrafın ayrıntılarına ihtiyaç duymaktayız.
Yakın dönemde Türkiye kapitalizminin önünde, geçmiş kriz uğraklarında olduğu gibi belirgin bir “yeni” model bulunmamaktadır. Burada kuşkusuz dünya kapitalizminin yaşadığı “yönsüzlük” önemli bir belirleyendir. 1998 yılından bakıldığında uluslararası kapitalizmin Türkiye kapitalizminin “elinden tutma” olasılığı 1994’e göre çok daha zayıf bir olasılıktır. 1994’te ne kadar tuttuğu da son derece tartışmalı. 1994 sonrası dış kaynak girişi bu konuda fikir veriyor.
“Bundan sonraki dönemi de bugünden bakıldığında ekonomik seyir merkezinde kabaca ikiye ayırmak mümkün: 1987-1994 (Şubat) ve 1994’ten 1997 yazındaki hükümet değişimine kadar geçen dönem. İlk dönemi ikincisinden ayırdeden en önemli özellik ciddi bir dış kaynaklı para akışıdır. Örneğin sadece 1993’ün son aylarında Türkiye’ye 3 milyar dolar girmiştir. Bu para, geçtiğimiz Eylül sonunda IMF’den üç yıl için dilenilen paradan daha fazladır. 1994 sonrası ise Refah’la olsun, Refah’sız olsun “allaha emanet” geçmiştir” 2 [ÇAĞLAYAN, Ergun]
Dünya kapitalizmi reel sosyalizmin çözülüşü ile elde ettiği “avans”ı yitirmiş ve bu avansla aşmaya çalıştığı bunalımı yeniden derinleşmeye başlamıştır. Bunun son dönemdeki en somut göstergesi de Güneydoğu Asya ülkelerinde başlayıp Japonya’yı da etkisi altına alan krizdir.
Türkiye kapitalizminin kendi iç dinamikleri ile krizi atlatacak bir yönelim içine girmesi ise kısa vadede “mucize” olacaktır.
5 Nisan’dan sonra ne oldu?
5 Nisan 1994’ten 1998’e Türkiye kapitalizminin seyrine baktığımızda iktisadi krizin sonlanmadığı, krizin uzantısında yaşandığı görülmektedir.
“Ekonomik kriz, daha çok, siyasal düzeydeki çelişkilerin önünün daha fazla açılmasını, burjuvazinin yönetememe sorununun derinleşmesini getirdi” 3 [KORALTAN, Nadir]
Ancak, geçen dört yılda sermaye sınıfının tümden başarısız olduğu söylenemez, en azından bir “başarı” teslim edilmelidir. Sermaye sınıfı “günü kurtarmak” konusunda son derece yüksek bir performans göstermiştir. Elbette bu “başarı”nın kaynağı kimse için sır değil: Artan emek-gücü sömürüsü.
94’ten bu yana yaşanan temsiliyet krizi ile kaynak yaratacak araçların geliştirilememesi emekçilere yönelik saldırıların daha da yoğunlaşmasını beraberinde getirmiş, burjuvazi kaynak yaratabilmek amacıyla bu saldırıyı daha açık bir şekilde gerçekleştirme yoluna gitmiştir. 94’ten bu yana 5 Nisan kararlarına rağmen kriz dinamiklerinin ağırlığı artmaya devam etmiştir. 5 Nisan kararları reel ücretleri geriletmek dışında hemen hemen hiç bir hedefinde “başarılı” olamamıştır. Gümrük Birliği ile girilen beklentiler de boş çıkmıştır. Buna bugün Asya Krizi olarak adlandırılan, uluslararası kapitalizmin yeni bir kriz sürecine girişi eklenince Türkiye kapitalizminin kısa vadede krizi aşarak, yeni bir canlanma dönemine gireceğini söylemek mümkün olmamaktadır. Sonuç olarak 1997’den 1998’e geçişte bir takım iktisadi verilerde gerçekleşen birkaç birimlik düzelmeye rağmen, ortaya çıkan tablo bütünsel olarak değerlendirildiğinde, 1994’ten bu yana Türkiye kapitalizminin içinde bulunduğu bunalımı aşma yolunda çok da fazla yol katettiği söylenemez.
Bugün burjuvazi farklı başlıklar altında uluslararası sermayenin “küreselleşme” adı altında dayattığı yapısal reformları gerçekleştirme sancılarını yaşıyor, bir yandan da Türkiye ekonomisinin “kronikleşmiş” sorunlarına çözüm yollarını tartışıyor. Aradan geçen dört yılın analizini yaparken geleceğe yönelik gelişmelerin nasıl olabileceği noktasında saptamalar yapmak bizlere Türkiye kapitalizminin hangi noktada durduğuna dair daha anlaşılır veriler sunacaktır. Herşeyden önce Türkiye ekonomisinin krizi aşıp aşmadığını, daha doğrusu aşabilecek bir yapıya sahip olup olmadığını eldeki bu veriler ile açıklamak olanaklı olabilecektir.
Öncelikli olarak 5 Nisan krizi üzerinde biraz daha tartışmak anlamlı olacaktır. 5 Nisan krizi ya da “Kara Çarşamba” olarak tanımlanan süreç burjuvazinin farklı kesimleri tarafından farklı açılardan değerlendirilmiş, krizin nedenleri farklı şekillerde açıklanmıştı. Burjuvazinin kavramları ile söylemek gerekirse, Çiller hükümetinin yanlış kararlarının bir sonucu, bazılarına göre de Merkez Bankası ile Hazine arasındaki koordinasyon hatasından kaynaklanan mali bir krizdi.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi 5 Nisan ile sonraki dönemde yaşananlar kapitalizmin yapısal sorunlarının dışavurumudur. Geçen süre de yaşanan krizin geçici bir mali kriz olmadığını, bir üretim krizi olduğunu fazlasıyla göstermiştir. 1994 krizi 24 Ocak 1980 kararlarının uzantısı olan sürecin sonucudur. 24 Ocak kararları Türkiye kapitalizminin dışa açık büyüme, liberalleşme hedeflerinin en temel araçlarını içeren bir adımın başlangıcıydı. Türkiye burjuvazisi 24 Ocak kararları ile elde ettiği avantajları 80’li yıllar boyunca “hovardaca” harcamış ve 1989 ile birlikte ekonomi yeni bir tıkanıklığın içine girmiştir.
90’lı yılların başından itibaren uluslararası sermayeye daha da bağımlı hale gelinerek borçlanma politikalarına devam edilmiştir. Daha farklı borçlanma yöntemleri ortaya atılmıştır, örneğin dövize endeksli tahvil gibi… Bunun sonucunda tahvil ile borçlanma oranı artmıştır. Borçlanma politikasında herhangi bir değişikliğin meydana gelmeyişi Türkiye kapitalizminin kaynak bulmaya yönelik başka araçlar geliştiremediğini, reel üretimi artıramadığını, bunun yerine mali piyasa araçlarının kullanıldığını göstermektedir.
Devletin rolünün küçülmesi gerekliliği üzerinde duran burjuvazi kamu kesimi açıklarını ekonomik istikrarsızlığın en önemli nedenlerinden birisi olarak göstermektedir. Özelleştirilecek olan devlet kurumlarının daha verimli çalışacağı, iddiası bunun Türkiye kapitalizminin içinde bulunduğu krizi aşmada önemli bir araç olarak ortaya konmasını getirmektedir.
5 Nisan kararları Türkiye kapitalizminin krizi aşmasına yönelik değil de daha çok kısa vadeli kaynak yaratma amacına yöneliktir. Yeni dünya düzenine işaret eden “Yapısal uyum programı” adı altında ortaya atılanlara baktığımızda, uluslararası kapitalizmin dayattığı devletin küçülmesi, özelleştirme, esnek üretim ile finansal liberalizasyon politikalarının mali sermayenin uluslararasılaşmasına yönelik olarak öncelik kazandığını görmekteyiz. Yapısal uyum, aslında Türkiye kapitalizminin emekçilere yönelik sömürüsünün daha da yoğunlaşarak nasıl yeniden yapılanacağını ortaya koyan bir kavram olarak algılanmalıdır. Yapısal uyum politikaları uluslararası kapitalizmin zayıf halka ülkelere dayattığı bir aldatmacadır.
