Türkiye kapitalizmi bugüne kadar pek çok kriz yaşadı. ‘50’li yıllardan itibaren yaklaşık on yılda bir karşılaşılan iktisadi krizler, ‘90’lı yıllarla birlikte daha bir sıklaştı. Enflasyonun bir türlü düşmemesi gibi biri unutulmadan diğeri patlak veren krizler de Türkiye’nin “doğal gerçekleri” arasına girdi. Neredeyse, Türkiye’nin krizlere alışmış ya da “bağışıklık kazanmış” olduğundan söz etmek gerekecek.
Ama yalnızca “neredeyse”. Belki de, Nasrettin Hoca’nın yemeden yaşamayı öğrenmek üzereyken ölen eşeği gibi…
Bir tablo ve Türkiye ekonomisi (ya da bir tabloda Türkiye ekonomisi)
Aşağıda, Türkiye’nin dış borçlarının son on yıldaki gelişimi ile ilgili bir tablo var. Söz konusu tablo, hem Türkiye ekonomisinin temel bir kriz dinamiğine işaret ediyor, hem de krizlerin ne zaman patlak vereceğini öngörmenin o kadar da zor olmadığını gösteriyor.
Tabloya göre, Türkiye, 1991-2000 döneminde 112 milyar dolarlık borç almış. Bir başka deyişle yılda ortalama 11.2 milyar dolarlık dış kredi kullanılmış.
Buna karşın, yine aynı dönemde, yaklaşık 127 milyar dolarlık geri ödeme (anapara ve faiz ödemesi) yapılmış. Bir başka deyişle, alacaklılara yılda ortalama 12.7 milyar dolar ödenmiş.
Yani, 1999-2000 döneminde, emperyalist ülkelere yaklaşık 15 milyar dolar aktarılmış.
Buna karşın Türkiye’nin 1991 yılında 50.5 milyar dolar civarında olan dış borcu 2000 yılı sonunda 116 milyar doları aşmış. Eğer 1990 sonu rakamı olan 49 milyar doları temel alırsak, Türkiye’nin dış borcunun söz konusu on yıllık dönemde 67 milyar dolar artmış olduğunu saptayabiliriz.
Buradan çıkarılabilecek birkaç sonuç var.
Birincisi, Türkiye’nin kaynak sorunu olduğu ve bu nedenle de dış kaynağa ihtiyaç duyduğu iddiası, düpedüz yalandır. Dış borçlanma mekanizmaları aracılığıyla Türkiye’ye para giriyor falan değildir. Son on yılın üçü hariç…
İkincisi, dış borçlar söz konusu olduğunda Türkiye’nin önünde “öde ve kurtul” gibi bir seçenek bulunmamaktadır. Hele dış borç rakamının 116 milyar dolara ulaşmış olduğu bugün… Nitekim, yıllık borç geri ödemelerinin 7.5 milyar dolardan 22 milyar dolara çıkmış olması hiçbir işe yaramamıştır. Çünkü ortada bir kısır döngü bulunmaktadır: Yüksek dış borç faizlerinin tümünü ödemeyi başaramadığı için borçlanmak zorunda kalan Türkiye, borçlanmak zorunda olduğu için giderek daha yüksek dış borç faizlerine mahkum olmaktadır!
Üçüncüsü, son on yıllık dönemde emperyalistlere yılda ortalama 1.5 milyar dolar para aktarmasına karşın dış borcu yılda ortalama 6.7 milyar dolar artan Türkiye’nin borçlanma mekanizmaları aracılığıyla net döviz girişi sağladığı dönemler, doğal olarak, kriz habercisi dönemler olarak değerlendirilmektedir. Çünkü bu yıllar aynı zamanda dış borcun “aşırı” şekilde arttığı ve Türkiye’nin geri ödeme yeteneği konusundaki kuşkuların arttığı dönemlerdir. Ve “finansal liberalizasyon” döneminin dünyasında, bir ülkenin borç ödeme krizine girebileceği “kuşkusu”, o ülkenin borç ödeme krizine girmesi için yeterlidir.
Dış borçlanmayla ilgili kritik göstergelerden biri de, kısa vadeli borçların toplam borca oranıdır. Vadesi bir yıla kadar olan borçlar kısa vadeli kabul edilir.
Borçlarını ödeme sıkıntısına düşebileceği düşünülen ülkelere orta ve uzun vadeli kredi açılmaz. Hele emperyalist devletlerin ve IMF ile Dünya Bankası gibi kuruluşların borç verme işini büyük oranda uluslararası spekülatörlere bıraktığı bir dönemde. Ve bir ülkenin kısa vadeli borçlarının oranı yükselmeye başladığında, o ülke daha da “riskli” sayılmaya başlar. Bunun sonucu, borç faizlerinin de yükseltilmesidir. Kuşkusuz, faiz yükünün büyümesi de bir diğer risk göstergesidir!
Türkiye’nin kısa vadeli dış borçlarının toplam borca oranı ‘80’li yıllarda yüzde 16 civarındaydı. Kısa vadeli sermaye hareketlerine bağımlılığın arttığı ‘90’lı yıllarda bu oran yüzde 20’ler düzeyine yükselmiş bulunuyor. Diğer yandan, yukarıdaki tablo incelendiğinde, 1994 ve 2000 krizlerinin hemen öncesinde kısa vadeli borçların oranının yüzde 25’i aştığı ya da bu rakama çok yaklaştığı görülecektir.
IMF krizi öngöremedi mi?
