Bu çalışmada, sermayenin her düzeyde yeniden yapılandığı ve restorasyon olarak andığımız sürecin, işçi sınıfı hareketine ve özel olarak da sendikal harekete olan etkilerini, süreci doğuran kesitte ve bu sürecin içinde ideolojik alanda yoğunlaşarak tartışmaya çalışacağız. Böyle bir tartışma, doğal olarak, Kürt Ulusal Mücadelesi başta olmak üzere, restorasyon sürecini sermaye açısından bir zorunluluk haline getiren, yani sermaye birikiminin önünde engel teşkil eden kriz dinamikleri etrafında yoğunlaşacaktır.
Gelenek okurları için tekrar niteliğinde olduğuna kuşku yok ama, tekrarda fayda var. Görünürde, sürecin tespit ettiği ve üzerine gittiği üç kriz dinamiği vardı: Şüphesiz en önemli, kilitleyici ve zorlu dinamik Kürt Ulusal Mücadelesi idi. Zorlu oluşunun kaynağı, sistem dışı olmasında aranmalıdır. Diğer kriz dinamikleri olarak, dinci gericilik ve faşist çeteler ise sistem içkin olsalar da aşırı büyüyen unsurlar olarak, ortadan kaldırılması değil ama törpülenmesi, makul sınırlarına geri çekilmesi, yukarıda bahsedilen nedenle bir zorunluluk halini almıştı.
Türkiye kapitalizmi, Kürtlere karşı yürütülen bir iç savaş ile ayakta kalamazdı. Kapitalist ekonominin dinamizmini bu savaşta yakaladığını sanan ya da tarif eden savaşan taraflar yanıldıklarını tespit ederek girdiler restorasyon sürecine.
Sermaye tarafında, sermayenin genel çıkarları açısından bir ikircikliğin egemen olduğunu iddia etmiyorum. Elbette ki, sermaye sınıfı, iç savaş dinamiğinin ekonomi için yeterli canlılığı yaratamayacağının bilincindeydi. Ancak, savaş koşulları hüküm sürüyor ve savaş kendi düzenini yapılandırıyordu. Bu düzen, siyasaldan başlasa da ideolojik alanı kuşatıyor ve hem kendi ekonomisini hem de siyasal öznelerini yaratıyordu. “Çete” savaş ekonomisini ele geçirirken, onun siyasal temsilcileri de burjuva siyasetinde sivriliyordu. Sistemin karşı karşıya olduğu tehlike karşısında göz yumulmanın ötesinde yol verilen bir diğer kanal ise şüphesiz dinci gericilik oldu. Ulusal hareketin önünü, öncelikle ideolojik ama aynı biçimde siyasal olarak kesmekle görevli dinci gericilik, büyüyor ve o da hem kendi siyasal öznesini hem de ekonomisini geliştiriyordu. Siyasal olan da ekonomik olan da savaşın hüküm sürdüğü coğrafya ile hiç de sınırlı kalmayan bir biçimde giderek tüm “cumhuriyet”i istila ediyordu. Refahyol hükümeti, bu karşı-devrimci koalisyonun iktidara gelişinden başka bir anlam taşımadı.
Burada bir not düşmekte yarar var: Elbette, faşizmin de dinci gericiliğin de sermaye düzeni açısından anlamı ve misyonu işçi sınıfını kuşatmak ve anti-komünist mücadeledir. 1,2 Karşı devrimci tahkimat Kanlı Pazarlar’la, Sivas katliamlarıyla ya da Çorum, Maraş katliamlarıyla görevli ya da Hizbullah gibi düzenin illegal ama meşru kontra örgütleriyle sınırlı değildir. Karşı devrimci tahkimatın bu yönü, sindirme politikalarının askeri icracısı olarak hep dönüm noktalarında devrededir. Kanlı Pazar, anti-emperyalist bağımsızlık hareketini doğrudan hedef alır; Sivas katliamı, yükselen mahalle dinamiğinin Alevi ekseninde anlam kazanır; Hizbullah, Kürt hareketinin en güçlü olduğu kesite…
Sermaye düzeni açısından, karşı devrimci tahkimatın sürekliliği, öncelikle yukarıda anılan kritik kesitlerde elde müdahil güç bulundurmak için; ama daha da önemlisi, emekçi sınıflar içinde yerleşiklik kazanarak sınıf hareketini gemlemek için, denetlemek için zorunludur. Bu denetim; sadece siyasal örgütlenmeler aracılığı ile değil, sınıfın ekonomik örgütleri üzerinden de sürdürülür.
Unutulmamalıdır ki anti-komünist mücadele sadece sınıf savaşlarının toplumu kasıp kavurduğu dönemlerle sınırlı değildir. Solun ezildiği, geri çekildiği dönemlerde, sermayenin gerici tahkimatı güçlendirmesi çok daha kolay olmaktadır. Örneğin, 12 Eylül’ün ayetli nutuklarıyla “Atatürkçülük” yapan cunta iktidarı kadar, dinci gericiliği palazlandıran önünü açan; yani onu tarihsel misyonu ile bu ülkede buluşturan bir başka iktidar görülmemiştir.
Tekrarımıza dönecek olursak: 28 Şubat’ta Asparti’nin burjuva siyasetine dolayımsız müdahalesi ile deklare edilen irade, siyasal alanı Asparti üzerinden tekeline aldı. Parlamento siyasal yaşamda önce işlevsizleştirildi, 18 Nisan seçimlerinin hemen ardında da bir onay mekanizması biçiminde yeniden kuruldu. İçinden geçmekte olduğumuz dönem ise restorasyonun, burjuva siyasal yaşamı, burjuva demokratik işleyişe yeniden teslim etmek için temsil mekanizmalarını kurmak zorunda olduğu bir dönem. Açıkçası, kapitalist Türkiye, siyasi yaşamını yeniden düzenliyor. Ya da, siyasi yaşamın yeniden düzenlenmesi için koşullar hızla olgunlaşıyor.
Sermaye cephesi, sermaye birikiminin önünde engel teşkil eden kriz dinamiklerini etkisizleştirmeyi başardıkça burjuva siyasetinin parçalanmış yapısını da merkezileştirerek, sistemi tümel olarak sivil güçlere teslim etmeye hazırlanıyor.
Burada bir düzeltme yapalım. Sermaye birikiminin önünde engel teşkil eden kriz dinamiklerinin bizatihi kendileri değildir. Anılan bu kriz dinamikleri, sermaye birikimindeki tıkanıklığı aşmanın -emek sömürüsünü arttırmak esas olmakla birlikte- binbir yolunu sermayenin hizmetine açacak siyasal istikrarın önünde engel teşkil etmektedir. Restorasyonun hedefi, bu tür bir siyasal istikrarı sağlamaktan başkaca bir yerde aranmamalıdır.
