1Eşitlikçi ve Özgürlükçü Bir Sosyalizm Yolunda Bir Adım dergisinin Ekim 1999 tarihli 2.sayısında ana gündemi oluşturan konu, Kürt sorunu. Derginin “Merhaba” başlıklı giriş yazısı da bu konuya ilişkin net bir saptama ile başlıyor: “Demirel’in ‘yirmidokuzuncu’ Öcalan’ın ise ‘yirmisekizinci’ dediği son Kürt isyanı bitmiş durumda.” 2
Özellikle Kürt hareketi ile ilgili değerlendirme yazılarından anlaşıldığı kadarıyla, Eşitlikçi ve Özgürlükçü Bir Sosyalizm Yolunda Bir Adım dergisi, bir serbest kürsü yayını değil; belli bir politik doğrultu oluşturmuş bir yayın. Ekim sayısında bu başlıkta bir işbölümü yapılmış ve yazarlar, belli bir çerçeveyi destekleyecek biçimde konuyu farklı yönleriyle ele almışlar. 3
Yazarların Kürt sorununa ilişkin yaklaşımlarıyla ilgili bölüme geçmeden önce derginin giriş yazısındaki değerlendirmeler üzerinden kimi notlar düşmek istiyorum.
Merhaba yazısında, derginin bu sayısının Kürt sorununa ayrıldığı söylendikten sonra, Yargıtay Başkanı Sami Selçuk’un konuşmasıyla ilgili değerlendirmeler başlıyor.
Bu yazıda amaçlananın, gündemi belirleyen bu tartışma üzerinden aslında bir analiz ve kimlik deklarasyonu yapılması olduğunu hissedebiliyorsunuz. Ancak, ikisi de bir türlü yapılamıyor. Yargıtay Başkanı’nın bu konuşmasının Türkiye siyasetindeki gelişmeler içinde neye işaret ettiği sorusunun yanıtı bir türlü bulunamıyor. İşin bu analiz kısmında tek söylenen ‘devlet sisteminin çöktüğü ve geçerliliğini yitirdiği’dir. Bunun dışında ise, iki yerde tekrar edilen bir (tam) sapta(yama)ma (durumu) var ki buradan da pek bir şey çıkartılamıyor. 4
Türkiye analiziyle ilgili bölümü geçelim. Kriz var ve yenilenme gerekiyor deniyor. (Zaten artık herkes bunu söylüyor.)
Yazıda ayrıca, Sami Selçuk’un konuşması sonrasındaki değerlendirmeler üzerinden solun durumuna ilişkin kimi saptamalar yapılıyor ve buradan kalkılarak bir konum beyan edilmeye çalışılıyor.
Bu konuda ise, öncelikle net olarak anlaşılabilen bir şeyi belirtmek isterim: Eşitlikçi ve Özgürlükçü Bir Sosyalizm Yolunda Bir Adım dergisi kendisinin İkinci Cumhuriyetçi olarak nitelenmesinden çekiniyor; böyle nitelenmeyi istemiyor ve buna ilişkin bir hassasiyeti var.
Bu hassasiyet neden kaynaklanıyor?
Bilindiği gibi Sami Selçuk’un konuşması ülkemizde mevcut ideolojik kamplaşmada tarafların bir kez daha kendince gardını almasına neden oldu ve bir tür “konsolidasyon” sağladı. Yine bilindiği gibi, ülkemizdeki bu mevcut ideolojik kamplaşma çeşitli dönemlerde farklı isimlerle anılmış olsa da, bir süredir bir de Birinci Cumhuriyetçiler-İkinci Cumhuriyetçiler saflaşması olarak ifade ediliyor. Elbette biz, bu adlandırmayı kabul etmek zorunda değiliz.
Ama bu iki kanalın varlığını yadsımak, bırakın diğer iddiaları, Türkiye’de siyaset yapma “niyetinde” olanlar için bile mümkün değildir. Türkiye tarihinin çeşitli dönemlerinde çeşitli biçimler ve kombinasyonlarla sahneye çıkan bu kamplar, bugün kendisini ulusalcı demokrat – liberal demokrat diye adlandırabileceğimiz iki biçimde ifade ediyor.
Bugün, düzen siyasetinin bir ucunda Sami Selçuk’un konuşmasından tedirgin olanlar ve diğer ucunda da onu alkışlayanların bulunması bu kamplaşmanın güncel biçimlenişine bir örnek oluşturmaktadır. Eğer siyasi bir adım atmak ve bu konuda görüş beyan etmek isterseniz de, birinden birine dahil olursunuz.
