Geçen yıl, SES Genel Merkez Eğitim Komisyonunda “Nereden Başlamalı?, Nasıl Yapmalı?” isimli bir broşür çıkardık 1 . Daha sonra broşürde geliştirdiğimiz yaklaşım doğrultusunda Ekim 1997’de Yalova’da bir eğitim toplantısı gerçekleştirdik. O toplantıda Türkiye solu için kısmen yeni sayılabilecek “aktif eğitim modelleri” üzerinde durmuştuk. 1998 yılı içinde de SES Genel Merkezi Eğitim Komisyonunda bu yönde çalışmalar sürüyor. Bu yazı, Yalova’da sunulan metnin genişletilmiş halidir.
Bu arada SES eğitim broşürünü hazırlarken birlikte çalıştığımız Mahmut Konuk arkadaşımız başka bir gerekçeyle Ulucanlar cezaevine konuldu. Sendikal eğitime dair bir değerlendirme sunacağım bu yazıya halen cezaevinde yatmakta olan Mahmut arkadaşımızı selamlayarak başlamak istiyorum.
Sendikalarda eğitim, belki en çok konuşulan ama konuşulduğu ölçüde değerlendirilemeyen bir başlıktır. Çünkü sendikalarda eğitim insanı dönüştürmek ve geliştirmek isteyenler için ilk bakışta sihirli bir değnek gibi görülen ama yol katedenleri bir süre sonra deyim yerindeyse bezdiren ve kronik yorgunluğa sevke-den bir uğraştır.
Son yıllarda mücadeleci yanlarıyla öne çıkan kamu emekçileri sendikalarından örnekler verirsek, ilk başlarda seminer verilerek yapılan anlatımlardan çok şey beklenmiş ama zaman içinde bu beklenti yerini eğitime olan inançsızlığa devretmiştir. Bugünlerde sendikalardaki eğitim komisyonlarında esen hava, “seminerlerle pek birşey olmuyor” yönündedir.
Uygun olmayan konu seçimleriyle, kuru anlatımlarla, inançsızlıkla ve tüm bu başlıkların bileşkesi olarak perspektif yoksunluğuyla yapılan ve giderek adet yerini bulsun anlayışıyla yürütülmeye çalışılan seminerlerden elbette çok birşey beklenemez. Herşeyden önce, eğitim başlığını arada bir anlatılan seminerlerden baret görmekten kurtulmak gerekir.
Bu yazıda, sendikal eğitimden ne anlamak gerektiği üzerinde duracağız. Sadece genel bir çerçeve sunmanın ötesinde sendikal eğitimlerde karşılaşılan pedagojik sorunları ve çözüm önerilerini ele alacağız.
Eğitim nedir?
Bir an için sendikalardaki eğitim tartışmalarından daha genel bir başlığa sıçrayalım ve soralım; eğitim nedir?
Böyle bir soruya çok ilginç ve farklı yanıtlar bulunabileceğine kuşku yok. Eğitim, kapitalist üretim biçimine geçişle birlikte, ilk başlarda üretimde verimi artırmak için kitleleri yönlendirmek ve üretime katmak için en gerekli kitlesel sistematik yönlendirmenin metodolojisi olarak gelişti. Üretimde verimi artırmak gibi bir hedefle kurumsallaşan eğitim, kısa süre içinde kitlelerin tepkilerini kontrol altında tutmak fonksiyonunu da yüklendi. Hatta zaman içinde eğitimin bu yanı polis, ordu gibi zor aygıtları yerine kullanılabilecek kadar öne çıktı. Prusya’da Johann Fichte, devletin eğitime en az milli savunmaya harcadığı kadar para harcaması gerektiğini ileri sürüyordu.
“Bizim önerdiğimiz milli eğitimi evrensel olarak uygulayan Devlet içine yeni bir genç nesil dahil olduğu andan itibaren, özel bir orduya hiç gereksinim duyulmayacaktır çünkü o zamana dek hiçbir neslin elinde olmayan bir orduya sahip olacaktır 2 . [Johann FİCHTE]
Modern sınıfların geliştiği kapitalist devlet, eğitimi bir tahakküm aracı olarak geliştirdikçe bu durumu farkeden ve eleştiriler geliştirmeye başlayanlar oldu. Bu eleştirilerin bir kısmı anarşistler tarafından dile getirildi. Okul ve eğitim eleştirileriyle tanınan ondokuzuncu yüzyıl anarşistlerinden birisi Max Stirner’dir. Stirner, 1840’larda Marx ve Engels’le birlikte Berlin’de Genç Hegelcilerin toplantılarına katılan yoksul bir öğretmendir. Stirner’e göre jandarmayı insanların kalbine yerleştirmek modern devletin hedefiydi 3 . Bu saptamayı yaptıktan sonra Stirner, herkesin kendi aklına sahip olması gibi bir sonuca ulaştı. Bu biçimiyle eğitimi bireysel bir sorun olarak ortaya koyması yüzünden Manc’ın sert eleştirilerine maruz kaldı. Stirner kapitalist eğitimin anarşizan eleştirilerinin önemli isimlerinden birisi olarak anılmaktadır.