Bu binbir yol içinde, özelleştirmelerle sermayeye kaynak aktarımı; yine özelleştirmelerle yeni pazarların sermaye birikim sürecine dahil edilmesi; sosyal güvenliğin ve sendikaların tasfiyesiyle dikensiz gül bahçesi aranışı; tahkim ile yerli, yabancı sermaye ayrımı olmaksızın ulusal burjuva hukukuna dahi katlanılamaması; bankalar yasası, mahalli idare yasası vb. yasalarla hem ekonomi alanının hem de siyasal alanın en tepesinden en altına kadar yeniden yapılandırılması… vardır.
Tüm bunlar gerçekleştirildiğinde esnek istihdamın, esnek uzmanlığın, emek sürecindeki o “müthiş” değişikliklerin, sermayenin organik bileşimini arttırmak üzere yapılan yatırımın, teknolojik atılımların, “bilgi toplumu” düşlerinin, robotların vb. bir anlamı var. Bu yüzden iktisadın siyasaldan ayrı düştüğü tek yer üniversite seçme sınavı kitapçıkları ya! Bu yüzden, ekonomi politik ya da siyasal iktisat, sermaye birikiminin devamı için, “artı değer sömürüsünün şiddetlendirilmesi” demekle yetinmiyor: Hep bir model, olmadı bir paradigma tanımlıyor.
Önemsiz saydığım, merkeze koymadığım sanılmasın: Türkiye kapitalizminin önüne koyduğu model içinde; AB, emperyalizmle olan bütünleşme, silahlı kuvvetlerin Balkanlar-Ortadoğu-Kafkaslar’da üstleneceği misyon da var. Ordunun modernizasyonu ve profesyonelleşmesi bu modelin olmazsa olmazlarından. Bu pozisyonda mevzilenmiş Türkiye kapitalizmi, Türkiye ekonomisi için savaş sanayinin (geçtiğimiz iç savaş dönemine kıyasla) bir üst boyuta sıçraması beklentisi, asla yabana atılamaz. Benzer biçimde enerji sektörü ve tarımda tekelleşme de…
Bunlar yeni yatırım ve istihdam alanları. Ölçekler büyük karlar iştah kabartıcı. Bunlar, parçalı bir burjuva siyasal yapı ile bir türlü gerçekleştirilemeyen “yapısal reformlar”. Bunlar, kimsenin gözünün yaşına bakılmayacak cinsten, sermaye içindeki kardeş katliamlarının da meşrulaştırıcısı. Bunlar, Türkiye kapitalizminin ve ulus-ötesi sermaye(si)nin bütünsel çıkarları gereği yapılması gerekenler. Kısaca bunlar, artı-değer sömürüsünü daha da şiddetlendirmenin ve sermaye birikiminin önündeki tıkanıklığın bu topraklarda açılmasının ön koşulları.
Yani sermaye daha işin başında… Elindeki olanakları kıt kanaat kullanarak aldıkları yol, Türkiye sosyalistlerinin öznel eksikliklerinin ne kadar ürünü ise, alacakları yol da Türkiye sosyalistlerinin müdahaleleri karşısında o kadar korumasız.
Başlatılan saldırı politikalarının doğrudan muhatabı olan Türk ve Kürt emekçilerinin harekete geçmediği durumda, Türkiye kapitalizmi gerçekten bir olanak yakalamış gibi görünüyor! İşte bu yüzden, önümüzdeki döneme, işçi sınıfının siyasi ve ekonomik örgütlerine saldırı dalgası damga vuracaktır; artık “neredeyse” sermayenin bütün siyasal aktörlerince içselleştirilmiş restorasyoncu iradesi tarafından…
İşçi sınıfı hareketi bu saldırı dalgasına gerekli yanıtı üretememesi için şimdiden kuşatılmaya çalışılıyor. Bu kuşatmanın merkezinde ideolojik yeniden yapılanma bulunmaktadır. Restorasyonun içinde bulunduğu dönem bu nedenle siyasal ve ideolojik yeniden yapılanma olarak tanımlanmalıdır.
İdeolojik yeniden yapılanmaya giderken: Zor devre dışı mı kalıyor?
Bu kuşatmanın merkezinde ideolojik yeniden yapılanmanın olması sermayenin zor örgütü olan devleti ve onun geleneksel zor araçlarını, bu süreçte devre dışı bırakacağı anlamına gelmez. Tam tersine, bir yandan, ideolojik alanın içi, liberalizm, ile demokrasi ile doldurulurken, öte yandan da özellikle (tahkim ile sermaye yatırımları için dıştalanan) burjuva hukuku ve meşruluğu işletilecek; burjuva terörü, işçi sınıfı sokağa her çıktığında daha şiddetli karşısına dikilecektir.
Sosyalist hareketin daha da yalnızlaştırılmasına, yalıtılmasına yönelik olarak uygulanacak bu sistemli şiddet içinde “operasyon”lar muhakkak özel bir anlam kazanacaktır.
Sendikal harekete yönelik şiddet ise bu “demokratik” ortam içinde şimdiye kadar işletilmeyen ama Demokles’in Kılıcı gibi sendikalar üzerinde sallandırılan yüzde 10’luk ülke barajlarının uygulanabileceği tehdidi elle tutulur hale gelmesi olacaktır. Gözdağından ziyade, DİSK’in Türk-İş ile birleştirilmesine yönelik bir dayatma ile karşı karşıya kalacak sendikal hareket. Böylelikle, sendikal hareket içinde kalan son sol unsurların tasfiyesi ya da dize getirilmesi amaçlanacaktır. DİSK’in gündemine 15-16 Haziran’ı aşmak ya da yok olmak girecektir.
KESK ise, grevsiz toplu görüşme yasası ile iğdiş edilmeye ve sendikal bürokrasisinin tesisine doğru yönlendirilmektedir.Türk-İş’leşen bir KESK sermaye politikalarının onaylayıcısı, sınıfa taşıyıcısı olarak hak ettiği meşruluğu da kazanacaktır!
12 Eylül’ün sendikal alana yönelik gerçekleştirdiği müdahaleler ve sonuçları dikkate alındığında karşı karşıya olduğumuz saldırının boyutlarını ayrımsamamız kolaylaşıyor. Türkiye işçi sınıfı 12 Eylül’ü aratmayacak bir hukuksal ve idari şiddetle karşı karşıyadır.
Çok mu karamsar bir tablo çiziyorum? Sosyalistlerin etkin olmadığı bir dünyada ışık aramak nafile… Sendikal hareketin önderliği ve tabanı sosyalizme açıldığı; sosyalist siyaset, sendikal harekete damgasını vurabildiği ölçüde bu karamsar tablo yerini aydınlığa bırakacaktır. Burjuva siyasetinin, burjuva demokrasisinin sınıfa getirecekleri konusunda umutlu olanlara anımsatılır…
Bunlar sermayenin kullanacağı burjuva yasallığına ve zoruna dair sadece birkaç uyarı. Bu birkaç örnek şüphesiz zenginleştirilmeyi hak ediyor; ama bu çalışma açısından üzerinde daha fazla durulmasında yarar olan konu, düzenin içinde bulunduğu ideolojik yeniden yapılanmadan işçi sınıfı ve onun hem siyasal hem de “ekonomik” mücadele örgütlerinin nasıl etkilenmekte olduğudur.
