Babama,
26 yıldır Almanya’da çalışan 36 yıllık işçiydi. Henüz 50’sinde onu kaybettiğimde benim çok sevdiğim “işçi çocuğu” yazılı bir pasaportum bir de onun çok sevdiği “üniversite öğrencisi” kimliğim vardı.
Her İkisininde hakkını vermeye çalışıyorum.
Her İkisininden hakkını vereceğiz…
“Bu ülkede devrimi biz yapacağız” başlıklı bildirilerin üniversitelerde dağıtılmasından bu yana çok uzun zaman geçmemesine rağmen partili öğrenciler 1996 yılındaki öğrenci eylemlerinin ardından üniversitelerin yeniden şekillendiği bir çok siyasi çevrenin “dibe vurduk” dediği bir dönemde kendilerini dosta düşmana gösterdiler. Bu yazı partili öğrencilerin mücadale içerisinde kazandıkları deneyimler ışığında “öğrenci hareketi”nin bu gün geldiği noktayı ve önünde duran sorunları değerlendirmeyi amaçlıyor.
Giriş kısmında yazıya ilişkin bir iki noktanın daha altını çizmek sanırım faydalı olacak. Böyle bir yazıyı hazırlamak için gerekli itkilerden biri geçtiğimiz yıl Kasım ayının son günlerinde Düşünce Eylem dergisi tarafından düzenlenen “Öğrenci Hareketi bitti mi” başlıklı panel olmuştu. SİP’li öğrenciler dışında Emek Gençliği Koordinasyon ÖDP 1 Özgür Gençlik’ten birer temsilcinin katıldığı panel hem bir örgütsel gelenek olarak hem de günün ölçütleri gözönüne alındığında üniversitelerde görece etkin tüm siyasi çevrelerin değerlendirmelerini aynı anda görme ve mukayese etme şansı verdiği için oldukça anlamlı oldu. Ancak panelin bunun dışında da yazının doğuşu için bir iki önemli noktası var. SİP’li öğrencileri dışarıda bırakarak söylersek panelistler aralarındaki “farklı” bakış açılarına rağmen bir kaç başlıkta ortaklaşabilecek bir tarz tutturdular.
Örneğin panelin ilk turunda tarih değerlendirmeleri yapılırken bütün panelistler uzun uzun “hikaye” anlatıp ancak panel yöneticisinin süre uyarısının ardından sözlerini toparlamaya başlarken ikinci turun konusu olan gelecek için projeler başlığında sürelerinin yarısını biraz geçince sözlerinin bittiğini söylediler. Tarih anlatımında ki “başarı”nın gelecek için proje sunmakta gösterilememesinin öncelikli bir sorun olarak ele alınması gerekiyor. Bunu bugüne ilişkin bir doğru bir değerlendirmemenin olmaması ile de açıklayabiliriz. İkincisi gelecek ile ilgili tartışmalarda farklı farklı da olsa asıl ilacın öğrenci örgütü olduğu konusunda bir ortaklaşma vardı.
Bu yazının gecikmiş bir polemik olmasını istemediğimie de eklemek istiyorum. Ancak sanırım hem panelin “gelecek” boyutuyla ilgili olması hem de muhtemelen bu yazı yayınlandığında aynı tartışmaların devam ediyor olacağı ihtimali ve en önemlisi de aslolarak kendi duruşumuzun temellerini ortaya koymayı amaçladığımdan bu risk geri planda kalacak.
Önce Üniversiteler
Herhangi bir alana dönük siyasal müdahaleden ve bu müdahalenin araçlarından söz edebilmek bunu tartışmak için öncelikle bu alanın olabildiğince açık bir değerlendirmesinin yapılması gerekiyor. Gençlik alanı veya daha somut olarak üniversitelerden söz edildiğinde bu görevin biraz daha çetrefilli bir süreç olduğunu kabul etmek gerekir. Bir taraftan üniversitenin ana bileşenlerinden biri olan öğrencilerin durağan değil değişken – sadece fiziki olarak değil aynı zamanda siyasi-ideolojik belirlenimler açısından da- bir yapıda olması. Öte yandan ise üniversiteler bütün olarak ülkede değişimlerin en çabuk yansıtıldığı alanlardan birisi.
Dünya’da ve özel olarak Türkiye’de üniversitelerin geçirdiği evrim tarihsel gelişim bu yazının boyutlarını aşar ve başka bir inceleme konusudur. Ancak bir yakın dönem değerlendirmesi bugünü anlamak ve geleceğe dönük projeleri geliştirmek açısından faydalı olacak.
i) Üniversiteler ve sermaye;
Kapitalist bir toplumda yani sermaye egemenliğinin hüküm sürdüğü topraklarda üniversitelerin sermayenin hegomonyası altında olması “anlaşılabilir”. Üstelik sadece kapitalizm açısından değil her iktidar varlığını sürdürebilmek için varolan kurumları kendine göre şekillendirmek zorundadır. Üniversitelerin bundan muaf tutulması ise düşünülemez aksine belki de en fazla önemsenen kurumlardan birisi olmak durumunda. Bu temel saptamalar doğruluğunu korumakla beraber bugün üniversite sermaye ilişkisi bu tarifi “aşmış” durumdadır. Kapitalist Türkiye’de üniversiteler sadece sermayenin ihtiyaç duyduğu bilginin yeniden üretimi ve nitelikli eleman yetiştirmenin ötesinde başlı başına kar getiren kurumlara dönüşmektedir.
1990’lı yıllarda topyekün saldırıya geçen burjuvazi sınıfa dönük saldırısının bir adımı olarak özelleştirmeleri karşımıza çıkardı. Bir çok alanda bir anda yürütülen bu saldırı eğitim ve sağlık gibi temel alanlara dönük müdahaleyi de unutmadı. Üniversiteye dönük müdahale “sembolik” rakamlarla başlayan ardıdan 300- 400’lere varan zamlarla öğrencilerin tepkisini çeken sonuçta “yavaşlaştırılmış” biçimde devam eden har(a)çlarla “olağan” bir boyutta sürüyor. Diğer taraftan 1991’de gerçekleştirilen yasa değişikliği sonucunda kar amacı gütmemek koşuluyla vakıflara üniversite kurma hakkı tanındı. Kar amacı gütmeyecekleri iddia edilen bu vakıfların kurdukları üniversitelerin tamamının mütevveli heyetleri sermayedarlardan ve sermaye kuruluşlarının üst düzey yöneticilerinden oluşmaktadır. Özellikle vakıf üniversiteleriyle başlayan süreç tabir yerindeyse sermayenin üniversitelere dönük “kuşatma”sını “işgal”e dönüştürmesidir.
Bu işgalin sermaye sınıfı açısından bir taşla çok sayıda kuş vurma işlevi var. Kuşkusuz onlar açısından en önemlisi kar. Bu üniversitelerde okuyan öğrencilerin çok küçük bir bölümü “burslu” olarak okutulurken -bu oranın 1’e çekilmesi için yoğun bir çaba sarf ediyorlar- öğrencilerin çoğunluğu yılda birkaç bin dolar ödemek zorunda. Bu arada “burslu” kategorisindeki öğrencilerinde burslu okudukları dönemlerde üstün başarı göstermeleri ve haftada belli bir saat diliminde okulda çalışmaları gerekiyor. Burjuvazi bu şekilde sıkı bir disiplin ile yetiştirdiği öğrencilerine okuluna göre ABD veya Avrupa’dan hocalar getirerek kendisine uygun olarak yetiştiriyor. Hala genel toplam içerisinde az yer tutmasına rağmen buralarda kendi ihtiyaçlarına uygun olarak araştırmalar da yaptırıyor.
Sermayeden söz ederken karı hiç akıldan çıkartmamak gerekiyor. Kurulan bu vakıf üniversiteleri daha baştan kamu arsalarının üzerine oturuyorlar faizsiz ya da düşük fazli kredi alıyorlar otomatik olarak bir vergi muafiyeti getiriliyor ve yaptıkları “araştırma”ların herbirisi mutlak devlet desteği alıyor. Sayıları gittikçe artan bu üniversiteler Türkiye gibi gelir dağılımının olağanüstü çarpık olduğu ülkelerde öğrenci bulmakta zorlanabilecekleri düşünülerek mümkün mertebe devlet desteğine ihtiyaçları olduğunu söylüyorlar alıyorlarda. Özcesiherşeyi devletten beklemenin yanlışlığı kurgusuyla hayata geçirilen özelleştirmeler devletten alınan “destek” yoluyla hayata geçiriliyor.
Bir iki küçük değiniyle vakıf üniversiteleri bahsini noktalamak istiyorum. Vakıf üniversiteleri akademik personel yetiştirme zahmetine katlanamayacak olmanın bir sonucu olarak zaten oldukça zor şartlarda çalıştırılan öğretim görevlilerini kendi bünyelerine transfer ederek devlet üniversitelerine dönük bir vuruşu daha gerçekleştiriyorlar. Bu saçmalığın son adımı da devlet desteğini katarak imkanlarını genişleten vakıf üniversitelerine karşı rekabet gücünü yitiren devlet üniversitelerine üniversite-sermaye işbirliği adı altında kendileri açısından masraflı olabilecek araştırmaları yaptırmak.
Bu kargaşa ortamında devlet üniversiteleri de bu “üniversite”leri referans göstererek pekçok başlıkta hızla “ilerleme” kaydediyorlar. Üniversitelerin çok büyük bir kısmında Amerikan Eğitim modeli olan “çan eğrisi” sistemi ve bunun uzantısı olarak paralı yaz okulu yürürlüğe girmiş durumda. Okulların yemekhane ve temizlik işlerinin taşeronlaştırılmadığı çok az örnek kaldı. Bir taraftanda döner sermaye sistemi özel otoparklar kiralık spor ve kongre merkezleri vb. ile üniversite yönetimleri sürekli bir “yaratıcılık” örneği sergileyerek para kazanmanın daha çok kazanmanın yollarını buluyorlar. En bilinen örneği ODTÜ McDonalds olan üniversite kampüslerine “dükkan açma” ise şimdilik yeni bir adım.
Üniversitelerin sermaye kuruluşlarına dönüştürülmelerine ve bunun sonuçlarına ilişkin bir değerlendirmeyle bu alt başlığı kapatalım ve üniversite bileşenlerini incelemeye çalışalım.