Yapısal sorunların aşılması Türkiye kapitalizminin dünya ekonomisinin içindeki rolüyle bağlantılıdır. Bu rol, uluslararası kapitalizm içerisindeki rekabet edebilme gücü ile belirleniyor. Üretilen malların cinsi, kalitesi hangi pazarlarda alıcı bulabildiği, ihracatın düzeyi, teknolojinin düzeyi temel rekabet gücünü belirliyor.
94 yılı sonrasında Türkiye kapitalizmi uluslararası kapitalizme entegre olabilme çaba ve arzusunu artırmıştır. Küreselleşme söylemi ile birlikte yabancı sermaye, zayıf halka ülkeler için bir kurtuluş aracı olarak görülmüş, yabancı sermayeyi teşvik edici politikalar geliştirilmiş ve desteklenmiştir. Özelleştirme politikalarında yabancı sermayenin rolü küçümsenemeyecek derecede büyüktür.
Geçen dört yılda Türkiye kapitalizmini 94 krizine taşıyan iktisadi tabloda önemli sayılabilecek bir değişiklik gerçekleşmemiştir. 1997 yılının sonlarında “siyaset kötü, ama ekonomi iyi gidiyor” çığırtkanlıklarına konu edilen “iyileşmeler”e bakıldığında, en fazla kimi göstergelerde 1993 düzeyinin yakalandığı görülmektedir. 1993 göstergeleri de bu yılın krizle sonuçlandığı düşünüldüğünde pek itibarı hak etmemektedir.
Dönem boyunca “istikrar”ını koruyan tek gösterge reel ücretlerdeki gerileme olmuştur. İmalat sanayiinde ortalama reel ücretin 1994 yılında yüzde 19.6, 95’te yüzde 11.7, 1996’dan yüzde 2.6, 1997’de yüzde 4.8 gerilemiş olduğu görülüyor. Ekonominin bütününde ise sadece 1994 yılında reel ücretlerdeki gerileme yüzde 35’ler düzeyinde olmuştur.
Son Yedi Yılda Ücretler 4
Sektörel bazda bakıldığında ise 1992 yılından 1997’ye reel ücretlerin gıda, içki, tütünde yüzde 35.8, metalde yüzde 35.5, kimyada yüzde 29.3, tekstilde yüzde 25.8, kağıtta ise yüzde 21.2 gerilediği görülüyor. Bu rakamların tümüne resmi olarak “kayıtlı” kapitalist işletmeler üzerinden ulaşıldığı unutulmamalı. Bir küçük örnek söylenmek isteyeni açıklayacaktır. Örneğin resmi verilere göre dokuma-giyim olarak adlandırılan (tekstil ve konfeksiyonu tüm yan sanayileri ile kapsayan) işkolundaki işçi sayısı 400 bin civarında (Gerçekte ise 2 milyonu aşkın olduğu tahmin ediliyor). Ve bunların 150 bini sendikalı. Ve bu sektörde ücretler resmi hesaplamalara konu olan düzeyin çok çok altında. Bu akıl yürütme çok rahat diğer işkolları için de yapılabilir.
Aynı gerileme sermaye birikim hızı için de geçerli. Sermaye birikim hızına ilişkin en temel gösterge olan sabit sermaye yatırımları 1997’de de reel olarak gerilemiştir. Özellikle imalat sektöründe ciddi bir gerileme söz konusudur. Üretim yapmak yerine devlete “borç” vermeyi tercih eden sermaye sınıfı bir yandan gittikçe şişkinleşen cebini okşamakta, diğer yandan da gerileyen üretim göstergelerini “kayıtdışı ekonomi” gevezeliği ile açıklamaya çalışmaktadır.
Yöntem olarak doğruluğu tartışılır olmakla birlikte burjuva basınından beynimize çakılan “şu sektörde işler çok iyi gidiyor, üretim artıyor, ihracat artıyor” benzeri serpiştirmeleri bertaraf etmek üzere Türkiye kapitalizmi açısından önem taşıyan sektörler itibariyle ekonomiye bakmak anlamlı olacaktır.
Tekstil sektörü
Lokomotif sektör olarak adlandırılan tekstil sektörü üretim miktarı, çalışan sayısı, ihracat payı gibi bir dizi gösterge üzerinden bakıldığında Türkiye kapitalizmi açısından bu nitelemeyi haklı kılan bir büyüklüğe sahip bulunmaktadır. Ancak 80’lerde tekstil sektörünün üstlendiği bu rol Türkiye kapitalizmi açısından bir gelişmeyi ifade ederken, bugün hala aynı ağırlığın korunuyor olması, Türkiye kapitalizminin açmazlarına işaret etmektedir. Çünkü, bu sektördeki hızlı büyüme 94 sonrası özellikle de 95-96 yıllarındaki yatırım çabalarına karşın artık sonlanmıştır. Ve hala aynı ağırlığı koruyor olması daha gelişkin sektörlerde yeni atılımların gerçekleştirilemediğinin de açık bir göstergesidir.
1997 itibariyle toplam ihracatın yüzde 37.5’ini tekstil-konfeksiyon sektörleri sağlamaktaydı. Ancak yıllar itibariyle bakıldığında bu oranın düşmekte olduğu görülüyor, 90’lann ilk yarısında bu oran yüzde 40’larda seyrediyordu.
Bu sektör açısından da ihracatın tamamında olduğu gibi en büyük pazar, AB. Toplam ihracatın yüzde 66’sı AB’ye yapılıyor. AB içinde de en büyük pazar Almanya, toplam ihracatın yüzde 39’u bu ülkeye yapılıyor. Ancak bu oranlar da düşmekte. Genişleyen pazarlar ABD ve Rusya başta olmak üzere eski SSCB ülkeleri. Ancak eski SSCB ülkelerine dönük ihracat, “kalitesiz” mallara dayalı, bu yeni pazarlara “ne versen gider” türünden ihracat yapılıyor. O nedenle pazarın korunması güç. Ve son verilere göre özellikle abartılan bavul ticareti düşmeye başlamış bulunuyor. ABD’ye ise “basic mal” tabir edilen t-shirt vb. az sayıda ürün çok düşük fiyatlarla ihraç ediliyor. Uzakdoğu merkezli krizin ardından ABD’nin koruma duvarlarını yükseltme eğiliminin güçlenmesiyle birlikte bu pazarın da özel bir fırsat sunma şansı yok. Enerji “ödünler”ine karşı bir tür horozlanma olarak gündeme getirilen tekstil kotalarının artırılması talebindeki hüsranı da unutmamak gerek. Mesut Yılmaz’ın ABD ziyaretinden, ABD Ticaret Bakanı Daley’in Türkiye ziyaretine masaya “bahşiş” istemiyle konan kota talebi, ABD tarafından ticari müşavir düzeyinde bir memura havale edilerek yüzde 20’lik bir artışla -bu çok düşük bir oran, talep yüzde 100’ler düzeyindeydi- bertaraf edildi.
AB’nin genişleme süreci adı altında eski sosyalist ülkeleri “kapsama” süreci ile birlikte özellikle tekstil-konfeksiyon üretimini -genel olarak sanayiini- Macaristan, Polonya, Çek Cumhuriyeti başta olmak üzere bu ülkelere kaydırmakta olduğu göz önüne alındığında, sermayenin 5 Nisan benzeri yüksek oranlı bir devalüasyonla 1995 yılındaki gibi bir ihracat sıçraması yapması olanaklı görünmüyor. Özellikle bu sektörlerde Türkiye burjuvazisinin, eski sosyalist ülkelerle “ucuz emekgücü” üzerinden rekabet edebilmesi imkansız görünmektedir.
