Sonuçlarının düzen açısından pek umut verici olduğu söylenemez, ama ekonomi alanında gerek meclisten çıkan reform kanunlarının sayısı, gerek bürokratların ciddiyeti, gerekse egemen sınıfın organik temsilcileriyle yürütülen tartışmalar anlamında 28 Şubat’tan bu yana belirgin bir ilerleme göze çarpıyor. Hükümetin ekonomiden sorumlu üyelerinin çapsızlığı dikkate alındığında “ciddi” ekonomi basını, “kazanımları” genellikle bürokrasinin hanesine yazıyor. Çiller ve RefahYol döneminin çapsızlığı ve koyver gitsinciliği yanında Mesut ve kadrolarının belirgin bir nitelik farkı olmadığı düşünüldüğünde, bu konuda alınan mesafenin temelinde restorasyon dinamiklerini aramak gerekiyor. Burjuva düzenin programatik ya da stratejik denebilecek konularda, pek mesafe alamasa da, en azından bir gündem açtığını teslim etmek gerekiyor. Somut işe gelince, başarılan tek şey, vergi gelirlerindeki on yılı aşkın süredir durdurulamayan azalmanın durdurulması oldu.
Burada biraz teknik ve zor anlaşılır olmasını göze alarak bir nokta üzerinde durmak gerekiyor. Kapitalist bir ülkede hükümetin ya da daha geniş anlamıyla, iktidarın iktisadi politikası, belirli araçlarla olur. Bu araçları mali (finansal) ve parasal olarak iki ana gruba ayırabiliriz. Mali grupta, dolaylı (tüketiciden alınan) ve dolaysız (gelir ve kurumlar) vergilerin düşürülüp yükseltilmesi, kamu harcamalarının düzenlenmesi, açık ya da denk bütçe yapılması gibi araçlar yer alır.
Parasal grupta ise döviz kuru ve faiz politikası yer alır. Döviz kurunda enflasyondan fazla artış, TL’nin yani yurtiçindeki malların yurtdışına göre ucuzlamasını sağlar. Bu da ihracatı artırır (Özal döneminin ilk yıllarının politikası bu olmuştur). Enflasyonun altında artış ise yurt içinde enflasyonun üzerinde seyreden TL faizlerinin yabancı sermaye (sıcak para) tarafından cazip bulunmasını sağlar ve bütçe açığı, sıcak parayla yamanır (1989 sonrası Türkiye’deki durum). Faiz politikası ise talebi ve yatırımları etkiler: Yüksek faizde tasarruf oranı (teorik olarak) artar, talep kısıtlanır, enflasyon düşer, diğer tarafta ise yükselen kredi faizleri yatırım maliyetini artırdığı için yatırımlar azalır. Düşük faizde ise talep ve yatırım artma eğilimi gösterir. Kitapta, faiz politikası, arz ve talep kesimini zıt yönde etkilediği için dinamik bir denge içinde ve mali politikalarla bağlantılı olarak yürütülmesi gerektiği yazar.
Bu teknik konulara iki paragraf ayırmamızın nedeni, bugün Türkiye’de hangi iktisadi politikanın uygulanmakta olduğunu söylemek: HİÇBİRİ…
Mali politikalarda aşırı borçlanmış bir devletin yatırım yapamayacağı açık. Vergi konusunda ise yapabileceğinin en çoğunu yaptı.
Yeni dünya düzeninin anayasasının birinci maddesinin sermayenin serbest dolaşımı olduğu biliniyor. Bu da dünya kapitalist sisteminin bütün üyelerinin bağımsız merkez bankalarına ve tam konvertibiliteye sahip olması anlamına geliyor. Yani hükümetler faiz ve dövizle oynayamıyor.
“Finansal yapının uluslararası finansla bütünleştiği bir ortamda bu dönüşümün (merkez bankasının özerkleştirilmesi-y.n.) pratik bir sonucu iktisat politikası araçları olarak faiz ve döviz kuru değişkenlerinin siyasi iktidarın kontrolü dışına kayması anlamına gelir. Sözü geçen koşullarda birbirine bağlanan bu iki değişken, artık Merkez Bankası tarafından denet-lenir. Faiz haddini, yatırımları ve efektif talebi etkileyen; döviz kurunu da cari işlemler dengesini belirleyen iktisat politikası araçları olarak kullanma imkanı da böylece ortadan kalmış olur” 1 . [BORATAV Korkut]
1994 Krizi’nden bu yana (Meksika, Tayland ve G.Kore örnekleri de birlikte düşünülmeli) sermaye giriş çıkışının yıkıcılığına karşı hiçbir şey yapılmamış olmasının, sadece hükümetin aymazlığı ya da burjuvazinin önünü görememesi ile açıklanması bu bağlamda oldukça yetersiz kalıyor.
Türkiye’nin yakın tarihine bakarken
Türkiye gibi zayıf halka ülkelerin dünya kapitalist sistemine entegrasyon süreci, 73-78 dünya petrol krizi sonrasında pazardan öte imalatı da içine alacak bir tarzda yeniden şekillenerek ivmelendi. Cam-seramik, tekstil gibi emek-yoğun sektörlerle başlayan bu süreç, makine, otomotiv yan sanayi, dayanıklı tüketim aletleri gibi sektörlerle devam etti. Bugüne kadarki yirmi yıllık bu dönemin ilk on yılına Reaganizm-Thatcherizm damgasını vurmuş, ilk göze çarpan sonuç olarak gelişmiş kapitalist ülkelerin nüfuslarının yüzde 10-15’i “çöpe atılmış”tır. İkinci onyılda ise dağılan sosyalist blokun geride bıraktığı rantlar paylaşılmış, kritik coğrafyalardaki emperyalist misyonlar, yeniden tanımlanmıştır. Bugüne gelindiğinde, imalat sanayinin gelişmiş ülkelerde yerinde saydığı hatta küçüldüğü, hizmet sektörünün ise hızla genişlediği görülmektedir2 .