“Sermaye ya da tekeller üniversiteleri en fazla şekillendiren etmendir. Örneğin ABD’de gerek öğretim programları gerekse araştırma konuları büyük tekeller ya da bunların oluşturduğu vakıflar tarafından belirlenmektedir. Ülkemizde ise son yıllarda sermayenin Koç Başkent Galatasaray Bilkent Kadir Has gibi üniversiteler kurması bu etmenin önemini göstermektedir. Sermayenin üniversitelere çeşitli biçimlerde müdahalesi olmaktadır. En klasik yolu mütevveli heyetleridir. Sermaye sahipleri mütevveli heyetleri aracılığıyla üniversiteleri piyasaya bağlamaktadır. Sonuçta üniversiteler piyasada ki arz ve talebe ya da dengelere göre eğitim ve araştırma yapan döner sermaye işleten piyasada proje peşinde koşan yarı zamanını özel sektörde geçiren akademisyenleriyle birlikte bir işletme ya da şirket düzeyine indirgenmektedir. Örnek alınan model piyasadaki sermaye işletmeleri ya da şirketleri olunca işletmelerin benimsediği ve uyguladığı politikalar üniversitelerin çeşitli mekanizmaları aracılığıyla kullandıkları biçimlere dönüştürülmektedir. Örneğin fayda-maliyet analizleri çerçevesinde kazancını artırmak tek amacı olan bir işletmenin girdi-çıktı sürecini rasyonelleştirmesi (Örneğin en az girdi ile en fazla çıktıyı elde etmek için masrafları kısıp -işçi çıkartmak ya da taşeron kullanmak- kazancı ya da çıktıyı en fazlaya çıkarmak) Üniversitelerde yankısını benzer biçimde bulabilmektedir. Öğrenci harçlarını artırmak öğretim üyelerinin özlük haklarını kısmak tasarruf önlemlerine başvurmak vb. uygulamalar özel işletmenin ticaret/üretim mantığına benzemektedir.” [İNAL Kemal] 2
ii)Üniversitelerde hocalar
12 Eylül’ün ardından YÖK’ün kurulmasıyla birlikte pekçok ilerici akademisyenin uzaklaştırılması ya da ayrılmak zorunda bırakılması hocalık kavramının yaşadığı anlam değişikliğinin kuşkusuz önemli bir boyutuydu. Ancak 20 yıl sonra artık YÖK sistemiyle yetişmiş bir “hoca” kuşağından da söz etmek de mümkün. Buna rağmen direnmeye çalışan az sayıda onurlu hocayı bu değerlendirmenin dışında tuttuğumu belirtmek isterim ancak bu sistem içinde yetişmiş öğretim görevlilerinin büyük çoğunluğu yukarıdaki değerlendirildiği gibi “yarı-zaman akademisyen” özelliğini taşımaktalar. Diğer “yarı-zaman”da yapılan işler düşünüldüğünde ise akademisyen sözcüğünü bir kenara bırakmak gerekiyor.
Daha vahim bir noktayada işaret etmek istiyorum; akademisyenlerin yaşadığı bu kimlik erozyonu tek başına açıktan sağcı ya da liberal unsurların dışında geniş kamuoyunda solcu ve aydın kimliği ile tanınan kişileri de kapsamaktadır. Kendilerine devlet baskısının olamayacağı “özgür” çalışma ortamı ve daha rahat yaşam vadeden bu kuruluşları tercih etmeleri gerçekten üzücü ancak Demirtaş Ceyhun’un bir röportajında söylediği gibi vakıf üniversitesi yöneticileri açısından özellikle bir tercih olduklarını da bilmek gerekiyor.
Bugün üniversite hocası kimliği taşıyan insanların çok önemli bir kısmı bir takım sermaye kuruluşlarında danışmanlık yapmaktadır. Üstelik bu durum düşünüldüğü gibi sadece “büyük” üniversitelerde bir kaç kişiyle de sınırlı değil. Örneğin Uludağ Üniversitesi yönetimi neredeyse bütün olarak Cavit Çağlar işletmelerinin yönetim kurullarını oluşturmaktadır.
Kimi üniversitelerde ise akademik ünvan tek başına bir kar aracı haline gelmiş durumda. Ek olarak bir de dekan rektör gibi yönetici konumda olmak kendi kendini “patronlaştırmak” anlamına da getirilmekte. Somutlamak açısından İ.Ü Rektörü Kemal Alemdaroğlu’na kampüs içerisine Pamukbank ait bankamatiklerinin yerleştirilmesi karşılığında Mercedes marka araba hediye edildiğinin kimi gazetelere yansıdığını hatırlatmak isterim. Okul içerisinde taşeronlaştırılan işletmelerin ihalesinin de getireceği kara göre yukarıdan aşağıya paylaşıldığını da biliyoruz. Bir parantez açarak bu tarzın bilinen ilk örneğinin eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel olduğunu da eklemek gerekiyor. ODTÜ’de görevli iken yönetimden aldığı bilgilerle girdiği ihaleyi kazandığı biliniyor.
Hocalar bahsinde yaz aylarında üniversite başlığının sıkça tartışılmasını sağlayan eylemlere de değinmek gerekiyor. Pek karşılaşılan bir olay olmadığı için hemen herkesin ilgisini çeken bu eylemler en öz biçimiyle Türkiye’nin içine girdiği yeni evrenin üniversiteler cephesine yansıması olarak düşünülebilir.
Bu seneki hareketlenmenin fitilini YÖK’ün yıllardır alışıla gelinen biçimde hatta daha da pervasızlaşarak oluşturduğu rektör atama listesi ateşledi. Bu açıdan bakıldığında yıllardır baskılara karşı çok cılız seslerin ötesinde bir çıkış yapamayan öğretim üyelerinin sokak eylemlerine varıncaya kadar çeşitli etkinlikler düzenlemesi olumlu bir gelişme olarak değerlendirilebilir. (“Kerameti kavukta sanan” kimi uyanıkların en çok oy almasına rağmen yeniden rektör seçilemeyen 19 Mayıs Üniversitesi’nin gerici ve faşist rektörü için yollara dökülmesini bir kenara bırakıyorum.)
Ancak yine de bu kadar basit değil birincisi bu tepkilerin ve eylemlerin taşıyıcı toplamı ağırlıklı olarak liberal eğilimler barındırmaktadır ve referansları da özel-vakıf üniversiteleridir. İkincisi de açıkça söylemekten çekinmemek gerekiyor bu tepkiler siyasal olarak oldukça geridir. Tek başına “üniversitelerin yönetim kademelerinin demokratikleştirilmesi” tamamen anlamsız bir siyasal çerçevedir. Çünkü belli başlıklarla anlatmaya çabaladığım üniversitenin sermaye işgali altına girmesi sürecinin ilk halkalarından birisi üniversitedeki kadro yapısını gerici ve faşist kişiliklerle doldurmak olmuştu ve bu açıdan oldukça “başarılı” bir evrenin bugün üniversitelerin önemli bir çoğunluğunu gericilerin ve faşistlerin eline terk ettiğini unutmamak gerekiyor.
Hocalar açısından çizilen bu tablo büyük ölçüde bir iç karartıcılık taşıyor. Bu tabloyu değiştirecek olan sosyalist düşünce ve eylem üniversitelerdeki etkisi olacaktır. Ancak bu başlık bir söylemin dışında mutlaka pratik bir uğraşı içerisinde anlam kazanabilir. Bu karanlık tablo sayıları çok az olmasına rağmen ilerici hocaları ufak müdahaleler ile sosyalist harekete yanaştırabilir. Açıkçası onlar açısından çok fazla bir şansta yok ya bu onursuz durumun en iyi bakışla izleyicisi olmak ya da bunun karşısındaki tek anlamlı odak olduğunu gösteren sosyalist hareketin omuzdaşı olmak tercihiyle karşı karşıyalar. Sosyalist hareket ise üniversiteye dönük müdahalesinde bir bütünlük sağlamak zorunluluğu ile karşı karşıyadır ve bu tabloda bile kendisine alan açmak dışında bir şansı yoktur.
iii) Üniversite Öğrencileri:
Öğrenciler başlığında herhalde ilk ele alınması gereken birçok sol siyasi çevre tarafından a-priori kabul edilen ve hemen her tartışmada papağan gibi tekrarlanan öğrencilerin küçük-burjuva olduğu saptaması. Bu saptamayı ilk önce kimin ne amaçla yaptığını bilmiyorum ama tam anlamıyla “kuyuya atılan taş”.
Bildiğim kadarıyla ekonomik tanımı açısından küçük burjuvazi küçük üretim araçlarına sahip olan ve bu üretim araçlarını kendi emeği ile kullanan olarak tanımlıyor. Son yıllarda üniversitede okurken kendi işini kuranlar olduğunu biliyorum ancak birincisi bu bütün öğrencileri kapsayacak bir tanım yapmaya izin vermez ikincisi aynı mantıkla baktığımızda öğrencilik sırasında ücretli bir işte çalışanların sayısı bunun katbe kat fazlasıdır. Bu mantıkla öğrenciler için proleterlerdir(!) de diyebiliriz.
Bu bakışın biraz daha geliştirilmiş versiyonu da küçük burjuvazinin konumu itibarıyla bir taraftan yaşadığı proleterleşme korkusu diğer taraftan sınıf atlama hayali taşıdığı kaypaklık eğilimine vurgu yapan bir biçimde ortaya konulan “ideolojik olarak küçük-burjuva” tanımlamasıdır.
Bu bakış bir taraftan içinde bulunulan sıkışmışlığı suçu müdahalenin nesnesine atmak yoluyla realiza etmeyi diğer taraftan ciddi bir hesaplaşma başlığına başı eğik başlamayı getirmektedir.
Öğrencilerin her zaman sınıf atlama arzusu içinde olduklarının söylenmesine bir itirazım elbette olamaz. Ancak son 10 yıldır her ile bir üniversite vb. devlet politikaları “üniversiteye giremeyenin hayatta yapabileceği hiçbir şey yoktur” argümanları ile üniversitelere giren onbinlerce gencin üniversite mezunu işsiz toplamına katıldığını atlamamak gerekiyor. Bunun ardından gelen en büyük oran da ücretli bir emekçi olarak üretim sürecine katılanlar. Dolayısıyla üniversiteli öğrencileri bir sınıfa yerleştirmek yerine “geçiş dönemi” “bekleme dönemi” ya da illede bir tanım kullanılacaksa deklase kavramıyla tanımlamak daha doğru olacaktır.