İdeolojik saldırı: ikna…
İşçi sınıfının ne kendiliğinden hareketinin ne de sosyalist hareketle buluşma kanallarının yarattığı sistemli mücadelenin önünde salt yukarıda anılan “burjuva yasallığı ve zoru”nun durması mümkün değil. Tarihsel olarak bir iç savaş tehdidini sürekli güncel tutmaya burjuvazinin ne kaynakları yeterli (böylesi bir risk ile üretim ve tüketimi, bölüşümü gerçekleştirme şansı yok) ne de -açıkçası- artık bu yönde bir gereksinimi kaldığını düşünmekte.
Kendi sınıfsal çıkarları ile toplumsal çıkarı özdeş göstermekte edindiği birikim ve güven; siyasal olarak parçalanmışlığını giderebildiğinde, sermaye sınıfına burjuva yasallığı ve zorunun ötesine geçme fırsatı tanımakta: İkna…
Sermaye sınıfımız, işçi sınıfını ikna etme çabasını zorun yanından eksik etmiyor. İdeolojik yeniden yapılanma dediğimiz aslında bu ikna sürecinin bizatihi kendisi. Bu süreç; kendini de yemeden edemeyen, dönemsel olarak “idare eden”, zaman içinde genişler ve derinleşirken, aynı zaman diliminde de tıkanan ve tükenen bir süreç. Bu sürecin tıkanması doğrudan nesnel süreçlerdeki tıkanma toplumsalın beklentilerinin karşılıksız çıkması olsa da sürecin kendisini ne yazık ki işlevsiz kılamıyor. Çünkü kendi kendini deşifre eden düzen, girdiği tıkanıklığı başka başlıklar üzerinden, başka açılımlar üzerinden aşmayı başarıyor. Bu bağlamda bu döngüsel sürecin kırılması ancak ve ancak bir karşı saldırı ile mümkün olabiliyor; yani sosyalist öznenin ideolojik mücadelesi ile.
Restorasyonun sınıfsal bilinci, sosyalizmin bu kırıcı gücünü bir an olsun değerlendirme dışında bırakamıyor. Sistemin ideolojik yeniden yapılanmasının içinde sosyalist unsurların sisteme eklemlenmesi önemli bir başlık haline getiriliyor. Boşluk bırakılmamaya çalışıyor. Egemen ideoloji sola hitap etmeye çalışıyor. Argümanı solun en çok itibar edeceği demokrasi ve liberalizm oluyor. Aracı, sivil toplum oluyor. Sivil toplum üzerinden demokrasi ve liberalizm beklentisi ile sol siyasal yapılar sisteme eklemleniyor. AB’den demokrasi, KİT’lerin talanından liberalizm gelir derken, liberal sol alıp başını gidiyor… Bir kez daha aynı yöntem: İdeolojik alandan müdahale siyasal alanı merkezde yoğunlaştırıyor.
Restorasyonun çıkış sürecinde, kendine kitle tabanı oluşturmaya yönelik olarak kurduğu ilişkiler üzerinden başlayan, kimi sol unsurları da sisteme eklemleme çabası ya da sisteme destek için davet; özellikle ulusal sol ve artık liberal sol olarak anılmayı hak eden kesimlerde karşılık bulmuştur. 1
Üzerinde başarı sağlanan bir başka sol unsur, ne yazık ki Kürt Ulusal Mücadelesi başlığına dairdir. Aynı zamanda bir kriz dinamiği de olan bu unsur, düzen içi bir konuma ricat edişini, Demokratik Cumhuriyet açılımı ile projelendirmiştir. Oysa, proje başka bir metindedir: Restorasyonun manifesti olan Siyaset Belgesi’ndeki “Anayasal Vatandaşlık” maddesine Kürt hareketi olur vermiştir. Davet ve icabet… Davete icabet etme dinamikleri yayınlarımızda pek çok vesileyle ele alındı, ele alınmaya devam ediliyor. Benim burada ısrarla vurgulamak istediğim, davetin kendisidir. İcabetin hangi boyutlarda olduğuna ise sadece Kürt hareketi karar vermeyecek. Sosyalist mücadelenin Kürt hareketi ile yeniden kurmakta olduğu ilişki bu kararda son derece belirleyici olacaktır.
Restorasyon, ideolojik planda, düzenin devrimci dinamiklerden haşarı evlatlarına kadar geniş bir siyasal yelpazeye el uzatmasıdır. Bu davet MHP’yi iktidara ve siyasal alanda merkeze taşımıştır. Dinci gericiliğin siyasal temsilcisinin direncini kıramamış gibi gözükse de, bölmekle meşguldür. Ayrışma, şüphesiz merkeze çekilen ile siyasetten tasfiye edilecek, marjinalleştirilecek arasında gerçekleşecektir.
Restorasyona gelinirken
Her bir unsuru kendi içinde ele almadan önce, işçi sınıfının öznel konumuna ilişkin olarak özellikle son yirmi yılda yaşanan değişimleri özetlemekte yarar var. 12 Eylül sonrası diye tanımlanabilecek bu dönemin başlangıcının ve döneme damga vuran asli kesitinin, bugünküyle kıyaslandığında önemsenmesi gereken bir derinliği olduğu unutulmamalıdır. 12 Eylül sonrasında yaşanan dönüşümler, Türkiye kapitalizmini bir on yıl daha rahat nefes almasını sağlamış dönüşümlerdir.
İdeolojik alanı merkeze alarak yapılacak tüm değerlendirmelerde, bu on yıllık kesitte, üç ideolojinin egemen ideoloji içinde ağırlık kazandığı tespit edilmektedir. Bunlardan ilki, hiç kuşkusuz, dinci gerici ideolojidir.
12 Eylül sabahı, Türkiye’de iktidar el değiştirmiştir, ama sadece o kadar. Bu değişikliğin teknik ve siyasal hazırlıklarından öte, ideolojik bir hazırlığı vardır ve bu hazırlık sosyalizm mücadelesi açısından 12 Eylül’ü utanç duyulacak hale sokmuştur. Bu ideolojik hazırlığın temel başarısı, emekçi sınıfları, bu iktidar değişikliğinin beklentisi içine sokabilmiş olmasıdır. Yoksa, 70’lerde Türkiye solunun ve sosyalizmin kazandığı meşruiyetin, 12 Eylül sabahında birdenbire ortadan kalktığı ya da yaşananın salt zora dayalı bir karşı devrim olduğu iddiaları tamamen gerçek dışıdır. Geniş kitleler nezdinde 12 Eylül, özlenen “huzur ortamı”dır. 12 Eylül sabahı ortaya çıkan ve sosyalizm için utanç verici bu tabloda, gerçek başarı ne yazık ki, sosyalist öznelerin ideolojik mücadele alanındaki başarısızlığında aranmalıdır.