Siyasetiniz ikisine de mesafeliyse, karşı çıktığınız taraf kadar, onun karşısında yer alması nedeniyle aynı safta göründüğünüz tarafı da deşifre eder ve kendi farklılıklarınızı ortaya koyarsınız. Böylece sorun çözülür. Farklılıkları ortaya koymayıp, “biz de böyle düşünüyoruz ama o kamptan da değiliz” demek yetmez. O farklılıkları ortaya koyduğunuzda ise, büyük olasılıkla düzen içinde bir çözüm aramaktan vazgeçmiş ve artık alternatif bir iktidar programı öneriyor olursunuz.
Eşitlikçi ve Özgürlükçü Bir Sosyalizm Yolunda Bir Adım dergisi açısından sorun biraz da bu noktada ortaya çıkıyor. Selçuk’un konuşması ile ilgili değerlendirmelerinde, eleştirel bir mesafenin yanında örtük bir “beğeni” bulunuyor. Özellikle Anayasa değişikliği ile ilgili olarak söylediklerini “Bu ülkenin devrimci ve demokrat insanları yıllardır bu görüşleri dile getiriyorlar” diyerek sahipleniyorlar. Böyle olunca da, bir baskı hissedip bunu düzeltme ihtiyacı duyuyorlar: “Yani şimdi, dincilerin toplantılarına da katılmış ve haydi öyle kabul edelim, din ve laiklik konusunda pek aklımıza yatmayan şeyler de söyleyen bir devlet görevlisi tarafından ifade edildi diye bütün düşüncelerimizden vaz mı geçeceğiz? İkinci Cumhuriyetçi olmamak için ne yapmak lazım; 12 Eylül faşizmini mi savunacağız ?Kimilerinin yaptığı gibi, “82 Anayasası gayrı meşru ise, Yargıtay Başkanı da meşru değil istifa etsin” diye 12 Eylül Anayasası’nın dolaylı bir savunuculuğuna mı soyunacağız? İkinci Cumhuriyetçilik, devrim yasaları, Fethullahçılık vs. diye diye sözde varılan bu en uç noktanın sol düşünce açısından izah edilebilir ve savunabilir bir yanı olabilir mi?” 5
Bu panik halinin nedeni, Eşitlikçi ve Özgürlükçü Bir Sosyalizm Yolunda Bir Adım yazarlarının kendilerine ilişkin kuşkularıdır. Yoksa kimse, “Sami Selçuk söyledi, o “ikinci cumhuriyetçi” çizgiden, artık Anayasa konusunda görüşlerinizi değiştirin” demiyor. Zaten hiç bir zaman böyle denmez. Pek muteber görülmeyen biri tarafından “ifade edildi diye bütün düşüncelerden vazgeçilmez”. O ‘biri’nin bunu söylemesinin bir anlamı olmadığını söylersiniz. Gerçekte bunun arkasında duramayacağını söylersiniz. Sizin savunduğunuz bağlamın farklı olduğunu söylersiniz. Veya ilgili konuda hiçbir şey söylemezsiniz ve kendi söylediğinizi kendi bütünlüğü içinde tekrar edersiniz. vs. vs.
Ama bir baş yazıyı Sami Selçuk’un konuşması üzerinden kurgulayıp sonra da varsayımsal “suçlamalar”a yanıt vermek, okurların başka şeylerden şüphelenmesine bile neden olur.
Farkınızı koyamazsanız, en azından bu nedenle varsayımlarınız gerçek olur.
Bu “kötüniyetli” yaklaşımları bir kenara bırakalım ve Eşitlikçi ve Özgürlükçü Bir Sosyalizm Yolunda Bir Adım dergisinin kendi konumunu en net olarak ifade ettiği bölümü alıntılayalım: “Bu koşullarda (bir yanda ulusal devletçiler, öte yanda ikinci cumhuriyetçilerin yaptıkları ‘aşırılıklar’ anlatılıyor, kısmen kurgulanıyor) solun mevcut siteme yönelik eleştiri ve devrimci bir demokratikleşme programını savunmaktan vazgeçmesi düşünülemez.
Ne var ki , yaşanan kavram kargaşası içinde 12 Eylül ile hesaplaşma ve bugün her yönüyle çözülme noktasında bulunan mevcut sisteme karşı, özgürlükçü, demokratik bir sistem alternatifini geliştirmekte yeterli bir etkinlik ortaya koyamayan sol, kendi taleplerini ve devrimci pozisyonunun, Yargıtay Başkanı’nın konuşmasında olduğu gibi, sistemin kendini bugünün koşullarına göre yeniden üretmesine dönük çıkışların gölgesinde kalmasından kurtaramamaktadır.” 6
Anlaşılabileceği gibi, esasen solun içinde bulunduğu iddia edilen “kavram kargaşası” en fazla Eşitlikçi ve Özgürlükçü Bir Sosyalizm Yolunda Bir Adım dergisi için geçerlidir. Ama birazdan netleşecek; sorun yalnızca kavramlarla ilgili değil.