Yukarıda sözünü ettiğimiz sürecin Türkiye kapitalizmi özelinde son 20 yılda yarattığı değişimi iki göstergeden izlemek mümkün. 1980 öncesinde Türkiye geleneksel tarım ürünleri ihracatçısı konumundayken ve toplam ihracatının yüzde 80’e yakın bölümü tarımsal ürünlerden oluşurken, bugün ihracatının yaklaşık yüzde 80’i sanayi ürünlerinden oluşmaktadır. İkinci gösterge ise sanayide kamu sektörü/özel sektör oranı. Son 20 yılda sanayide kamu sektörünün payı daralırken, özel sektörün payı muazzam ölçüde genişlemiştir. Türkiye kapitalizmi bu dönemde zayıf halka olmanın getirdiği tüm kısıtlar mahfuz olmakla beraber, özellikle nicel olarak en hızlı gelişme dönemlerinden birini yaşamıştır.
Türkiye kapitalizminin 1978 öncesi için hala yazılması gereken çok şey olmakla birlikte, başka çalışmaların konusunu oluşturuyor. Yine de 1978 sonrasına miras kalan ana unsurlar üzerinde, kaba ve eksik bir soyutlamayı göze alarak biraz durmak gerekiyor.
İlkel birikim eşitsiz gelişen kapitalist ülkede neye benzer?
Tarım ürünleri ihracatına dayalı 20’ler ekonomisinden devletçi bir sanayileşme modeliyle çıkış süreci başlıyor. Bu süreç 1950’lere kadar, özellikle demografik kriterlerle, son derece yavaş gelişiyor. Kapalı tarım ekonomisi, yüzyılın ikinci yarısına kadar herhangi bir “açılma sinyali” vermiyor.
Şehir burjuvazisinin ilkel birikimi, KİT’lerin çevresinde yuvalanan ve bunların hammadde-aramadde alım, ürün satım süreçlerine aracılık eden bir ticari faaliyete, diğer yandan da esas olarak kaçırılan Rum-Yahudi burjuvazisinin el konulan sermayesine ve ticari tecrübesine dayanıyor.
Örneğin Koç’un doğuşu daha çok anılan çerçevenin birinci yanına denk düşerken, Sabancı’nın doğuşu da çerçevenin ikinci yanına denk düşüyor. Koç, liberal iktisatçı Ayşe Buğra’nın deyimiyle “…doğru yerde doğru zamanda bulunmuş ve başlangıçtan itibaren doğru ilişkiler kurabilmiştir”3 . Burada Buğra’nın kastettiği doğru yer Ankara, doğru zaman 20’ler, doğru ilişkiler de devlet erkanıyla kurulan ilişkiler hiç kuşkusuz. Vehbi Koç, önce bürokrat ailelerinin gıda ihtiyaçlarını karşılıyor, sonra hükümet projelerinden iş alıyor (meclisin damını aktarma hikayesi hatırlanabilir), ithalatçılığa soyunuyor. Henüz tüketim kalıplarının çok dar olduğu 20’ler Türkiyesi’nde ithalatçılığın anlamı, esasen devletin yaptığı ithalat için devletle yabancı şirketler arasında aracılık yapmak ve komisyon almak oluyor. Ve Koç ilk ciddi birikimini bu komisyonlardan sağlıyor. Koç’un gayrimüslim ticaret erbabıyla ilişkisi de ilk birikimini devlet-i alî’nin geniş olanaklarına dayandırmasından ötürü daha “ticari” yollarla gerçekleşiyor. Kendine rakip olarak gördüğü firmaları ele geçirip, sahiplerini de yönetici yapıyor.
Sabancılar’ın öyküsünde ise ilk birikim doğrudan Çukurova’da başta Ermeniler olmak üzere, kaçmak zorunda bırakılan gayrimüslim burjuvaların mülklerini yağmalamaya dayanıyor. Yine Buğra’dan aktarırsak:
“1920’lerin ilk yıllarında, Hacı Ömer, para kazanmak için Güney Anadolu’nun pamuk yetiştiren ve görece olarak gelişmiş Adana şehrine gider. Hacı Ömer gibi pamuk üretimi ve dokumacılığın sağlayabileceği olanaklara bel bağlayıp, Kayseri’den Adana’ya çalışmaya giden bir sürü işçi vardır. Bunların arasında, Yunanlılar’ın ve Ermeniler’in ülkeden ayrılmak zorunda kaldıklarında terkettikleri gayrimenkuller ile ticari ve sanayi faaliyeti ile ilgili yapıları ele geçirme ihtimalini değerlendiren Kayseri’nin zengin tüccarları da vardır. Böylesi el koymaları hükümet de desteklemekteydi; yetkililerle iyi ilişkisi bulunanlar bundan fazlasıyla yararlanabildiler. Gerçi Hacı Ömer’in önemli bağları bulunmamaktaydı; ancak Türkiye’de çok önemli olan hemşerilik bağları neticesinde, kendisi de bu fırsattan yararlanabildi. Her ne kadar hükümet yetkililerine ülkedeki yeni ekonomik oluşumun başlatılması faaliyetinde kendisine bir sorumluluk verilmesi düşünülecek kadar yakın değilse de, Hacı Ömer, Kayserili tanıdıkları sayesinde, azınlıkların bıraktığı mallara el konulması işlemine katılmaya başarmıştı” 4 . [BUĞRA Ayşe]
İlkel birikimin dayandığı son dinamik ise İkinci Paylaşım Savaşı yıllarında ticaret burjuvazisinin stokçulukla yarattığı birikim oluyor.