Bu rahatlıkla iktidar olan, 12 Eylül faşizminin ideolojik saldırısı ANAP iktidarının liberalizmine kadar son derece sığ ve başlıksız ilerlemiştir. İkili “afyon” bu başlıksız saldırının yegane unsurudur.
Bir yandan dinci gerici ideoloji cunta liderinin “kemalist” söylevleriyle ve icraatiyle şişirilmiş; sistem içinde, dinci gerici siyasallaşmanın önü açılmıştır. Öte yandan ise, bireysel çürümenin kanalları açılmıştır. Mahalle aralarına kadar giren birahaneler ve “video kaset” satıcıları, bakkallara kadar düşen porno yayın dağıtımı ile özellikle kentli sınıflar uyuşturulmaya çalışılmıştır. Bundan sonra, uyuşturucu pazarlıkları tarikat şeyhlerinin kadılığı huzurunda cereyan etmeye başlamıştır.
Çağ atlama, köşe dönme söylemi ve orta direğin ayağa kaldırılacağı vaatleri ile karakterize edilen Özal liberalizmi, emekçi sınıfları atomize eden bireyselliğin meşruiyetine yol vermiştir. Özal ile birlikte, sınıfın dayanışma kültüründen üreyerek tüm emekçi sınıfları etkisi altına alan kamucu eğilimler, kamucu beklentiler ve asıl önemlisi kamu çıkarının bireysel çıkarın üstünde tutulması yerini bireyselliğin meşruluğuna bırakmıştır. Burada üzerinde durulması gereken, işçi sınıfının nesnel konumu gereği ürettiği dayanışma kültürünün erozyonu değildir. Bu erozyonun etkisi, önünde sonunda ve toplumsal formasyonu şekillendiren dinamiklerden daha çok sınıf içi dinamiklerle giderilir. Burada asıl vurgulamak istediğim nokta, biraz da 70’li yılların ideolojik atmosferine açıklık getirmesi açısından önemli olan, işçi sınıfı dışında kalan diğer toplumsal sınıflarca kısmen de olsa içselleştirilmiş kamucu ideolojinin, Özal liberalizmi tarafından yok edildiğidir. Kamuculuğun panzehiri bireycilik olmuştur. Sosyalist ideolojinin ayrılmaz öğelerinden biri olarak kamuculuğun tüm toplumsal sınıflar ölçeğinde kazandığı mevzilerden sökülüp atılmasının bedelini, esas olarak bugün, sosyalist mücadelenin kendisi ödemektedir. Sosyalizm mücadelesinin taşındığı alanı daralttığı için değil, ifade kanallarından birini kaybettiği için değil; bizatihi kendi öznelliğine değgindir bu bedel: Liberal solun bireyci mücadelesini besleyen ve onu sol olmaktan çıkaran en önemli öğedir. Liberal solun, özelleştirme karşıtı olamamasının nedeni, örneğin budur. Liberal solun, özgürlükten anladığının, bireysel özgürlük olmasının ve örgütsüzlüğe kanal açmasının; bu düzeyde iktidar kaçkını haline gelmesinin ve sivil toplumcu olmasının da nedenleri arasında muhakkak, bu bedel bulunmaktadır.
İstim almış, ancak cemaat kültürü ile var olabilen dinci gericiliğin ise bu bireycilik karşısında geliştirdiği, “girişimcilik” olmuştur. Girişimci ruhun, dinci gericiliğin zaten varlık koşulu olduğunu inkar ediyor değilim ya da Özal eliyle, ekonomide özel olarak dinci gericiliğe açılan alanı, olanakları görmezden asla gelmiyorum. Sadece, Özal liberalizminin bireyci vurgusunun, dinci gericiliğin serbest piyasa ekonomisi içindeki özgüvenini arttırmasını önemsiyorum. Öyle ki, Özal’ın meşhur orta direği, işçi sınıfının içinden küçük burjuvaziye doğru sınıf atlarken aynı zamanda da gerici ideolojinin tahakkümü altına giren kesimlerce inşa edilmiştir, diye iddia ediyorum. Özellikle bu dönemde sayısal olarak patlama yaşayan küçük ölçekli işletmeler, örneğin 1-10 işçi çalıştıran KOBİ’ler bu inşanın merkezinde yer almışlardır. Bu anlamda bir orta direğin yaratıldığı, evet doğrudur.
Cemaat kanalları üzerinden erginleşen bu orta direğin, sistemle de çatışır görünümü vererek, bir siyasal kriz dinamiği haline dönüşebilecek bir siyasal öznenin ekonomik ve örgütsel çatısını oluşturması; bir, bu sürecin nesnel uzantısı gereği, mantıksal sonucudur; iki, öznel olarak da dört eğilimi de kapsamak iddiasındaki Özal gibi bir faktörün devre dışı kalmasıyla gelişimi hız kazanır; üç, bu çatıya dayanarak, zaten toplumsallaşmış olan dinci gericiliğin siyasala örgütlemesiyle iktidara gelir. Geldi de…
İdeolojik yeniden yapılanmadan siyasal yönsemeye
İktidara gelen siyasal temsilcisi ile toplumsallaşmış dinci gericilik arasında kategorik bir fark vardır: Siyasal temsilci, iktidar alternatifi olarak bir kriz dinamiği iken toplumsal tabanı, devrimci dinamiklerin toplumsal tabanını kesen bir kriz çözücüsüdür.
Bugün restorasyonun hedefinde dinci gericiliğin toplumsal tabanından ziyade, onun siyasal temsilcisinin olması, ideoloji bağlamında, aşağıdaki nedenlerden dolayıdır: Bir, olgunun 12 Eylül dönemine de damga vuran geleneksel misyonu gereği, işçi sınıfı içindeki sosyalist ideolojiye açık siyasallaşma potansiyelini doldurmasının önüne sermaye tarafından asla çıkılamayacak olunması; ve iki, dinci gericiliğin toplumsal tabanını daraltmak için öne çıkarılacak aydınlanmacı ideolojinin ve bilimsel düşüncenin yaratacağı siyasal boşluğun, sermaye düzeni tarafından aynı hızla doldurulamayacağının bilgisi. Neyle doldurulacağını geçiyorum…
Bu nedenlerle ancak siyasal öznesini iyi huylu bir tümöre dönüştürmek için uygulanan basınç ile siyasal öznenin gösterdiği direnç arasında oluşan gerilimin belli bir büyüklüğü aşmasının dahi kabul edilemez olduğunu, her iki taraf da bilmektedir. Bu bilinçle, dinci gericiliğin siyasal temsilcileri yok edilmek değil, merkeze çekilmek istenmektedir. Aynı derecede karanlık, aynı derecede gerici toplumsal tabanı, siyasal olarak, merkezde ifade etmek demek, tabanın siyasal taleplerini de -süreç içinde- merkeze düşürmek demektir.