Devam etmeden önce bir parantez açalım ve “sistem” ve alternatifi üzerine bir çift söz söyleyelim.
“Rejim” denilirdi eskiden. Bugün de bir geçerliliği var. Örneğin bir 12 Eylül rejiminden sözetmek mümkün. Ancak ikisi birbirine karışmazdı. Çoğu zaman rejim denildiğinde siyasal sistemden sözedildiği, sistem denildiğinde ise siyasal örgütlenmesini de bir parça içerecek şekilde kapitalist “düzen”in kendisinin işaret edildiği anlaşılırdı.
Sistem eleştirisi de bu çerçevede bir bakıma siyasal devrim ile toplumsal devrim hedeflerinin birleştiği yer olurdu.
”Özgürlükçü ve demokratik bir sistem alternatifi” tanımlamasındaysa siyasal dönüşüm hedeflerinin (demokratikleşme!) toplumsal devrim projesini ezdiği anlaşılıyor. Aksi durumda sol istediği kadar “yeterli etkinlik koyamasın”, Yargıtay başkanı tarafından gölgede bırakılma ihtimali yoktur. Zira yargıtay başkanı’nın konuşması liberal ya da ulusalcı herhangi bir toplumsal düzenleme ortaya sürmüyor.
Kendilerini başka sosyalizmlerden (!) eşitlikçilik ve özgürlükçülük ile ayırdetmeye (Bir kez daha parantez içinde ünlem) çalışanlar nedense kapitalizmden ayırdedilmeyi pek fazla dert etmiyorlar.
Kürt sorunu ve “bir adım” atılıyor
Eşitlikçi ve Özgürlükçü Bir Sosyalizm Yolunda Bir Adım dergisi yazarlarının konuyla ilgili yazılarındaki bir ortak saptama, Türkiye’de solun Kürt hareketinin yörüngesine girerek kendi kimliğini ve siyasetini zayıflattığı şeklindeki bir saptamadır. Ancak, bu değerlendirme yapılırken, sol kimlik ve sınıf siyaseti konusunda pozitif bir tarife gidilmediğinden, bu saptama daha çok “bir yakınma” olarak kalmakta ve Kürt hareketiyle negatif bir mesafeyi beslemektedir.
Diğer yandan yine yazarların üzerinde anlaştıkları bir nokta, çözüme ilişkindir.
Çözüm konusunda, Öcalan’ın son çizdiği “kimi kültürel hakların elde edilmesi” çerçevesi gerçekçi ve anlamlı çözüm olarak görülmekte; bugünkü en doğru tutumun bunu desteklemek olduğu söylenmektedir.
Tek tek yazılar üzerinden kimi noktalara dikkat çekmek gerekiyor.
İlk yazı, “Kürtlerin ateşle imtihanı’” başlıklı Burhan Sönmez imzalı yazı. Sönmez, öncelikle geçmiş dönem gelişmeleri ışığında PKK’nin bir değerlendirmesini yapıyor. Bunun ardından, son dönem ve Öcalan’ın savunması üzerinden kimi açıklamalar geliyor.
Bu son bölümde, Öcalan’ın savunmasında ortaya çıkarılan çerçevenin bir değişim ve yenilik anlamına gelmediği, zaten – kendisinin de ifade ettiği gibi – bu sürecin 90’ların başından beri gündemde olduğu söyleniyor. Bu saptama esasen doğrudur, ancak saptamanın doğru olması, yapılanların doğru olduğu anlamına gelmiyor. Yazarın bunu, gönül rahatlığıyla ve hiç bir eleştirel değerlendirmeye tabi tutmadan ele alışı yadırganacak bir durumdur.
Son gelinen nokta ise, Öcalan’ın konuşmalarından alıntılarla desteklenmekte, genel olarak bu çaba “takdir edilmekte”dir.
Aslına bakılırsa, bu örnekte bunun yadırganmasına gerek yoktur. Çünkü, Öcalan’ın savunma ile birlikte ortaya çıkardığı çerçeve, Eşitlikçi ve Özgürlükçü Bir Sosyalizm Yolunda Bir Adım dergisi yazarlarının yıllardır savunageldikleri bir başka çerçeve ile örtüşmektedir. Sönmez bunu yazısında şöyle dile getiriyor: “Bu noktada önerilecek program konusunda da tartışmalar söz konusu. Örneğin Demokratik Cumhuriyet kavramı ile ÖDP’nin daha önce ifade ettiği ÖDC programının aynılığı ya da ayrılığı tartışılmaktadır.