“Sağlam Kazık”
Siyasal olarak sınıfsal bilinci tam, devlet aygıtıyla ilişkileri üst düzeyde bir burjuvazi, son derece arızi ve oynak bir maddi temel üzerinde yükseliyor. İthal ikame-ci politikanın dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, Türkiye’de de altın yılları o-lan 60’ların Türkiye burjuvazisini maddi olarak (kavramın göreliliğini de göze almak şartıyla) ilk sağlam kazığa bağlama girişimi olduğunu düşünmek gerekiyor. İkinci girişim, içinde bulunduğumuz restorasyon günlerinde hızlanarak sürüyor.
İkinci savaş yıllarının ve sonrasının (1940-1955) yeni yetme burjuvazi tarafından yaşanan “vurgun” vakaları, 1982-1997 dönemindeki ikinci on beş yılda rastlananlar kadar ilginç ve sarsıcı oluyor. Sarsıcılığın en belirgin özelliği şu: Daha önce kimse bu kadar nakit parayı bir arada görmüyor. 1950’lerin birikim hikayelerine göz atmadan önce sermayenin II. Dünya Savaşı sonrasında ve 1990’larda kazandığı bu ilginç özellik üzerinde biraz durmak gerekiyor.
İktisattaki değişen-değişmeyen (ya da bağlı-değişken) sermaye ayrımı biliniyor. Teknoloji ilerledikçe üretimde bağlı sermayenin değişken sermayeye oranı da artış eğilimi gösterir. Üretim sürecinde ortaya çıkan ve kapitalist tarafından el konulan artı-değer ise yeniden yatırıma dönüşerek bu oranın artmasına hizmet eder. Gecikmiş bir kapitalist ülkede, burjuvazinin kimi kesimlerinin “aşırı kalkındırılması” ise bu süreçte ortaya çıkan artı-değerin bir süre ve artan oranda “likit” yani para formunda kalmasını sağlar. 50’lerin pazar darlığı altında yatırıma geç dönüşen birikim, 1990’larda ise hiç dönüşmeyerek (imalattaki ortalama karlılık kadar, hatta daha yüksek faizle) devlete borç olarak verilmeye, ya da dövize çevrilerek yurtiçi ve yurtdışı banka mevduatlarına aktarılmaya başlanmıştır. Kâr transferleri ve holdingleşme sayesinde şirketler arası transferlerle vergiden kaçılarak sanayi burjuvazisinin diğer egemen kesimlere transfer ettiği artı-değer miktarı sınırlanmıştır. Devlet eliyle (ihale vs.) kazandırılan paralar, hukuk dışı etkinliklerle kazanılan paralar, geleneksel burjuvaziyi imrendirmediyse, bu sözü edilen mekanizmalar sayesinde olmuştur. Kara-ak para ayrımı, burjuva normlarında bile siliktir.
Menderes döneminin kolay parası
Menderes’in “her mahalleye bir milyoner” ifadesi 50’li yılları oldukça iyi karakterize ediyor. “Nakit” birikim, servet edin(dir)me yöntemleri açısından çok ben-zerlik gösteren iki dönemin temel farkı, 50’lerde zengin “yaratma” hedefinin, 80’lerde zengin “kollamaya-sevmeye” yani semirtmeye dönüşmüş olması.
“İktidardaki on yıl boyunca DP’nin uyguladığı politikalar, giderek, “Türk liberalizminin paradoksu” şeklinde ifade edilebilecek garip bir olgunun ortaya çıkmasına yolaçtı. İleride tekrar ele alınacağı üzere, 1980’lerde ülkenin yaşadığı ikinci liberalizm deneyiminin de en belirgin niteliği olarak karşımıza çıkacak olan bu olgu, piyasa ve özel sektör yanlısı bir hükümetin, olağanüstü karışık müdahale mekanizmalarıyla piyasayı daraltması ve bu müdahaleci politikalarda her gün yeni bir değişikliğe giderek iş dünyasını çok zor durumlarda bırakmasıyla tanımlanabilecek bir iktisat politikası sürecinden oluşur. Böyle bir iktisat politikası ortamında, devlet ile özel kesim arasındaki geleneksel sevgi ve nefret ilişkisi çok önemli boyutlar kazanır. İş dünyasının bazı kesimleri şaibeli yollardan büyük servetler edinirler, ama bir yandan da sık sık değiştirilen politikaların yarattığı belirsizlik işadamları açısından önemli bir rahatsızlık kaynağı oluşturur” 5 .[BUĞRA Ayşe]
Buğra yine de, her iki dönemde de “işadamları”nın önceleyen dönemlerin siyasal belirsizliğindense iktisat politikası belirsizliklerini yeğlediğini söylüyor.
Buğra’nın kendi satırları aslında “belirsizliğin” pek de belirsizlik olmadığını, “paradoks” olarak adlandırılan durumun da gerçekte ne olduğunu fazlasıyla anlatıyor. Buğra’nın deyimiyle “geleneksel sevgi-nefret” ilişkisinin en yoğun yaşandığı dönemler aynı zamanda en muazzam kaynak aktarımının, akılalmaz peşkeşlerin yaşandığı dönemler oluyor. “Karmaşık” ya da “belirsiz” iktisat politikaları da bu aktarımı hızlı ve kolay bir biçimde gerçekleştirmek açısından en uygun yöntem.
1940’lı ve 50’li yılların sermaye birikiminde bir sıçramaya tekabül ettiğinin en açık göstergelerinden biri anılan dönemde kapitalist işletme sayısındaki artış oluyor. Yeni bir dizi kapitalist işletme kuruluyor. Bugün faaliyette bulunan büyük birçok kapitalist işletmenin kuruluşu 1940-60 arasında gerçekleşiyor. 1960 yılında yapılan bir araştırmaya göre, 50’nin üzerinde işçi çalıştıran işletmelerin yüzde 2.4’ü 1923’den önce; yüzde 16.2’si 1923-39 arasında; yüzde 18.4’ü 1940-45 arasında; yüzde 59.7’si de 1946-60 arasında kuruluyor 6 .