Kuşkusuz ki derdim öğrencilerin kaypak küçük burjuva toplamının bir parçası olmadığını iyi güzel hoş çocuklar olduğunu ispatlayıp mavi boncuk dağıtmak değil. Ancak müdahalenin biçimini ve araçlarını tartışmak için bir tarif yapmaya çalıştığımıza göre net bir tanım getirmemiz gerekiyor. Bu yapılmadığı zaman küçük burjuva bir toplamı etkilemenin yolu küçük burjuva duruşa uygun siyasi bir çalışma olur. Bunun ise sosyalist siyaset ile bir bağlantısı bulunmamaktadır.
Sosyalistlerin gençlik alanına dönük çalışmalarında en fazla önem verdikleri başlıklardan birisi `gençlik gelecek’ vurgusudur. Ancak bu tek başına sosyalistlerin görebildikleri bir gerçek değil aynı zamanda burjuvazi açısından da bir veridir. Dolayısıyla burjuvazide kendi iktidarını korumanın yollarından birisi olarak gençliği düzen sınırları içerisinde tutmaya çalışmaktadır. Üniversiteyi “anarşik olayların” merkezi olmaktan çıkartmaya dönük düzenli müdahalelerde bunun doğal sonucudur.
Bu müdahalelerin öğrenciler arasında sonuç verici kimi etkileri olduğunu kabullenmemek mümkün değil. Ortalama bir üniversiteli kimliği 60’lı ya da 70’li yıllara gitmeye gerek yok 90’lı yıllar ile 2000 arasında bile ciddi bir değişim geçirmiştir. Tek bir örnek vererek geçeceğim 90’ların başında yazılmış kimi değerlendirmelere baktığımızda ortalama öğrenci tipolojisinde bir değişimin gerçekleştirilmeye çalışıldığından “yuppie gençlik” yaratılmaya çalışıldığından söz ediliyor. O günlerde belli başlı üniversitelerde görünmeye başlayan bu yeni tip öğrenciler bugün hemen hemen bütün üniversitelerde varlar üstelik sınıf arkadaşları arasında da akıllı adam uyanık adam çalışkan adam olarak saygı duyulmaktadır. Başka bir boyutda sınıfsal köken itibariyle üniversiteye gelenler arasında emekçi çocuklarının sayısının gittikçe azalması. Örneğin bu konuda en yavaş kalan İstanbul Üniversitesi’nde bile yeni kazanan öğrenciler arasındaki devlet liseleri mezunları- özel lise mezunları oranı devlet liselerinin aleyhine bir değişim içinde.
Hocaların hemen her derste konuyu anlatırken piyasadaki durum konusunda da bilgi vermesi ve okul bitmeden piyasa ile ilişkilerin kurulmasına dönük telkinleri en fazla dinlenen konular arasındadır. Ancak hala büyük bir çoğunluğun okuduğu bölüm ile gelecek arasında ancak dolayımlı bağlar kurabildiğini de gözlemleyebiliyoruz. Bu durumda üniversite daha çok iyi ilişkilerin kurulması gereken bir “sosyal ortam” özelliği kazanmaktadır.
Sanırım bu sürecin en önemli sonucu geniş toplumsal kesimlerde üniversite öğrencisi kimliğinin saygınlığının yitimi oldu. “Okumuş adam” tanımına dönük saygı gitgide azalmaya ve artık çok sınırlı kesimlerde görülmeye başladı. Bununla beraber “okumuş adam”ın tamamıyla öldürülmediğini de söyleyebiliriz özellikle Anadolu’dan büyük kentlerdeki üniversitelere gelebilen küçük bir toplam içinde böyle bir özlem var. Son olarak ülke çapında etki uyandıran siyasal başlıkların üniversite öğrencileri arasında da “hala” tartışıldığını eklemek gerekiyor.
IV) Üniversitelerde Karşı Devrimciler
Sermayenin üniversiteye dönük müdahalesi tek başına “yukarıdan” müdahalelerle sınırlı değil elbette. Siyasal ve ideolojik müdahaleler istediği kadar etkin ve sistemli düzenlensin mutlaka bir hareket alanı bırakıyor. Bu hareket alanını daha da fazla daraltmanın bir yolu üniversitelerde karşı-devrimci siyasi örgütlülükler yaratarak sağlamaya çalışıldı. Hem siyasi ideolojik ve örgütsel etki anlamında hem de son bir iki yılın en tartışılan kesimi olması açısından dinci gerici hareket ile başlamak uygun olacak.
a) Gericiler:
Üniversitelerde gerici hareketin örgütlenmesi başılığında fazla gerilere gitmeden yakın dönemden bir milat seçmek yeterli olabilir. 12 Eylül darbesinin ardından ülke çapında estirilen rüzgar gerici hareketin örgütlenmesi için uygun bir zemin yarattı. Ancak dinci gericiliğin “örgütlü” bir kimlik ile üniversitelerde ortaya çıkışı için bir kaç-yıl geçmesi gerekti. Bu süreçte hızla yaygınlaşan İmam-Hatip okulları gericilere ait özel okullar ve kuran kurslarında yetişen kadrolar ile genel gericileşmeden etkilenen “yeni” kuşağın üniversitelere girmesinin ardından 80’li yılların sonunda ve 90’lı yılların başında üniversitelerde gerici örgütlülükler yeniden doğdular. Bir taraftan da üniversitedeki gerici kadrolaşmanın yarattığı uygun zemin varken örgütlenmelerinin yavaş yavaş olmaması çok doğal.
12 Eylül’ün yarattığı uygun zeminde gelişim göstermesine rağmen 90’ların başında 7’den 70’e herkesin küfür ettiği bir düzenin hele ki üniversitelerde savunulması mümkün olamazdı. Gerici hareket bu aşamada “düzen dışı” kimi söylemleri öne çıkararak farklılaşmaya başlarken daha önce karşı karşıya gelmeyi tercih etmediği sol çevrelerle de fiziki çatışmalara girerek kimliğini ispatlama savaşımı verdi.
Sol hem gerektiği biçimde bir karşı koyuşu sergileyememiş olmanın hem de bıraktığı boşlukların bir sonucu olarak gittikçe tavizi artıran bir noktaya sürüklenirken gerici hareket bir siyasal odak olmayı başardı.
“Tezat iki başlık olan mazlumluk ve güç ideolojisi sundukları kimliğin ana bileşenleri. Bosna Çeçenistan gibi gündemler mazlumluluk ile işlenirken sol hareketle fiziki karşı karşıya gelişler güç ideolojisini güncellemeye çalıştıkları başlıklar oluyor.” [YEŞER Emek] 3
İlginç gözlemler yapan deneyimli bir yoldaşımın bir gözlemini aktarıp islamcı gericiliğin örgütlenmesine ilişkin bir noktayı daha vurgulamak istiyorum. 68 kuşağının fotoğraflarına dikkatli bakmayı öneren yoldaşım onların takım elbise giyinmelerini işaret ederek o dönem için bunun olgunluk saygı ve okumuşluğun dışavurumu dışında ileride bu ülkeyi yönetmeye aday olduklarını da göstermenin bir aracı olduğunu söyledi. Gerçekten dikkat edilirse 90 sonrasının üniversite gençliği 68’lerin ortalama görüntüsü olan olgun bir gençten öte pek dünyayı takmayan şımarık bir çocuk görüntüsü veriyor. Özellikle Anadolu kökenli emekçi çocuklarının bu tabloya bir nebze yabancı kaldığınıda eklemek gerekiyor. Gericiler bu tabloda daha muhafazakar bir tavır alarak “olgun” görüntü vermiş ve bunun yanına ilk defa okumuş adam kavramını koyan bir kimlik sergilemişlerdir. Bunun da örgütlenmeleri açısından olumlu bir katkı yaptığını düşünebiliriz. Aynı dönemlerde solun liberal unsurlarının hoplama zıplama ve kafa kazıtma “eylem”leriyle daha ziyade hakim olan tarza yönelmesine de dikkat edilmeli.
Bu dönem ayrıca yıllarca yan yana anılan aydın ve sol kavramlarının ilk kez kesinlikle kabul edilemeyecek bir biçimde yalnızlıktan çıkarılarak “islamcı aydın” kavramının literatürde yer bulmasıyla anımsanabilir.
Bu gün için tablonun gericiler açısından hızla değiştiğini görüyoruz. Yıllarca çeşitli biçimlerde devletle içiçe yaşamış bir siyasi hareketin ilk defa devlet ile karşı karşıya gelmesi tam anlamıyla ezberi bozmuştur. Her ne kadar kimi refleksif tepkiler açığa çıksada bütünlük taşıyan bir “mücadele” hattına sahip olamadıkları için günden güne kan kaybeden bir noktadalar.
Ancak toplumsal yapıda ciddi bir alanı kapsayan gerici ideoloji üniversitelerde de bir uzlaşma noktasında varlığını devam ettirmeye ve eskisi kadar olmasada dönemsel çıkışları örgütlemeye adaydır.
b) Faşistler:
Faşist hareketin üniveritelerdeki duruşu kardeşi gerici harekete göre kimi farklılıklar taşıyor. Faşistler çok güçlü oldukları düşünülen üniversitelerde dahil olmak üzere sadece örgütsel olarak varlar. Üniversitelerde siyasal ideolojik tabloda neredeyse etkisiz olarak tanımlanabilirler. Sanırım sol açısından üniversitelerde son yılların en somut başarısı faşist hareketin marjinalleştirilmesi olmuştur. Solun faşist harekete bakışında ciddi zaaflar olmasına rağmen bir taraftan sürekli bir mücadele perspektifi ve faşist hareketin geleneksel ahmaklıkları faşistlerin üniversitelerdeki varlığını minimize etmiştir. MHP’nin iktidarda olduğu ve özellikle gençlerden destek aldığının söylendiği bir dönemde bir çelişki gibi görünebilir ancak faşistlerin sol ile çatışma dışında herhangi bir varlık gösterdikleri görülmüş müdür
Özellikle Anadolu’daki kimi üniversiteler referans gösterilerek buralarda faşistlerin mutlak hakimiyetinden söz edilebilir. Ancak biraz daha dikkatli bakıldığında buralarda faşistlerin taş çatlasa 20- 30 kişilik kemikleşmiş bir toplamı aşamadığı görülecektir. Hakimiyetleri ise belirlemiş zaman aralıklarında zaten dağınık olan solculara dönük gerçekleştirdikleri saldırılarla yarattıkları terörize ortamın güç ideolojisinin bir sonucudur. Faşistlerin misyonunun bu olduğu söylenebilir. Ancak bunun dışında bir varlık gösteremeyen faşistlerin hakimiyet kurması bu alanlarda sol’un inanılmaz ölçüde başarısızlığıyla açıklamak daha doğru olacak.