Tekstil, imalat sanayi altsektörleri arasında kapasite kullanım oranı en yüksek sektörlerden biri olarak görülüyor. Ancak bu biraz düşündürücü. Yatırım teşvik belgelerinin dağılımına bakıldığında 1995 ve 1996 yıllarında dokuma-giyim sektörünün çok ciddi oranlarda yatırım talebi olduğu görülüyor. 1995 yılında toplam yatırım teşvik belgelerinin yüzde 70’e yakın bölümü, 1996 yılında ise yüzde 40’ı bu sektör tarafından talep edilmiş. Bir takım istatistikler dışında özellikle “Anadolu Kaplanları” olarak tabir edilmeye başlanan bir dizi şehirde -bu tabirin kapsamı değişiyor ancak tekstil-giyim için Denizli, Maraş, Antep, gibi şehirler sayılabilir- kimi büyük yatırımlar yapıldığı somut olarak gözlenmekte. Ancak yüzde 80’lerde dolaşan kapasite kullanım oranı, ihracattaki artış ve iç pazardaki genişleme ile birlikte düşünüldüğünde, yatırım rakamının abartıldığı, kadar yüksek olmadığım teşvik belgelerinin önemlice bir bölümünün “ölü” yatırımlara gittiğini gösteriyor. Tabi ihracat olanaklarını yitirmemek için zorunlu hale gelmiş teknolojik yenilenmeye dönük yatırımları da unutmamak gerekiyor.
Yüzde 80’ler düzeyindeki kapasite kullanım oranının yanısıra, ciddi miktarda “işe yaramaz” yatırım da yapılmış durumda. Bu tür yatırımların bir nedeni yatırımcıların akılsızlığı, bir diğer nedeni ise “aklanması” gereken birikimleri oluyor.
Sefalet ücretlerine rağmen rekabetin yüksek olmasından ve ihracatın yüksek olduğu mallarda fazla yatırımdan ötürü net bir biçimde kar oranları düşmüş durumda.
1993 sonrasında Türkiye’nin tekstil ve konfeksiyon ihracatı düzenli olarak artmış. Konfeksiyon sektöründe 1995 yılında yüzde 46’lık ciddi bir sıçrama görülüyor. Bunun temel nedeninin de 5 Nisan sonrasında yapılan devalüasyon ve reel ücretlerin ciddi ölçülerde geriletilmesi olduğu görülüyor. Yani bu sektördeki “rekabet gücü” emek üretkenliğindeki herhangi bir artışa dayanmıyor. Özellikle konfeksiyonda teknoloji kullanımının sınırları ve Türkiye’nin halen -ve de uzunca bir süre- tasarımdan çok üretim merkezi olacağı düşünüldüğünde emek üretkenliğinde önemli sayılabilecek bir artış sağlama olanağı görülmüyor. Reel ücret düzeyindeki gerileme sürmesine karşın 1996 yılında ihracat yüzde 7 düştü, 1997’de ise ancak yüzde 10’luk bir artış sağlandı.
Demir çelik sektörü
Tekstilden sonraki en büyük ikinci ihracatçı sektör demir çelik sektörüdür. Bu sektörde yaşanan en temel sorun üretimde yaşanan dengesizlik. Sektörde uzun çelik üretimi ile yassı çelik üretimi yapılıyor. İhracatı yapılan ise uzun çelik. Yassı çelik üretiminde yaşanan bir arz eksikliği var. Bu sektörde yeniden yapılanmaya ihtiyaç var ancak bu, özellikle yassı çelik üretiminde gerekli olan ileri teknoloji kullanımı ile gerçekleşebilir durumda.
Türkiye uzun çelik üretiminde dünya sıralamasında 6. sırada. Uzun çelik üretiminin maliyeti daha düşük. Yassı üretimin çoğu hurda ithalatı ile karşılanabilen ürünlerden sağlanmaktadır. Gümrük birliği ile birlikte bu sektörde yaşanan en temel sorunlar -enerji sorunu, rekabet sorunu- iyice açığa çıkmıştır. Son kriz ile birlikte daha da trajik bir tablo ortaya çıkmış bulunmaktadır. Demir çelik ihracatı yüzde 50’ler dolayında düşmüştür.
Gıda sektörü
Gıda sektörüne bakıldığında üretim düzeyinde düşüş olmadığı ancak sıçramanın da söz konusu olmadığı görülmektedir. Tarıma dayalı üretimden ötürü tarımda yaşanan sorunlar bu sektöre de yansıyor. Toplam ihracat içindeki payı düşük. Önemli gıda ürünleri GB dışında bırakılmıştır, ürünler arasında yaşanan standart farkları bu sektörün dış pazar şansını azaltmaktadır. Gıda sektörünün GB sürecinde rekabet şansı düşük. Yabancı sermaye yatırımlarının özel hazır gıda alanında yüksek olduğu görülmektedir. En büyük 100 gıda firmasında yabancı sermaye oranı yüzde 17.
Gıda sektöründe KOBİ’lerin payı artmış durumda. Tekstilden sonra KOBİ oranının en yüksek olduğu sektör durumuna geldi. Buna koşut olarak islami sermayenin de gıda sektörü içerisinde etkinliği arttı. Bu durum özellikle tarıma dayalı üretimde tarımsal bölgelerdeki gerici sermayenin ön plana çıkmasından kaynaklanıyor. Gıda sektörünün ulaşabileceği üretim miktarı sınırlı ve her şeyden önce tarımsal destek olanakları kısıtlanmış durumda. Bu da üretim maliyetlerini yükselten bir etki yaratıyor.
Otomotiv sektörü
Otomotiv sektöründe üretime bakıldığında gümrük birliği ile birlikte artan biçimde üretimin gerilediği görülmektedir. Gümrük birliği öncesinde sektörel koruma çığlıkları atanlar, sürece en hızlı uyum sağlayanlar olmuş, büyük otomotiv tekelleri, artan otomobil ithalatının başını çekmiştir. Gümrük birliği sürecinin etkileri binlerce işçiyi işsizleştirerek, vergilerin düşürülmesi sağlanarak, hiç hissedilmezken -hatta kar rekorları kırılırken- ithalatın da desteklenmesi sağlanmıştır. 1997 yılında ithalat artışı sürmüştür. 1996’ya göre yüzde 145 artmıştır. Bu arada hem gümrük birliği öncesinde hem de halen otomobil tüketimini artırmak üzere -otomotiv tekellerinin bankaları başta olmak üzere- düşük faizli kredi uygulamaları sürmektedir.
Otomobil üretimi 5
1996’da95’e göre 11
94’e göre 2
93’e göre 40
92’ye göre 22 daha düşüktür.
Otomotivde Uzakdoğu Asya ülkelerindeki krizin sonucu olarak, bu ülkelerdeki stok fazlasının Türkiye de dahil olmak üzere dünya pazarlarına akması beklenmektedir.
Yabancı sermaye yatırımlarının otomotiv sektöründe kapladıkları alan önemli. Yabancı sermaye daha çok Türk üreticilerle birleşerek giriyor. Ancak Toyota, Opel, Hyundai gibi otomobil tekellerinin Türkiye’de yatırım yapmasını çeşitli yollarla “yükseltilen” taleple açıklamak yine de güç. Yapısı gereği otomotivde küçük ölçekli yatırım sermaye açısından karlı değil. Türkiye’deki yatırımların özellikle de Uzakdoğulu tekeller açısından bölgesel hedeflere dönük olduğu düşünülebilir. Türkiye’deki üretim eski sosyalist ülkeler -Rusya ve Orta Asya ülkeleri- ile Ortadoğu ülkelerine dönük olarak yapılıyor. Uluslararası tekeller açısından bölgeye dönük üretimde Türkiye’yi iyi bir “üretim üssü” kılacak bir dizi “avantaj” mevcut. Türkiye kapitalizminin ve askerlerin bu üssü tahkim etme çabası içinde oldukları görülmektedir.
Otomobil satışları 6
Elektronik-dayanıklı tüketim malları sektörü
Otomotiv gibi bu sektörde de özellikle 1997 yılında iç talep artış göstermiştir. Yine otomotiv gibi bu sektörde de emperyalist tekellerin doğrudan hakimiyeti ile geri teknolojiye dayalı bir üretim yapısı sözkonusudur. İhracat yapısına bakıldığında ise “low-end” olarak adlandırılan “ucuz” ürünlerin ihracatının yapıldığı görülmektedir. Ve toplam ihracat içindeki payı önemsenebilecek bir düzeyden çok “sektörel tatmin”e denk düşmektedir. Aynı durum otomotiv için de geçerlidir. Artan iç tüketimi ise bir başarıdan çok, sermayenin hedefleri itibariyle bir başarısızlık olarak nitelendirmek doğru olacaktır. 1998’de iç tüketimin gerilemesi beklenmektedir.