Yukarıdaki tablo Türkiye’ye özgü değil. Bugün az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerin (petrol gibi kimi istisnai gelir kaynakları olanları hariç) neredeyse tümü borç batağına sokulmuş durumda. Sözgelimi, eski sosyalist ülkeler kapitalizm yoluna girdiğinde ilk yapılanlardan biri, bu ülkeleri hızla borçlandırmak oldu.
Bunun için “iradi” müdahalelere gerek bulunmaz. Az borçlu ülkeler, uluslararası mali sermaye açısından, görece güvenli bir şekilde yatırım yapılabilir ülkelerdir. Diğer yandan borçlanma mekanizmaları ilk kurulurken borçlandırılan ülkelere gerçek bir para girişi olur ve bu girişten de asıl olarak içerideki sermayedarlar (ve sermayedar adayları) yararlanır. Yeterince büyüyen borç stoku bir kriz dinamiği haline gelinceye kadar…
Bu noktadan sonra yabancı sermayedarlar açısından önemli olan, borç faizlerinin ödenmeye devam etmesidir. Anaparanın ödenmesi, gerçekte istenmez bile. Hele faiz oranları yeterince yüksekse. Ödenen anaparalar için yeni ve kârlı yatırım alanları bulmak da zahmetli bir iştir.
Dolayısıyla, emperyalistler açısından bir dert tek tek ülkeleri yeterince borçlandırmaksa, diğeri de yeterince borçlu hale gelen ülkelerin borçlarını ödeyebilir yani faiz ödemelerini gerçekleştirebilir durumda tutmaktır.
IMF’nin işi de bunları sağlamaktır.
Türkiye’nin 1989 yılında “finansal liberalizasyon”a gitmesinin, yani sermaye hareketlerini serbestleştirerek kısa vadeli yabancı sermaye girişlerine bağımlı hale gelmesinin ardında, IMF dayatmaları da vardı.
Ama o kadar geriye gitmeye gerek yok. Türkiye’nin 1999 yılının son ayında ilan ettiği “enflasyonu düşürme programı”, IMF (ve kardeş kuruluş Dünya Bankası) destekli bir programdı. Avrupa Birliği de, Türkiye’yi bir yıldan kısa bir süre içinde krize sürükleyen bu programın uygulanmasını dayatmıştı. “Katılım Ortaklığı Belgesi”nde yer alan şartlardan biri de IMF ve Dünya Bankası prog-ramına harfiyen uyulmasıydı…
Söz konusu programın en önemli unsurlarından biri, döviz kurlarının Merkez Bankası tarafından önceden ilan edilmesiydi. 1 ABD doları ile 0.77 euro’dan oluşan döviz sepetinin bir yıl boyunca Türk lirası karşısında her ay ne kadar değer kazanacağı herkes tarafından bilinecekti. Böylece, enflasyonun ardındaki en önemli etkenlerden biri olan devalüasyon kontrol altına alınmış olacaktı. Enflasyon devalüasyonun üzerinde kalacak, ama hiç olmazsa onunla birlikte düşecekti.
Kazığa bağlanan yalnızca döviz değildi. Program çerçevesinde ücret ve maaşlar da “hedeflenen enflasyon” oranında artırılacak, yani reel olarak geriletilecekti.
Diğer yandan özelleştirmeler, sosyal güvenlik kurumlarının tasfiyesi ve “tarım reformu” gibi başlıklar da elbette programdaki yerlerini alıyordu.
Tüm bunlar yirmi yıl önce yaşansaydı, tarafların kriz olasılığını yeterince değerlendiremediğini düşünmek o kadar da büyük bir hata olmayabilirdi. Ama arada geçen süre içinde bu türden programların ne türden sonuçlar verdiği konusunda dünya ölçeğinde bir hayli deneyim biriktirildi. Ve döviz alışverişleri ile sermaye giriş-çıkışlarını serbest bırakırken döviz kurlarını “denetim altına” alan ülkelerin neredeyse tümü aynı şekilde duvara çarptı.
Geçen Gelenek’te tartışıldığı üzere, dövizin kurlarının denetim altına alınması, devletin iç borçlanma kağıtlarının döviz cinsinden getirilerinin kesin olarak öngörülmesini mümkün hale getirir. Bu getiriler de yeterince yüksekse (Türkiye özelinde yüzde 20 ile 30 arasındaydı!), yabancı sermayedarların ilgisine mazhar olunur. Nitekim 2000 yılı Türkiye’nin borçlanma mekanizmaları aracılığıyla net döviz girişi sağladığı çok az sayıdaki yıldan biri. Yukarıdaki tablo, rakamın bir hayli yüksek olduğunu gösteriyor.
Dışarıdan yeterince borçlanabilmek için başvurulan aşırı yüksek faizli iç borçlanma, “yerli” sermaye sahiplerini de en az yabancılar kadar ilgilendirir. Zaten ülkeye giren dövizin önemli bir bölümü yerli bankalar tarafından borç alınarak getirilir. Dolayısiyle asıl riski de yerli sermaye sahipleri üstlenmiş olur.
Sonuç yalnızca dış borç yükünün hızla artması değildir. Ülkeye giren dövizler son derece dar bir kesimin alım gücünü artırırken, liranın göreli olarak değerli hale gelmesi ithalatı teşvik eder ve ihracata köstek olur. Bu da döviz dengelerinin daha bir bozulmasına yol açar. Nitekim, Türkiye’nin cari işlemler açığı 2000 yılında 10 milyar dolara yaklaşarak rekor kırmıştı. Bundan önceki rekor, 1993 yılında kırılmıştı (yaklaşık 6.5 milyar dolar).
Dolayısıyla asıl riski de yerli sermaye sahipleri üstlenmiş olur.