ÖDP’nin iki yıl önce açıkladığı Özgürlükçü Demokratik Cumhuriyet programı ile Öcalan’ın dile getirdiği Demokratik Cumhuriyet arasında programatik farklar sözkonusu olmakla birlikte, bugün önemli olan ,farklılıklar değil, Kürt sorununun çözümü noktasında geliştirilebilecek argümanlardır.” 7
Burada politik farklılıklar olarak ÖDP’nin 28 Şubat’tan beri öne çıkan ordu merkezli siyasete karşı çıktığı, Türkiye’nin bölge gücü olma politikalarını tehlikeli gördüğü, Batı tipi demokrasiye eleştirel yaklaştığı ve son yıllarda gelişen liberalizmi olumsuz bulduğu söyleniyor. Bu politik çakışmazlığı şimdilik bir kenara bırakmak gerektiğini iddia eden Sönmez, “çözüme kitlenmiştir”.
Bugün yapılması gerekenin “çözüme katkı” olduğunu söylemekte ancak, bunun nasıl somutlanacağına ilişkin bir açıklama yap(a)mamaktadır. Yalnız yapılmaması gerekenleri belirlemektedir: “Eleştiri”, “eleştirel destek”, “destek”.
Sönmez’in yazısındaki bir başka ilginç nokta “demokratik çözüm” ve “barış” politikaları arasındaki açıyı bir biçimde tarif etmesidir.
Bu tarif de aslında gerilemenin kabulünü içinde barındırmaktadır. Diyor ki Sönmez, “Kürt sorununda bugünkü eksen, barış değil, demokratik çözüm politikalarıyla geliştirilebilir. (PKK de bu gerçekliğe uygun olarak, barış yerine, “hukuksal reformlar ve genel af” talebiyle kendisini sınırlamıştır) Tarafların anlaşma masasına oturmasını öngören “barış” politikasının yerini bugün, “barışçı” bir ortamın yaratılması için “demokratik çözüm” almıştır.” 8 Böylelikle biz, bugünkü koşullarda zorlanması mümkün olmadığı için barış politikasının yerini “demokratik çözüm”e bıraktığını anlıyoruz.
Son bölümde ise, hatlar iyice karışıyor. Sönmez, bir “demokratik anayasa” talebi dillendiriyor. Türklerle Kürtlerin ortak örgütlenmesi, demokratik bir anayasa, yerel yönetimlere ağırlık verilmesi ve öz yönetimlerin oluşumuna imkan tanınması gibi başlıklardan söz ediyor. 9
Bunun yanında aslında doğru, ancak yazarın yaratmak istediği “çözüm atmosferi”ni bozan ve onunla tamamen çelişen bir saptama da yazının son bölümünde yer alıyor. Bunu da aktarmadan geçemeyeceğim: “Savaş bitmiş olsa da Türkiye’de çözüme kavuşturulmamış bir Kürt sorunu önümüzde duruyor. Devletin kültürel haklar konusunda (PKK tümüyle devreden çıktıktan sonra) bazı adımlar atacağı beklentisi yaygın olmasına karşın, bunun (gerçekleşme belirsizliği bir yana) sınırlı bir çerçeveyi aşmayacağı ortadadır.” 10
Dosya içinde yazısı bulunan ikinci yazar, Saruhan Oluç. “Kürt sorununda bazı yanlışlar ve bazı öneriler” başlıklı yazının girişinde “sosyalistlerin kimlik/kültür hareketleri ile ilişkileri ve bunlar karşısında almaları gereken tutumun tarih boyunca önemli bir tartışma konusu olduğu”nu öğreniyoruz. Yazı boyunca “kimlik/kültür hareketleri”nden ve sosyalistlerin buna yaklaşımından söz ediliyor. Bu adlandırmanın niye seçildiği ile ilgili gerekçelendirme bölümünde makul bir gerekçe göremedim. Ancak, “ulusal hareket” adlandırmasından kaçınıldığını anlamak güç değil.
“Bugün ne yapmalı” başlıklı bölümde ise, iktidardaki bir partinin sözcüsü izlenimi veren bir üslup ve yaklaşım görüyoruz. Burada Kürtlerle eşitlik içinde yaşanacak olan ortamın sağlanması için, gerekli 2 yol tarif ediliyor. Bunlardan biri “halkın bu yönde eğitilmesi”dir. Diğer ise anayasal düzenlemeler.
Bu bölüm şöyle sona eriyor: “Tüm bu değişikliklerde Türkiye’nin hukuksal ve moral dayanakları, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Helsinki Nihai Senedi ,Paris Şartı,Avrupa Konseyi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve AGİT gibi uluslararası örgütlerin oluşturdukları normlar ve sözleşmelerdir.
Eşit koşullarda birarada yaşama lafla değil, haklarla ve icraatla gerçekleşebilir. Türkiye sosyalistlerinin bugün de izlemeleri gereken ve yakın tarihte doğrulanmış olan politik hatları bu olmalıdır.” 11
Bazı sorular akla geliyor: Türkiye sosyalistlerinin bugün haklar ve icraatlarla gerçekleştirebileceği şey nedir?Anayasayı değiştirmek mi? Böyle bir “icraatı” olamaz, çünkü iktidarda değillerdir.