İç satış oranları 7
İhracat8
Yukarıda anılan sektörler ekonominin genel durumunu ve Türkiye kapitalizminin krizden çıkmak üzere “dinamizm”e sahip olup olmadığını göstermek açısından verilmiş örneklerdi. Daha genel kimi göstergelerde nelerin değiştiğine de göz atmakta yarar var.
Sabit sermaye yatırımları
Sabit sermaye yatırımları kapitalist ekonomi açısından önem taşıyor. Kabaca sermaye birikiminin sürdürülebilmesinin zorunlu koşulu ve göstergesi denilebilir. Türkiye ekonomisine baktığımızda 80 sonrası sabit sermaye yatırımlarının özellikle de kamu kesiminde çok ciddi olarak gerilediğini görüyoruz. Yazının girişinde bu gerilemenin ya da sermaye birikiminin sürdürülememesinin ne anlama geldiğine değinmiştik.
Sabit sermaye yatırımları 1994 yılında dibe vurdu. Kamu kesiminde yüzde 36.2 gerilerken, özel sektörde yüzde 4.9 geriledi. 1994 sonrasında ise 1995 ve 97’de düşük oranlı artışlar yaşanırken, 1996 yılında görece yüksek bir artış sağlandı. Yine de üç yılın toplamı 1994 de dahil olmak üzere geçen on beş yılın kayıplarını telafi etmekten çok uzak görünüyor.
Sabit sermaye yatırımlarının hızı, sermaye birikiminin sürdürülebilirliği konusunda pek olumlu bir görünüm arzetmese de yatırımların dağılımı, Türkiye kapitalizminin yönelimleri hakkında fikir veriyor. Özel sektör baz alınarak bakıldığında 1996 yılı dışında hemen tüm sektörlerde yatırımlar düşerken, ulaştırma, enerji, eğitim ve sağlıkta rekor artışlar görülüyor. 1996 yılında özel sektörün sabit sermaye yatırımları ulaştırma sektöründe yüzde 23.7, enerjide yüzde 304.2, eğitimde yüzde 78.0, sağlıkta yüzde 71.5 artmış. Bunun özelleştirme saldırısı ile birlikte düşünüldüğünde ne anlama geldiği, hangi yönelime işaret ettiği çok açık. Devletin “boşalttığı” alanlara, sermayenin girme hazırlığının göstergesi bu yatırımlar.
Kamu kesiminde de aynı sektörlerde -sağlık dışında- yatırım artışı görülmekle birlikte, özel sektöre göre daha düşük artışlar sözkonusu olmuştur. Bu yatırımları da “kaçınılmaz” kimi yatırımlar olarak düşünmek yanlış olmayacaktır. Tabi bir de kamu kesiminde konut yatırımları artmış bulunmaktadır. Ancak tekrar vurgulamakta yarar var. Anılan artışlar, geçmiş yıllar bir yana, 1994’teki gerilemeyi ancak telafi edecek düzeydedir.
Üretim ve kapasite kullanımı
Sabit sermaye yatırımlarında durum böyleyken, üretim artışı doğrudan kapasite kullanım oranlarının da artışı anlamına gelmektedir. Nitekim 1994 yılında düşen üretim, 1995’ten itibaren yeniden yükselmeye başlamış -yıllık ortalama yüzde 5 dolayında- ve kapasite kullanım oranları yüzde 80’lere ulaşmıştır. Bu artışı, üretimle ilgili değerlerdeki her artışı “olumlu” göstermeye çalışan cahil burjuva basını gibi değerlendirmemek gerektiği muhakkak. Yüzde 80’lere ulaşan bu oran, Türkiye kapitalizminin olanak(sızlık)larına da işaret etmektedir 9 .
Borçlanma
İç borç:
1986-97 yılları arasındaki dönem incelendiğinde iç borç stoku artmaktadır. Dolar bazında iç borç stoku 1996 yılında 38.6 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir. 1997 yılında da bu rakamın 38.8 milyar civarında olacağı tahmin edilmektedir.
Yine 1986-97 yılları arasında bakıldığında iç borç/GSMH oranının 1986’da yüzde 29 iken, 1993’te yüzde 18’e düştüğü, 1994’te 20’ye çıktığı (negatif büyüme dolayısıyla), 1995’te tekrar yüzde 18’e düştüğü ve 1996’da yüzde 21’e çıktığı görülmektedir.
Türkiye kapitalizminin yakın dönemde “iç borçlanma” adı verilen sarmaldan kurtulma şansı (ve aslında niyeti de) yoktur 10 .
Dış borç:
Dış borç stoku da 1980 yılında 16 milyar dolar, 1987’de 40 milyar dolarken, 1996 yılında 79 milyar doları geçmiştir.
1996 yılı itibariyle kısa vadeli dış borçların, orta ve uzun vadeli dış borçlara oranı son on yılın en yüksek düzeyine ulaşmıştır (yüzde 25.5)
Dış borçların GSMH’ya oranı da, 1980’de yüzde 27 iken 1995’te yüzde 44’e ulaşmıştır. 1987’den itibaren bakıldığında bir düşme sözkonusu,. 1987’de bu oran yüzde 54 iken, 1995’de yüzde 44’e inmiştir. Ancak 1996’da yeniden yüzde 46’ya çıkmıştır.
Hazine’nin Borç Servisi 11
(milyar dolar)
Dış ticaret
İhracat
1996 yılı itibariyle toplam ihracatın yüzde 86.6’sı sanayi ürünlerinden oluşmaktaydı. Bu oran 1992-97 arası aşağı yukarı yüzde 80’ler düzeyinde seyretmektedir. Ancak tahmin edilebileceği gibi ihraç edilen sanayi ürünlerinin büyük bölümü emek-yoğun üretime dayanan nihai mallar ve kısmen de ara mallardan oluşmaktadır. İhracatın yaklaşık yüzde 40’ının tekstil ve konfeksiyon ürünlerinden oluştuğu hatırlanırsa ihracat yapısı daha iyi anlaşılmış olur.
İhracatın ithalatı karşılama oranı 1994 devalüasyonu sayesinde yaşadığı artışı yitirmiş durumda. İhracatın ithalatı karşılama oranı 1994’te yüzde 77.6 iken 1995’te yüzde 60.6, 1996’da yüzde 54.4 oldu. 1997 yılının ilk 8 ayında ise yüzde 52.4 oldu.
1992-97 yılları arasında toplam ihracat artmıştır. En yüksek artış yüzde 18 ve yüzde 20 ile 1994-95 yıllarında olmuştur. 1996’dan itibaren ihracatın artış hızı düşmeye başlamıştır. 1996 yılında yüzde 6.7, 1997’de kesinleşmemiş rakamlara göre yüzde 14 dolayındadır. 1998 yılının ilk üç ayında ise artış yüzde 4’ler dolayındadır. Uluslararası rekabetin durumu da gözönüne alındığında yüksek oranlı bir devalüasyon gündeme gelmezse bu rakamın aşılamayacağı görülmektedir. Ki yılın ilk üç ayı itibariyle 95’ten bu yana titizlikle uygulanan enflasyon kur makası, ilk kez kur lehine bozulmuştur. Yani kısmi bir devalüasyon gerçekleşmiştir.
1994 ve 95 yıllarında ihracatta yüksek artışı sağlayan sektörlerin başında tekstil ve konfeksiyon sektörleri gelmektedir.
İthalat
Gümrük birliği ile birlikte ithalat kelimenin tam anlamıyla patlamıştır. İthalattaki artışın sermaye malları ve ara mallar olarak adlandırılan kategorilerde yüksek olması ile avunmaya çalışılmıştır. Ancak sözü edilen kategorilerdeki yüksek oranlı ithalat Türkiye kapitalizminin üretim yapısının hala ne durumda olduğuna iyi bir göstergedir. 1997 yılında ise ithalattaki artış hızının yavaşlıyor olması bir “mutluluk” konusu haline getirilmeye çalışılmıştır. 50 milyar dolara yaklaşan ithalat “mutluluk” konusudur.