Marx ve Engels anarşistlerin tepkisel ve aynı zamanda kaçınılmaz olarak bireysel çıkışları yerine bütünsel ve toplumcu bir bakışı ortaya koymuşlardır.
Türkiye’de “Özgür Eğitim” kitabıyla tanınan Joel Spring, Stirner’in eğitime bakışını radikal eleştiri geleneğinin ilk halkası olarak tanımlamaktadır. Spring’e göre ikinci radikal gelenek, bilinç seviyelerini yükselterek düşünce ve eylemi ideolojik denetimden kurtarmaya çalışmıştır. Bu yaklaşım kökenini marksizmden alır. Spring en yetkin modern temsilcisinin Paulo Freire olduğunu ileri sürmektedir. Yine Spring’e göre, A.S. Neill ve Wilhelm Reich’ı da kapsayan üçüncü bir gelenek daha vardır ve karakter yapısının değişmesini vurgulamaktadır 4 .
Spring, kitabında eğitim eleştirisinin tarihsel gelişimini ele alıyor. Eğitimin ne olduğunu tartışırken Spring’in sınıflandırmasında en eksik bölüm marksist gelenektir. Bütünselliği ve toplumsallığı temsil eden bizim “geleneğimizi” hatırlatmak ve hatırlatmanın ötesinde hayata geçirmek bizler için bir zorunluluk olmuştur. Üzerine bastığımız Türkiye topraklarında anarşizm ile yakın akraba liberal solun pespayeliğini gördükçe anarşist ve bireyci geleneğe karşı marksist vurgu daha başka bir anlam kazanmaktadır.
Diyalog nasıl olmalı?
Joel Spring tarafından Marksist gelenekten sayılan ama bizce biraz temkinli yaklaşılması gereken Paulo Freire ile devam edelim. Paulo Freire kendi eğitim yöntemini şöyle açıklıyor:
“…Bununla birlikte bizim görevimiz, insanlara kendi eylemlerini açıklamak değil, eylemleri hakkında onlarla konuşmaktır”5 . [Paulo FREİRE]
Latin Amerikalı Paulo Freire, hayatını eğitime adamış bir eğitimci. Sendika eğitimcisi değil ama okuma yazma oranının çok düşük olduğu Latin Amerika ülkelerinde okuma yazma öğretirken öğrencilerini devrimcileştirmeye hayatını adamış bir devrimci. Eğitimin, eğiten ile eğitilen arasındaki diyalektik bir ilişki süreci olduğunu çok iyi kavramış ve bunu çok iyi anlatabilen bir eğitimci. Buraya alıntıladığımız cümlesinde Freire, insanın öğrenebilmesi için herşeyden önce bir eylemin içinde olması; kendi eylemi hakkında düşünmesi ve düşündüklerini paylaşması gerektiğini vurguluyor.
Paulo Freire’nin altını çizdiği eğitim yöntemi, sendikalardaki kadroların eğitimi için kesinlikle izlenmesi gereken yoldur. Ancak burada “eylemleri hakkında konuşmak” cümlesiyle “konuşmak” eyleminin kendisi, Paulo Freire tarafından olabildiğince tarafsız gösterilmeye çalışılmıştır. Bu tarafsızlaştırma, yaklaşık 50 yıl önce Lukacs’ın yaptığı “kitlelere kendi eylemlerini açıklamak” 6 tanımından farklılaşmanın bilinciyle yapılmıştır.
Lukacs’ın tanımından yine bir eylem ortaklığı içinde birilerinin, bir kişinin, bir grubun ya da bir partinin doğru olanı, diğerlerine (burada kitleye) anlatması ve doğru yolu göstermesi anlaşılmaktadır. Türkiye’de sol çevreler arasında 1990’lı yıllarda çok sevilen Freire ise birilerinin “anlatması” yerine karşılıklı “konuşma” edimini bilinçli olarak tercih etmektedir.