Öte yandan “yakın tarihte doğrulanmış olan politik hattı” ise iyiden iyiye merak ediyorum. Nedir bu doğrulanan? Nasıl doğrulanmıştır?
Söylemeden edemeyeceğim, yakın tarihte değil ama son yüzyıl boyunca doğrulanmış olan politik hat “eşit koşullarda bir arada yaşamanın ön koşulunun ulusların kendi kaderini tayin hakkı” olarak kavranmasıdır. Elbette Saruhan Oluç bunun konumuzla ilgisi olamayacağını, belki “kendi dilini konuşma hakkı”nı öne sürerek söyleyebilecektir.
Özetle yazıda “bugün ne yapılması gerektiği” konusunda bir başlık olmasına rağmen bir açıklık bulunmamaktadır.
“Savaş çözüm olmaktan çıkmalı”
Türkiye solu ile ilgili değerlendirmelerin yer aldığı bu yazıda, diğerlerinden farklı olarak yazar Hüseyin Demirel, Abdullah Öcalan’ın durumunu “teslim olma” olarak niteliyor. Yazının önemlice bir bölümü Kürtlerin bir “ulus” olmadığının açıklanmasına ayrılmış.
Kürt dinamiği, “kalabalık bir etnik topluluk” olarak adlandırılıyor ve sorun, demokratikleşme sorununa bağlanıyor.
Demirel çözüm adına tek gördüğü şeyin “savaşın kendi çözümünü üretmesi” olduğunu söylüyor. Bundan ne kastettiği anlaşılmıyor ancak yazının bütününden savaşın bitmesi gerektiği sonucu çıkıyor.
Konuyla ilgili diğer bir yazı ise, Mustafa Hilmi imzasını ve “Salınımlı, ters-düz sıçramalı kavrayış” başlığını taşıyor. Öcalan’ın kavrayışını betimleyen bu başlıktaki yazıda, Suriye’den çıkış sonrası yaşananlar aktarılıyor ve Öcalan’ın son geldiği noktanın “en doğrusu” olduğu vurgulanıyor.
Gelinen nokta şu şekilde olumlanıyor: “Abdullah Ö. Ve PKK Suriye’den çıkarıldıktan sonra yapabileceğinin en iyisini yaptı aslında; ama “Terörist bir ülkeyle” ,“Terörist bir örgütün” onca yıllık ilişkisinden sonra; “Dünya’yı yönetenlerin” gözünde siyasallaşabilmek – meşrulaşmak – o kadar kolay bir iş değil ve en az bir nesil geçmesini gerektirir. Esas olarak “Kültürel Direniş”le geçmesi gereken bir 20-30 yıl.
Abdullah Ö.’ın gerek savunmalarından gerekse de mektup/açıklamalarından bu durumu kavradığı açıkça görülüyor. (…)
Rejimin ne kadar demokratik açılım ya da değişimde bulunursa bulunsun; etnik farklılıkların bir siyaset ve örgütlenme aracı olarak kullanılmasına izin vermeyeceğini bilmek gerekir.
Abdullah Ö.’ın söylediği gibi; PKK bakımından Türkiye’de aslolan mücadele kültürel direniştir.” 12
Bu çizgi, imkansızlıklarına rağmen övgüye boğulmakta ve tek doğru yol olarak sunulmaktadır.
“Bir yurttaş hakları hareketi önerilmelidir. Yurttaşların eşitliğinden söz edilmelidir. Bu olumlu süreç, etnik boyutun, kültürel direnişin ise, siyasi boyutun demokrasi mücadelesi olarak örgütlenmesi gerektiği kavrayışı ile ele alınmalıdır.” 13
Son cümledeki anlaşılmaz ifadelerin anlatmak istediği şudur: “Kürt sorunu adı anılarak fazla kurcalanmamalı; Kürt hareketinin geri çekildiği noktada ileri sürdüğü kültürel talepler “genel demokrasi mücadelesi” içerisine yedirilmelidir.”
Bu yazının ardından “Toprağa bağlı olmayan kültürel özerklik” başlıklı Foti Benlisoy’un yazısı geliyor. Yazıda, yazının başlığına adını veren Nail Satlıgan’ın Kürt sorununun çözümüne ilişkin önerisi tartışılıyor.