Dinci gericiliğin siyasal talebi olan şeriatın bir süreliğine -ancak oldukça uzun bir süreliğine- siyasal talep olmaktan çıkarılmaya çalışılmasının bizatihi kendisi, dinci gericiliğinin siyasal temsilcisinin de toplumsal tabanının da siyaseten merkeze oturtulması için yeterlidir. Şeriat talebi, Hizbul-kontra’ya bırakılmaktadır. Şeriat talebi düzen dışına dairdir artık. Bu bağlamda dinci gericiliğin siyasal temsilcileri bir ayrışmaya zorlanmaktadır. Zorlama, ideolojik planda şeriat talebinin gayri meşru ilan edilmesi ve düzen dışına dair olduğunun vurgulanması sonucu, öncelikle, dinci gericiliğin toplumsal tabanına yöneliktir. Toplumsal taban üzerinde kurulan ideolojik baskı, bu toplumsal taban ile ancak bir tümellik içinde anlam kazanan siyasal temsilciyi, asıl olarak etkilemektedir. Siyasal temsilcinin baskı altındaki toplumsaldan hareketle ayrışması, toplumsalın ayrışmasının bir ürünü, bir fonksyonu değildir. Siyasal temsilcinin ayrışması, toplumsalın ayrışmasını engelleyecek toplumsalın olabildiğince değil alabildiğince bir aradalığını koruyacak, toplumsalın ayrışmasının, parçalanarak gücünü dağıtmasının önünde engel olarak siyasalın etkinliğini daha da arttırarak geleceğe ve tabii ki merkeze taşıyacaktır.
Örneğin FP’de denenen “yenilikçi”-“gelenekçi” ayrışması, siyasal alanda şeriat talebi ekseninde olgunlaşmakla birlikte, şeriat talebinin gayrı meşru ilan edildiği bir ideolojik saldırı ekseninden harekete geçen ve toplumsal tabanın siyaseten merkeze yüzünü dönen kesimlerini veri alarak yada geleneksel yapıyı korumayı veri alarak sürdürülen cepheler arasında gerçekleşmektedir. Kendi nesnesine, siyasal kaymasını takiye’den taktik’e kadar bir dizi siyasal girdi ile açıklayabilecek olan yenilenen “yenilikçi” sıfatlı özne; sürecin ideolojik olarak da merkeze çektiği kesimlerle siyaseten örtüşmesinden de muhakkak ki güç toplamaktadır. Operasyon tamamlandığında, özne, nesnesini kucaklayacak; nesne de öznesine sahip çıkacaktır.
Sonuç olarak, dinci gericilik özelinde, ayrışma, siyasal ile siyasal dışına düşecek arasında; temsiliyeti sürdürme ekseninde gerçekleşmektedir. Siyasalda kalma mücadelesi anlamındaki bu ayrışmanın siyasal haritadaki kaymalarla olgunlaşacağı açıktır. Bunun anlamı, aslında ayrışmanın siyasal alan ile siyasal alanın dışı arasındaki gerilimle, düzene ilişkin siyasal alanın sınırlarının yeniden tanımlanmasından başka bir şey olmadığıdır. Gerilim, dinamik sınırı orada yada burada tutacaktır. Dışında kalanların içeri girmek için sınıra koştururken sınırı da kendine doğru çekiştirdiği; içinde kalanların ise temsiliyeti sürdürme noktasında siyasalı yeni bir krize düşürmemek için sürekli dışarıya el uzattıkları, ancak kendi durdukları yerin de doğruluğunu sürekli test ettikleri…
Kısaca, ideolojik alanda başlayan müdahalelerle şekil verilen siyasal yapılardan söz edilmektedir. Siyasal şeriat talebi, ideolojik saldırının ve ayrıştırmanın ürünü olarak, dinci gericiliğin toplumsal tabanından uzaklaştırılmaktadır siyasal alanda bu talebin ifadesi düzen dışına düşmekte ve FP içindeki ayrışmada da yansımasını bulmaktadır.4,5
Dinci gerici tahkimatın siyasal partisi görünümündeki FP’nin geleceği, kendi yapılanması üzerinde devam eden bir başka değişime de bağlı olarak biçimlenecektir. Bu, şimdiki temsil mekanizmaları ile bir burjuva partisi için oldukça örgütlü durumda olan milli görüş geleneğinin yeniden ancak liderlik nosyonuyla ayakta duran, kendini sandığa örgütleyen bir biçime dönüştürülmesidir. Tabanın siyasallaşma kanallarını denetim altında tutacak bu dönüşüm, apolitik bir dinci gericiliğin sermaye düzeni açısından ancak kabul edilebilir olmasından kaynaklanmaktadır. Burada apolitik yüzü siyaseten merkeze dönük bir seçmen kitlesidir. Burada apolitizim, süreç içinde merkezden savrulmuş kitleyi yada onun bir bölümünü ama ağırlıklı bir bölümünü yeniden merkeze bırakmanın politikasıdır. Yoksa, bu apolitizmin mutlak olarak dinci gerici tabanda yaygınlaşması mümkün değildir. Apolitik bir dinci gericilik, karşı devrimci özünü ifade edemez, karşı devrimci bir harekete geçemez. Bu bağlamda, dinci gerici özünü yitirir. Oysa, bu özün yitirilmesi değil, bir sonraki karşı devrimci kalkışmaya kadar bu özün toplumsal tabanının daraltılarak korunması amaçlanmaktadır. Tıpkı, faşist hareketin de olduğu gibi…
Faşist hareketin siyasal temsilcisi MHP girdiği erkek-ürkek tartışmalarından hep “erkekliği” başkalarına teslim ederek çıkmak zorunda kaldı. Oysa bu tartışmaların sürdürüldüğü ligde MHP diye bir gerçeklik uzunca süredir yok. MHP, faşist toplumsal tabanın merkez partisi!
Restorasyona gelene değin, faşist hareketin anti-komünist tarihsel misyonundan ayrılmayarak karşı-devrimci güruhat içinde Kürt devrimci hareketini referans alarak kendini tanımladığı doğrudur. Ancak, bu tanımlama bir anti-tez niteliğinde asla olmamıştır, olamaz da. “Bölücülük” tehdidi karşısında “memleketin bölünmez bütünlüğü”nü savunmak, burjuva siyasetinde tek bir partinin tahakkümü altına girdiğinde, ortaya çıkan siyasal temsiliyet ancak karşı-devrimin kendisi olabilir. Faşizm, böyle bir temsiliyetin burjuva cumhuriyetindeki kanlı doğumunu temsil eder. Oysa, Kürt devrimci ulusal mücadelesinin yükselişine koşut bir genişleme ve hareketlenme içine giren bu Türk milliyetçisi toplumsal tabanın siyasal temsilciliğine başta DYP olmak üzere diğer tüm burjuva partileri paydaş olmuştur. MHP uzun süre bu genişleme ve hareketlenmenin tek siyasal temsilcisi olarak sadeleşememiştir. 18 Nisan seçim sonuçları, bu sadeleşmenin evet bir göstergesidir.