Freire’nin bu tercihini yaparken 1980’li ve 90’lı yıllarda sol içinde pek moda olan “öznesizleşmenin” etkisinde olduğunu görmeden edemeyiz. Ama, bizim şu anda sendikalarda sıkıntısını duyduğumuz bir noktaya işaret ettiği için de önemsemek durumundayız. Burada Freire’ın vurgusundan öğreneceğimiz şey, anlatırken anlatılanın içeriği yanında nasıl anlatıldığının da önemli olduğudur. Sendikalarda da gördüğümüz kadarıyla anlatım biçimi ve tekniği alıcı durumda olan kişinin ikna edilmesi için çok kritik olabilmektedir. Bu anlatımın karşılıklı iletişim havasında gelişmesi son derece önemlidir. İşte bizler etkileşimin bu yanma özen göstermeli, yine Freire’nin kitabında sıkça sözünü ettiği “diyalog” yönteminde yetkinleşmeliyiz. Ama Diyalog denilen şeyin karşılıklı bir etkileşme ve değiştirme süreci olduğunu çok iyi kavrayarak… Tarafsızlığı asla kabul etmeden…
Diyalog kurarken tarafsızlık söz konusu olduğunda Freire ile aynı şeyleri düşünmemiz mümkün değildir. Çünkü Freire “Diyalog kurmak” esprisini yanlış bir sonuca vardırmaktadır:
“Bizim görevimiz dünyaya kendi bakışımızı halka anlatmak değildir. Hele bu bakışı onlara dayatmaya kalkışmak hiç değildir. Bizim görevimiz halkla, onun ve bizim görüşlerimiz hakkında diyalog kurmaktır”7 . [Freire]
Böyle diyalog olur mu?
Türkiye solunun kimi kesimlerinin bir yanıyla anarşistleşip, bir yanıyla liberalleşirken biz Marksistlere “dayatmacı” olarak saldırmaya kalkıştıkları bir dönemde Freire’ın taraftar toplamasından daha doğal ne olabilir? Marksistlerin diyalog anlayışı Freire’ın kastettiği diyalogun taban tabana zıttı olmak durumundadır. İşçi sınıfını etkileme ve dönüştürme gibi bir amacımız olmayacaksa neden ve nasıl siyaset yapacağız?
Aslına bakarsanız, bu karşılıklı etkileşimi en “diyalektik” biçimde ifade edenlerin ilki Kari Marx’tır. Kari Marx tam 150 yıl önce Feuerbach üzerine yazdığı 11 tezden üçüncüsünde şöyle diyor:
“İnsanların, koşulların ve eğitimin ürünü oldukları, dolayısıyla değişen insanların başka koşulların ve değişen eğitimin ürünü oldukları şeklindeki materyalist öğreti, koşulları değiştirenin insanlar olduğunu eğitimcinin kendisinin de eğitilmesi gerektiğini unutur”8 . [Karl MARX]
Görüldüğü gibi, eğitim sırasında eğiticilerin de aslında bir eğitimden geçtiğini ilk vurgulayanlardan birisi Kari Marx olmuştur. Gerçekten de eğitim, insana dair diğer eylemlerde olduğu gibi karşılıklı bir etkileşim sürecini anlatır. Sözcüğü yıpratmamak pahasına az kullanılmasını tercih ettiğim “diyalektik”i işte tam burada yerli yerinde devreye sokabiliriz. Diyalektik ilişkinin iki kutbunu günlük yaşantımızdan çok yakından tanımaktayız. Bu iki kutbu; özne-nesne, düşünce-eylem, eğitimci-eğitilen, öğretmen-öğrenci, öncü- kitle, merkez yönetici-üye gibi karşılıklı konumlarda tanımladığımız çok olmuştur.
Kimler eğitilecek?
Sendikal eğitimde de, sadece geçici bir an (moment) için eğitimci ve eğitilen tanımlaması yapmak zorundayız. Asla kalıcı olmayacak böyle bir ayrımı daha çok, eğitim almasını istediğimiz hitap kitlemizi tanımak için yapıyoruz. Hangi kitleye hitap edeceğiz? Hitap ettiğimiz insanlar ne durumdalar? Gerçekten eğitim gibi ya da dönüşmek gibi bir sorunları ya da talepleri var mıdır?