Bu tablonun bir kriz tablosu olduğunu görmemek mümkün değildi.
Hele ekonomik programı Kasım ayından sonra bile desteklemeye (destek ne kelime, “dayatmaya”) devam eden IMF’nin görmemesi, hiç mümkün değildi.
Ama kısa vadeli çıkarlar, görülenin dile getirilmesinin önüne geçiyordu.
Çünkü bu dönemin “kazananları” arasında yabancı sermayedarlar, bankalar, kârlarını asıl olarak devletin iç borçlanmasına borçlu olan “sanayici” sermayedarlar, “ekonomik canlılık”tan nasibini alan ve bu arada kendileri de faizden kazanan şirket üst ve orta kademe yöneticileri ve küçük “yatırımcı”lara akıl satarak geçinen köşe yazarı iktisatçılar vardı.
Kasım ayındaki kriz tam olarak kimin eseriydi?
Ahmet Necdet Sezer’le kapışan Hüsamettin Özkan’ın mı, yoksa Türkiye’ye bir darbe vurmaya karar vermiş olan yabancı sermayedarların mı?
Bunun hiçbir önemi bulunmuyor. Daha doğrusu, Kasım ayına gelindiğinde, Türkiye’nin krize girmesi için küçük bir kıvılcım yetecekti ve bu ülkede çakmak taşı kıtlığı yaşanmadığı kesin.
Belki de asıl önemli olan, Kasım krizi sırasında ve sonrasında yaşananlardı.
Krizleri öngörmenin mümkün olması, tek tek sermaye sahiplerinin önlemlerini zamanında almaları anlamına gelmez. İdeal olan, kriz patlak vermeden hemen önce eldeki tüm hazine bonolarını, devlet tahvillerini, hisse senetlerini vb. paraya ve bu paraları da dolara çevirmiş olmaktır. Ama bunu başaramayan (yerli ve yabancı) sermaye sahipleri her zaman olacaktır. Çünkü Merkez Bankası’nın elinde hiçbir zaman TL cinsinden bütün mali varlıkların dövize çevrilmesine yetecek kadar döviz bulunmaz. Ve belirli sayıda sermaye sahibi paralarını dövize çevirmeyi başardığında, kriz zaten patlak vermiş olur.
Peki, sermaye sahipleri krizlerin eninde sonunda patlak vereceğini bilmelerine rağmen, neye güvenerek paralarını devlet kağıtlarına yatırıyor?
Birincisi ve elbette, kriz patlak verene kadar yeterince para kazanıyor olmalarına, ikincisi, devletin kriz patlak verdiğinde de kendileri için elinden geleni yapacak oluşuna güveniyorlar.
Nitekim Türkiye’de bir bankanın iflas ederek alacaklılarını zor durumda bırakması mümkün değil: Zor duruma düşen bankalar Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF) devrediliyor ve borçları da devlet tarafından üstleniliyor. Dolayısıyla, paralarını bankalar aracılığıyla değerlendiren yabancı sermayedarlar açısından risk son derece sınırlı. (2000 yılının Eylül ayında bankaların döviz yükümlülüklerinin üçte birinden fazlası sonradan TMSF’ye devredilen bankalara aitti. Bu bankaların toplam aktiflerinin sektör toplamının yüzde 10’unu bile bulmamasına rağmen…)
Ama devlet (ve IMF) daha fazlasını yaptı.
Kasım krizinin “atlatılması” için büyük çaba harcandı. Sonucun değişmeyeceği ve Türkiye’nin bir-iki ay içinde bu kez daha şiddetli bir krizle karşılaşacağı biline biline!
Merkez Bankası “durumu kontrol altına almak” için 7 milyar dolardan daha fazla döviz satarak devalüasyonun önüne geçmeye çalıştı. Aynı anlama gelmek üzere, bu miktarda bir sermaye kaçışına olanak sağlanmış oldu! Diğer taraftan IMF, 7.5 milyar dolarlık bir “ek rezerv kolaylığı” taahhüt ederek, piyasalara “güven” verdi. “Piyasaların”, yani yerli ve yabancı sermayedarlarınsa bir ara döneme gerçekten ihtiyaçları vardı: Bir-iki ay içinde geleceği kesin olan devalüasyona hazırlanmak için…
Görünüşe bakılırsa IMF, altında kendi imzası da bulunan bir programın çökmesine engel olmak için yardım yapıyordu. Yani, ortada bir tür “prestij” sorunu vardı.
Ancak böylesi safça değerlendirmelere olsa olsa iktisatçı köşe yazarlarının “Ayşe Teyze” ve “Ahmet Amca”ları inanabilir.
Gerçekte olup biten tek şey, Şubat krizi için gerekli hazırlıkların yapılmasıydı.
Şubat ayındaki Ecevit-Sezer krizi patlak verdiğinde Merkez Bankası yine yüklü miktarda döviz sattı. Kasım-Şubat döneminde, devalüasyon öncesi kurdan 15 milyar dolar civarında döviz satılmış oldu. IMF’nin verdiği paralar da kullanılarak!
Bu arada, IMF Avrupa Direktörü Michael Deppler Milliyet Gazetesi’nde yayımlanan röportajında şunları söyleme utanmazlığını sergileyebildi: “TL’nin değerinin gayet iyi öngörülebildiği bir rejimle işe başladık ve bu 14 ay sürdü. Bu 14 ayda iki dev kriz yaşandı. Krizlerin şiddetinde çıpalı döviz kurunun büyük payı vardı. Dalgalı kur uygulansaydı böyle büyük patlama olmazdı” 1 .