Ancak sadeleşme, yukarıda değinilen anti-tezde tekelleşme biçiminde değil, tam tersine, anti-tezin reelliğini yitirdiğinin bilgisine sahip olunan bir kesitte gerçekleşmiştir. Bunun anlamı: Genişleyen ve harekete geçen faşizmin toplumsal tabanının yeniden merkezde yoğunlaşacağı bir sürecin başlatıldığıdır. Burada bir parantez açıp, ifade etmeye çalıştıklarımın, bire bir denetim altındaki bir süreci yada yazılmış bir senaryonun oynanmasını kesinlikle betimlemediğini vurgulamak isterim.
Restorasyon, dinci gericilik gibi aşırı büyüyen bu toplumsal kesimi de merkeze çekmenin yolunu, MHP’nin iktidarla birlikte merkez siyasetine yerleşmesiyle bulmuştur. İşte bu anlamda; MHP, faşist toplumsal tabanın merkez partisi haline gelmiştir. Bu da ancak hareket halinde ve toplumsal taban-siyasal yapı ilişkisi içinde tanımlanabilir bir süreçtir.
Unutulmamalıdır ki, iktidara gelen bir MHP için, merkez siyasetine yönelmek zorunluluktur; eşyanın tabiatı gereği… Devletin çıkarını her şeyin üzerinde tutan, devletin bekaasını varlık nedeni olarak gören, devlete bekçilik yapan bir geleneğin iktidara ortak olduğunda siyasal konumlanışı kendiliğinden merkezdir.
Aşırı şişen karşı devrimci toplumsal tabanı merkeze çekme süreçleri, asıl olarak, karşı devrimci siyaseti silahsızlandırma ile sonuçlanmaktadır demiştik. Şeriat talebini unutan bir FP ya da Abdullah Öcalan’ı asamayan bir MHP… Bu sonuçlara giden yol, karşı devrimci toplumsal tabanın ideolojik haritasına vurulan darbelerden başlamıştır. Ancak, siyaseten silahsızlanma ile toplumsal tabanın gericiliğini yitirmesi arasında bire bir ilişki kurmak mümkün değildir.
Hangi siyaset dışı dinamiklerce beslenmekte olursa olsun BBP gibi bir yedek faşist partinin, sürecin dışında kalmakta inat etmesi, siyasetsiz kalması ideolojik saldırı karşısında düzen partilerinin savunmasız değil, aslında sürecin özneleri olduğunun da bir kanıtıdır.
Merkeze yönelen siyasal yapıya rağmen toplumsal tabanın durduğu yerde çakılı kalması mümkün olmasa da, burada asıl vurgulanması gereken, toplumsal formasyonun tümüne yapılan ideolojik salgının, karşı devrimci toplumsal tabanı yalnızlaştırması, yalıtması ve giderek meşruiyetinin sorgulanır hale getirmesidir. Bu basınçla karşı devrimci toplumsal tabanda da asıl olarak merkeze kayma, kısmen de karşı-devrimci ideolojiden bir kopuş yaşanabilir. Bu sermaye açısından bugünkü koşullar dikkate alındığında ancak potansiyel bir tehlikedir. Çünkü, siyaseten silahsızlandırılmış ve merkeze yüzünü dönmüş bu siyasal yapıların ideolojik kimliklerini yitirmelerine asla tahammül edilemez. Bu ideolojik kimlik -dinci gerici ya da faşist- burjuva siyasal iktisadının içinde bulunduğu krizi aşma sürecinde emekçi sınıflarca benimsenirken, birer tıpa işlevi görmeye devam etmek zorundadır. Bu asla unutulmamalıdır.
Potansiyel tehlikenin, realize olabilmesinin koşullarına gelmeden; toplumsal formasyonun tümüne yapılan ideolojik yayımın ve uygulanan basıncın, sürekli çelişki üretici bir dinamiği olduğu, sürekli iki uç arasında salınması gerektiği unutulmamalıdır. Toplumsal formasyonun tamamını kuşatacak, tek bir ideolojik ve siyasal sistem vardır: Komünizm…
Karşı devrimci-gerici toplumsal tabanın kendini siyaseten ifade etme olanakları tırpanlanmış ve bu tırpanlanmanın doğurduğu tepki ideolojik kanallardan süren müdahalelerle en alt seviyede tutulmuş-bastırılmış olsa da gericiliğin-milliyetçiliğin toplumsallığının daralmasının gerçekçi tek bir koşulu vardır. Sol’un bu mücadelenin içinde restorasyondan farklı bir özne ve mücadelenin gerçek sahibi olarak kendi meşruiyetini sağlayacak bir kanal yakalaması… Bu çıkışın başlıkları da yöntemleri de bellidir. Restorasyonun oyununu ideolojik ve siyasal planlarda bozabilecek tek kanal sosyalizmdir.
Restorasyonun alt-yapısal, siyasal iktisada dair programındaki gecikme ve başarısızlıkların da bir biçimde telafi edilebileceğini var sayarsak, içinde bulunduğumuz dönemin işçi sınıfına yönelik olarak yürütülecek ideolojik mücadeleye nasıl da sıkı sıkıya bağlı bir biçimde şekilleneceğini görürüz. Çünkü siyasal iktisada dair yaşanacak başarısızlıkları, yine gericileşmiş toplumsal tabana basarak aşmayı hedefleyen bir sermaye var karşımızda. Bu yüzden sermaye programının içinde, bu tabanı dönüştürmek değil, onun siyasal yapıdaki ağırlığı azaltarak karar süreçlerindeki tıkanmayı aşmak vardır.
Sürecin bir diğer boyutu, merkezin konumuna dairdir. Sermaye programının realize edildiği süreç içinde burjuva merkez siyasetinin de sağcılaşmasına tanık oluyoruz. Esasen, burjuva siyasal alanının tümünde bir gericileşmeden, sağcılaşmadan söz etmek gereklidir. Toplumsal taban ve karşı devrimci güruh siyaseten merkeze çekilirken, merkez de karşı-devrimcileşmektedir.