Satlıgan’ın önerisinin değerlendirilmesi ayrı bir tartışma konusu olabilir. Ancak, Benlisoy’un yazısının temel derdi, Kürt dinamiğinin bir ulusal temeli olmadığının kanıtlanmasıdır. Sosyalistlerin ulusallığı aşması, ulusalcılığın aslında milliyetçilikle ilişkili olduğu gibi “çarpıcı” ifadelerin yanında Kürt ulusallığının reddine ilişkin takıntı düzeyinde bir yaklaşım sergileniyor:
“(…) Oysa bu tartışma, kültürel farklılıklar eksenine oturtulabilir. Ulusal istem ve ihtiyaçlar yerine insanların dünyayla ve içinde bulundukları toplumla kurdukları çok çeşitli ilişki biçimlerini – ulusal da dahil – anlatan kültürel ve kimliksel farklılıklar tabirini kullanabiliriz. Böylece de milliyetçiliğin tektipleştirici ve bütünlükçü ulusal kimlik ve ulusal ihtiyaç söyleminden daha esnek ve demokratik bir dille bu tartışmayı devam ettirebiliriz.” 14
Satlıgan’ın çözümünü “ulusallığı veri alması ve aynı çerçeve içinde kalması” ile eleştiren Benlisoy, “kültürel çoğulculuk” yaklaşımını yardıma çağırıyor. Ancak burada bir itirafla karşılaşıyoruz, üstelik de gerçekçilik konusunda çok ısrarcı bir yaklaşıma sahip bir çizginin takipçisinden: “Böylesi bir arayış, bugün içerisinde bulunduğumuz koşullarda hemen “uygulanabilir” ve dolayısıyla da “rasyonel” gözükmeyebilir.” Hemen ardından destekleyici bir özeleştiri geliyor: “Ancak belki de bugünkü zaafiyetimiz biraz da geçmişte “uygulanabilir” ve “rasyonel” olana kendimizi fazlaca teslim etmiş olmamıza borçluyuz.” 15
Nasıl ve ne konuda olduğu önemli değil tabi, maksat bir önceki önermeyi kabul edilebilir hale getirmek. Rasyonel ve uygulanabilir olmasa da düzen için kabul edilebilir olan budur ve dolayısıyla savunulması gereken de budur.
Bu dosya içerisinde yer alan bir başka yazı, Serdar Şen imzalı ve “İki milliyetçilik” başlığını taşıyor. Konunun PKK ile ilişkisi daha fazla MHP’nin 18 Nisan seçimlerindeki yükselişinin gerekçesi olarak görülmesinden ibaret. Bu nedenle bu yazıyı geçiyorum.
Kürt sorunu ne sorunu?
Kürt sorunu ile ilgili dosya Tartışma Süreci Yazıları – 1 başlıklı kitaptan alınan “Kürt sorunu üzerine tartışma notları” başlıklı yazı ile son buluyor.
1992 basımı olan bu değerlendirmelerde, diğer yazılardakinden farklı olarak Kürt sorununun “ulusal” niteliği kabul ediliyor. Çözüm için önerilen çerçeve, kalkış noktaları itibarıyla hemen hemen aynıdır. Ancak, dönemin niteliğinden olsa gerek bir “kültürel direniş” değil, “barış” politikası önerilmektedir.
Bu dosya içerisine konulmamış olan ancak UKKTH ile ilgili olan Hakan Tanıttıran’ın “UKKTH, Marx, Engels, Rosa ve Lenin” başlıklı yazısı, UKKTH’ın “kendi başına sosyalist bir prensip” olmadığını, bir politik açılım olduğunu vurguluyor. Bu haliyle doğru olan bu değerlendirmeyi yaparken aslında, “bugün için UKKTH geçerli değildir” demeye çalışıyor. Ancak, bunu bile tam diyemiyor: “Yani eğer bu ilkenin günümüzde geçerli olup olmadığını irdeliyorsak Lenin’in bu ilkeyi savunurken çözümlediği koşulların devam edip etmediğini belirlemek zorundayız. Kısaca;
1) UKKTH bugün proletarya enternasyonalizmini sağlayacak bir araç olma özelliğini korumakta mıdır? (Şimdi sıkı durun!-yn)(Ayrıca bugün enternasyonalizmden ne anlıyoruz ve bundan sonra nasıl bir enternasyonalizm hedefliyoruz sorularına da cevap vermek gerekiyor.)
2) UKKTH sosyalist devrim ve politik demokrasi (kimi durumlarda aynı şeydir) için işlevsel bir ilke midir sorularına cevap üretmek ve içinde yaşadığımız dönemin özelliklerini çıkartmak gerekmektedir.” 16
Böylesi bir konuda, böylesi bir belirsizlik zemininde UKKTH’ı geçersiz ilan etme aranışı gerçekten sinir bozuyor. Sonuç olarak, “geçersiz” denemiyor, çünkü yapılması gereken bir çok analiz ve teorik çalışma var. Ancak, bunlar tamamlandıktan sonra bir şey söylenebilecek.