Şubat sonrası: Krizi derinleştirme süreci…
Şubat krizi patlak verdikten sonra bu kez farklı bir ekonomi politikası izlendi: Krizin bazı boyutlarının alabildiğine derinleşmesi için son derece bilinçli şekilde çaba harcandı.
Bir nokta açık olmalı: Ne ekonomik krizlerin ardında devleti yönetenlerin bireysel yeteneksizlik ya da beceriksizlikleri vardır, ne de krizlerden çıkış bir “kurtarıcılık” sorunudur. Tek tek kişiler simgesel bir önem kazanabilir; ama örneğin Kemal Derviş Türkiye’ye Kasım ayında gönderilseydi, Şubat krizini önlemek mümkün hale gelmezdi.
Bu söylenenin tersi, aynı ölçüde geçerli değildir. Bireysel çabalar, bir krizin derinleşmesine katkıda bulunabilir.
Kemal Derviş’in görevi, krizden olabildiğince hızlı bir şekilde çıkılmasını ve eski düzene geri dönülmesini sağlamak değildi. Aksine onun ilk ve öncelikli işi, krizin derinleşmesini sağlamaktı. Elbette emperyalistlerin talimatları gereğince ve “yerli” tekelci sermayedarların desteğiyle….
Şimdi çoktan unutuldu: Derviş’in bir “kurtarıcı” olarak Türkiye’ye geldiği ilk günlerde, yeni bir ekonomi programının bir-iki hafta içinde hazırlanacağı iddia ediliyordu. Sabahları erken kalkan Derviş, bayram tatili döneminde de çalışarak, piyasalara güven verecek olan programı açıklayacaktı.
Ama söz konusu program bir türlü hazırlanamadı ve yaklaşık iki ay boyunca Kemal Derviş’in ağzından yalnızca boş sözler çıktı. Programın gecikmesi, başlı başına bir kriz nedeni haline geldi.
Neden? Programa ne konacağı bilinmediği için mi?
Programda nelerin olacağı zaten belliydi. Nitekim, “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”nda özgün (bir başka deyişle IMF tarafından aylar öncesinden gündeme getirilmemiş) hiçbir önlem yer almadı. Diğer yandan sorun, kimi öngörülerde bulunmak için zamana ihtiyaç duyulması da değildi. “Program” olarak sunulan metinde ciddiye alınabilecek tek bir rakam bulunmuyordu.
Derviş, programın açıklanmasından sonra da, asli görevini yerine getirmeye devam etti. Kamuoyuna yönelik “Eğer hükümetten yeterli desteği alamazsam istifa ederim” tehditlerinden daha önemlisi, 15 günde 15 yasa tartışması oldu. Darbe dönemlerinin kukla meclisleri bile, 15 günde 15 yasayı kolay kolay çıkaramaz. Dolayısıyla, Derviş’in “eğer 15 günde bu yasalar çıkmazsa kriz derinleşir” açıklamasını yapması, krizin derinleşmesine yönelik bir müdahaleden başka bir şey değildi.
Kriz derinleştirme operasyonları bugüne kadar sürdü. Son olarak IMF (ve ardından Dünya Bankası), devletin çok yüksek faizle borçlanmasını gerekçe göstererek kredi ertelemesine gitti. IMF’nin bu adımı doğal olarak faizlerin daha da yükselmesine yol açtı.
Sonuçlardan biri, ABD dolarının Türk lirası karşısında yılbaşından bu yana yüzde 100 oranında değer kazanmış olması. Bir başka deyişle Türk lirasının değeri yarı yarıya düşürülmüş oldu.
Peki hedeflenen neydi?
Birincisi, devalüasyon oranı yükseldikçe, gerçek ücret ve maaşları geriletme doğrultusunda daha fazla yol alınmış oldu.
İkincisi, Türk lirasının değeri düştükçe, özelleştirme kapsamındaki kuruluşlar da dahil olmak üzere Türkiye’nin varlıkları ucuzlatılmış oldu. Böylece bir açıdan bakıldığında yabancı sermayedarların bu varlıkları ucuza kapatmasının, bir diğer açıdan bakıldığında da “yabancı sermaye girişlerinin” yolu açılmış oldu.
Üçüncüsü, devalüasyon, devletin Türk lirası cinsinden borçlarının dolar cinsinden değerini düşürdü. Aslında bu da bir tür borç silme yöntemidir. Bu yolla özellikle orta katmanların “tasarruf”larının bir bölümüne el konmuş oldu.
Dördüncüsü, gerek devalüasyon gerekse onunla birlikte gelen yoksullaşma ve tüketim daralması, ithalatın azalmasını sağladı. Böylece Türkiye’nin döviz gereksinimi azaltılmış oldu.
Beşincisi, IMF’nin ve tekelci sermayedarların uzun süredir gündeminde bulunan “yapısal reform”ların hep birarada ve çok hızlı bir şekilde hayata geçirilmesi hem hükümete (ve burjuva siyasetinin tüm öznelerine) hem de sermaye sınıfının bütününe kabul ettirildi.
Aşağıda bu son başlık üzerinde daha kapsamlı bir şekilde durulacak.
Üzerinde durulması gereken bir nokta daha var: Bir yandan kriz bilinçli olarak derinleştirilirken, diğer yandan özellikle yabancı sermayedarların herhangi bir zarara uğramaması için elden gelen her şey yapıldı. Ve bunlar da krizin daha bir derinleşmesine yardımcı oldu.