Sermayenin yoğun saldırıları karşısında, bizim hem üyesi olduğumuz hem de hitap alanımızı oluşturan işçi sınıfı ciddi bir biçimde geriletilmiştir. Son 10 yıl içinde sadece Türkiye’de değil, dünyanın dört bir yanında işçi sınıfı gerçekten de alabildiğine geri mevzilere çekilmiştir. Bu gerileme sadece siyasal alanda olmamış, ideolojik, örgütsel ve psikolojik alanda da kendisini göstermiştir.
Siyasal alanda işçi sınıfının gerilemesi bir tek işçinin psikolojisine nasıl yansır? Konumuz sendikal eğitim olunca bir tek işçinin psikolojisi de önem taşıyor.
Hitap alanımız içindeki işçinin psikolojisine değinmeden önce, kendi alanlarında tıkanma yaşayan Türk ve Kürt sendikacılarının bu kitleyi nasıl gördüğünü irdelemek istiyorum.
Son yıllarda sendika aktivistlerinin kafalarındaki “kitle” kurgusunun Franz Fanon’un değerlendirmeleriyle giderek benzeştiğini düşünüyorum. Bu saptamamı açabilmem için kısaca Franz Fanon üzerinde duralım.
Franz Fanon’un “Ezilenlerin Psikolojisi” ve “Yeryüzünün Lanetlileri” isimli kitaplarını siyasal açıdan geriletilmiş insanın psikolojik durumunu inceleyen çalışmalar olarak görebiliriz. Fanon, Yeryüzününün Lanetlileri isimli kitabında “sömürgeleştirilmiş insan” tanımlamasını kullanıyor:
“Sömürgeleştirilmiş insan, kemiklerinde birikmiş olan bu saldırganlığı, ilk olarak kendi insanlarına karşı dışavuracaktır. Bu, zencilerin birbirlerini dövdükleri, polisin ve yargıcın Kuzey Afrika’daki şaşırtıcı suç dalgası karşısında ne yapacaklarını bilemedikleri zamanlardır”9 . [Franz FANON]
Fanon, sömürgeleştirilmiş insanın diğer insanlarla olan ilişkilerini de irdeliyor. Buna göre, sömürgeleştirilmiş insan tepkilerini ezenlere karşı değil de çoğu kez kendi grubunda bulunan insanlara yöneltiyor. Ezenlere karşı ise hayranlık ve korku gibi duyguları birarada besliyor.
Fanon’un bu tanımlamaları ülkemiz insanı için ne ölçüde geçerlidir? Aynı kavramları kullanmasak bile, kendi insanımızın da akıl almaz ölçülerde geri tepkiler geliştirdiğine her gün tanık olmuyor muyuz? Ancak örgütlenme alanımızı oluşturan ezilenlerin, sömürülenlerin ya da Fanon’un tabiriyle sömürgeleştirilenlerin tamamen dışımızda bir nesne olarak ele alınması da bir sınırdan sonra bizleri yanlış bir yere sürüklüyor.
1980’li yıllarda sermayenin işkenceli, toplu tüfekli saldırısına rağmen mücadele edenler, içinde örgütlenmeye çalıştıkları kitlelerden duyarlı yanıt alamadıklarında sorarlardı: “İnsanlar neden bu kadar duyarsız?” diye… İnsani bir yan taşıyan ve belki de bir yorulmuşluğun ilk sinyali olan bu soru 1990’lara gelindiğinde kimi kesimlerin kafasında aciz kalman durumlar için bir yanıt olmaya başladı. Böylece insanların duyarsız olmaları verili bir durum olarak algılandı. 1990’h yılların sonuna gelindiği bugünlerde ise insanlar ne duyarsızdır ne de ilgisiz… Sadece çuvaldızı önce kendimize batırmamız gerekmektedir.
Yeri gelmişken, kapitalist işletmecilerin de sıkça atıfta bulundukları anonimleşmiş bir anekdot aktarmak istiyorum. Küçük ölçekte düşünen insanların diğer insanlarla; orta ölçekte düşünenlerin olaylarla; büyük ölçekte düşünenlerin ise projelerle uğraştıkları söylenir. Evet, bizler de gözümüzü daha büyük projelere dikmeliyiz. Bizim projemiz toplumun bir bütün olarak dönüştürülmesi projesidir. Bu projenin adı sosyalizmdir. Bizler, elbette insanlarla da uğraşacağız, olaylarla da… Ama bu uğraş sosyalizm kapsamında, onun eteklerinde olmalı.