Özellikle hükümet ortağı olduğu dönemde faşistlerin bir sokak hareketi görüntüsü vermekten sakınacakları ve kadrolaşma vb. nimetlerden faydalanmaya dönük adımlar atacakları düşünülebilir. Ancak bu süreçte üniversitelerde yeni bir kimlik kazanabilecek şansları yok.
Sosyalist hareketin bu başlıkta uyanık davranması ve hükümette olduğu sürece sermaye ile ilişkileri iyice ayyuka çıkacak ikiyüzlü kirli suratları daha kolay teşhir edilecek faşist hareketi doğru çıkışlarla iyice sıkıştırması gerekir. Zira olası bir sol dalga karşısında sola dönük ilk saldırıyı üstlenmek için çekinmeden öne fırlayacaklarını akıldan çıkarmamak gerekiyor.
c) Polis ve ÖGB:
Üniversitelerde sosyalistlerin direkt olarak karşı karşıya kaldıkları başka bir odakta polisler ve son bir kaç yıldır yaygınlık kazanan Özel Güvenlik Birimleri (ÖGB).
Polis ve ÖGB başlığında herhangi bir genelleme yapmak risk taşıyor. Çünkü aynı üniversitenin farklı kampüslerinde bile farklı bir tavır alışı farklı bir duruşu sergiliyebiliyorlar. Ancak bulundukları her alanda öncelikli görevleri her an izlenmek ve gözetim altında bulundurmak sindirmeye çalışmak olduğu söylenebilir. Bunun sunucunda genel bir korkutucu havanın her dönem hakim olmasını sağladıkları da eklenebilir. Kesinlikle merkezi olarak planlanmış ve sıkı bir denetim ile çalışma yürütülmekteler hangi koşullar içerisinde nerede ne şekilde müdahale edileceği çok ince hesaplar sonucunda belirleniyor. Örneğin hemen her an okul girişinde bulunarak “gereken kişiler” taciz edilir ve genel bir hakimiyet tablosu çizilirken herhangi bir saldırı anında tesadüfen okulda hiç polis yoktur. Saldırıların ardında solcu öğrenciler okul içinden “avlanırken” bir taraftanda “biz yoksak olay var” mesajı herkese iletilmiş oluyor. Bu çalışmanın sonucunda örneğin çevik kuvvetin okul içerisine girmesi genel bir tedirginlik yaratırken sivil polislerin okullardaki varlıkları normal karşılanmakta pek sorgulanmamaktadır. Bu başlıkta özellikle altı çizilmesi gereken başka bir noktada birçok üniversite ve fakülte yöneticisinin polislerle çok iyi bir ortaklık içerisinde olmaları. Bu pervasızlık o boyuta varmıştır ki doğru dürüst kütüphane binası olmayan fakültelerin içerisine adı konmamış karakollar kurulmasına izin verilmiştir.
Öğrenci eylemlerinin toplumsal meşruluğunun arttığı dönemlerde polisle karşı karşıya gelişi kaçınılmaz olmuştur.Bu aşamalarda polisin yoğun saldırıları genel olarak iyi teşhir edilebilmiş ve kamuoyunun tepkisini toplamıştı. Bu aşamada “güvenliği” sağlamak amacıyla üniversite bünyesinde daha profesyonel bir kadroya ihtiyaç duyulmuştur. Pek çok üniversitede rektörlüğe bağlı olarak taşeron şirketler aracılığıyla ÖGB’ler oluşturulmuştur. Vizyon’daki bu değişikliğin öz itibarıyla bir fark taşımadığı da kısa sürede açığa çıktı. Büyük çoğunluğu faşist kadrolardan oluşturulan bu birimler fiili olarak polise bağlı çalışmaktadır. ÖGB’ler oluşturulduğu alanlarda “sivil” polisler varlıklarını sürdürmekte ayrıca “ihtiyaç” halinde her türden polisde okula sokulmaktadır.
Şu andaki mevcut yasalara göre polisin üniversite içerisine girmesi için o birimin en yüksek makamından çağrı alması gerekiyor. Oysa polis istediği yere girmekte maalesef istedikleri herşeyi yaptıktan sonra hazırladıkları çağrı metnini “hoca”larımızın önüne koyarak imzalatmaktadırlar.
Üniversiteyi üniversite olmaktan çıkartan en önemli etkenlerden biriside üniversite yönetiminin fiili olarak polislerin isteği doğrultusunda şekillendirilmesidir.
Bu başlıkta son zamanlarda unutulan bir noktayı da vurgulamak gerekiyor. Üniversitelerde solun direkt olarak en fazla karşı karşıya kaldığı güç polisler oluyor. Bu gibi durumlarda okuldaki varlıkları gayrı-meşru olan polislere karşı hiç bir biçimde geri adım atmamak çok önemlidir ancak bununla beraber tek başına bu boyuta indirgemek yerine karşı karşıya gelişte siyasal temaları doğru seçmek ve teşhir noktasında da aynı başarıyı göstermek unutulmamalı.
Üniversitelerde sol
Yazının ikinci bölümüne geçerken bir noktanın altını çizerek başlamak istiyorum. Şimdiye kadar çeşitli altbaşlıklara ayırarak aktarmaya çalıştığım konulardan herbiri farklı dönemlerde ayrı ayrı defalarca ele alındı. Ancak üzerelerine bu kadar laf edilmiş olmasına rağmen derlenip toparlanıp bütün olarak ele alındığında çok kulanılan bir tabirle aritmetik toplamlarının ötesinde bir karanlığa işaret etmeleri önemsenmek durumunda.
Üniversiteler tablosunun şu ana kadar çizmeye çalıştığım çerçeve içerisinde umut vaat eden tek başlık sosyalist öğrencilerin henüz bu denklem içerisindeki yerlerine yerleştirilmemiş olmaları.
Ancak sosyalitleri denklemin içine sokmadan önce genel olarak sol hareketin üniversitelerdeki duruşuna ve siyasi etkisine değinmek ve sosyalistlerin bu genel içerisindeki ayrım noktalarından yola çıkarak değerlendirmek daha doğru olacak.
Açıkça ifade etmekten kaçınmadan ve lafı dolandırmadan söyleyelim yukarıda çizilen üniversite tablosunun ortaya çıkmış olmasından eninde sonunda ya da son kertede filan değil çok doğrudan sol sorumludur. Türkiye sol tarihi incelemelerinde solun her dönem en etkin olduğu alanlardan birisinin üniversiteler olduğu görülür. Sol bu gün üniversitelerde hiç bir dönem karşılaşmadığı biçimde üniversiteye dışsallaşmış etkisizleşmiştir. Kuşkusuz ülke çapında sol hareketlerin büyük bir bölümünün içine girdiği siyasal üretimsizlik onun üniversiteler içindeki görüntüsünde kendisini bundan muaf tutamazdı. Ancak bu tablonun ülke çapında yansımalarından çok daha somut biçimde daha dar bir alan olan üniversitelerde gözlenmektedir.
Kendimizi biraz zorlayıp örneğin devrimci demokrasinin bütününün ve solun liberal unsurlarının son üç dört yıldır üniversitelerde ne yaptığını düşünmeye çalışalım. Toplumsal alanda ses getiren bir çıkışı düşündüğümde maalesef aklıma tek bir örnek geliyor; türban gündeminde “özgürlük” mücadelesinin peşine takılmış giden bir sol. Ben kendi adıma bu saçmalığı hesaba katmak yerine yukarıdaki soruya bir şey yapmamıştı demeyi tercih ederim. Yine de baskı yapmayıp seçimde “özgür” bırakıyorum herkes istediğini seçebilir!
Üniversitelerde sol siyaset kendisini kapalı devre yayın yapan bir duruma düşürmüş ve sol bütün varlığını solun diğer bölmeleri ile rekabete adamıştır. Bunun dışında varlığını anlamlandıran bir faaliyet yürüt(e)memektede üstelik bu öylesine yüzeysel olarak yapılmaktadır ki bunun sağlayabileceği kimi gelişimler bile -siyasi olarak netleşme harmanlanma vs. – elde edilemektedir. Sol siyasetin genel olarak etkisizleşmesi ile “iç” gündemlere hapsolması birbirinin hem nedeni hem sonucu olmuştur.
Dışarıyla olan bağlarını yitiren sol içe dönmek seçeneği ile yüz yüze kalmış bunun bir sonucu olarak da dışarıyla ilgisini tamamen yitirmiştir. Gelinen nokta da en “gelişkin” düzeyde olduğunu düşünebileceklerimiz sadece kimi polisiye çatışma başlıklar ile gündeme gelir olmuşlardır. Daha da somutlayalım ortak yapılacak her hangi bir sokak eylemi öncesinde tartışmalar hangi siyasi talebin hangi dolayımlarla aktarılacağı boyutundan ziyade eylemin “askeri” boyutunun ne olacağı üzerinden şekillenmeye ve ayrımlar ya da birleşmelerde bu noktalar referans alınmaya başlamıştır.
Üniversite içerisinde üniversiteyle tüm bağları koparılmış ve söylediği hiç bir şeyi dinletebileceği bir dinleyici toplamı olmayan sol hiç bir dönüşümü başaramaz.
Elbette bugün bu noktaya gelinmiş olmasının daha derinlerde kimi nedenleri var. Fakat sanırım en somut olanı solun üniversitelere dönük bir perspektifinin olmaması.Biraz önce solun son birkaç yıllık pratiğine ilişkin bir tablo sunmuştum biraz daha genişletip aynı soruyu şu şekilde düşünmekte mümkün; bu güne kadar sol adına üniversitelere dönük sunulmuş bir program ya da geliştirilmiş bütünlüklü bir bakış açısı var mıdır Benim aklıma birçok devrimci çevre tarafından kimi ufak-tefek farklılıklarla savunulan bir “özerk- demokratik üniversite” söyleminin ötesinde birşey gelmiyor. Oysa;
“Özerk-demokratik bir üniversite talebi sosyalistlerin kitleye mal ettikleri değil kapitalizmi aşamayan sol muhalifliğin devrimcilere mal ettiği bir slogandır.” [GELENEK] 4 .