Yukarıda, devalüasyonun sonuçları arasında, devletin Türk lirası cinsinden borçlarının bir bölümünün silinmesinin de bulunduğu söylenmişti. Devalüasyon ve enflasyon, para biriktirebilecek kadar ücret ya da maaş alanların, küçük burjuvaların, emeklilik tazminatlarını faize yatıranların vb. birikimlerini eriterek, bir tür kaynak aktarımı sağlamış oldu. Ama bu arada, devletten Hazine bonosu ve devlet tahvili alanların önemli bir bölümü, bunu yurtdışından döviz borçlanarak yapmıştı. Nitekim, Tablo 2’den de görülebileceği üzere, Türkiye’nin dış borçlarının (ve özellikle de kısa vadeli dış borçlarının) önemli bir bölümü özel sermayedarlara ait. Kriz patlak verdiğinde, bankaların “açık pozisyon”ları, yani kasalarında döviz cinsinden karşılığı bulunmayan döviz borçları 20 milyar dolar civarındaydı. Devletin iç borçlarını gerçekten ödememesi durumunda, yerli sermayedarların yanı sıra yabancı sermayedarlar da ciddi bir zarara uğrayacaktı.
Bunun önüne geçmek için neler yapıldı?
Birincisi, yazının başlarında da belirtildiği gibi, yaklaşık 15 milyar dolarlık döviz devalüasyon öncesi kurdan satıldı.
İkincisi, içleri de boşaltılmış olduğu için krizden en fazla etkilenen bankalar, borçlarıyla birlikte devlet tarafından devralındı. Yine yukarıda belirtildiği gibi, bankacılık sektörünün döviz yükümlülüklerinin üçte biri, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na devredilen bankalara aitti.
Nisan ayının sonuna kadar bu bankalara aktarılan kaynaklar Tablo 3’te yer alı-yor. Bu tablo, krizin asıl yükünün devlete yüklendiğini açık olarak gösteriyor. Elbette bir adım sonra “başkalarına” devredilmek üzere…
Devletin yaptıkları bunlarla da sınırlı kalmadı. Kamuoyuna büyük bir “başarı” olarak sunulan takas operasyonu, devletin batırılmasının bir diğer aracıydı. Yaklaşık 7.5 milyar dolarlık bu operasyonla, devletin Türk lirası cinsinden borçları, bir miktar vade uzatımına gidilerek, büyük oranda dövize çevrildi. Böylece, bankaların döviz yükümlülüklerinin bir bölümü daha devlet tarafından üstlenilmiş oldu.
Takas operasyonunun “başarılı” olduğunu iddia edenler, bunu gerekçelendirirken faiz oranlarının düşük olduğunu da iddia etti. Devlet, dolar bazında “yalnızca” yüzde 15 faizle borçlanmayı başarabilmişti.
Geçtiğimiz yıllardaki getirilerin yüzde 30’u aştığı düşünülerek, bu oranın hiç de o kadar kötü olmadığı düşünülebilir. Ama birincisi, Türkiye devletinin yüzde 15 faizle borçlandığı sırada kredi notu yüksek, yani “güvenilir” bulunan ülke ve şirketler yüzde 4’ü bulmayan faizlerle dolar borçlanabiliyordu. İkincisi, lira cinsinden borçların dolara çevrilmesi (ve bir kısmının da değişken, faizli yani enflasyona endeksli kağıtlarla değiştirilmesi), bankaların devalüasyon riskini tümüyle ortadan kaldırıyor, her türlü risk devlete yüklenmiş oluyordu.
Yüzde 15’lik faizin ne anlama geldiğini (kabaca) somutlamak için GSMH’nin büyüme hızıyla bir karşılaştırmaya gidilebilir. Bir ülkenin borçlanması, olsa olsa, bu borçların faizlerinden daha yüksek oranlı bir büyüme sağlıyorsa “ekonomik” kabul edilebilir. Örneğin yüzde 5 faizle borçlanıp yüzde 6 oranında büyüyen bir ülke, eğer ihracatı da artıyorsa, borçlarının faizlerini rahatlıkla ödeyebildiği gibi kazançlı çıkmış sayılabilir. Yıllık ortalama büyüme hızı yüzde 5’i bulmayan Türkiye’nin yüzde 15 faizle borçlanması ise, doğal olarak, ülkenin mevcut kaynakları yağmalanmasından başka bir anlama gelemez.
Bu ve benzeri adımlarla, devletin iç borçlanma yapısı da ciddi şekilde değiştirilmiş oldu. Sonuç, Ağustos ayının başında Hazine yetkilileri tarafından şu şekilde özetlendi: 2000 yılı Aralık ayında borç stokunun yüzde 56’sı sabit faizli, 36’sı değişken faizli ve yüzde 8’i döviz cinsindeyken, 2001 yıl Haziran ayı itibariyle değişken faizli borçların oranı yüzde 57’ye yükselmiş, sabit faizli borçların oranı ise yüzde 18’e düşmüştü! Bu arada, döviz cinsinden borç stokunun oranı yüzde 10’a yükselmiş ve daha önce olmayan dövize endeksli borç stoku yüzde 15’e ulaşmıştı.
Aynı sonucu bir başka şekilde ifade etmek de mümkün: Kamu kesiminin 2000 yılı sonunda GSMH’nin yüzde 60’ını bulmayan toplam borç stoku, kriz sonrasında GSMH’nin yüzde 80’ine ulaştı. Ve bunun yarıdan çok fazlası döviz cinsinden, önemli bir bölümü de faizi enflasyona endeksli borç olduğundan, devletin elinde devalüasyona başvurarak borç silme olanağı da kalmadı.
Bu ölçülerdeki bir borçlanmanın “sürdürülemez” olduğu ortada. Dolayısiyle önümüzdeki dönem, geçici olarak devletin sırtına bindirilen yüklerin, sermaye düzeninin adalet anlayışına uygun bir şekilde, toplumun farklı kesimlerine paylaştırılması dönemi olacak.