Aynı sömürü koşullarında yaşadığımız işyerlerinden arkadaşlarımızın da bizler gibi örgütlü mücadelede yer almaları gerekirken neden geri duruyorlar? Geri durmak için ne gibi gerekçeler öne sürüyorlar? Bilinen gerçekleri tekrarlamak pahasına sıralayım:
1-Fiziksel yorgunluk ve bitkinlik: Pek çok insan, işten arta kalan zamanda dinlenmesi gerektiğini ileri sürüyor. Kapitalist yaşam koşullarının çok çeşitli mesleksel hastalıklara yol açtığı doğrudur. Bu mesleksel hastalıklardan birisi de kronik yorgunluk sendromudur. Daha çok emekçilerde görülen bir sendromdur bu. Erken yorulma, konsantrasyon güçlüğü, sürekli başağrısı vs. gibi kronik yorgunluk sendromu altında toplanabilecek yakınmalar 10 çevremizden sıkça duyduğumuz sözler…
Sermayedarlar bu hastalığa çok fazla yakalanmıyor. İstediklerinde işe gitmeyebiliyor, yüzebiliyor ya da tenis oynayarak rahatlayabiliyorlar. Kronik yorgunluk sendromu emekçiler için var.
Peki biz emekçiler için yeni bir düzen kurana kadar bu işin çaresi nedir? Çok kısaca söyleyelim: Hayatı anlamlı kılacak yeni mücadele alanları açmak… Mücadele ettiğimiz alanı sevmek ve sevdirmek… Sendikamızı ve sendikal mücadelemizi severek ve isteyerek gelinen bir alan haline getirmek. İyi ama nasıl? Bir insan yaptığı bir işe inanırsa coşkusunu duyabilir ve başkalarına da sevdirebilir. İnanmışlık ve adanmışlık yoksa sendikal mücadeleyi başkalarına sevdirmemiz ve hareketi genişletmemiz mümkün değildir.
Özetle, kronik yorgunluğun önüne geçebilmemiz için inanç ve coşku sayesinde bir enerji yükselmesine ihtiyaç bulunmaktadır. Çelişkili gibi görülebilir ama, eğitimin önünde bir engel olduğunu varsaydığımız kronik yorgunluk ancak ve ancak yine eğitimle aşılabilecektir.
2-Sendikal faaliyete duyulan güvensizlik, karamsarlık: Emekçilerin büyük çoğunluğu sendikal faaliyete ilgi duymuyor, güvenmiyor. Bu tablonun tersine çevrilmesi görevi bizlere düşüyor.
3-Egemen olan “bilgiyi basite indirgeme yöntemi” ve olaylara bakışta yüzeysellik: Sermaye düzeni bilgiyi bir meta haline getiriyor ve insanlara sunuyor. Sermayenin günlük gazeteleri ve televizyonları her gün her dakika bu yöntemle çalışıyor. Sendikal eğitim en başta bu kolaycı ve basite indirgeyici yöntemi hedef almalı ve değiştirmeyi gözetmelidir.
Sendikal eğitim birey için neler sağlayabilir?
Siyasallaşırken sosyalleşme ya da tersi… Ama her iki durumda da siyasallaşmak…
Bireyin sosyal bir varlık haline gelme süreci siyasallaşmasıyla içice giden bir süreçtir. Kapitalist düzenin, insanları sahte yaşam alanlarına ittiğini her gün karşılaştığımız örneklerinden görüyoruz. Sahte (ya da moda deyimle sanal) yaşam örneklerine burada girmek gerekli değildir.
Siyasallaştırıcı ortamlar ise, kişilerin kendi gerçeklikleri ve toplumsal gerçeklikle yüzyüze gelebilme olanağı sunarlar. İnsan ancak bu yolla sahte yaşam görüntülerinin farkına varır ve gerçek bir insan olur. Tam bu noktada sendikal mücadelenin insanlarının henüz sosyalleşmekte olan insanlar oldukları unutulmamalıdır. Yanlış anlaşılmasın ama, pedagoji bilmek önemlidir.
Bunun dışında maddeler halinde sayabiliriz:
sorgulama yeteneği,
disiplinli tartışma becerisi,
eğitimin sadece bir zihinsel zorlanma değil, dinlenme ve zevk alma fırsatının da yakalandığı bir etkinlik olarak algılanması,
toplumsal olayları analiz yeteneğinde artış,
sorunları kişiselleştirmek yerine serinkanlı yaklaşım,
yazı yazma ve kendini ifade etme becerisi,
sendikal politikaların yaygınlaştırılmasında çabukluk,
siyasal çizgi etnik köken mezhepsel ayrımların aşılması,
sendikal faaliyete genel bir ilgi artışı vs.