Haksızlık etmiş olmayalım, bu gün pek çok savunucusu tarafından bile ne anlama geldiği konusunda net bir tanım alamadığımız bu taleple ilgili Devrimci Gençlik yayınları tarafından yayınlanan “demokratik üniversite programı” isimli broşürde kimi tanımlar yapılmış, oradan okuyalım;
“Temel fonksiyonu bilim adamı, yönetici ve aydın insanlar yetiştirmek olan üniversitelerin, yüklenen işlevleri bugünkü düzen içinde kısmen de olsa görebilmesi her şeyden önce, özerk bir yapıya kavuşmuş olması yani her türlü gerici, şoven baskılardan kurtulmuş, müdahalelerden arındırılmış olması ile mümkündür. Bu etkilerin ortadan kaldırılmasının özgürce sürdürülecek eğitim olanaklarının, bilimsel araştırma yapabilme koşullarının yaratılmasının adı da demokratikleşmedir.” 5 [Devrimci Gençlik]
Özetleyeyim; üniversitelerin bugünkü düzende “kısmen de olsa” iş görebilmesini sağlamanın yolu özerklik, bu koşulları yaratmanın adı da demokratikleşmeymiş. Arayı açmadan, aynı kaynaktan, iki ayrı paragrafı daha sunmak yerinde olacak,
“Öncelikle belirtmek gerekir ki, egemen sınıfların özerk- demokratik üniversiteye tahammülü yoktur. Emperyalizm ve oligarşinin çıkarları özerk-demokratik üniversitenin bütün yönleriyle çelişmektedir. Onlar bütün güçleriyle özerk demokratik üniversitenin karşısındadırlar ve kendi yıkımlarını hazırlayacak böyle bir üniversiteye asla izin vermek istemezler. Bu nedenle yeni-sömürge olan ülkemizde özerk-demokratik üniversitenin gerçekleşme şansı yok denecek kadar azdır.” [Devrimci Gençlik] 6
“Gelişmiş kapitalist ülkelerde üniversiteler, daha burjuva devrimleri çağında özerk-demokratik bir nitelik kazanmıştır. Burjuvazi tüm subjektivizmine rağmen bu kurumlarda tam ve doğrudan bir denetim uygulayamamıştır. Bunun nedeni ikilidir; Birincisi ve en önemli olanı demokratik güçlerin mücadelesi ve burjuvazini emellerinin önünde oluşturduğu settir.İkincisi ise, bu ülkelerde burjuvazinin bilimsel ve teknolojik alanda yaratıcı bireylere ihtiyaç duymasıdır. Yani bu nedenle istemese de bizzat kendisini tehdit etmediği ölçüde “özgür” bir ortam yaratmak durumundadır. İşte bu iki etken nedeniyle, bu ülkelerde üniversiteler, demokratik-özerk bir yapıdadır, son derece geniş olanaklara sahiptir.” [Devrimci Gençlik] 7
Yıllardır üzerinde “fırtınalar kopartılan” özerk-demokratik üniversite projesi sahipleri tarafından böyle anlatılıyor. Bozuk düzenin üniversitelerini düzeltme ihalesini alan devrimciler, emperyalizme ve oligarşiye rağmen üniversitelerini düzeltmeyi kendilerine görev adlediyor. Üstelik bunun gerçekleşme ihtimalinin yok denecek kadar az olduğunu bilerek, üstelik bunun burjuva demokrasisine ait olduğunu bilerek.
Yukarıdaki cümlelerde bunun dışında daha vahim bir boyut olduğunu düşünüyorum. Bu talebi öne sürüp, örgütlemeye çalışan unsurların büyük çoğunluğunun devrimciliklerinden şüphe etmiyorum, “sonuçta bu talebi siyasi olarak ön plana çıkartıklarının aslında elbette sosyalizmin üniversitelerini istedikleri”nden de şüphe etmiyorum. Ancak siyasetin niyetlerden bağımsız yasallıkları sayfalarca haklı olarak küfür edilen emperyalizmin, oligarşinin üniversitelerinin son derece geniş olanaklara sahip olduğunu yazarak ağızları sulandırmaya varınca, durup düşünmek gerekmiyor mu?
Özerklik ve demokratiklik meselesi üzerine daha çok fazla şey söylenebilir ancak birincisi bu güne kadar söylediklerimiz doyurucu sayılabilir, ikincisi tartışmaya çalıştığım asıl başlık üniversiteli solun içinde bulunduğu durumun nedenleri ve sanırım yazılanlar böylesi bir çarpık siyasi duruşun daha başka bir durumda olamayacağım yeterince açıklıyor.
Bu perspektifsizliğin yakın dönemine biraz daha değinmek gerekiyor. Öyle sanıyorum ki şimdiye kadar sözünü ettiğim liberal sol ile devrimci demokrasinin içine düştüğü bu durum iki başlıkta ele alınabilir; birincisi “devrimciler toplumun hafızasıdır” tanımlaması “Üniversiteli devrimci, üniversitelilerin takvimidir” biçiminde algılanır olmuş ve bunun sonucunda “belirli gün ve haftalar solculuğu” diyebileceğimiz bir garip sol siyaset tarzı ortaya çıkmıştır. İki; üniversiteli solun yakın tarihsel kimliği, muhaliflik, zaman zaman ortaya saçılan pisliklere ya da salt YÖK’e vesaireye dönük karşıtlıkla sınırlı tarz. Bu durumda karşımıza şöyle bir soruyu alıp, devam edebiliriz, Sol üniversitelerde belirli gün ya da haftalara ya da “gündelikçi’liğe mahkum mu?
Sanırım Cemal Hekimoğlu yoldaşım “Sosyalist hareketin böylesi sancılar çektiği örneklerde, ideolojik kimliğin siyasal ve örgütsel zayıflığa kalkan oluşu, üzerinde en fazla durulması gereken konudur.”8 derken biraz da bundan söz ediyor. Siyasal üretimden sınıfta kalan sol, “güvenlik kuşağı” yaratamadığı için örgütsel zaafiyeti de yaşadı. Şu ana kadar somut olarak değinmediğim partili öğrencilerin üniversite pratiği, belki de en fazla burada örnek teşkil ediyor. Son bir kaç yılın üniversiteleri düşünüldüğünde örgütsel anlamda bir gelişme gösteren tek siyasal odak olan SİP’li öğrenciler çizdikleri net ideolojik hattı, anlamlı bir siyasal pratikle besledikleri oranda bunu başardılar.
Yazının başında panelden söz ederken atladığım bir başlıkta ideolojik mücadeleydi. Ancak panelistlerin ideolojik mücadele derken neyi anlatmaya çalıştığım anlamadığımı söyleyebilirim. Aklıma gelen bir anekdot, ne olmaması gerektiğine dair iyi bir örnek olabilir;
Olay 97-98 öğretim yılında İstanbul Üniversitesi’nde Abbas Güçlü’nün katıldığı “Eğitim’de Kalite” konulu bir seminer de geçiyor. Bu zevzek adam bir yıl önceki eylemler sırasında öğrencilere harçların artırılması için eylem yapmalarım önermesiyle tanınmıştı. Tahmin edilebileceği üzere toplantı boyunca, eğitimin kalitesinin artması için paralı olması gerektiğini anlatıp durmuş. Sorular kısmında söz alan bir devrimci arkadaşımız ise, kapitalizmin 70’li yıllarda girdiği bunalımdan başlayıp fordizmi, post-fordizmi filan anlatmış, tam sosyalizmin çözülüşünü anlatmaya başlayacağı sırada da sözünü kesmişler. Muhtemel o başlığı geçip sosyal devlet olgusuna oradan da bunun Türkiye’ye yansımalarına geçip, genel olarak özelleştirmeleri anlattıktan sonra eğitim de özelleştirme başlığına gelecekti.
Bunun ideolojik mücadele ile hiç bir ilgisi olmadığını tekrarlayıp bu örnekle devam edelim, söz alan arkadaş örneğin sadece “bu aşağılık herif parası olmayanlar okumasın diyor” deyip adamın suratına tükürse kuşkusuz daha hayırlı bir iş yapmış olurdu. Birazdan örgüt meselesini tartışırken daha iyi anlaşılabileceğini düşünüyorum ancak üniversitelerde ideolojik mücadelede üzerinde durulması gereken başlık yine hedefin iyi gözetilmesi. En öz biçimiyle iki başlıkta toplayabiliyoruz, birincisi solun kadro yatağında, ikincisi hala topluma, seslenme olanağının en güçlü olduğu alanlardan birinde sürdürülen bir mücadele. Bir de en yalın haliyle taraflaştırmaya dönük bir etki. Bu kez 68’in öğrenci liderlerinden Harun Karadeniz örnek veriyor;
“Durum öyledi ki o zamanlar yine komando adıyla yine 1975’tekine benzer faaliyetler gösteren CKMP’li İTÜ öğrencileri ve diğer sağcılar söze başlarken “biz de solcuyuz ama…’ diye başlıyorlardı. 1966 da biz “sosyalistiz’ demeye çekiniyorduk. Fakat 1968’de kimse “Ben sağcıyım’ diyemiyordu. Çünkü utanıyorlardı. Evet 1968’de İTÜ içinde sağcı olmak utanç vericiydi. “ [KARADENİZ Harun] 9 .
Her Derde Deva: “Öğrenci Örgütü”
Bugün üniversitelerde siyasal çalışma yapan sol hareketlerin hemen hepsi içinde bulunulan durumdan kurtulmanın yolu olarak “öğrencilerin en geniş birlikteliği”ni sağlayacak öğrenci- ya da daha genel anlamıyla “gençlik”- örgütlerini önermekteler. Siyasetine göre, dernekler, meclisler, cepheler, öğrenci birlikleri ya da ÖTK’lar farklı boyutlarda geniş birlik sağlayan örgütler olarak tanımlanıyor. Baştan belirtmek gerekir ki bu örgütlerin hem kurulmuş olanları hem de kurulmaya çalışanlar bu projeyi ortaya atan “siyasi özne”nin nesnellik tanımından başka her hangi bir nesnelliğe oturmamaktadır. Bunun en somut göstergesi de “en geniş birlik” iddiasında ki örgütlenmelerin çapı ile “dar” siyasi örgütlenmelerin çapı arasındaki orandır.