Öte yandan, örneğin “UKKTH’ın sosyalist devrim ve politik demokrasi (bu ikincisi ne demekse ve nasıl kimi durumlarda aynı şey oluyorsa…) için işlevsel bir ilke midir?” sorusunun cevabını aramak da herhalde tuhaf bir faaliyet olacaktır.
Özet olarak Eşitlikçi ve Özgürlükçü Bir Sosyalizm Yolunda Bir Adım dergisi yazarlarının Kürt sorununa yaklaşımı şöyledir:
* Sorunun “ulusal sorun” olarak görülmesi gereksiz ve yanlıştır. (Bu milliyetçiliği körükler, solun siyaset yapmasını engeller, zaten verili duruma uymamaktadır, verili duruma uysa bile bunu kabullenmek gerekmemektedir, vs. vs. Kimi zaman birbiriyle de çelişen bu gerekçelendirmelerin hemen hepsi bir arada durabilmektedir)
* Son gelişmeler iyi olmuştur. Öcalan’ın (teslimiyeti ya da tutarlılığının uzantısı) ortaya çıkardığı son çerçeve – kültürel özerklikle sınırlı Demokratik Cumhuriyet programı – doğru olan tek yoldur.
* Bu çerçeve kimi noktalarda aykırılıklar taşısa da ÖDP’nin Özgürlükçü Demokratik Cumhuriyet programı ile örtüşmektedir, örtüştürülmelidir.
* Devlet, etnik belirlenimli bir siyasi çerçeveyi asla kabul etmeyecek; kültürel özerklik talebini – kültürel direniş’i – kabullenmesi de zaman alacaktır veya çok sınırlı bir çerçeveye yanaşacaktır.
* Dolayısıyla kültürel direniş hem doğru ve hem de aslında gerçekçi olmayan bir yol olacaktır. Ama yine de bu noktada durulması uygundur.
* Bunun yanında Eşitlikçi ve Özgürlükçü Bir Sosyalizm Yolunda Bir Adım dergisinin önerdiği demokratik anayasa ve Özgürlükçü Demokratik Cumhuriyet programı “genel demokrasi mücadelesi”ni sürdürecektir, Kürt hareketinin savaş sürecinin sona ermesi bunun önünü açacaktır. Ancak bu programda da ulusal sorun bağlamında Kürtlere yer verilmeyecek, genel bir yurttaş talepleri formülasyonu üzerinden devam edilecektir.
Bu önerilen çerçeve, aslında şöyle bir şeydir: “Siz devletin çizdiği sınırlarda kalın. Hiç bir ciddi karşığılı olmayacağını bile bile kültürel özerklik talebiyle yetinin. Bugüne kadar hep bizi engellediniz, şimdi sessizce kenara çekilin. Biz de – belki sizin dertlerinizi de kıyısından ima edeceğiz -, Özgürlükçü Demokratik Cumhuriyet programımızı rahat rahat gündeme getirelim. Hazır düzen cephesinde kimi düzenlemeler yapma ihtiyacı varken, belki de bu programımız “gerçekleştirilir.”
İkinci Cumhuriyete karşı çıkma nedeni Birinci Cumhuriyetçilikten ve “milli birlik”çilikten vazgeçememe ise, kimlik/kültür sorunu gibi adlandırmaların ne anlam ifade ettiğini ve neden ısrarla “ulusal sorun” tanımlamasının yapılmadığını anlamak da mümkün.
Bu noktada başka “gerçekçi görünmeyen” ve “doğru” yollar üzerinde durmak da bizim için gerekli hale geliyor.
* Kürt sorunu maddi altyapısı, mücadele tarihi ve bu tarihin ortaya çıkardığı kimlik düşünüldüğünde bir “ulusal sorun”dur ve Türkiye’de sosyalist devrim için “işlevsel”dir.
* Son gelişmeler beklenir olmakla birlikte iyi olmamıştır, çünkü başat aktör burjuva devletidir. Böylesi bir sürecin sosyalistler için “iyi” olması mümkün değildir.
* Bu çerçevede, artık bir zorunluluk olan Sosyalist Cumhuriyet programı öne çıkartılmalı, Kürt ve Türk emekçilerinin sınıfsal temelli mücadelesinin önü açılmalıdır. Sosyalist Cumhuriyet programı ulusal varlığı yok sayan, ya da bir kenara koyan değil ulusların eşit ve bir arada yaşamalarını hedefleyen bir programdır. Bu bir aradalığın formu da yine ulusal varlığın kabul edilmesine dayanır.
* Evet, devlet kültürel direnişe bile prim vermeyecek, bu defa küçük bir manevra alanı (verilecek tavizler için) bırakarak her zaman yaptığını yapmaya devam edecektir.
* Dolayısıyla sosyalist bir hatta mücadele gerçekçi ve doğru tek yoldur.