Ve tüm bunların sonucu ya da bileşkesi olarak işçi sınıfının siyaset yapmayı öğrenme imkanı…
Emekçilerin siyaset yapmayı öğrenmelerini ve siyaset yapmalarını istiyorsak, sendikalardaki eğitim çalışmalarını doğru değerlendirmeyi iyi öğrenmek durumundayız. Herşeyden önce eğitim çalışmalarını yukarıda belirttiğimiz gibi bir bütünün parçası olarak ele almalı ve eğitim için ayrılan saatleri de cazip hale getirmeliyiz.
Eğitimi cazip hale getirmenin birinci yolu hedef kitlemizi bir an önce aktifleştirmekten geçiyor. Bunun temel yolu siyasallaşmaktan geçiyor. Ancak ek bir katkı olarak da aktif eğitim yöntemlerini çok iyi öğrenmek ve kullanmak durumundayız. Uygulayacağımız aktif eğitim yöntemi, şu anda sermaye sınıfının ülkemizde yaygın olarak kullandığı pasif eğitime karşı anlamlı bir alternatif oluşturabilmen.
Paulo Freire’e göre pasif eğitime “bankacı eğitim modeli” 11 de denilmektedir. Çünkü, bu modele göre öğrenciler birer yatırım nesnesi, öğretmen bir yatırımcı, eğitimin kendisi ise tasarruf yatırımı olarak kabul edilir. Öğretmen iletişim kurmak yerine tahviller çıkarır ve öğrencilerin sabırla aldığı, ezberlediği ve tekrarladığı yatırımlar yapar. Çok yakından bildiğimiz bu yönteme göre;
“eğitimin görevi zaten kendiliğinden meydana gelen bir süreci organize etmek, doğru bilgiyi oluşturduğunu düşündüğü bilgi yatırımlarıyla öğrencileri doldurmaktır”12 . [Jean Paul SARTRE]
Gelelim, sendikalarda geliştirmemiz gereken yönteme… Aktif eğitim yöntemine…
Aktif eğitim
Türkiye’de de son zamanlarda bu yönde adımlar atılmaktadır. Son olarak Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi aktif eğitim uygulamalarına geçmiştir. Bu fakültenin Türkiye’de ilk olan uygulamalarını ilgiyle ve aynı zamanda eleştirel bir merakla izlemekteyiz.
“Araştırma hastaneleri ve üniversiteler halen eğitim verme ve araştırma ikilemi yaşamaktadırlar. Üniversitelerden bağımsız özel araştırma şirketlerinin geliştiği, araştırma dünyasının bu son derece rekabetçi ortamında, üniversitelerde hem çok kaliteli bir eğitim vermek hem de öne çıkabilecek çalışmalar yapmak mümkün müdür?” 13 [RANGACHARI]
Üniversitelerdeki aktif eğitim çalışmalarını bu yerinde soruyla birlikte bir yana bırakalım. Peki bizler sendikamızda aktif eğitim yöntemini nasıl hayata geçirebiliriz?
Grup çalışması
Aktif eğitim çalışmaları sendikal alanda grup çalışması (workshop) biçiminde geliştirilebilir. Bu çalışmanın nasıl yürütülmesi gerektiğini Yalova’daki eğitim toplantısında ele almıştık. Daha öncesinde de yayınlanan “Nereden Başlamalı Nasıl Yapmalı” isimli eğitim broşüründe değinmiştik. Broşürde yazılanlarla aynı şeyleri tekrarlamak yerine işleyiş süreci üzerinden şimdiye kadar düzenlediğimiz grup çalışmaları deneyimlerinin bir değerlendirmesini sunmak istiyorum.
Geçmiş deneyimlerimizi ara aşamalara yıldızlar vererek değerlendirmeye çalışacağım. (*: eksik; **: orta halli, idare eder; ***: yeterli)
A)Hazırlık Aşaması:
1-Hedeflerin saptanması: (**)
Herhangi bir eğitim çalışmasının hedefinin önceden saptanması çok önemlidir. Hedef olabildiğince açık bir biçimde ortaya konmalıdır. Yaptığımız çalışmalarda genel olarak bir hedef ortaya konmaktadır. Ancak kimi zaman bu hedefler fazla genel kalmakta yeterince özele indirgenememektedir. Bir grup çalışması öncesinde hedefler üzerinde uzun uzun tartışmak zaman kaybı değildir.