Üniversitelerde, bu en geniş örgütlerin herhangi bir siyasi adım atacaklarında kendi dışlarındaki en geniş birlikteliklerle birleşmek zorunda kaldıklarına, üstelik bu durumda bile geniş birlikteliklerden söz etmenin mümkün olmadığı durumlarla sık sık karşılaşıyoruz.
Üniversitede yıllardır aynı sorunun tartışılıyor olması belli açılardan şaşırtıcı ve anlamsız gelebilir. Çok gerilere gitmeye de gerek yok önerilen bu modellerin hemen hepsi 96 yılında ki öğrenci eylemleri döneminde de önerilen modellerdi, hatta belki de bu örgütlerin bir çoğu sürecin içindeydi demek daha doğru. (Üstelik mesela öğrenci cephelerinin üst örgütü olan koordinasyon sözü edilen “kitleselliğe” ulaşmayı da başarmıştı.) Dalganın çekilmesinin ardından elde bir şey bırakmadıklarının görülmesine rağmen hala ısrarla savunulmaktadırlar. Üstelik bu savunmayı meşrulaştırmak için akıllarınca geçmiş dönemin “özeleştirisini” bile verenler var. Oysa sorunun özü hep kaçırılmaktadır. Bir önceki bölümde açmaya çalıştığım sol’un siyaset yapış tarzının, siyasetsizliğin hesaba katılmadığı durumda sorunu kavramak mümkün olamıyor.
“… sosyalistlerin akademik alanda öğrenci hareketi, hastanelerde doktorlar, mühendis kitlesi ve mühendis odaları içinde mühendis hareketi, sendikalarda işçi hareketi, kadınlar arasında kadın hareketi (hepsi toplanınca kitle hareketi oluyor) yaratmak ve bunların toplamını da devrimci harekete eşitlemekten sıyrılmaları gerekiyor.” [GELENEK] 10 .
Sıyrılınamadığı zaman her alana dönük bir demokratik kitle örgütü yaratılıyor ve yükselen dalga çekilince “demokratik’lik de, “kitle” de, “örgüt”lülük de kalmıyor. Demokratikliği ve kitleselliği ile pek ilgilenmesem de örgüt fikriyatını bu kadar ucuza harcanmasına tahammül edemediğimi söylemeliyim.
Bugün ismen pek telaffuz edilmese de bu tarz örgütlülüklerin gönüllerde Dev-Genç olarak taşındığından şüphe etmemek lazım. 68’in Dev-Genç ile ilgili oldukça fazla şey söyledik, bir de 80 öncesinde Dev-Yol çizgisinin DKÖ’sü olan Dev-Genç (DGDF) var, 80’de yargılamalarında onlarda DKÖ’den söz ediyorlar;
“Devrimci Gençlik Dernekleri Federasyonu başlangıçtan beri sosyalist bir gençlik örgütü, bir kadro örgütü değil, bir demokratik kitle örgütü olarak kurulmuş ve buna uygun bir mücadele yürütmüştür. Yönetimde devrimci gençlerin bulunması onun bu konumunu ortadan kaldıran bir şey değildir. Çünkü demokratik kitle örgütleri yönetiminde hangi görüşten insanlar bulunursa bulunsun bir nokta da kuruluş ilke ve amaçlarıyla sınırlı bir mücadele yürütmek zorundadır. Ne onlara yapısına uymayan görevler yüklemek ne de kitle bağlarını daraltacak bir ‘gizli örgüt’ gibi ele almak doğru bir tutum sayılmaz.” [Dev-Genç] 11
Bu paragraf bir savunma içeriği taşımasına rağmen daha çok demokratik kitle örgütlerinin nasıl çalışması gerektiğini anlatması açısından önemli. Buradaki önermeyi daha açık biçimde şöyle yorumlayabiliriz. Devrimciler tarafından kurulmuş olsa da, yönetiminde devrimciler olsa da DKÖ’lerde devrimci mücadele değil kitlenin istediği mücadele yürütülür. (Üstelik bu saptamanın 12 Eylül arifesindeki bir örgütlenme için yapıldığını düşünün.)
Zaman geçtikçe bu tarz daha da abartılıyor, kitlelerin hiçbir şey istemediği koşullarda mücadele biraz daha “esniyor”. Örneğin bu savunmanın yazıldığı dönem 12 Eylül sonrası kitlelerin hiçbir şey istemediği bir dönemdir ve bu dönem öğrenci hareketi içerisindeki en canlı odaklardan birisi olan Yarın dergisi etrafında kümelenen gençler o dönemin demokratik kitle örgütü olan derneklerinin görevlerini bu tabloyu veri alarak, şöyle anlatıyorlar;
“Varoluş nedenleri, öğrencilerin hak ve çıkarlarını savunmak ve geliştirmek olan öğrenci derneklerinin ilgi alanına en küçüğünden en büyüyüğüne en tedayından en geneline tüm öğrenci sorunları girer. (…) Öğrenci derneklerinin asıl olarak uğraşacakları ana sorunlar sınav yönetmelikleri, paralı eğitim, atılmalar, disiplin yönetmelikleri gibi sorunlardır. Ancak öğrenci dernekleri böyle önemli sorunlarla uğraşırken, bu gün elde edilebilecek ve öğrencilerin yararına olan hiç bir şeyi yarına ertelememelidir. Teksir, fotokopi, yemek kalitesi, servis, kitap dağıtımı, gençlik içinde kültürel ve sportif etkinliklerin yönlendirilmesi ve geliştirilmesi, tatil, gençliğin birlikte davranmasını ve dayanışmasını getirecek her türlü girişimin planlanması ve desteklenmesi gibi sorunlarla yakından ilgilenmelidir.” [CAN, Serdar] 12
Bir şey söylemiyor, sadece bu tarz başka alıntı yapmamaya söz veriyorum.
Bu noktada anlamayı beceremediğim bir tartışmaya girmek ihtiyacı duyuyorum. Tarif edilen öğrenci örgütleri yukarıdaki yazıların yazıldığı dönemde de bu gün de aynı eksene oturuyor. Sorun “öğrenci hareketi”nin içinde bulunduğu durumu değiştirmek. Kısacası ne yapmak gerektiğini düşünüyor ve ne yapmalı diye soruluyor. Kuşkusuz bu soruya örgüt diye cevap vermek çok yerinde bir davranış, peki ama aynı soruyu yıllar önce soran ve ne yapmalı diye yanıt veren bir isim hiç mi akla gelmiyor? Üstelik soruyu soranları hemen hepsinin kendilerini marksist ve leninist olarak tanımladıkları düşünülünce daha da anlaşılmaz oluyor.
Gelenek’te yazmanın rahatlığıyla, daha doğrusu Gelenek okurlarının bu güne kadar yazdıklarımızdan leninist örgüt teorisine ilişkin hareketimizin duruşunu kavradıklarına olan inancın rahatlığıyla biraz “kaba”laştırarak anlatmaya çalışacağım.
Leninist örgüt teorisi en dar anlamıyla öncülük kavramını akla getirmekte. Öncülük belki de en iyi biçimde karşıtıyla tanımlanır. Lenin’in Ne Yapmalı’nın hemen başında ekonomistlerle hesaplaşmasını hatırlamak gerekiyor. Üstelik burada ekonomizm somut olarak ekonomik alanla ilgili bir mücadele çizgisi olarak da düşünülmemeli, biraz soyutlarsak varolan koşullar içerisinde o koşulların belirleniminde bir siyasi duruş tanımlanmaktadadır. Bu tarz bir mücadele pek ala kendiliğinden de gerçekleşebileceği için bu tarzın savunucuları kuyrukçuluk ile karşılanan uvriyerist sıfatı ile anılıyorlar.
Bunun üniversitelere yansıması,” alanın özgül sorunlarından”, “öğrencilerin kendi sorunlarıyla öğrencilere yönelme”, bu doğrultuda bir siyasi faaliyete endekslenme olarak karşımıza çıkmıyor mu? Üstelik bu öğrenci “örgütleri” en çok da bunun için önerilmiyor mu?
Yine Lenin’den somut olarak öğrenci alanına dönük bir değerlendirmeyi, bu kez onun kendi cümleleriyle aktarmak istiyorum. 1903 yılında “üniversiteli” dergisi için kaleme aldığı yazıda, “sosyal devrimciler”in, öğrencilere dönük “fraksiyonlar arasındaki ayrımları bir kenara bırakıp genel politik hareket ile dayanışma”ları önerisiyle hesaplaşıyor.
“Aydına tüm toplumdaki sınıf çıkarlarının gelişimini ve politik gruplaşmaları en bilinçli, en kararlı ve en doğru şekilde yansıttığı ve doğru biçimde ortaya koyduğu için aydın denmiştir. Gruplaşmaları, toplumun politik gruplaşmalarına denk düşmeseydi öğrenci gençlik öğrenci gençlik olmazdı. -“denk düşme” derken, öğrenci gruplar ile toplumsal grupların gücü ve niceliği arasında tam bir oran olduğunu değil, toplumda var olan grupların, aynı şekilde öğrenci gençlik arasında da zorunlu ve kaçınılmaz olarak bulunduğunu söylüyoruz.” [LENİN Vladimir İlyiç] 13 .