50’lerde de 80’ler gibi muazzam kaynak aktarımının en temel araçlarından biri kamu kredileri. Dönemin kamuoyunda en çok yer işgal eden tartışmalarının başında kamu fonlarının dağıtımı ve kullanımı geliyor. Her iki dönemde de “devletin ekonomik rolünü sınırlandırma” söylemine rağmen kamu harcamalarının inanılmaz ölçülerde genişlediği -sermaye sınıfına dönük olarak tabii- kamu kaynaklarının “kullanım”a açıldığı yıllar olduğu görülüyor. Özelleştirme, 50’lerde de gündeme geliyor. Menderes hükümeti KİT’leri özel sektöre satmaya çalışıyor. Ancak hem sermaye birikim düzeyinin yetersizliği hem de kârlı bakir alanların genişliği bu öneriye teveccüh gösterilmesini engelliyor.
Kuşkusuz kamu kredileri dışında iki dönemin ortak diğer kaynak aktarım mekanizması altyapı projeleri oldu. Her iki dönemde altyapı harcamalarının önemli ölçekte arttığı dönemlerdir. Müteahhitlik şirketleri başta olmak üzere sermaye sınıfı altyapı projelerinden fazlasıyla yararlanmıştır. Örneğin Enka, Tekfen, Alarko ve Doğuş gibi holdinglerin doğuşu ya da eşik atlayışı 1950’lerin anılan projelerine denk düşer. Keza dış ticaret şirketleri de önemli bir “servet edinme-biriktirme” kaynağı olur.
Sonuç olarak bazı özel dönemlerde kazanılan “yedi sülaleyi geçindirebilecek kadar servet”, yeni yetme burjuvaziye yeterli gelmiyor. Her iki dönemde de “kök salmak” istiyor. Tekstil sektöründeki devasa yatırımlar, astronomik fiyatlara alınıp satılan bankalar (T.Ticaret Bankası Petrol Ofisi’nin yarısı eder mi?) 7 ,bu ölçüsüz paranın bir bakıma “aklanması” sürecinin örnekleri.
1982-97 arasında sermaye birikimindeki hızlı artışın sonucu gelinen noktada sermaye açısından bir reorganizasyon-ekonomik yeniden yapılan(dır)ma ihtiyacı oldu. 80’lerin elverişli ortamında yaratılan sermaye birikiminin realizasyonu bugün en önemli sorun. Bu sermayenin hiç bir mecraya akmadığı anlamına gelmiyor. Ciddi bir realizasyon sorunu ortada durmaya devam etmekle birlikte, sermaye bulduğu her deliği doldurmaya da devam ediyor. Örneğin, 1990-96 yılları arasında İSO 500’ün üretimden satış rakamları incelendiğinde özel kesim ile kamu kesimi arasında oldukça önemli bir açı göze çarpıyor. 1990’dan 1996’ya özel kesimin üretimden satışları (1990 sabit fiyatlarıyla) yüzde 72 artarken, kamu kesiminde artış yüzde 10 ile sınırlı kalıyor. Ayrıca 1989’da ilk 500 sanayi kuruluşu arasında firma sayısı olarak bakıldığında 410 özel sektör kuruluşuna, karşı 90 kamu kuruluşu varken, 1996’da bu rakam 449’a 51, 1997’de 456’ya 44 oluyor 8 . Geçtiğimiz 10 yıl, özelleştirmeler yolu ile kamu kaynaklarının sermaye sınıfına aktarımı ile sınırlı kalmamış, aynı zamanda yeni alanların tamamen özel kesime bırakılması yolu ile de burjuvazinin olanaklarını genişletmesi sağlanmıştır. Bu örneği anılan dönemde sanayide kârların yarıdan fazlasının faaliyet dışı gelirlere dayandığı gerçeğiyle birlikte düşünmek gerekiyor.
Birikimin diğer ayakları
İstanbul ve İzmir ticaret burjuvazisi, Çukurova tüccarı gibi ekonominin parasal terimlerle önde gelen temsilcileri bütün birikimlerini maddi ve manevi (işletme ve ticaret becerisi) olarak Rumlardan ve Yahudilerden sağlıyorlar. Egemen ideolojide mantıksız bir Rum düşmanlığının kök salmış olması, bu faktör gözetilmediği sürece kolay açıklanamıyor. Düşmanlığın kökeninde bilinçaltındaki “geri gelecekler ve mülklerini alacaklar” korkusu yatıyor.
Marshall yardımları, bu ilk birikimi palazlandırıcı bir işlev görüyor. Amerikancı eğilim artık hiç sökülemeyecek derecede burjuvaziye yerleşiyor. Tarımsal ürün makasının açılması ve Marshall yardımının getirdiği makinalaşma ve maliyet düşüşü sayesinde toprak ağalığı ve kapitalist tarım, özelllikle verimli tarım havzalarında, orta ve küçük köylülük aleyhine geri döndürülemez bir gelişme içine giriyor.
Bu dönemde Anadolu tüccarı, düz alsatçılıktan, büyük burjuvaziyle bağlarının giderek daha çok güçlendiği bayilik, acentalık, servislik ilişkilerine doğru adım atıyor.
1940-55 arasında edin(dir)ilen servetlerin yoğun biçimde yatırıma dönüştüğü (realize olduğu) yıllar 1960’lar oluyor. 27 Mayıs ile -her ne kadar öncesinde bir takım adımlar atılmış olsa da- hızlı bir sanayileşme sürecine giriliyor. Bu yıllar Türkiye burjuvazisi açısından birikim süreci açısından belki de en “rahat” yıllar oluyor. Egemen sınıfın iç hiyerarşisinin yeniden tanımlanmasının yarattığı sancılar dışında egemen sınıf içinde bir sorun yaşanmıyor. Çünkü, ithal ikamesine dayalı sanayileşmeyi temel alan birikim modeli egemen sınıfı hemen tüm kesimleriyle semirtiyor. Koruma duvarlarıyla örülü, yüksek kar marjları ile işleyen birikim modeli kazandırıyor. Sanayi burjuvazisinin öncülüğünde egemen sınıf kök salıyor.