2-Organizasyon kurulu oluşturulması: (***)
3-Ön Okuma Materyallerinin saptanması ve dağıtılması: (**)
Katılımcılara daha sonra da okuyabilecekleri materyali sunmak yerine, az ama mutlaka okuyabilecekleri ve konuyla yakından ilgili materyal seçmek ve bunları mutlaka önceden ulaştırmak gerekir. Kimi zaman aksayan bir başlıktır.
4-Model öykü: Avrupa ülkelerinde yapılan çalışmalarda model öykü daha çok anlam kazanırken, ülkemizde yapılan çalışmalarda çok da fazla gereksinim duymamaktayız. Ülkenin her bir yanı model öykülerle dolu olduğundan Avrupalılar gibi motive edici ek canlandırıcılara gerek kalmıyor. Bu nedenle olmaması bir eksiklik oluşturmuyor.
5-Sorular listesi (*): Doğru ve yerinde soruları saptamak dünyanın en zor işlerinden biridir. Grup çalışmasının kaderi sorulacak sorulara bağlıdır. Bu nedenle kilit basamaklardan birisidir.
B)Çalışma Günü
1-Küçük Grupların Oluşturulması: (***)
2-Ortak Toplantı: (***)
Bu ilk iki madde olmazsa zaten grup çalışması olmaz.
3-Değerlendirme: (***)
Katıldığımız grup çalışmalarında değerlendirme toplantıları fazlasıyla canlı geçmektedir. Bu canlılığı Türkiye solunun diri unsurlarının her zaman sahip çıktığı eleştiri-özeleştiri mekanizmasıyla açıklamak mümkün.
4-Geleceğe dair planlar: (**)
Bu aşama kimi zaman eksik kalmakta, kimi zaman da gereğinden çok şişirilmektedir. Geleceğe dair planların tümümün gelişmesi gibi bir beklentiye kapılmak doğru olamaz. Ancak yine de olabildiğince makul bir çerçevenin oluşturulması çok önemlidir. Çünkü yapılan çalışmanın bir süre boyunca geliştirilerek devam ettirilmesi örgütlenmenin en temel kurallarından biridir.
5-Rapor: (*)
En eksik bıraktığımız başlıklardan birisidir. Rapor yazımı yapılan bir çalışmanın ne ölçüde ciddi tutulduğunun en güvenilir ölçütüdür. Rapor yazmanın bürokratik ve can sıkıcı bir iş gibi görülmek yerine, çalışmalarımızın geliştirilmesini sağlayan bir basamak olduğu herkese anlatılmalıdır.
—
Grup Çalışması için her ilde ve birimde uygulanabilir bir örnek oluşturması \\ amacıyla tüm bu anlattıklarımızı bir örnek üzerinde somutlayalım.
Özelleştirmeler, sendika aktivistleri ya da ortalama bir sol kültüre sahip insanlar tarafından “genel” olarak doğru bir biçimde algılanıyor. Ancak, bu insanların işyerlerinden, mahallelerinden arkadaşları ise olanlardan bihaber yaşamlarını sürdürüyorlar. Sorun tam da bizlerin bildiği ülke gerçeklerini başkalarına anlatma noktasında başlıyor. Bu sorunu temel alarak il düzeyinde bir grup çalışması tarif edelim.
A)HAZIRLIK AŞAMASI:
1-Çalışmanın hedefi; sağlıkta özelleştirmelerin işyerindeki arkadaşlarımıza anlatılması.
2-Organizasyon kurulu; söz konusu ilin tabip odası, hemşire derneği, SES ,varsa tıp fakültesi öğrencileri temsilcileri vs.
3-Ön okuma materyali; şimdiye kadar yayınlanmış “Sağlıkta Özelleştirmeler” başlıklı kitaplar ve makaleler.
4-Model öykü: Yüksek İhtisas Hastanesi Deneyimi
5-Soru: “Sağlıkta özelleştirmeleri işyerindeki ya da okuldaki arkadaşınıza en çarpıcı bir biçimde nasıl anlatırsınız?” Bunun için her türlü yaratıcılığınızı kullanınız. Örneğin bir A4 boyutunda, grafik, resim gibi görsel malzemenin de kullanıldığı bildiri hazırlanması.
B) ÇALIŞMA GÜNÜ:
1-Küçük gruplar: Tıp fakültesi öğrencileri, SES, Oda ve Hemşirelik Derneği birimleri kendi aralarında biraraya gelecekler.