Lenin ortaya bir tanım attıktan sonra bir süre ayrıntılandırıyor ve sonunda da ne yapılması gerektiğini şöyle yazıyor;
“Öğrenci gençliğin belli bir kesimi, kendine belirli bir dünya görüşü edinmek istiyor. (…) Öğrenci gençliğin ideolojik birliği adına, üstelik devrimcileştirilmesi vs. adına böyle bir seçime karşı çıkan kişi, sosyalist bilinci karartır ve gerçekte sadece fikirsizliği propaganda ediyordur. Öğrenci gençliğin politik gruplaşması zorunlu olarak tüm toplumun politik gruplaşmasını yansıtır ve çeşitli politik gruplar arasındaki sınırların bilinçli ve tutarlı biçimde çizilmesi her sosyalistin görevidir. Sosyal devrimci parti tarafından öğrenci gençliğe yöneltilen çağrı -“genel politik hareketle dayanışma”nın ilan edilmesi, devrimci kamptaki fraksiyon çekişmelerinin tamamiyle göz ardı edilmesi- gerçekte, sosyalist görüşten burjuva-demokrat görüşe geri dönüş çağrısından başka bir şey değildir. Bu şaşırtıcı değildir, çünkü “sosyalist devrimci parti”, sadece, Rusya’daki burjuva demokrasisinin bir fraksiyonudur. Sosyal demokrat öğrencilerin devrimcilerle ve diğer yönetimlerdeki tüm politikacılardan ayrılmaları, hiçbir şekilde genel-öğrenci ve eğitim örgütlerinin dağıtılması anlamına gelmez, aksine, ancak tamamiyle belirli bir program görüşüne dayanılıyorsa, öğrenci gençliğin en geniş çevrelerinde, akademik bakış açısının genişletilmesi ve bilimsel sosyalizmin, yani Marksizmin propagandası için çalışılabilir ve çalışılmalıdır. “ 14 [LENİN Vladimir İlyiç]
Lenin’in bıraktığı yerden devam edeceğini ancak önce neyi söylemediğini örnekleyelim. Zira bir süredir üniversitelerin durumuna ilişkin sunduğumuz iç karartıcı tablodan sonra, “dar” bir örgüt modelini öneriyor olmamız anlaşılmaz gelebilir. Üstelik Lenin bile “öğrenci gençliğin en geniş çevrelerinde” çalışmaktan söz ederken…
“Gençlik yığınlarının girdikleri her mücadele de emeğin gençliğini bu mücadelenin en kararlı, militan ve savaşan gücü olarak yanlarında bulacaklardır.” [DEVRİMİN SESİ].15 .16
Söylenenler arasında bir somut olarak bir düzlem ayrışması var. Bir tarafta geniş öğrenci kitleleri harekete geçirecek bir örgütlenmeden diğer tarafta komünist gençliğin örgütlenmesinden söz ediliyor. Geniş öğrenci kitleleri harekete geçirebilecek bir örgütlenmede, komünist öğrenciler tarihsel sorumlulukları gereği öncülük ederler. Öncülük etmek içinse yaygın kanının aksine partili kimliklerini geri çekmezler aksine partili komünist oldukları için öncülük ettiklerini, -etmeleri gerektiğini, bilirler/ “öğretirler”. Bunların birbirine karıştırılması durumunda varılan yer, teksir çoğaltmak, tatil imkanı yaratmak ya da yığınların girdikleri mücadeleye koşup yetişerek yanlarında saf tutmak oluyor. Arada da pek fark yok aslına.
Oysa Ne Yapmalı öncü örgütün yığınlara bilinç taşımasından söz eder. Onun bir kadro örgütü olmasından söz eder. Her koşulda mücadeleyi sırtlanabilecek bir biçimde çalışması gerektiğinden, mücadelenin sürekliliğinden söz söz eder.
Bu gün genel olarak sol hareketin, özel olarak da üniversite de çalışan siyasi hareketlerin çoğunun yaşadığı sorunlarda bunlardır. Birincisi yığınlara bilinç ya da siyaset taşıyabilecek bir üretimden yoksunluk ve bunun ideolojik olarak bir sakatlık taşımayla arasındaki ilişki ya da ;
“Bir bütünlük olarak sosyalist ideoloji ancak süreklileşmiş bir siyasal pratik içinde yeniden üretilebilir.” [ARMAĞAN Dünya] 17
ve;
“Sosyalist mücadele açısından siyasetsiz ideolojik mücadele veya ideolojik bir yönelimi olmayan siyasal pratik söz konusu olamaz.” [HEKİMOĞLU Cemal]18
Burada bir bakışın sorgulanması gerekiyor, örneğin geniş anlamda ülkenin tümünde tartışılan bir başlığı öğrencilerin gündemi olmadığı gerekçesiyle okullara taşımamak çok ciddi bir hatadır. Aksine gerçekten böyle bir başlık üniversitelerde tartışılmıyorsa bile devrimci öznenin yapması gereken tartıştırmak için bir çaba göstermek olmalıdır. Ayrıca bu tarz bir çalışmanın başarılı olması için vazgeçilmez olan bütünlüklü ya da daha doğru bir deyişle merkezi bir çalışma olmasıdır. Ancak bunun bir sonucu olarak sosyalist hareket üniversitelerdeki çalışmaları aracılığıyla, geniş anlamda emekçilere seslenebilir ve kendisine yeni alanlar açabilir. Bu göz ardı edildiği zaman ise aynı konu üzerine birkaç gün arayla dağıtılan bildirilerden, “öncü”nün dağıttığı bildiri de “bu ittifak gericidir” yazarken “öncü”nün kadrolarının öğrenci derneğinin (cümlenin yapısından değil siyasal örgüt- kitle örgütü bağlantısından gelen bir yanlışlık var.) dağıttığı bildiri de “bu gün sakalımıza karışan yarı mini eteğimize kız arkadaşımızla dolaşmamıza karışacak” yazabilir.
İkincisi ortalıkta “kadro” filan kalmadı. Kolay değil tabii bir taraftan kadro ile kitleyi eşitleyip diğer taraftan en ufak bir beslenme kanalı yaratmadan, üstelik omurgasızlıktan bir o yana bir bu yana gidip gelirken, elde avuçta olanda savrulup gidiyor. Açıkçası döneği bol bir ülke olduğumuz doğru ve kinimizi kaybetmemekle beraber bu başlıkta “alışma” evresine geldiğimiz de söylenebilir, ama yine de daha 19-20 yaşında “biz yaptık ta ne değişti ?” diye soranların gözlerini morartarak bir değişimi göstermek gerekiyor. Diğer taraftan da “gündelik düşmanlar” dışında bir şey veremeyenlerin hiç mi suçu yok ? diye sormadan da edemiyorum. Oysa bu ara modellerin çoğu “öncü” örgüte ulaşamayacak unsurları eğitmek üzere okul olarak kurgulanıyordu.
Geçenlerde tüm öğrencilik yaşamını böyle bir örgütü kurmaya adamış ÖDP’li bir arkadaşım, öğrenci gençlik içerisindeki mücadelenin “Mahir, Hüseyin, Ulaş üniversite bitene kadar savaş” biçimine dönüştüğünden söz ediyordu. Söylediğinin doğruluğu bir yana durduğu yerde böylesi yakınmalara bir süre daha devam edip, “mezun” olması fikrinin beni korkuttuğunu söylemek isterim.
Türkiye sosyalist hareketinin hala yakıcı biçimde kadroya ve toplumu etkileyecek, kimlik kazandıracak bir çıkışa ihtiyacı varken gençlere ikinci sınıf örgütler sunmak tek kelimeyle ifade etmek gerekirse; suçtur.
Sonuç
Sonuç kısmında buraya kadar yazdıklarımızdan çıkartılabilecekleri özetleyelim.
1.“Okullarda, üniversitelerde mücadele eden sosyalistlerin önlerindeki asli görev, baştan sona bir öğrenci hareketi yaratmak değil, nesnel olarak varolan
potansiyeli kendi ideolojik-politik koşullarında değerlendirmektir.” [GELENEK] 19
2. Bu sosyalistler açısından bir hedef küçültme değildir. Aksine dikkat edilirse yarma somut hiçbir kazanım devretmeyen bir “hareket” yerine, sosyalistlerin
sökülemeyecekleri kadar derin mevzilere yerleşme iddiasını taşımaktır.
3. Üniversiteler konumları itibariyle topluma seslenme kanalları taşıyan kurumlar olarak önemsenmeli, siyasi çalışmalarda en fazla gözetilen başlık bu olmalıdır.
4. Sermayenin üniversitelere dönük müdahaleleri sonucunda üniversiteler kimliklerini tamamen yitirmişlerdir. Üniversitelerin içine girdiği bu sürecin sorumlusunun sermaye olduğu sosyalistlerin bütün siyasal faaliyetlerinin merkezinde durmalıdır.
5. Uygulamadaki tüm biçimleriyle, özelleştirme başlığı mutlak gündeme sokulmalıdır. Özelleştirmelerin ve özelde üniversitelerin özelleştirilmesinin tartışılması sağlanmalı ve etkin bir karşı duruş örgütlenmelidir. Öğretim görevlileri arasında da yaygınlık kazanan özelleştirme yanlısı “bilimsel” çalışmalar, teşhir ve bu çalışmaları yapan “öğretim görevlileri” de tecrit edilmelidir.
6. Ağırlıklı olarak öğrenciler tarafından omuzlanacak olması bilinerek, öğrenci-öğretim üyesi ve eğitim emekçileri sacayaklarına oturan bütünlüklü bir üniversite çalışması örülmelidir.
7. Öğretim görevlilerinin taraflılaştırılması çok önemlidir. Bunun önemli bir adımı da;
a) gerici ve faşist öğretim görevlilerinin,
b) hocalık kimliğini, akademik unvanını sermayeye peşkeş çekenlerin, şirket danışmanlarının,
c) Nato gibi emperyalist terör örgütleri için araştırmalar yapanların,
d) CIA, MİT gibi örgütlerin ajanı ve polis işbirlikçisi olanların, üniversitelerden uzaklaştırmalarını sağlayacak bir çalışma yürütmektir.
8. Sermayenin tüm çabalarına rağmen üniversitelerde hala “okumuş adam” olmaktan gelen, memleket sorunlarıyla ilgilenme eğilimi taşıyan bir öğrenci toplamı vardır. Önemli bir tutamak noktasıdır.
9. Ülke çapında etki yaratan kimi siyasi başlıklar üniversitelerde de tartışılmaktır. Burada iyi nabız tutmak ve net bir tavır takınmak sosyalistlerin elini rahatlatacaktır.
10. Üniversitelere dönük siyasal çalışmalarda üzerine bastığımız ve sermaye tarafından yok edilmeye çalışılan aydın adayı kimliği öncelikli olarak sosyalist kadrolarda cisimlenmelidir.
11. Gerici ve faşist düşünce ve örgütlenmelere karşı en küçük bir taviz verilemez. Bu güçlerin karşısına siyasal, ideolojik ve örgütsel kimliğin bütünlüğüyle dikilmeli ve alanlar dar edilmelidir. Özellikle yobazların mazlum edebiyatına ve “aydın”lık taslamalarına karşı gerici ve katliamcı yüzleri açığa çıkartılmalıdır.