Yabancı sermaye
1980’de yabancı sermaye girişi 35 milyon dolarken, 1997’nin ilk altı ayında 460 milyon dolar oldu. 1990 yılından bu yana -1994 hariç- 1 milyar dolar civarında gerçekleşen yabancı sermaye girişi 1996 ve 97’de 1 milyarın altına düştü.
1997 yılının ilk altı ayı itibariyle yabancı sermayeli firma sayısı da 4.014’e ulaştı.
Toplam yabancı sermaye girişinin yüzde 56.7’si hizmetler sektöründe, yüzde 41.7’si imalat sanayiinde, kalanı da tarım ve madencilik sektörlerinde oldu.
Bu olanak(sızlık)larla malul Türkiye kapitalizmi, 1996 yılında büyük umutlarla girdiği gümrük birliği sürecinde de daha ilk yılın sonunda “boynu bükük” kaldı. Gümrük birliğinin ne getir(me)diğine de kısaca bakmaya çalışalım.
Gümrük Birliği ve Türkiye
Avrupa Birliği’nin Avrupa sermayesinin emperyalist gücünü koruma araçlarından biri olduğu üzerinde sıkça duruldu. Gümrük Birliği’nin bu sürecin bir parçası olarak Türkiye üzerindeki etkileri bir kere daha incelenmeyi hak ediyor.
Avrupa Birliği sermayenin uluslararasılaşma gereksinimini karşılamak amacı güdüyor. Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne dahil ederek başlarına iş almak istemeyen, hatta buna gerek dahi görmeyen uluslararası sermaye, uluslararasılaşma sürecinin bir parçası olarak elde edebileceği Türkiye pazarını da elinden kaçırmamak için, gümrük birliği anlaşması yolunu seçmiştir. Burada gümrük birliğinin Türkiye-AB ilişkilerini soğutmamak için kullanıldığını da vurgulamakta yarar var.
Türkiye’nin AB’yle entegrasyonu maliyetli bir süreç olacaktır; AB ülkeleri ile aradaki yapısal farklılıklar, bu süreçle birlikte yüksek oranda işsizlik ve ucuz emek gücü olan Türkiye’den AB ülkelerine yönelecek bir göç dalgası Avrupalı kapitalistlerin şu anda tercih edecekleri bir durum değildir. Gümrük Birliği, Avrupalı kapitalistlerin asıl istedikleri ve gereksindikleri şey olan ucuz emek gücü ve kaynağın sömürülmesi için yeterlidir.
Türkiye gümrük birliği ile ne kazanmayı umuyor, ne kazandı? Bu soruların yanıtları oldukça net bir şekilde önümüzde duruyor. Türkiye için uzun süredir bir prestij kaybının söz konusu olduğu görülmektedir. Türkiye burjuvazisinin isteği, uluslararası hiyerarşik yapı bağlamında bu prestiji geri almaktır.
Bir diğer beklenti ise gümrüklerin kaldırılması dolayısıyla bir ihracat patlamasının yaşanacağı idi. Ancak burada yaşanan bir ihracat patlaması değil, tam tersine bir ithalat patlaması oldu. Tekstil ürünlerinde Avrupa ülkelerine uygulanan koruma tamamen kaldırılırken, üçüncü ülkelerden yapılan ithalat da yüzde 6’ya düşürüldü. Bundan daha da ötesi, Türkiye’nin AB ve EFTA ülkelerinden yaptığı ithalata uyguladığı yaklaşık yüzde 6 düzeyindeki vergileri 1996 yılı başında kaldırdı. Üçüncü ülkelere uygulanan vergiler de yüzde ll’den yüzde 5,8’e düşürüldü. Türkiye’nin 1997’de gümrük vergilerinin düşürülmesinden doğan gelir kaybı 3 milyar dolar olmuştur.
Gümrüklerin kaldırılmasından asıl yararlanacak olan tarafın, teknolojik üstünlüğe sahip emek üretkenliği yüksek taraf olacağı açık. Avrupa ülkeleri zaten 1971 yılından beri bazı tekstil ürünleri dışında Türkiye’den gelen sınai mallara gümrük uygulamıyordu. Türkiye’nin GB’de kazançlı çıktığı tek şey, bazı tekstil ürünlerine konan kotaların kaldırılmasıydı. Gerçi buna kazanç demek de pek olanaklı değil, çünkü AB’ye ihraç edilen tekstil ürünlerinin yalnızca yarısı kotaya tabiydi ve bu kotanın tümü zaten doldurulamıyordu. Ayrıca varolan kotaların aşıldığı sınırlı sayıdaki kategoride de ek kota satın almak gibi bir olanak bulunuyor ve uygulanıyordu. Dolayısıyla, bir ihracat patlaması beklentisinin gerçekleşmemesi hiç de şaşırtıcı değil.
AB Türkiye’ye yönelik anti-damping ve telafi edici vergi uygulamalarını sürdürüyor. Bu da, Gümrük Birliği anlaşmasının bir yükümlülüğü kalmadığını gözler önüne seriyor. Türkiye’nin bu sürece tepkisi fikri, sınai ve ticari mülkiyet haklarını düzenleyen yasalar çıkararak AB’ye verdiği sözlere uymak şeklinde oldu.
Gümrük Birliği sonrasında sadece tekstil, hazır giyim, deri ve demir dışı metal sektörlerinde üretim artışı görülmekte, tütün ve demire dayalı metallerde üretim düzeyi korunmakta, diğer tüm sektörlerde üretimde azalma görülmektedir. En yoğun daralma da otomotiv, petrol ürünleri, kimya ve kağıt sanayinde görülmektedir.
Çalışan sayısı dikkate alındığında ise, GB’ne giriş ile başlayan süreçte sadece giyim-dokuma ve deri sanayilerinde çalışan sayıları artmakta diğer tüm sektörlerde azalmaktadır. 1990 yılında çalışanların yüzde 53’ü kamu sektöründe istihdam edilirken, aynı oran 1996’da yüzde 37’ye inmiştir. Özel sektörde, 90-96 yılları arasında imalat sanayii alt sektörleri toplamı yüzde 3’lük bir istihdam artışı gerçekleştirmiştir. 1990-96 yılları arasında ortalama yüzde 27’lik bir istihdam azalışı gözlenmektedir. Kamu sektöründe bu oran yüzde 45’tir.
1997 gelişmeleri gözönüne alındığında, ABD’nin süreçteki etkisi de ele alınmalıdır. Türkiye’yi AB ile arasında bir köprü, veya bir denge unsuru olarak kabul eden ABD’nin, Aralık ayında Türkiye’nin AB’yle entegrasyona davet edilen ülkeler arasında yer almamaktan kaynaklanan sözde tepkisini bertaraf etmek için Mesut Yılmaz’ı davet ederek “bu tutumun her iki ülkenin bölgedeki stratejik ilişkilerine zarar vereceğini” belirtmesi, gerçekten de bu ilişkiler açısından belirleyici bir adım olmuştur.
Yukarıda eksik de olsa kimi temel göstergeler üzerinden Türkiye kapitalizminin son durumuna bakmaya çalıştık. Eksik olmakla birlikte bu göstergeler üzerinden bile iktisadi cephede içinde bulunulan krizden çıkış konusunda herhangi bir şans olmadığı bu tablodan anlaşılıyor. Şimdi tabloda eksik olan, sağlıklı değerlendirme yapmak için gerçekten somut verilere ihtiyaç duyulan ve son dönem Türkiye ekonomisi değerlendirmelerinin hem vazgeçilmez hem de en spekülatif başlıklarından biri olan kayıtdışı ekonomi-kara para-savaş ekonomisi… şeklinde listelenen duruma bakmaya çalışalım.
Kayıtdışı ekonomiden kim ne anlıyor?