* Sosyalist hareketin görevi, yeni dönemde Kürt dinamiğinin Türkiye kapitalizminin sıradan bir sorunu haline gelmesine engel olmaktır. Tarihi ve birikimi nedeniyle buna izin verilemez.
Bu yaklaşımın “bir adım”a oldukça uzak olduğu kesin.
Yazımızı sonlandırıken dergiye bir kaç isim önermek de gerekli görünüyor:
“Kürt sorunu ve bugün gelinen nokta vesilesiyle liberalizme koşar adım”.
“Ulusal sorunda marksizm – leninizmin çöpe yolladığı bütün teorik geriliklere, Avusturya marksizminden Bundçuluğa kadar, adım adım”
“Eşitlikçi, özgürlükçü ve mücadeleci sosyalizmden kaçar adım”.
Dipnotlar ve Kaynak
- Derginin isminin bu olması ve bu yazının başlığının da bu şekilde seçilmesinin pek uygun olduğunu düşünüyorum. Eşitlikçi ve Özgürlükçü Bir Sosyalizm Yolunda bölümü – bu dergi adının üstbaşlığı – “Bir Adım” ismini belli bir biçimde niteliyor. Bu haliyle, sol bir dergi olduğu anlaşılıyor ancak bu fazla “mütevazi” bir ‘sol’ oluyor. Yalnızca “Bir Adım” olarak düşünüldüğünde ise, sol iddialı bir dergi için hiç bir şey ifade etmiyor. Buradaki “Bir Adım”ın Lenin’in “Bir Adım İleri, İki Adım Geri” olarak bilinen eseriyle bir ilgisi olduğunu düşünmek ise, herkese ve konunun kendisine yapılmış bir haksızlık olacaktır. Öte yandan dergi için seçilen üstbaşlığın doğrudan doğruya sosyalizme yapılmış bir haksızlık olduğunu da belirtmek gerekiyor.Eşitlikçilik ve özgürlükçülük sosyalizmin ta kendisidir. Bu nedenle sosyalizmi “eşitlikçilik ve özgürlükçülük” ile tamamlamak gerçekten bir haksızlık.“Eşitlikçi ve özgürlükçü olmayanı mı var?” sorusunu soralım ve bu kısa notu noktalayalım: eşitlik ve özgürlük için sosyalizm. Başka yolumuz var mı?
- Eşitlikçi ve Özgürlükçü Bir Sosyalizm Yolunda Bir Adım, sayı 2, s.3.
- Ancak, ilginç bir durum olarak Kürt sorunu ve “ulusal sorun” konulu yazılar birbirinden ayrılmış. UKKT ile ilgili yazı, dosya yazıları arasında yer almıyor, bu kapak düzeninden ve yazıların diziliş sıralamasından anlaşılıyor. Herhalde, dergi yayın kurulu Kürt sorunu ile ulusal sorun başlığı arasında herhangi bir ilişki görmüyor ve bunu da bu şekilde “ima” ediyor.
- Haksızlık etmemek için ilgili bölümleri buraya alıyorum. İfade bozuklukları dergi yazarlarına aittir. “Bu konuşmanın yalnızca önümüzdeki aylarda AB ve AGİT zirvelerine dönük bir imaj düzeltme sürecinin (devlet tarafından yol verilmiş) bir parçası olup olmadığı ise, zamanla daha iyi anlaşılabilecektir.(…)“(AB ve AGİT zirvelerine doğru gidilirken Yargıtay Başkanı tarafından devlet yapılanmasına ilişkin köklü değişim taleplerine yapılan vurguların bu olgu gözönüne alınmadan gerçek anlamını kazanması mümkün olmaz. Bunun yalnızca kimi “demokratik” düzenlemeler matuf birer makyaj tazeleme işlemi için bizzat devlet katından yol açılmış bir sürecin başlama işareti olup olmadığını ise, önümüzdeki günlerde daha iyi görmek mümkün olacaktır.)” agd, s.3 ve 4.
- agd, s. 4.
- agd, s.5.
- agd, s.18.
- agd, s.18.
- Yazının gelişiminden bunların emek eksenli politikalar olduğu anlaşılıyor. “Yerel yönetimlerin güçlendirildiği demokratik bir anayasa” kurgusunun neden “emek eksenli bir politika” olduğunu anlamak güç. Biliniyor, son 10 yılın yerel yönetimlerin güçlendirilmesi politikalarının doğrudan sonucu yöresel eşitsizliklerin körüklenmesi, yoksul yörelerin kendi dar kaynaklarıyla, gelişmiş kentlerin ise geniş kentsel rantlardan alınan paylarla yönetilmesi olmuştur.)
- agd, s.20.
- agd, s.25.
- agd, s.34.
- agd, s.35.
- agd, s.37.
- agd, s.38.
- agd, s.77.