Türkiye’ye hiç de özgü olmayan, bu totalde siyasal ve toplumsal gericileşmenin, Avrupa’da son dönemde öne çıkan örneğini hiç kuşkusuz, Avusturya oluşturmaktadır. Özellikle işsizliğe ve yoksullaşmaya bir tepki olarak Avrupa’da yükselen ırkçılık ve neo-nazizim, gerek Avusturya içinden gerekse de AB’den sert tepki görmüştür. Ancak, bilinmektedir ki, AB’de faşizmin ve faşizme karşı gelişen tepkilerin sonucunda, faşizmin işsizliğin sorumlusu olarak gösterdiği “yabancılar”ın, daha fazla kaçak yani daha düşük ücretlerle çalışmak zorunda kaldığıdır. Tepkiler, “ılımlı faşist” partiler yaratır yani faşist partileri merkeze çekerken; merkez de aslında yabancıların ikinci, üçüncü sınıf emekçiler olarak, kaçak, sosyal güvenceden yoksun çalışabilecekleri bir politik hatta çekilmiştir. Bu koşullar, bir zamanların sosyal refah devletlerinde artık meşrulaşmıştır.
Dinci gericilik, 12 Eylül eliyle siyasaldan süpürülen soldan boşalan alana aktı, devlet destekliydi, sermaye destekliydi… Faşist hareket Kürt Ulusal Mücadelesinin panzehiriydi, Türki Cumhuriyetler’deki alt-emperyalist açılımın koç başıydı, devlet destekliydi, sermaye destekli… Dinci gericilik bu desteği, faşizm ise barış süreciyle ve yeni dış politika konseptiyle bu nesnelliğini mi yitirdi? Bu yüzden mi işçi sınıfı içinde solun geleceği parlak? Alternatif sol mu?
Evet, ama salt bu kadar da değil. İnkar edilemez, barış süreci, Kürt emekçilerinin ulusal gündeme çakılı kalmalarının, sınıf gündemine ilgi duyamamalarının önündeki en azından öznel engelleri yıkacaktır. Öte yandan, bu barış süreci, emekçi sınıflara sermaye saldırılarının sus payıdır aynı zamanda. Barış sürecini sekteye uğratacak hiçbir adımın atılamayacağı bir kilitlenme… Öznel engel bu anlamda Kürt ve Türk emekçilerinin birliğine ket vurmaya devam edecektir, ta ki sürecin toplumsalda rengi çıkıncaya kadar. Rengin çıkması, bir yandan sermaye programının yıkıcı yüzünün emekçiler nezninde elle tutulur hale gelmesi ise öte yandan da, sosyalistlerin döneme rengini çalmasıdır. Bunlardan ne ilki ne de ikincisi olmaksızın; Türk ve Kürt emekçilerinin süreci çözücü bir adım atması mümkün değildir.
Sermaye programında elbette Kürt Hareketini daha fazla yıldırmaya ve sindirmeye yönelik hamleler yer alacaktır. Kürt Hareketinin seçilmiş, yasal temsilcileri dahi kovuşturmaya uğrama, tutsak alınma tehdidini sürekli hissederek yol alabileceklerini kavrayacaktır. Tüm bu hamleler karşısında Kürt Hareketi de Barış Süreci’ni engelleyebileceği kaygısıyla geri adım atmaya devam etmek zorunda bırakılacaktır. Kürt hareketinin “pazarlık gücünü” tümüyle elinden alacak bu gerileme; Kürt Hareketinin toplumsal tabanında, bir yandan kabullenme anlamında asimilasyon, bir yandan ulusal mücadelenin sonuçsuzluğunu yaşama anlamında bir tükenme; ama öte yandan da mutlaka ulusal hareketi aşma anlamında bir sıçrama yaratacaktır.
Düzen güçlerinin bu sıçramanın boyutlarına yönelik sosyalizme dair müdahaleleri yine ideolojik alandan başlamış, sosyalizmin değerleri ezilmek istenmiştir. Yılmaz Güney’in Kürt kökenli olması, bu seçimin ne kadar bilinçlice yapıldığına dair bir işaret olarak bellenmelidir. Ancak müdahalelerin değerlere saldırı ile sınırlı kalmayacağı şüphesizdir. Burjuva yasallığı ve meşruiyeti bu genişleyen ideolojik saldırının destekçiliğinden sıyrılacak ve başat hale gelecektir, kısa zamanda…
Sağ, ne kadar büyürse büyüsün düzen içi anlamıyla ancak sol’un karşıtı olduğu sürece burjuva siyaseti için bir anlam taşıyor. Kutupsallığını yitiren sağ, tükenişini de hazırlıyor. Düzen siyasetinde kirlenme kaçınılmazdır; kirlenen de geri çekilir, almaşığına yol verir: Almaşık düzen içi soldan geçmektedir. Düzen içi sol, yoksa… devlet destekli, sermaye destekli var edilecektir!
Kürt hareketi sosyal demokrasinin kuyruğuna; liberal sol sosyal demokrasinin beyin takımlığına; sendikalistler de sınıfa bu siyasetin taşınmasına hizmet edecektir. Ulusalcılar mı? Canım onlar dünden razı… Hala kaldıysa demokratik devrimcilerimize de hiç merak etmesinler gençlik kolları açılacaktır. Evet, CHP bu yapılanmada en şanslı çatıdır. Bu çatıya dayanak olacak, demokratik hareketler kapıda kuyruğa girmiş, meclis hayali görmeye başlamışlardır. Ancak liberalizmle girdikleri ittifaktan liberal olarak çıkacaklara ANAP gibi bir merkez de kollarını açmış beklemektedir.
Erimiş sendikal hareketi ise sosyal demokrasi üzerinden bir canlanma değil olsa olsa Rıdvan Başkan gibi, sendikal bürokrasiden devşirilen yeni vekillerin ihanetleri beklemektedir. Bugün, sosyal demokrasinin toplumsal tabanda muhtaç olduğu sendikal hareketin erimişliğinin bizatihi kendisi de sosyal demokrasinin bu denli sentetik yeniden doğumunun da mimarıdır. Sosyal demokrasinin toplumsal tabanı olarak canlanması mazur görülebilecek bir sendikal hareketin gelişimi için uluslar arası eğilimlerin de gösterdiği üzere Türkiye kapitaizminin kaynakları yeterli değildir. Ekonomik krizine çare arayan Türkiye kapitalizminin siyasal alanda muhtaç kaldığı sosyal demokrasi, refah devletini değil neo-liberal politikaların sürdürücüsü bir “sol” olmaktan öte bir karakter taşımayacaktır. Sosyal demokrasi yada onun suretlerinin, burjuvazinin ekonomik krizine ürettiği sınıfa saldırı politikalarının önemli kısmını geçirtmeyi başardığı, salt onay merci haline indirgenmiş parlamentoda değil, bu politikaların sınıf üzerindeki yıkıcı etkilerinin sınıf tarafından hissedileceği yakın dönemin parlamentosunda temsil bulacağı düşünülürse, bu “yeni sol”un da ömrünün kısa olacağı anlaşılır. Kısa olacaktır çünkü, sosyalistler yeni bir med-cezire izin vermeyecektir.
Sonuç yerine bir özet
1. Egemen ideolojinin birer öğesi konumundaki dinci gerici ve milliyetçi ideolojiler, işçi sınıfı nezninde tarihlerinde görmedikleri bir yaygınlık kazanmıştır.