Bu başlık her şeyi kapsıyor. Kimi durduğu yere göre kara para demeyi tercih ediyor. Kimi kayıtdışı ekonomi ve kara parayı farklı şeyler için kullanıyor. Ancak sermaye sınıfı ve onun sözcüleri nezdinde kayıtdışı ekonomi ve kara para ayrımı yapıldığı söylenebilir. Kayıtdışı ekonomi ile kastedilen daha çok, yasal bir takım zorunlulukları yerine getirmeden, yani vergi ödemeden, işçilerini sigorta etmeden çalışan kapitalist işletmeler. Bu konuda büyük sanayi burjuvazisi ya da bir biçimde “kayıtlı” çalışmaktan kaçamayan çeşitli büyüklükteki sermayedarlar son derece dertli görünüyor. Bu durumun haksız rekabete yolaçtığını söyleyip, ekonominin “kayıt” altına alınmasını istiyorlar. Ancak taleplerini ayrıntılandırmaya başladıklarında asıl niyetlerinin başka olduğu anlaşılıyor. Son vergi yasa tasarısı da bunun en somut örneği. Bu koşullar altında kimsenin “kayıtlı” üretim yapmaya yanaşmayacağı, “kayıtlı” üretim yapmanın yükünün çok ağır olduğu ve bu yükün hafifletilmesi gerektiği öne sürülüyor. Kayıtdışı ekonomiden serzenerek başlayan her tür metin, vergi indirimi, sosyal güvenlikte işveren payı indirimi gibi taleplerle son buluyor. Kayıtdışı işletmelerin “kayıt” altına alınması talebini, özellikle üretimlerinin büyük bölümünü bu tür işletmelere kaydırmış bulunan büyük sanayi burjuvazisi açısından samimi bulmak zaten imkansız. Belirtildiği gibi istenen, olmayan yükün hafifletilmesidir. Bu durumdan gerçekten etkilenen ve kriz sürecinde zaten gözden çıkarılmış bulunan sermaye kesimleri ise ya dükkanını kapatsın, ya da tabelasını iptal edip tabelasız üretime geçsin diye düşünülmektedir. Kriz sürecinde sermayenin merkezileşmesinin hızlanması ile zaten “gözden çıkartılmış” bir kesimdir sözkonusu olan.
Kayıtdışı ekonomi olarak adlandırılan olgu, kapitalizmin uluslararası düzeyde “model olmayan” modeli haline gelen esnek üretimden başka bir şey değil ve dolayısıyla Türkiye kapitalizmine özgü de değil. Gelişmiş kapitalist ülkelerden, en az gelişmişlere emeğe saldırının yeni biçiminin adı sadece. Aynı zamanda kapitalist rekabetin ikiyüzlü kozlarından biri de oluyor. AB, Türkiyeli kapitalistlere arada “sosyal damping” sopası sallıyor örneğin. Sosyal damping, çocuk emeği ve sigortasız işçi kullanıldığının saptanması halinde AB tarafından bir takım ürünlere vergi uygulanacağı, Türkiye hakkında soruşturma açılacağı anlamına geliyor. Ama tam da bunlar için Türkiye’de üretim yaptıran AB’li kapitalistlerin bu sopayı sallamasının ardında “daha çok” sömürü dışında bir amaç bulunmuyor.
Ekonominin kayıtdışı hesaba katıldığında hiç de kötü durumda olmadığı argümanı ise bir safsata. Ekonominin toplam büyüklükleri hesaplanır ya da ölçülürken üretimin bu kesimi hiç de hesap dışı kalmıyor. Bu kesim sadece denetim dışı kalıyor. Brisa’ya, Lever’e üretim yapan sigortasız-sendikasız işçi çalıştıran, yasal olarak varolmayan onlarca, yüzlerce kapitalist işletmenin ürettikleri sonuç olarak Brisa’ya, Lever’e ulaşıyor ve buradan toplam büyüklüklere dahil oluyor. Yani toplam GSMH (gayri safi milli hasıla)’nın hesaplananın bir buçuk katı, iki katı olduğu genel kabulleri cahil safsataları.
Kayıtdışı ekonomi ile birlikte anılan bir diğer başlık da IMF’nin “bile” kabul ettiği bavul ticareti oldu. Özellikle tekstil, deri gibi sektörler başta olmak üzere, eski SSCB ülkelerine yapılan ticaret bu adı aldı. En ucuzun, en kalitesizin bavullarla taşınmasıyla başlayan bu ticaret, sözkonusu ülkelerde bu işlerin “merkezileşme”ye başlamasıyla urlarla yapılmaya başlandı. Bu arada bu yeni pazarlara dönük emperyalist ülke sermayedarlarının “çekince’lerini atma süreci de hızlandı. Tüm bunlar bavul ticaretinin hacmini düşürüp, niteliğini değiştirmeye başladı. Elbette bu gelişmelere, bavul ticaretinin hızla burada da “merkezileşmesi” eklenmeli.
Kara para: Sermayenin elinin kiri
İşin diğer yanı, yani kara para olarak adlandırılan alan çok daha karmaşık. Uyuşturucu ticareti başta olmak üzere, her türden, görünüşte “yasal olmayan” faaliyet sonucu elde edilen faaliyeti kapsıyor bu niteleme. Türkiye özelinde ise başta uyuşturucu olmak üzere, silah ve altın ticaretini. Sadece uyuşturucu ticareti için telaffuz edilen rakam yıllık 25 ile 50 milyar dolar arasında değişen bir miktar. Türkiye üzerinden geçen uyuşturucu trafiği ile Türkiye’de bu kadar paranın komisyon olarak kaldığı öne sürülüyor.
Uyuşturucu trafiğinin Sovyetler Birliği’nin çözülmesi ile birlikte artmaya başladığı belirtiliyor:
“Batı Avrupa’da tüketilen uyuşturucunun yüzde 7 5’i Afganistan, Pakistan ve İran’ı kapsayan “Altın Hilal” bölgesinden ve Orta Asya cumhuriyetlerinden geliyor. Bu bölgelerde Sovyetler Birliği’nin Afganistan’dan çekilmesi ve Orta Asya’da bağımsız devletler kurulmasından sonra bir patlama yaşandı. 1979 yılında Afganistan’da 200 ton afyon üretiliyordu. 1993 yılında üretimin 2500 tona ulaştığı tahmin ediliyor. Kontrol mekanizmalarının çökmesi, Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan’da yasadışı afyon vehintkeneviri üretiminin çığ gibi büyümesine neden oldu. Türkiye, zaten uyuşturucu trafiğinin üzerinde bulunuyordu. Ancak bu bölgede yaşanan patlama Türkiye’nin önemini arttırdı. Altın Hilal ve Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nde üretilen uyuşturucu Türkiye’ye üç yoldan giriyor. Birinci yol, Afganistan’ın ve Pakistan’ın güneyinden İran ,Irak ya da Suriye sınırına uzanıyor;uyuşturucu Türkiye’nin doğusundan ve güneydoğusundan giriş yapıyor. İkinci yol ,denizyolu. Uyuşturucu Pakistan’dan gemilere yüklenip Süveyş Kanalı’ndan Akdeniz’e geliyor ya da Lübnan’dan yine deniz yoluyla Türkiye’ye giriş yapıyor. Üçüncü yol ise, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra iç karışıklıklar nedeniyle ön plana çıkan Kafkaslar yolu. Uyuşturucu Hazar Denizi üzerinden Ermenistan ve Gürcistan’a ulaşıyor ve buradan Türkiye’ye giriyor”12 . [PARLAR Suat]
Yukarıda ifade edilenler Türkiye ekonomisine uyuşturucu üzerinden dahil olan miktarın gerçekten çok yüksek olabileceğini doğrulamak açısından anlamlı. 50 milyar dolar rakamının doğru olduğunu varsayalım. Bu miktarın büyük bölümünün “sıcak para” olarak adlandırılan kısa vadeli sermaye gibi hareket edeceği ekonomik rasyonalite ile düşünüldüğünde muhakkak. Yani bu para esas olarak ekonomiye, mevcut krizin en batak noktasından yani finans kesimi üzerinden dahil oluyor. Üretime gittiğini hele hele üretken yatırımlara gittiğini gösteren hiç bir gösterge yok. Lüks tüketimi canlandırıcı ve bu alana dönük üretimi ve ithalatı artırıcı etkisinden sözedilebilir13 [ÇAĞLAYAN Ergun] Son dönemde Asker Partisi bu kaynağı silah sanayiine aktarmaya dönük girişimlere hız vermiş durumda. Bu girişimlerin sonucunu belli bir süre sonra görmek mümkün olacak.