12. Polisin ve ÖGB benzeri örgütlerin devrimci öğrencilerin üzerine tahakküm kurma uğraşılarına geçit verilmemelidir. Üniversite de terör estiren bu üniversite dışı unsurların Üniversitelerden en kısa zamanda atılmaları gerekmektedir.
13. Sol siyasetin üniversitelerdeki alan daralması ile solun “iç rekabet”, “iç muhabbet” dönemine girmiş olması birbirinin nedeni ve sonucudur. “Dışarıda” etkinlik kuramayan sol kendini iç rekabetle ispatlama ve tatmin olma durumundadır. Sosyalistler bu saçmalığın dışında kalmaya devam etmelidir.
14. Sosyalistler üniversitelerde sosyalist ideolojiye alan açmaya çalışıyorlar, bunun gerçekleşebilmesi sol içi bir hattın değil anti-kapitalist mücadelenin belirleyici olması gerekir.
15. Unutulmaması gereken bir nokta da ideolojik mücadele cephesinde, ısrarcı olmanın ve net bir kimlik sunmanın önemidir. Bunun için de etkinliği oldukça azalmış olan, sol siyaset adına burjuva demokratizmi çerçevesini aşamayan çizginin tribünlere itilmesi de önemlidir. Tribüne itmek “iç saha”daki değil saha içindeki etkiyle ilgilidir.
16. İdeolojik mücadele ve sosyalist siyaset konjonktürel olarak farklı araçlar yaratılarak taşınabilir. Ancak bunun örgütlü bir güce dönüşmesi eninde sonunda bir kadro sorununa işaret eder. Üniversiteli sosyalistler kadro olmak zorundadır.
17. Tarihte belki de ilk kez sol kadrolar üniversite öğrencileri arasında saygın lıklarını yitirmişlerdir. Bunun sonucu olarak söylediklerini dinletme başarısını yitirmişlerdir. Bu durum komünistler içinde bir tehdit oluşturduğu, özel olarak önemsenmek zorundadır.
18. Üniversite çalışmalarında hedef ve yöntem arasındaki ilişki doğru kurulmalı ve siyasi çalışma buna göre tanımlanmalıdır.
19. Sosyalist hareketin yeni, genç kadrolara ihtiyacı vardır. Kadro kazanmak tek başına “dar siyasi çalışma” değildir. Derinlemesine ve bütünlük taşıyan bir siyasi çalışma gerektirir. Toplumsal seslenme olanakları yaratan üniversitelerde sürdürülen bütünlüklü siyasi çalışma, kampus duvarlarını aştığı, dışarı taştığı oranda topluma seslenir ve kadro da ancak böyle yetiştirir.
20.Tek başına “muhalif olmak üzerinden şekillenen gündelikçi siyaset tarzının yarattığı tahrifatı onarmakta önemli bir görevdir. Üniversiteli sosyalistlerin bu güne kadar zaman zaman özel olarak yoğunlaşarak başardıkları kendi gündemini yaratma tarzı süreklileşmelidir.
21. Bunun bir nedeni de üniversitelerde yüzünü sola dönmüş hazır bir toplambulunmamasıdır. 1980 öncesi bir yana 96 işgal sürecini bile hatırladıkları şüpheli bir topluluğa dönük siyasi çalışmanın takvime endekslenmesi intihardır.
22. “Hazır bir toplam” olmaması ve genel hafıza yitimi, sosyalistlerin siyaseti çok daha geniş bir alana dönük olarak kurgulamalarım gerektirmektedir. Ancak kalabalıklara dönük siyaset kalabalığa uygun siyasete dönüşmemelidir. Daha ziyade somut siyasi hedeflere dönük harekete geçirici ideolojik temalar işlenerek bu başarılabilir.
23. İdeolojik mücadele başlığının bir ayağının da düşmanlaştırmak olduğu düşünüldüğünde “en geniş öğrenci birliği” yerine gerektiğinde bütünleştirici gerektiğinde “bölücü” olmaya özen gösterilmelidir.
24. Bugün bütün üniversiteleri ya da öğrencileri kesen merkezi bir gündem bulunmamaktadır. Bunun bir sonucu siyasal çalışmalarda farklı alan “dinamik”lerinin etkisi duyulabilir. Burada sorun alanın özgül dinamiklerine merkezi olarak belirlenmiş sosyalist bir perspektifle eğilmektir. Sosyalistlerin hedefi kapitalizmin sorunlarını çözmek değil devrim yapmaktır.
25. Son üç madde de sırasıyla öncülük, ideolojik mücadele ve siyasi müdahale başlıklarına değinildi, bunların toplam olarak gerçekleştirmenin yolu parti’dir.
26. Sosyalistler hem birer kadro olarak, hem de siyasi bir duruş olarak bulundukları alanda partili kimliklerini öne çıkartmalıdırlar.
27. ‘Ne Yapmalı’, ‘ne yapmalı’ sorusuna verilmiş en kapsamlı yanıtında adıdır.” 20 Üniversitelileri ve üniversiteyi bu yanıttan mahrum bırakmanın anlamı yoktur.
28. Bugün üniversiteli öğrencilere “parti” diyen ve üniversiteler de solun en gelişkin siyasi hareketi haline gelmeyi başaran komünist gençlerin önünde, üniversitelerin bu karanlık tablosunu parçalamanın tarihsel sorumluluğu durmaktadır.
29. Üniversitelerdeki “Ne Yapmalı”cılar, “ne yapmalı ?” sorusuna “Ne Yapmalı” ile yanıt vermeye devam edecekler ve nasıl yapıldığını da dosta düşmana göstereceklerdir.
30. Yolumuz Açık Olsun!
Dipnotlar ve Kaynak
- ÖDP’nin parçali yapisi ögrenci örgütlenmesinde de yansimasini buluyor. “ÖDP” dedigim kendisini “Gençlik Gelecegini Tartisiyor Insiyatifi” ya da “Istanbul Üniversitelerinden Ögrenciler” isimleriyle tanimlayan ÖDP içindeki Bir Adim çevresindeki ögrenciler.
- INAL Kemal; “ Türkiye’de Üniversiteler ve Ideolojik Özerklik”Egitim’de Ideolojik Boyut Doruk Yayimcilik 1996 Ankara s.147-148.
- YESER Emek; “Asil Türban Beyinlerin Içinde” soL dergisi Sayi 75 s.43.
- GELENEK; Emegin ve Egitimin Kurtulusu Yolunda Gençlik Gelenek Yayinevi Araik 1989 Ankara s.24.
- Devrimci Gençlik; Demokratik Üniversite Programı, Devrimci Gençlik Yayınları, Mayıs 1989, İstabul, s.31.Memlekette yaşanan “Devrimci Gençlik” enflasyonu nedeniyle zorunlu bir not düşmem gerekiyor; Aynı broşür daha önce Yeni Çözüm yayınları tarafından basılan “Özerk Demokratik Üniversite Programı” isimli çalışmanın genişletilmiş ikinci baskısı. Yeni Çözüm daha sonra Mücadele, Kurtuluş ve Vatan dergilerini çıkartan siyasi hattın dergisiydi.
- a.g.y., s.62.
- a.g.y., s.50.
- HEKİMOĞLU Cemal; “İdeolojik Mücadele ve Sınıf Siyaseti”, Gelenek Kitap Dizisi Sayı 60, Gelenek Yayınevi, Ağustos 1999, İstanbul, s.28.
- KARADENİZ Harun; Olaylı Yıllar ve Gençlik, May Yayınları, 2. Baskı, Ağustos 1975, İstanbul, s.246.
- GELENEK; a.g.y.,s.13.
- DEV-GENÇ; Devrimci Gençlik Mücadelesi Üzerine, Faşizme ve Emperyalizme Karşı Devrimci Gençlik Yayınları, Aralık 1989, İstanbul, s.28., Simge Yayınevi’nden çıkan 1960’lardan 1980’e Gençlik ve Mücadelesi (Dev-Genç Savunması)’ndan aktarım.
- CAN Serdar; Öğrenci Dernekleri, Yarın Yayınları, Eğitim- Gençlik Dizisi, Ocak 1986, İstanbul, s.45.
- LENİN Vladimir İlyiç- STALİN Yosif Visaryonoviç; Gençlik Üzerine, “Devrimci Gençliğin Görevleri”,Evrensel Basım Yayın, 2.Baskı, Eylül 1993, Çeviren: O.Dönmez, s.9.
- a.g.y. s.19-20
- DEVRİMİN SESİ; “Emek Gençliği; Mücadelesi ve Örgütlenmesi”, Özgürlük Dünyası dergisi sayı 81, Aralık 1995 Şubat 1996,s.158.
- Özgürlük Dünyası dergisinin 81. sayısında, Devrimin Sesi adlı yayından aktarılan bu yazıdan yaptığım alıntı da bir miktar “art niyet” taşıdığımı itiraf etmeliyim. Bilindiği gibi Evrensel Basın Yayın bu siyasi harekete “paralel” yayınlar çıkartan bir kurum. Lenin’in alıntılar yaptığım makalesi de aynı yayınevinin bastığı kitabın ilk makalesi. Bu yazıyı yazmak için kitabı bir kez daha karıştırırken Emek Gençliğinin üniversitelerde ÖTK çalışması yürüten kadrolarını düşündüm. Kendi çıkartıkları “gençlik üzerine” adlı bir kitabın ilk makalesini bile okumadıklarını düşünüp arkadaşlar için üzülmüştüm. Ancak anladığım kadarıyla kendileri Lenin yerine Devrimin Sesi yazarlarını okumayı tercih etmişler. Ya da Uvriyerizm insanın içine sinince Lenin bile fayda etmemiş.
- ARMAĞAN Dünya; “Bugün ve Türkiye’de İdeolojik Mücadele”, Gelenek Kitap Dizisi sayı 50, Gelenek Yayınevi, 1995, İstanbul, s.23.
- HEKİMOĞLU Cemal; a.g.m., s.17.
- GELENEK; a.g.y., s. 13-14.
- HEKİMOĞLU Cemal; ‘Ne Yapmalı’cılar Kitabı, Gelenek Dünya Yayıncılık, 2. Baskı, Şubat 1998, İstanbul, s.9.