2-Ortak toplantı: Bu birimlerin belirlenmiş bir günde genişçe bir salonda birarada toplanmasıyla gerçekleşecek. Bu toplantıda her birim hazırladığı raporu diğerlerine sunacak.
3-Değerlendirme: Çalışmanın bir bütün olarak değerlendirilmesi eksikliklerin belirtilmesi.
4-Geleceğe dair planlar: Hazırlanan bildiri taslağının ortaklaştırılması. İşyeri çalışmasının gerçekleştirilmesi için süre tanınması. Yapılan çalışmaların bir süre sonra yeniden biraraya gelerek değerlendirilmesi.
5-Rapor: Yapılanların kısaca özetlendiği ve geleceğe dair planların takvimlendirildiği kısa bir rapor yazılması.
—
Aktif eğitim üzerine bu kadar sözden sonra aktif eğitimin bir fetiş haline dönüşmemesi için yerinde bir uyarıyı da aktarmak istiyorum:
“Öğrenciler kendi eğitim süreçlerine katılan heyecanlı, aktif katılımcılar olduktan sonra, yaşam boyu eğitimi sağlayacak faydalı ve önemli bir tutumun kazanılmasının daha öncelikli olduğunu kavradıktan sonra, aktif eğitim yönteminin problem temelli eğitim, kendi yönetiminde eğitim veya Pentagon çıkışlı askeri terimlerle açıklanan yöntemler olmasının bir önemi yoktur” 14 . [RANGACHARI]
Aktif eğitim modelini fetişleştirebilecekleri uyarmak için bir başka alıntı daha:
“Aktif eğitimin gerçekleşebilmesi için istekli öğrenciler, sempatik eğiticiler ve bunlar arasında ilişkiyi sağlayacak bir kurumun oluşturulması gerekir” 15 . [RANGACHARI]
İstekli öğrenci, öğrenmeye motivasyonu olandır. Motivasyon artışı amaç ve perspektifin olabildiğince netleşmesi ile mümkündür. Sempatik eğitici, yaptığı işe inanandır. Ancak ve ancak, inanan bir insanın başkalarını etkilemesi ve dönüştürmesi mümkündür.
Sendikal eğitim çalışmalarının gerçekten dönüştürücü ve geliştirici bir etki yaratması isteniyorsa, Che Guevara’nın söylediği gibi herşeyden önce güçlü sevgi duygularıyla yola çıkılmalıdır. Mücadele eden insanımızı severek… Ama mutlaka inanarak… Mutlaka kendimizi adayarak… Ve çalışarak…
Dipnotlar ve Kaynak
- “Nereden Başlamalı, Nasıl Yapmalı” SES Genel Merkezi Broşür dizisi 1. Hazırlayanlar:Mahmut Konuk, Hatice Temel, Önder Ergönül, Yusuf Özden, Kemal Acar, Evrim Terzioğlu. Katkıda Bulunanlar: Ebru Cihan, Zuhal Ergönül.
- Johann Fichte’den aktaran Joel Spring, Özgür Eğitim, Ayrıntı yayınları, çev. Aysen Ekmekçi, ikinci Baskı, Ağustos 1997, s. 16.
- 3)SPRING Joel, a.g.e., s.33
- SPRING Joel, a.g.e., s.8-9
- FREIRE Paula, Ezilenlerin Pedagojisi Çevirenler: Dilek Hattatoğlu-Erol Özbek. Ayrıntı yayınları, Birinci basım Ocak 1991 İkinci basım Nisan 1995 istanbul, sayfa 33.,
- Lukacs’tan aktaran Paulo Freire, a.g.e., sayfa 33-34
- FREIRE, a.g.e., s.75
- MARX Karl-FRIEDRICH Engels, Theses On Feuerbach, Collected VVorks, Progress Publishers, Moskova 1976, sayfa 3.
- FANON Franz, Yeryüzünün Lanetlileri, Çev. Bayram Doktor, 1985.
- NOYAN Süha, Kronik Yorgunluk Sendromu Dedikleri, Tanı ve Tedavi için Öneriler SST 7, Mayıs-Haziran 1996, sayfa 42.
- FREIRE Paulo, a.g.e., s. 51
- Jean Paul Satre’dan aktaran Paulo Freire, a.g.e., s. 55
- RANGACHARI P.K., “Active Learning in Context” Advances in Physiology Education, vol 13, No 1, 1995
- RANGACHARI P.K., a.g.y.
- RANGACHARI P.K., a.g.y.