Bu parlak model 70’lerin başında tıkanıyor. Bir yanda kaynak sıkıntısı, diğer yanda gelişen sanayi proletaryasının dinamizmini taşıyan sınıf mücadelesi temel etkenler oluyor. Ancak güneş gitse de salınan kökler yerinden oynatılmak istenmiyor. Bir süre daha yetecek kadar toprak ve su olduğu düşünülüyor. Ta ki 24 Ocak 1980’e kadar… Burjuvazinin 24 Ocak ile şekillenen yeni programı 12 Eylül ile de garantiye alınıyor.
Son on yıl
Son on yıla, yüksek bir reel büyüme hızı, kronik enflasyon, yüksek iç ve dış borçlanma, ve herşeyden önemlisi üç ciddi kriz damgasını vurdu.
Burjuvazi, güncel kısa erimli çıkarlarını bir kenara bırakarak yeni bir rant paylaşımı, katastrofik bir krizden uzaklaşmak için sektörel strateji planlaması, ekonomik ve siyasal liberalizasyon gibi konularda motive olmaya başladı. Körfez krizi, döviz krizi ve Güneydoğu Asya krizi hepsi birden 1990’lara sığdı. Büyük sanayi ve finans burjuvazisinin bu krizlere hazırlıksız yakalandığını söylemek haksızlık olacaktır. 1990’lar ve getirdiklerine iki bölümde bakalım: Önce krizler ne öğretti, ne yaşattı, sonra gündemdeki reflekslere bir ekonomik restorasyon denebilir mi, ne öngörülüyor, neler koyverilmiş?
1980’ler, siyasi baskı koşulları altında önce gelirlerin ve iç tüketimin kısılarak imalatın ihracata yöneltildiği, sonra hızlı bir dış borç kullanımıyla ulaşım, telekomünikasyon ve enerji yatırımlarına yönelindiği, en son olarak da KİT yatırımlarının iç borçlanma yoluyla finanse edilip hükümet bütçesinden finans kesi-mine kaynak aktarılmaya başlanan yıllar oldu. Seksenlerin bu üç özelliği saye-sinde öncelikle inşaatçılar (örneğin, Bayındır, ENKA, Süzer Mesa, Ata, Nurol vs.) sonra turizmciler, ithalat-ihracatçılar, tekstilciler ve son (belki en yoğun) olarak bankacılar kalkındırıldı.
Bu aşırı birikim, hem eski sermayede bugüne kadar görülmemiş bir kâr artışı hem de yeni türedi heyüla bir nakde dayalı sermaye üretti. Bu birikim, devletin verdiği yüzde 15-30 arası reel faizle palazlandı. Burjuvazinin sahip olduğu “sıcak nakit varlıklar”, bağlı sermayenin piyasa değerini geçti.
En önemlisi de, bu süreç sonunda, sermayenin faaliyet alanının faniliği görüldü. Körfez krizinde sınır ticaret burjuvazisi ve turizmcilerin, döviz krizi sırasında ithalatçıların, reklamcıların, sigortacıların yarıdan fazlası birkaç ay içinde silindi. Doğal bir sonuç olarak, sermaye, ilk birikimin sağlandığı alanlardan tamamen olmasa da bağımsızlaşma, çok ata oynama çabası içine girdi. Doksanların KOBİ, Anadolu Kaplanları jargonları içinde tek ata oynayan, borçlanarak yatırım yapan orta boy cengaverlere yönelik hafif alaycı bir ton görmemek mümkün değil. Denizli’deki zincirleme batışlar, bankaların kredi koşullarını ağırlaştırmaları, vs. sürecin zaten belli olan sonunu gözler önüne seriyor.
Yeniden sağlam kazık
Maddi mecrasından bağımsızlaşma eğilimine giren burjuvazi, özellikle Türkiye’nin iç ve dış siyasal yönelimlerini ve uzun erimli stratejilerini daha yakından takip etmeye başladı. Bankalar ve sanayi holdingleri entegre oldu, silah sektörü tartışılmaya başlandı.
Stratejik bir plan çerçevesindeki bir reorganizasyon, çöpe atılacak, kârsızlaşacak hatta iflas edecek bazı faaliyetlerin karşılığında bu faaliyet sahiplerine teselli ikramiyesi verme ihtiyacı doğurdu. a) Nakit sermaye kuvvetli olduğu için fabrikaları çöpe atmak kolaylaşmıştı (Koç, gerekirse Tofaş’ı çöpe atabileceğini açıkladı). b) Üç kriz, imalat ve ticarette tek noktaya kazık çakmanın ne kadar fani olduğunu, likiditenin çok önemli olduğunu öğretmişti. c) Devletin ekonomik faaliyetinin daraltılması, sosyal güvenlik hizmetlerinin tasfiye edilerek özel sigorta ve sağlık hizmetlerinin yaygınlaştırılması, özelleştirme, enerji ve telekom gibi “para basan” bazı kilit sektörlerin ihale edilmesi gibi sırayla gelen mamalar, ağlayan aç kurtların önüne pek kardeş payı gözetilmeden ama kimseyi de aç bırakmadan atılmaya başlandı. Buna ek olarak AB ile entegrasyonun yanına Kafkasya ile, Türkî Cumhuriyetlerle (Alman ve ABD tekellerinden arta kalan mütevazi boşluklarda) ilişkilere önem verildi ve son olarak ABD gölgesinde oynanacak yarı komik-yarı trajik bir Ortadoğu liderliğinin yaratacağı pazar, ağızları sulandırmaya başladı.