1994 krizine ne kadar benziyor?
Krizin başından bu yana, 1994 kriziyle ne tür benzerlikler gösterdiği üzerinde bir hayli duruldu. Benzerlikleri vurgulama çabasının ardında, yalnızca bu iki krizin gerçekten de benzer dinamiklerin ürünü olması bulunmuyor. Bir de yaratılmak istenen hava var: Bu kriz de 1994 krizi gibi gelip geçecek…
Oysa aradan geçen süre içinde ciddi değişiklikler oldu. Birincisi, gerek Türkiye’nin dış borçlarının gerekse kamunun toplam borçlarının GSMH’ye oranı bir hayli yükseldi. İkincisi, bu borçların faiz yükü, sorunu iyiden iyiye çözümsüzleştirdi. Üçüncüsü, gerek emperyalistler gerekse tekelci sermayedarlar, Türkiye’nin yoluna eskisi gibi devam edemeyeceği konusunda mutabakata vardı.
Tüm bunlar, toplumun geniş kesimleri açısından, yoksullaşma ve işsizliğin gelip geçici bir sorun olmayacağı anlamına geliyor. Ve bu kez orta katmanlar (ve burjuvazinin çeşitli kesimleri) açısından da oldukça zorlu bir süreç söz konusu.
Kapitalist üretim ilişkilerinin veri kabul edilmesi durumunda, Türkiye’nin önünde tek bir seçenek var: Kimi alanlarda dünya ortalamalarından uzaklaşmak. Orta gelişkinlikteki kapitalist bir ülke olarak Türkiye, ortalamaların egemen olduğu bir düzeni sürdürme şansına sahip değil.
Ve bu konuda da ortada bir seçenek bolluğu bulunmuyor. Acil çözümler bulma zorunluluğu, uzun vadeli çözümlerin gündemden düşmesine yol açıyor. Dünya kapitalizminin bunalımının derinleştiği bir dönemden geçiyor olmamız, seçenekleri ve olanakları daha da sınırlandırıyor.
Bu çerçevede, örneğin belirli sektörlerde rekabet üstünlüğü sağlamaya yönelik bir strateji çizmek neredeyse imkansız. Sermaye sahiplerinin niyetsizliği aşılsa bile…
Ortalamalardan kastımı somut örneklerle açmaya çalışayım.
Hindistan, bilgisayar sektörüne yatırım yaptı. Daha doğrusu, neredeyse herkesin İngilizce konuşabildiği bu ülke, dünya standartlarına göre oldukça düşük ücretlerle çalışan çok sayıda “bilgisayarcı” yetiştirdi ve önemli bir gelir kapısı açabildi. Bugün bu ülke yazılımın yanı sıra uzaktan yapılabilen büro işlerini internet aracılığıyla sunmak konusunda da hayli yol almış durumda. Gerçi bu sayede dünyanın en yoksul insanlarının refah düzeyi yükselmedi; hatta eşitsizlikler hızla artarken kimi toplum kesimleri daha da yoksullaştı. Ama kapitalizm koşullarında bu kadarı her zaman olur!
Aralarında Çin’in de bulunduğu Asya ülkeleri, çocuk emeği de dahil olmak üzere her türden emeği en yoğun bir sömürüye maruz bırakarak, pek çok sektörde “rekabet avantajı” sağladı. Benzeri bir durum, Meksika için de geçerli. ABD ve Kanada ile arasındaki gümrük duvarlarını kaldırarak emekçilerini bu ülkelerin sermayedarlarına sunan Meksika’daki “ekonomik dinamizm”in ardında yine milyonların gerçek sefaleti var. Bu sefaletle ABD arasında da sınır boyunca örülmüş gerçek bir duvar…
Güneydoğu Asya ülkeleri “sıcak para” girişi sağlamak konusunda başkalarına göre bir dönem boyunca çok daha “başarılı” oldu. Uluslararası spekülatörlere Türkiye gibi ülkelerden çok daha önce yüksek rant gelirleri sağlayan bu ülkeler, bu sayede uzun yıllar boyunca göz kamaştırıcı bir “ekonomik canlılık” sergileyebildi.
Brezilya, özelleştirmeler konusunda da, tarım sektörünü emperyalistlerin yağmasına açmak konusunda da, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu pek çok ülkeden daha hızlı davrandı. Tıpkı çözülüşün ardından ellerinde ne varsa hızla satıp savan (ve çoğu kez “satmak” yerine “dağıtan”) Doğu Avrupa ülkeleri gibi. Özelleştirmeler konusunda “zamanında” hareket eden ülkeler, henüz enerji, telekomünikasyon vb. şirketleri yoğun arz nedeniyle ucuzlamamışken, bir miktar daha fazla para alabildiler.
Bu “örnek” ülkelerin hiçbiri, ekonomilerini gerçek anlamda düzlüğe çıkaramadı. Özelleştirmeler kısa vadeli olarak kaynak girişi sağladı; ama uzun vadede, emperyalistlere aktarılan kaynaklar arttığı oranda, daha derin krizlerin yolu açıldı. Kısa vadeli sermaye girişlerini er ya da geç kaçış dönemleri izler ve izledi. Ucuz emek gücü rekabeti, milyarlarca insanın açlıkla boğuştuğu bir dünyada, ancak kısa vadeli bir avantaj sağlar. Uzun vadede ise, az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerin ihraç ettiği malların fiyatlarının düşmesinden başka bir sonuç doğurmaz.