Uyuşturucu fonlarının ekonomiye dahil oluşu sözkonusu olduğunda tabi Yalçın Küçük’ün adlandırmasıyla TİT’i (Tekstil-İnşaat-Turizm) unutmamak gerekiyor. Buradaki ilişkiyi uyuşturucu ticareti üzerinden elde edilen gelirin, “aklanmak” için üretime girmekle birlikte kapitalist birikim açısından çok genişletici bir etkide bulunduğunu söylemek yanlış olur. Bu sektörler gerektirdikleri başlangıç birikiminin düşüklüğü ile yani bir koyup on almanın “makul” görünmesi nedeniyle “aklama” işlemi için tercih ediliyor.
Bu sektörler, emek-yoğun karakterinden ötürü “çok sömürüp çok kazanmaya” açık sektörler. Örneğin tekstil sektöründe kelimenin tam anlamıyla “körlemesine” yapılan yatırımları bir takım rantiyelerin “fazla gelen” paralarıyla açıklamak son derece güç olacaktır. 1996 yılında EGS Dış Ticaret adlı şirketin (irili ufaklı tekstil şirketlerinin kurduğu bir dış ticaret şirketi) ihracat rakamlarını çarpıttığı, olandan daha fazla gösterdiği anlaşılmıştı. Bu durum, şirketin borsadaki konumunu güçlendirmeye çalıştığı açıklaması yapılarak geçiştirildi. Ancak yine birlik kayıtlarında da özellikle tekstil ihracatında gümrük verilerine göre hep bir fazla sözkonusu. Nedeni açık olsa gerek.
Uyuşturucu fonlarının ekonomiye dahil oluşu ve hareket ediş biçimi üzerine yukarıda söylenenler Türkiye’de kapitalist ekonominin 90’lardaki işleyişi düşünüldüğünde belli bir açıklığa sahip. Uyuşturucu fonları kapitalist ekonomi açısından ek “kaynak” yaratmakla birlikte, mevcut işleyişi değiştirmesi, “üretken” sermaye olarak ekonomiye dahil olması olanaksız görünüyor. Bu yaklaşım “kolaycı” olarak nitelendirilebilir. Ancak büyük sanayi burjuvazisinin üretimden elde ettiği karları neden yeniden üretime yatırmayıp devlete “borç” verdiği sorusunun yanıtı üzerine yeniden düşünüldüğünde, uyuşturucu fonlarının da birikim süreci üzerinde neden özel bir etki yarat(a)mayacağı anlaşılır. Uyuşturucu fonlarını en iyi tabirle “geciktirici” olarak tanımlamak mümkün olabilir. Türkiye kapitalizmi, bir şans yakaladıysa bu anlamda yakalamıştır. Ama kriz koşullarında “geciktirici” önlemlerin krizi daha da derinleştirdiği de unutulmamalı.
Uyuşturucu ticareti üzerinden dönen para ve bunun ekonomiye dahil oluşuna ilişkin kuşkusuz yukarıdakinden daha ayrıntılı bir değerlendirme yapmak gerekmektedir. Böylesi bir değerlendirme de tahmini rakamların ötesinde somut bağlara, özellikle de bu trafikten kalan paranın toplandığı ellere ilişkin daha somut verilere dayanmak zorunda. Ayrıntılı bir değerlendirme Türkiye kapitalizminin olanak(sızlık)larına ilişkin tespitimizde bir değişiklik yaratmayacaktır. Ancak sermaye sınıfının iç yapılanmasında yaşanan değişimin ve yaşanan restorasyon sürecinin yönelimlerinin anlaşılması konusunda donanımımızı artıracaktır. Bu bağlamda son olarak,söylediklerimizi tekrar anlamında da olsa, uyuşturucu ticaretini kapitalizmin işleyişinin, yasallıklarının dışında istendiğinde, istendiği gibi müdahale edilebilir bir alan olarak değerlendirmenin son derece yanlış olacağını belirtelim. Türkiye kapitalizmi verili yapısını tüm kaynak ve olanaklarını merkezi olarak toparlayıp, ihtiyaçları doğrultusunda değerlendirebilirmiş gibi, restorasyon süreci ile uyuşturucu ticaretinden doğan kaynakların “kontrol” altına alınabileceği saptamasını yapmak son derece yanlış olacaktır.
“Türkiye’nin son dönemlere yayılan muazzam silah, personel v.s. giderlerinin nasıl fonlandığı araştırılmalıdır. Vergi kaynakları ve ihracat potansiyelleri paraya tahvil edildiğinde ortaya çıkan rakamlarla, savaş giderleri tablosu arasında büyük bir uyumsuzluk bulunmaktadır. İç, dış (borç) stoklarının GSMH’ya oranı sanıldığı kadar tehlikeli boyutlara ulaşmamıştır”14 [PARLAR Suat]
Yukarıdaki Türkiye kapitalizminin görünümüne ilişkin iyimser yaklaşım bir yana uyuşturucu fonlarının savaşın finansmanında kullanılması argümanına biraz daha yakından bakmak gerekiyor.
Savaşa giden kaynaklar
“Elde ‘kesin rakamlar’ olmasa da, savaşın, her yıl ortalama 8 milyar doları yuttuğu, genel olarak kabul ediliyor. Sadece 1994 yılında savaşın faturasının 12,5 milyar dolara ulaştığı iddiaları da sözkonusu…” 15 (BAŞKAYA Fikret, LEVENTOĞLU Ömer)
Yukarıda dillendirilen 8-10 milyar dolarlık miktarın neye tekabül ettiğini anlamak için Türkiye’nin 1998 bütçesinin yarısından daha fazla olduğunu belirtmek yeterli olacaktır. Yıllık 8-10 milyar dolarlık bir kaynak Türkiye kapitalizmi açısından hiç de küçümsenecek bir rakam olmamakla birlikte savaşın maliyetinin iktisadi kriz üzerindeki etkisini “derinleştirici” olarak nitelemek doğru olacaktır. Savaşa giden kaynakları doğrudan kriz nedeni olarak tarif etmek, Türkiye kapitalizmini de yaşadığı krizi de fazla “hafife almak olacaktır. Savaşın kapitalist ekonomi üzerinde yarattığı olumsuz etkileri yadsımak elbette doğru olmayacaktır. Ancak savaşa giden kaynaklardan ötürü burjuvazinin duyduğu hoşnutsuzluktan bir “ittifak” politikası çıkartmanın en hafif deyimle “ahmakça” olduğunu belirtmekle yetinelim.
Burjuvazi ve restorasyon sürecindeki siyasi öznesi Asparti’nin Kürt illerinde yürütülen savaşa ilişkin politikası da Türkiye kapitalizminin bütünü gibi “yönsüz”. Bu konunun bütünlüklü olarak ele alınması bu yazının sınırlarını aşmakla birlikte savaşa giden kaynakların ekonomiye yönlendirilmesi ihtiyacının savaşın sonlandırılmasmı zorunlu kıldığı argümanını bu yazıda eksikli de olsa tartışmak gerekiyor. Sermaye sınıfının “savunma” sanayine yaptığı yatırımlar artıyor, savunma sanayi özelleşiyor. Genelkurmay TÜSİAD’a sadece “irtica” brifingleri değil, aynı zamanda “savunma sanayi” brifingleri de veriyor. “Özel sektörün savunma sanayine katkıları araştırılıyor.” Ordunun modernizasyonu için 30 yıla yayılı bir proje dahilinde yıllık 5 milyar dolar (toplam 150 milyar dolar) harcanması öngörülüyor 16 . Elbette pastanın önemlice bir bölümü emperyalist silah tekellerinin olacaktır.