Restorasyon-ekonomik yeniden yapılanma-hakemler
Bütün bu çalkantılı dönemde hakemlik yapmaya soyunanlar, restorasyonun başlangıcına kadar hor görüldü. Ancak RefahYol hükümetinin düzene verdiği zarar, çıkar hiyerarşisini etkilemeye başlayınca dananın kuyruğu koptu. Şu anda yukarıda kısaca bahsedilen rantların paylaşımı çok daha programatik ve bir “hakem” gözetiminde yapıldığı görüntüsünü veriyor. Güneş Taner, Işın Çelebi gibi üçüncü sınıf kadroların görüntüdeki hakemliğinden çok ötede, AsParti otoritesi altında, prestijini kaybetmemiş bir takım teknokratların ve perde arkasındaki en büyüklerin pazarlığının sonucunda kontrollü bir süreç işlemeye başladı. Bu süreçte askerlerin işten anladığını söylemek çok güç. IMF’ye, büyük burjuvaziye ve teknokratlara eşit mesafede durarak kimin haklı olduğunu sezmeye çalışıyor ve doğru ya da yanlış, dönem dönem birilerine yetki veriyorlar.
-IMF Güneydoğu Asya krizi sonrası ciddi prestij kaybına uğradı ve emperyalist sermayenin danışmanı rolünü biraz geriye çekti. Yine de Türkiye için özellikle “sosyal güvenlik reformunu yapmadan güvenli yatırım yapılamaz” diyor.
-Asparti ise, dinci ve faşist gericiliğin parasal kökenlerini kurutmak, en azından marjinalize etmek peşinde. Diğer taraftan silah sektöründe danışmanlık ve yönlendiricilik yaparak burjuvaziyle aralarındaki güven bağlarını güçlendirmeye çalışıyorlar.
-Büyük burjuvazi, rant ekonomisinin kendiliğinden dinamiklerinin katastrofa gideceğini anladığından elindeki nakiti devlete borç verip çevirerek çarpık bir mekanizmayı işletmek yerine, devletin boşaltacağı alanlara ve silah sektörüne para yatırıp tekstil, bankacılık, inşaat gibi kimi sektörleri terketmeye hazırlanıyor.
“Teşbihte hata” olabilir
Türkiye kapitalizminin gelişim seyri içinde bir “kuruluş” süreci olarak 1930’lar dışarıda bırakılarak, yukarıda sermaye birikim sürecinin evrimi açısından “sağlam kazık aranışı” olarak ifade edilen benzer iki dönem tanımlandı. Hem 50’ler hem de 80’ler sermaye birikiminin “sağlam kazığa bağlanma”ya dönük aranışları gündeme getirecek kadar hız kazanmış olduğu dönemler. 60’lar ve içinden geçmekte olduğumuz dönemde sözkonusu birikimin “sağlam”a alınmaya çalışıldığı kesitler.
Sermaye birikiminin hem ölçeği hem de derinleşme düzeyi farklı olmakla birlikte temel yönelimleri açısından 50’ler ve 80’ler arasında paralellik kurmakta bir sakınca yok. Ancak iş “sağlam kazık aranışı” olarak ifade ettiğimiz, sözkonusu birikimin realize edildiği dönemlere yani 60’lar ve içinde bulunduğumuz kesit arasında paralellik kurmaya geldiğinde iş biraz daha karmaşıklaşıyor. Önümüzdeki dönemi iktisadi süreçler açısından 60’lara benzetmenin önünde bir dizi engel var. Burada işin doğrudan siyasi yanına pek girmeyeceğiz. Bu yayın da dahil olmak üzere yayınlarımızda bu konuda oldukça fazla yazıldı, yazılmaya devam ediyor. Siyasi süreçler, iktisadi süreçler ayrımının yanlış anlamalara meydan vermemesi için bir alıntı ve iki temel hatırlatma yapmakta yarar var:
“…27 Mayıs bir yanıyla, kapitalizmin gelişimiyle ortaya çıkan, egemen sınıfın iç kompozisyonu ile siyasal-ideolojik üstyapı arasındaki denksizlik durumunu halletmiştir. Ancak darbenin asıl anlamı bir sınıf fraksiyonunun diğerine karşı harekatı değildir. 27 Mayıs, düzenin toptan krizini hangi düzen güçlerinin çözeceği sorusuna verilmiş bir yanıttır.
Tarım, ticaret ve sanayi burjuvazileri arasındaki sorunlar bir gerçektir. Ancak bu kesimlerin ordu ve siyasi partileri kullanarak bir hesaplaşmaya girdikleri yorumu doğru değildir. Böylesi bir kestirmecilik siyasal süreçleri perde arkasındaki patronların komplosu olarak kavramaya yol açar. Üstelik siyasal süreçlerde gizli başka ve çok önemli zenginlikler de bu komploya kurban edilecektir” 9 .[GİRİTLİ Aydın]
Bu alıntı iki temel hatırlatmayı barındırıyor: 1) Ne 27 Mayıs öncesinin, ne de içinden geçmekte olduğumuz dönemin tıkanıklıklarını ve bu tıkanıklıklara karşı atılan kılıçları salt “iktisadi süreçler” ile açıklamak mümkündür. Her iki kesitte de -aslında “zayıf halka” Türkiye kapitalizmi açısından herhangi bir kesitte de- siyasi süreçlerin belirleyeciliği çok daha baskın olmuştur, olmaktadır. 2) Sermayenin iç kompozisyonunda kapitalizmin gelişimine paralel olarak ortaya çıkan değişiklikler ve bu değişikliklerin gerektirdiği ihtiyaçlardan bir “zayıf halka”da “iç hesaplaşma” çıkartmak çok zordur.