Ancak aynı yolda diğerlerinden hızlı hareket edenler, bir dönem boyunca ekonomik büyüme sağlama ve belki krizlerini bir miktar geciktirme şansını yakalayabildi.
Ya Türkiye?
Türkiye, yukarıdaki başlıklardan hiçbirinde özel bir “rekabet avantajı” yaratmadı ya da yaratamadı. Ucuz emek gücü rekabetinde Doğu Avrupa ülkelerinin bile gerisinde. Bu nedenle Türkiye’ye yönelik “doğrudan yabancı sermaye yatırımları” da ihmal edilebilir düzeyde kalıyor. Özelleştirmeler konusunda da “geç kalan” Türkiye, yok pahasına satışa çıkardığı kamu işletmelerine bile alıcı bulamayabiliyor. “Sıcak para” sorununun Türkiye açısından ciddi bir kriz dinamiği haline gelmesinin ardında, dünya ortalamalarının üzerinde bir spekülatif sermaye girişi bulunmuyordu. Tam tersine, uluslararası mali sermayedarlar açısından Türkiye, neredeyse ihmal edilebilir bir ülke konumundaydı ve hâlâ öyle.
Kısacası Türkiye orta gelişkinlikteki bir kapitalist ülke olarak, bugüne dek iç dengelerinde çok ciddi değişikliklere gitmeden durumu idare etmeye çalıştı.
Bugün gelinen noktada, memleketin üzerinde yaşayan insanlarla birlikte haraç mezat satılması yetmiyor; bunun çok hızlı bir şekilde başarılması gerekiyor!
Dahası var. Türkiye kapitalizminin gelip dayandığı noktada, sermaye cephesinin iç dengelerinde de kimi değişiklikler zorunlu hale gelmiş durumda. Bunun da birbirini destekleyen iki temel boyutu var: Tekelleşme ve yabancı sermayeye yer açma.
“Yolsuzlukla mücadele”nin tablodaki yeri
Liberallere bakılırsa, Türkiye’nin temel sorunu, devlet yöneticilerinin Osmanlı devrinde olduğu gibi ulufe dağıtması. Eskiden politikacıların “popülizm”inden yakınılırdı. Buna göre, oy kaygısıyla işçi ve emekçilerin ağzına tıkıştırılan keçiboynuzları ekonomik sıkıntıların temel nedeniydi. Bir süredir, tarım kesimi dışında, popülizm eleştirilerine daha az başvuruluyor. Daha çok, “crony capitalism”den, yani eş-dost kapitalizminden söz ediliyor. Devleti yönetenlerin kendi çevrelerindeki insanları zenginleştirmelerinden yakınılıyor ve yolsuzluklara son verilebilmesi durumunda Türkiye kapitalizminin düze çıkabileceği iddia ediliyor.
Hatta yolsuzluklarla mücadelenin “Türkiye’nin kapitalistleşmesi” için bir önkoşul olduğunu söyleyenler bile var:
“Türkiye’de acaba bir kapitalist düzen söz konusu olabilir mi? Türkiye’de eğer kapitalizmi rekabetçi piyasa ekonomisi olarak algılıyorsak, Türkiye’nin böyle bir düzenden fevkalade uzak olduğunu biliyoruz. (…) Bizde hem çarpık bir demokrasi hem de çarpık bir kapitalizm, bir eş-dost kapitalizmi var. (…) Biz şimdi bu popülist demokrasinin artık yürüyemez hale geldiği ve bunun esas altyapısını oluşturan arpalıkların, siyasilerin elindeki, para basmadan sübvansiyon vermeye, borçlanmaya kadar uzanan hudutsuz yetkilerin sınırlanması ihtiyacıyla karşı karşıya olunduğu çok ilginç bir dönemdeyiz. Diğer yandan da bir Avrupa Birliği projesinin periferisindeyiz. İşte bunun bazı formel adımlarını atıyoruz ve nihayet önümüze 19 Mart’ta bir ulusal program kondu. Tabii mükemmel bir program olduğunu söyleyemeyiz (…). Fakat biraz da dışarıdan gelen zorlamayla yapılan bu ulusal program da aslında Türkiye’de popülist demokrasiye son verme, eş-dost kapitalizminin yerine rekabetçi kapitalizmi hakim kılma programıdır” 2 .
Türkiye’nin temel derdinin yolsuzluk olduğu iddiası yalnızca liberallere ait değil. Genelkurmay Başkanı da, “yolsuzluklar olmasaydı Türkiye bu krize girmezdi” demedi mi? Bu bir yana, Susurluk’tan beri devleti egemen alan çeteleşme ve yolsuzluklar ülke gündeminden düşmüyor.
Bir nokta mutlaka vurgulanmalı: Yolsuzluğun yaşanmadığı bir kapitalizm henüz ortaya çıkmadı.
Üstelik bu konuda bir emperyalist ülkelerle az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkeler arasında ayrım yaparken ihtiyatlı olmak gerekir: Yakın geçmişte başbakan ve devlet başkanlarının yolsuzluklara bulaşmış olduğu bilinen ülkeler arasında Almanya ve Fransa da bulunuyor.
Ancak Türkiye’deki yolsuzluk tartışmalarının yalnızca restorasyon sürecinin siyasal yanıyla ilişkili olduğunu düşünmek de yanlış olacaktır. Bu işin bir iktisadi boyutu da var. Ve bu boyut, yalnızca Türkiye’ye özgü değil.