2. Restorasyonun siyaseti merkezileştirme çabası, ideolojik alanda yapılan müdahalelerle olgunlaşmış olsa dahi, işçi sınıfı içinde karşı-devrimci tahkimat denilebilecek bu onaya dair bir daralmayı değil, olsa olsa genişlemenin hızının kesilmesini sağlamayı amaçlamıştır.
3. DİSK dahil, Türk-İş’in kimi sol sendikal merkezleri dahil, bu gericileşmeden hak ettikleri bedeli ödemektedir. Örneğin, Harb-İş gericilerin eline geçmiş; DİSK tabanından gelen gerici kadrolar hızla merkezlere doğru yükselmişlerdir.
4. Düzenin aşırı büyüyen uçlarına yönelik müdahalesi, işçi sınıfı nezninde, düzenin ipliğinin de pazara çıkartılabileceği çatlaklar, bir olanaklar dizgesi yaratmıştır. Yani sosyalist ideolojiye alan açılmıştır.
5. Ancak, bu gerilimlerin; uçlarda yürütülen müdahalelerin, işçi sınıfı içinde kendiliğinden bir aydınlanma, sola yüzünü dönme yaratması da mümkün değildir.
6. Bu süreçte, sosyalist öznenin, ideolojik mücadeleyi öne çıkararak bu çatlaklardan yarılmalar üretmesi, sosyalizm mücadelesinin meşruluğunu işçi sınıfı içinde kazanması tarihsel bir sorumluluktur.
7. Ancak bu meşruiyet mücadelesi ile sendikal hareket karşı-devrimci güçlere teslim olmaktan kurtulabilir ve DİSK gibi son darbenin de devlet eliyle burjuva hukukundan gelmesini beklemek dışında, mücadele etme dinamiği yakalayabilir.
8. Paradoksal olarak; egemen ideolojinin yine son döneme damga vuran bir öğesi konumunda olan liberalizm üzerinden, beklenti üreten ve merkez burjuva siyasetine eklemlenen “sol” unsurlar, işçi sınıfını burjuvaziye teslim etme telaşına düşmüştür. “İşçinin sağcısı solcusu olmaz” anlayışı bu merkezileşmenin sloganı ve sendikal alanda “taktik”i olmuştur.
9. Emek düşmanı politikalar karşısında gerici güçleri ittifak odağı olarak tanımlamak için:
(a) Asparti’yi ve onun sınıfsal karakterini ayırt edememek
(b) devletin sınıfsal karakterini görememek
(c) salt devlete/devlet politikalarına karşı bir mücadele tanımlamak
(d) mücadeleyi sömürü ilişkisine göre değil
(e) ezen/ezilen ilişkisine göre tanımlamak
(f) işçi sınıfı ile burjuvazinin ortak çıkarlarını aramak gerekir.
(g) Sonuç: Sınıfı “korkutan” solculuğun bu ittifak içinde eriyip gitmesidir.
(h) Sonuç: Sınıf hareketinin top yekun gericiliğin sultası altına girmesidir.
(i) Sonuç: Sosyalist mücadele, sınıf hareketinde yol almak istiyorsa, sendikalist ve liberal sol unsurlara karşı tarihsel bir hesaplaşma içine girmek zorundadır.
10. Demokratizm, burjuvazi ile uzlaşmanın meşru görülmesidir. Uzlaşmanın zemini ise elbette sivil toplum olmalıdır; ancak gerçekleşen, koorparatist hayallerin bile kurulma olanağının kalmadığı bir zeminde, tam da aranan sivilliğin aksine devlet olmaktadır.
11. Özellikle Kürt Hareketi, demokrasi beklentisi içinde, işçi sınıfının eylemsizliğini “sürece taş koymamak kaygısı ile” mazur gösterme zorunda kalmıştır. Ağırlığı olduğu KESK’in tükenişi bu zorunluluğun bir eseri olmayacaksa sosyalist devrimcilerin direncinin bir ürünü olacaktır.
12. Sürecin sonunda, demokrasi ile buluşacak bir Kürt Hareketi de, demokrasinin nimetlerini sınıf mücadelesinde değerlendirecek bir sınıf hareketi de kalmayacaktır.
13. İşte bu noktada, sol kanatçığı tasfiye edilmiş Türk-İşl’e birleştirilmiş DİSK’in oluşturduğu ile, grev hakkı olmayan bir KESKin oluşturduğu sendikal hareket, zaten bu “demokratik” ortamı değerlendiremeyecek kadar ezilmiş durumda olacaktır.
14. Sola açılan alan, düzen güçleri tarafından tespit edilmektedir. Yukarda anılan Demokrasi ve Liberalizm bu alanı kilitlemek üzere genişletilirken; hem liberal solu hem de Kürt hareketini, olası bir sosyalist sol müdahaleye karşı, siyasal olarak da sosyal demokrasi bağlantısı aracılığıyla, -gönülleri ister ki bu da CHP olabilsin- düzene eklemlemek tercihi açıkça ortaya konmuştur.
15. Düzen güçlerinin tespiti, sosyalizme ve öncüsüne, dair ideolojik alandan başlatılan saldırının dinamiğidir.
16. Son Kriz’in işçi sınıfına ve onun devrimci öznesine sunduğu olanaklar, sürecin burjuvazi için hayatiliğinde gizlidir.
17. Demokratizm ve liberalizm; sol içi bir tekleşmenin olanağını önümüze koymuştur.
18. AB gibi, Barış gibi, Kemalizm gibi toplumsal planda yürütülen ideolojik saldırının merkez siyasetine eklemlediği siyasal temsilciler karşısında devrimci partinin sosyalizmden, sosyalist siyasetten ödün vermeyişi bu eklemlenmeyi toplumsal planda boşa çıkaracaktır. Siyasal temsilciler üzerinden merkezileşecek sol toplumsal kesitler nezninde, burjuva restorasyonuna direnç üreten ve sürecin tersine bir mücadelenin olanaklı ve sonuç alıcı olduğunu gösteren Parti ilgi odağı haline gelmektedir.
19. Sosyalist ideoloji içinde eşitlik öğesi öne çıkarılmadan özgürlük ideal olarak kalmaya devam edecektir.
20. Sosyalist siyaset; her alanda kamuculuk, ABD’nin yanında AB’yi hedefe oturtan bir anti-emperyalizm, halkların kardeşliği temelinde bir enternasyonalizm ve aydınlanmaya davet niteliğindeki bir gericilik karşıtlığını merkezinde daha da billurlaştırarak işçi sınıfı ile buluşmak zorundadır.
21. Bu buluşmanın tarihsel sorumluluğu sosyalist siyasetin tekleşen partisinin kadrolarından başka hiçbir yerde değildir.
22. Parti, tarihsel sorumluluğunu bu tarihsel fırsat ile bütünleştirecektir.