İki döneme de damgasını vuran “sağlam kazık” aranışı aynı zamanda sermayenin reorganizasyonu gibi bir anlam taşıyor. 60’lar sermayenin reorganizasyonunun sanayi ve sanayi burjuvazisi lehine gerçekleştirildiği yıllar. Egemen sınıfın iç kompozisyonu, sanayi burjuvazisinin ağırlığının kabulü ile yeniden şekilleniyor. Sermayenin iç kompozisyonu açısından 60’lar hiyerarşinin yeniden belirlenmesi ve dengelerin yeniden kurulması anlamı taşımıştır. Bugün de bir reorganizasyon gündemde olmakla beraber, sermaye sınıfı açısından hiyerarşinin yeniden tanımlanması gibi bir sorun yoktur. Genişleyen birikim olanakları son 20 yılda yeni isimler yaratmış ve bu isimler büyük burjuvazi tarafından “doğal” bir biçimde kabullenilmiş durumda. Ancak ağırlıklar değişse de roller değişmemiştir. Ve yakın dönemde böyle bir olasılıktan söz etmek pek mümkün görünmemektedir.
Burada 60’ları içinde bulunduğumuz dönemden net biçimde ayıran bir farklılığa değinmek gerek, burjuvazinin programatik çerçevesi ile uyumlu bir birikim modelinin varlığı. İçinde bulunduğumuz dönemin en önemli sorunlarından birisi böyle bir modelin yokluğu. Model yokluğu salt Türkiye kapitalizminin dinamiklerinden kaynaklanmıyor, uluslararası dinamikler bu noktada daha önemli bir belirleyen. Dünya çapında bir model sıkıntısından söz etmek abartı olmayacaktır. Kuşkusuz bu model yokluğunu şiddetlenen bunalım ile birlikte düşünmek gerekiyor.
1960’lar, sanayileşme/işçileşme süreci açısından hem nicel hem de nitel anlamda Türkiye kapitalizminin seyri içinde en özgün sayılabilecek yıllardır. 1980 sonrasının rakamları başta göç olmak üzere 60-70’leri aratmasa bile, söz konusu yıllar gerçek anlamda sanayi proletaryasının ortaya çıkışı anlamında özgünlük taş-yor. Önümüzdeki dönem 60’lardan farklı olarak “üretim sürecine yeni dahil olanlar”ın hareketliliğinden öte, çöpe atılan sektörler ve “üretim sürecinin dışına itilenler”in hareketliliğiyle belirlenecek gibi görünüyor.
Restorasyon programı, uzun vadeli hedeflerini Türkiye’nin önemli bir bölgesel aktör olacağı hesabına dayandırmaktadır. Mevcut güncel verilerle bile son derece tartışmalı olan bu hesap, dünya çapındaki krizin derinleşmesiyle birlikte ıskartaya çıkacaktır. Hesaplar ve olasılıklar dışarıda bırakıldığında bile, uluslararası dinamikler Türkiye kapitalizmine 1960’ların rahatlığını sunmaktan son derece uzaktır.
Bir noktada sermaye düzeninin hakkını teslim etmek gerekiyor. 1990’ların Türkiye kapitalizmi sermaye birikiminin hem genişliği hem de derinliği açısından 1960’ların Türkiye kapitalizmi ile karşılaştırılamayacak kadar gelişmiş durumdadır. Bu “zayıf halka”nın bir “eşik”te duruyor olduğu anlamına gelmiyor. Eşitsiz gelişme soyutlaması, “eşik atlama”nın yani kalkınmanın- tek başına sermaye birikim düzeyinin belli bir ölçeğe ulaşması ile sağlanacağı yanılsamasına kapılmamak için yeterlidir. Ancak daha “doğrusal” düşünenler açısından da aynı dönemde bir bütün olarak dünya kapitalizminin gelişim seyri ile Türkiye kapitaliz-minin gelişim seyrini karşılaştırmak böyle bir yanılsamayı üretmemek için yeterli olacaktır. Ancak sonuç olarak 90’ların sonunda Türkiye kapitalizmi çok daha zengin ve karmaşık dinamikler taşıyor 10 .
1960’larda gerçek anlamda sermaye sınıfı açısından “sağlam kazığa bağlanma” ya da “kök salma” olarak işleyen daha çok “yeni oluşan kabuğa gösterilen hassasiyet” ile tanımlanabilecek süreç, 1990’ların sonunda bir tür “kabuk değiştirme” olarak tanımlanabilir.
İki önemli risk bize yazıyor
Restorasyon sürecine paralel hız kazanan reorganizasyon ihtiyacının sermaye sınıfı açısından taşıdığı iki risk, sınıf mücadelesi dinamiklerini besleyecek. Burjuvazi açısından birinci risk, burjuvazinin kâr oranı daha yüksek alanlara kayarken hızlı bir sanayisizleşmenin ve dolayısıyla işsizleşmenin önünü açacak oluşudur. İkinci risk ise burjuvazinin daha kârlı alanlara geçerken en büyük güvencesi olan nakit birikimlerinin zannedilenin aksine sermayenin değersiz-leşmesi sürecinden muaf olmayışıdır. Açarsak:
-Sanayisizleşmenin getireceği sınıfsal altüst oluş dinamikleri:
Yukarıda da değinildi; önümüzdeki dönem 60’lardan farklı olarak tekstil başta olmak üzere imalat sanayiinin bazı sektörlerinin, turizm, bankacılık gibi hizmet sektörlerinin özellikle büyük burjuvazi nezdinde “gözden düşeceği” bir dönem olacak. (Hem tekstil hem de turizm için bunu şimdiden söylemek mümkün. Burada “gözden düşme”, ya da “çöpe atmayı” bütün olarak bu sektörlerde yer alan işletmelerin kapanması olarak anlamamak gerekiyor. Bu sektörlere dönük ilginin azalması, yatırımların azalması vs. olarak anlaşılmalıdır). Bu sektörlerin emek-yoğun olduğu düşünüldüğünde işsizliğin önemli ölçüde artacağını öngörmek kehanet olmaz. Büyük burjuvazinin bazı sektörleri hızlı bir biçimde “çöpe atma” konusundaki hesapsızlığı sınıf hareket(sizliğ)ine olan güveninden kaynaklanmaktadır. Türkiye kapitalizmi tarihinde belki de ilk kez, kitlesel bir biçimde “işçileşmiş” bir kitlenin yedek işgücü ordusuna dahil oluşu yaşanacaktır.