Savaşın uyuşturucu fonları ile finansmanı hem doğrudan hem de dolaylı olarak gerçekleşmektedir. Dolaylı biçim -muhtemelen ağırlıklı biçim- “iç borçlanma” üzerinden olmaktadır. Doğrudan finansmanın payının düşük olduğunun kanıtı birebir restorasyon sürecinin kendisi olmakta. Kontrolden çıkan ve restorasyon süreci ile müdahale edilmeye çalışılan unsurlar, uyuşturucu-silah ticaretini elinde tutan çeteleri de kapsamakta. Ve sürecin kendisi aynı zamanda uyuşturucu-savaş fonlarının merkezileştirilmesini de hedeflemekte.
Restorasyon süreci ve iktisadi kriz
Sermaye sınıfının mevcut krizine çözüm olarak ortaya koyabildiği başlıklarda, restorasyon sürecinin öznesi Asparti, hemfikir biçimde arkasındadır. Özelleştirmeler konusundaki MGK niyet bildirimlerinden, sermayenin haddini bilmeyen, gerilim yaratan unsurların geriletilmesine -teşviklerin dağıtılmasına ilişkin Çevik Bir müdahaleleri ile- ekonomi alanı da Asparti’nin ilgisinden mahrum kalmamaktadır. Ancak doğrudan müdahaleye açık ve kısmen öznel olarak değerlendirilebilecek siyasi alanda bile işlerin son derece sallantıda yürüdüğü gözönüne alınırsa, ekonomide hele de mevcut nesnel sınırlarla işleri hiç de kolay değil.
Sermaye sınıfının Asparti eli ile uygulamaya koymaya çalıştığı restorasyon programında kapitalist ekonomiyi düze çıkarmaya dönük başlıklar neler olabilir bir bakalım;
1.Özelleştirme saldırısının hızlandırılması ve boyutlandırılması.
Asparti’nin hiç tereddütsüz harekete geçtiği başlıklardan biri de özelleştirmeler oldu: “Tez yapıla!” komutu verildi. Hükümet 1998 yılında gerçekleştirilecek özelleştirmelerden 10-12,5 milyar dolar gelir beklediğini açıkladı. Ve Telekom’dan TEKEL’e, Tüpraş’a, Petrol Ofisi’ne kamu bankalarına dev kamu kuruluşlarını özelleştirme planı açıklandı, ihaleler hazırlandı, bir bölümü satış aşamasına getirildi. Özelleştirme saldırısının hep gündemde tutulduğu son 10 yıl ile karşılaştırıldığında, sermayenin kendi hukukunu bile hiçe sayan bir kararlılık var ortada. Ancak meseleye yine “sermaye sınıfı için, kapitalist düzen için ne kadar kurtuluş olur” sorusu üzerinden bakarsak -özelleştirme saldırısının anlam,ı karşı duruşun gerekliliğine burada değinme ihtiyacı yok diye düşünüyoruz-kamu kaynaklarının sermaye sınıfına “zahmetsiz” biçimde aktarılması dışında kapitalist düzenin mevcut sorunlarını çözme konusunda bu kapsamlı özelleştirmelerin hemen hiç etkisi olmayacaktır. Yıllardır yapıl(a)mayan yatırımlar için “ek” kaynak ihtiyacı sermayenin el değiştirmesi ile ortadan kalkmayacaktır. Özelleştirmeler üzerinden devletin elde edileceği öne sürülen gelir, satış koşulları düşünüldüğünde en iyimser olasılıkla hedeflenen rakamın yüzde 30-40’ını geçmeyecektir.
Son 10 yılın özelleştirme pratiği, mevcut kamu kaynaklarının peşkeş çekildiğini, ancak kapitalizmin bütünü açısından herhangi bir ek kaynağın ortaya çıkmadığını, varolan kaynakların da etkin olmayan bir biçimde kullanıldığını göstermiştir- Özelleştirmenin hız kazanması zaten çeşitli biçimlerde gerçekleştirilen sadece devletten, özel sermayedarlara kaynak aktarımı sürecim hızlandıracaktır.
2.”Yapısal reformlar” olarak adlandırılan vergi reformu ve sosyal güvenlik reformunun gerçekleştirilmesi.
Tersi iddialara rağmen vergi reformu ile sermaye üzerindeki olmayan vergi yükü iyice azaltılırken, toplam vergi gelirleri de azalacak ya da hiç değişmeyecektir. Sosyal güvenlik reformu olarak adlandırılan işçi sınıfının haklarına doğrudan saldın planı ise SSK başta olmak üzere sosyal güvenlik kurumlarının talanını öngörmektedir. Bu önemli “yapısal” adımların sonucu da sermaye açısından yeni kaynak olmayacaktır.
3.İslami sermaye başta olmak üzere sermayenin iç yapılanmasına dönük her
türden “tehlike”ye çekidüzen verilmesi.
Bu en kolay görünen başlıktır. Ki sınırları vardır. Kriz süreci ile birlikte zaten iyice hızlanan sermayenin merkezileşmesi bu operasyonu yine de kolay kılmaktadır.
4.Uyuşturucu-silah fonlarının merkezileştirilmesi.
Belki telaffuz edilen büyüklükler itibariyle en önemsenmesi gereken argüman, uyuşturucu ticareti üzerinden elde edilen kaynağın kontrol altına alınması olabilir. Ancak borçlanma adı altında finansal piyasalarda dönen milyarlarca dolarlık fon neden ve nasıl üretime gitmiyor ya da denetim altına alınamıyorsa uyuşturucu ticaretinden elde edilen kaynakların da aynı şekilde denetim altına alınmasında kapitalist işleyişin kendisinden kaynaklanan nesnel engeller vardır.
Sonuç
Türkiye kapitalizminin dinamikleri gözönüne alındığında mevcut krizi sadece bir kaynak krizi olarak tarif etmek yanlış olacaktır. Yazının girişinde de belirttiğimiz gibi Türkiye kapitalizmi kaynak, pazar ve dolayısıyla birikim sorunlarını içice yaşamaktadır. Evet sermaye sınıfı bir biçimde “günü kurtaracak” kadar kaynak bulabilmektedir. Ancak Türkiye kapitalizminin yapısal sorunlarını aşmasını ya da anlamlı bir süre ertelemesini sağlayacak kaynağı bulması son derece güçtür. Uyuşturucu benzeri fonların kontrol altına alınmasıyla kaynak yaratılması ise en fazla bir “çaba” olarak kalacaktır. “Sürekli” ve “garantili” kaynak yokluğunda burjuvazinin kapsamlı bir reorganizasyona girişmesi çok zordur.
Elbette kriz bir gün biter. Ama Türkiye kapitalizminin krizi ,sermaye sınıfının krizi asmasıyla bitmeyecek. Türkiye işçi sınıfının kapitalizmi aşmasıyla, SOSYALİZM ile bitecek.
Dipnotlar ve Kaynak
- DALMAN Akın, Türkiye Kapitalizminin Sorunları: Dün-Yarın, Gelenek 28 sayfa 46
- ÇAĞLAYAN Ergun, Bir Müdahalenin Gelenek 56, sayfa 123
- KORALTAN Nadir, Ekonomiden Siyasete Kriz Süreci, Gelenek 46, sayfa 25
- DİE
- Ekonomik Forum, 15 Ocak 1998
- Ekonomik Forum, 15 Ocak 1998
- Ekonomik Forum, 15 Ocak 1998
- Ekonomik Forum, 15 Ocak 1998
- DİE
- Dç borçlanma ya da sıcak para politikasına burada değinilmeye gerek duyulmamıstır. N.Koraltan (G.44-45-46) ve E.Çağlayan (G.56)’ya bakılabilir
- T.C. Hazine Müstesarlığı
- Cumhuriyet, 1.1.1994’ten aktaran PARLAR Suat, Bibliotek Yayınları, 1997, sayfa 361
- ÇAĞLAYAN Ergun, a.g.y.
- PARLAR Suat, a.g.e. sayfa 367
- BASKAYA Fikret, LEVENTOĞLU Ömer; Rant ve Savas Kıskacında Türkiye Ekonomisi, Özgür Üniversite Forumu 1 (Küresellesme) içinde, sayfa 130
- DEMİR Servet, “2 milyar dolarak…”Zayıf Halka 14 Kasım 1997