Önümüzdeki dönem sınıf mücadelesinde yeni araçları ve hesapları zorunlu kılmaktadır.
-Üretim sürecinin dışına çıkarılan sermaye birikiminin de krizlerin yarattığı sermayenin değersizleşmesi sürecinden muaf olmaması:
Üretim sürecindeki sermaye birikimi hızla değersizleşir ve sermaye kendine daha kârlı alanlar ararken, burjuvazi açısından bir güvence de üretim sürecinin dışına çıkarılmış bulunan sermaye birikimidir. Üretim sürecinin dışında bulunan, ama finansal süreçlerde değerlendirilen nakit birikimin değersizleşme sürecinden muaf olamayacağı açık. Burada İsviçre bankalarından, burjuvazinin kasalarına “yastıkaltı” nakit birikimi hatırlatılabilir. Ancak bu birikimin de dünya çapında yaygınlaşan krizle birlikte uluslararası düzeyde yaşanan sermayenin değersizleşmesi sürecinden muaf olacağı düşünülemez.
“Kâr oranının yükseltilmesinin en önemli yöntemi, kuşkusuz, emek üretkenliğinin artırılmasıdır. Emek üretkenliğinin artışı, toplumsal sermayenin düşük üretkenlik düzeyinde üretim yapan bölümlerinin piyasadan çekilmesini, sermaye olarak işlev görmemesini, bunların yerini, zaman içinde, daha yüksek üretkenlik düzeylerinde çalışan sermayelerin almasını gerektirir. Canlılık dönemlerinde ekonomi sürekli büyüdüğü, pazarlar genişlediği, kâr oranı yüksek olduğu için, en zayıf sermayeler bile genel gelişmeden nasibini alır ve piyasada tutunmayı becerebilir kural olarak. (Bir bölüm zayıf sermaye, somut koşullara bağlı olarak, canlılık döneminde bile elenip gider kuşkusuz). Ama bunalım pazarları daraltınca, kâr oranı hızla düşünce, zayıf sermayelerin direniş gücü de azalır. Bunların önemli bir bölümü, kıyasıya rekabetin sonucunda, ya daha güçlü sermayelerce yutulur, veya doğrudan doğruya iflas ederek piyasadan ve üretimden çekilir.
Bu süreç, marksist teoride sermayenin değersizleşmesi olarak kavramlaştırılır. Bu kavram, toplumsal sermayenin bir bölümünün değer ve sermaye biçimlerini yitirerek, üretim aracı olmaktan çıkmasını ifade eder. (Bu anlamda, sermayenin, artı-değerin mülk edinilmesi yoluyla genişlemesi demek olan değerlenme sürecinin karşıtıdır.) Sermayenin değersizleşmesi, toplam sermayenin en zayıf bölümlerinin üretimden çekilmesi yoluyla üretkenliğin artırılmasının koşullarını hazırlar”11 . [SAVRAN Sungur]
Türkiye’de sermaye, başta savunma-silah sanayi olmak üzere emek üretkenliğinin daha yüksek olduğu alanlara kayarak sermayenin değersizleşmesi sürecinin önüne geçmeye çalışıyor. Değersizleşmenin önüne geçildiği nokta, bunalımdan çıkışın önünün de açıldığı nokta olacaktır. Sermaye sınıfı açısından tabii! İşçi sınıfı açısından ise tarihinin en derin yıkımlarından biri olacağına kuşku yok. Türkiye işçi sınıfının 2000’e dönen günlerde yıkım girişimlerine başka bir “yıkım” girişimi ile karşılık vermekten başka şansı yok…
Dipnotlar ve Kaynak
- BORATAV Korkut; Türkiye Tarihi 5. cilt (Bugünün Türkiyesi içinde), Cem Yay.
- Tüm Avrupa’da son on yılda tekstil-konfeksiyon sektörü üretimi yüzde 50’ye yakın azalmış durumdayken bu ürünlerin tüketiminde herhangi bir değişiklik olmamış. Üretimin delokalizasyonu olarak adlandırılabilecek bu süreç, Avrupa’da eski Doğu Bloku ülkeleri, Kuzey Afrika ve Türkiye’ye; ABD’nde ise Nafta aracılığıyla, başta Meksika olmak üzere diğer Amerika ülkelerine “kaydırma” ile çalışıyor. Bu süreçte ucuz işçilik, riske edilen sermayenin önemsizliği, vs. önemli rol oynuyor.
- BUĞRA Ayşe; Devlet ve İşadamları, İetişim Yay., İstanbul; 1995
- a.g.e.
- a.g.e.
- a.g.e.
- Petrol Ofisi, 1 milyar 100 milyon dolara satıldı, Türk Ticaret Bankası ise 600 milyon dolara. Bir dizi sanayi tesisine, ülke çapında dağıtım ağına ve değerli gayrimenkullere sahip, kâr eden bir kuruluşla tabela değeri ve şube ağı dışında avantajı olmayan, aksine mali açıdan borç yüklü bir bankanın değeri arasındaki oran makul değil.
- İSO 500 Büyük Sanayi Kuruluşu 1996 ve 1997 verileri
- GİRİTLİ Aydın; “Bitmeyen Tartışma: 27 Mayıs”, Gelenek 52, İst. 1996, s.33
- Örneğin İSO 500’ün 1997 yılı itibariyle üretimden satışlar toplamı yaklaşık 40 milyar dolar civarında. Bu uluslarası düzeyde orta büyüklükteki tekellerden birinin cirosuna esit. GM gibi dev tekellerin yıllık cirosu (178 milyar dolar civarında), Türkiye’nin toplam GSMH’sına yakın.
- SAVRAN Sungur; “Yeni-Liberalizm”, Dünya Kapitalizminin Bunalımı içinde, Alan Yay., İst., 1988 s.49