Örneğin, kendilerini emperyalistlere pazarlamak isteyen ülkeler, dünya ölçeğinde faaliyet gösteren şirketlerin yöneticilerinin okuduğu dergilere verdikleri ilanlarda, yolsuzlukla nasıl mücadele ettiklerini anlatmayı ihmal etmiyor. Büyük devlet ihalelerinin (ve bu arada özelleştirme ihalelerinin) yabancı şirketlerin gözetim ve denetiminde yapılması neredeyse bir kural halini aldı.
Bu konuda giderek sıklaşan aralıklarla uluslararası toplantılar düzenleyen ve kararlar alan emperyalistler de, yolsuzlukların üzerine gidilmesini dayatıyor.
Çünkü emperyalistler, yatırım yaptıkları ve devlet ihalelerine katıldıkları ülkelerde çok fazla rüşvet vermek istemiyor! Yoksa, az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerde eskiden daha fazla yolsuzluk yapılıyor falan değildi…
Bu noktada, tekelci sermayedarlar da, pek doğal olarak, emperyalistlerle aynı kaygıları paylaşıyor.
Ama “yolsuzluklarla mücadele” başlığını daha geniş bir çerçevenin içine yerleştirmek gerekiyor.
Sözgelimi kamu bankalarının “görev zararları”na ilişkin tartışmalar ve bunların özelleştirme kapsamına alınması, yalnızca yolsuzlukları ortadan kaldırmaya yönelik değil. Asıl hedeflenen, esnaf da dahil olmak üzere küçük ve orta orta ölçekli sermaye sahiplerini ucuz kredi alma olanağından mahrum bırakmak. Bugüne kadar devletin kontrolü altında bulunan mali kaynakların bir bölümü bu yolla tümüyle tekelci sermayenin denetimine sokulmuş olacak.
Bankacılık sektörüne yönelik düzenlemelerin bir diğer ayağını özel bankacılığın düzene sokulması oluşturuyor. Burada da hedef, dar anlamıyla “hortumcu”ların üzerine gitmek değil, sektördeki tekelleşme oranını yükseltmek. Buna ek olarak, bankacılık sektöründeki yabancı sermaye oranının hızla yükseltilmesi hayal ediliyor:
“Türkiye’de yabancı bankaların (…) payı çok düşük. (…) Bu, paylarının şimdi olduğu gibi ilelebet yüzde beşin altında kalacağı anlamına gelmiyor. Latin Amerika’daki örneklerde de görüldüğü gibi, 2001 yılının yoğun bankacılık operasyonları sonrasında payları sadece birkaç yıl içinde yüzde 50’lere kadar çıkabilir. Batan geminin mallarını ucuza kapatmak için pusuya yatmış durumdalar ve ilk sinyalle birlikte çok hızlı hareket etmelerini beklemek gerekiyor” 3 .
Burada bir paranteze ihtiyaç var: Bankacılık sektörü reformuyla ilgili olarak pek çok şey söylenebilir, ama bu reformla bankaların devletin sırtından geçinen kurumlar olmasına son verileceği söylenemez. Yukarıda, devletin iç borçlarına ilişkin gelişmeler üzerinde yeterince durulmuştu. Bunların ötesinde, ortada “yapısal” bir sorun var: Bankalar, ya devletin sırtından geçinir, ya da üretimin. Ve gündeminde bir sanayileşme hamlesi bulunmayan Türkiye’de bankaların önünde devlete yaslanmaktan başka bir şans bulunmuyor. Nitekim, yabancı sermayedarların bankalara dönük ilgisi de, Türkiye’nin önümüzdeki dönemde ciddi bir büyüme dinamiği sergileyeceği düşüncesinden kaynaklanmıyor!
Vergi yolsuzluklarına ilişkin tartışmalar da asıl olarak tekelci olmayan sermayedarları hedef alıyor. Türkiye’de tekelci sermayedarlar vergilerini zaten mümkün olduğunca “yasal” yollarla kaçırıyor. Buna karşın vergi ödemeyen sermaye sahipleri çok düşük ücretlerle kaçak işçi çalıştırarak, bazı sektörlerde tekelci sermayedarlarla bile rekabet edebilir hale geliyor.
Vergi numarası kullanımının yaygınlaştırılmasına yönelik girişimler (ve bu çerçevede örneğin bankada hesap sahibi olmak için vergi numarasına da sahip olma zorunluluğunun getirilmesi) de asıl olarak görece küçük ölçekli servet sahiplerini hedef alıyor.
Kısacası, tekelci sermayenin krizden çıkış programında, küçük ve orta ölçekli sermaye sahiplerini aşağıya doğru itelemek de var. Çünkü birincisi, ücret ve maaşların geriletilmesinin sonuçları asıl olarak ancak orta vadede (ekonominin yeniden büyüme dönemine girmesi sonrasında) alınabilecek. İkincisi, emperyalist ülkelere aktarılan kaynakların arttığı bir dönemde yerli sermayedarlara kalan pay doğal olarak daralacak ve tekelci sermaye mevcut payını korumaya çalışıyor.
Her kriz dönemi aynı zamanda bir tekelleşme dönemidir. Yeterli mali güce sahip olmayan sermaye sahipleri iflas ederken üretim araçlarının bir bölümü büyük sermaye sahiplerine geçer ve bir bölümü de tümüyle devre dışı kalır. Kimi yatırımların ne kadar hesapsızca yapılmış olduğu kriz dönemlerinde açığa çıkar.
Türkiye’nin gündemindeki tekelleşme süreci ise yalnızca kriz koşullarının ürünü değil: Sayıları bir ara 81’e çıkan ve hepsi bir araya geldiğinde bile bir büyük Avrupa bankası etmeyen bankalarla yola devam etmeme kararı, krizin patlak vermesinden önce alındı. Aslına bakılırsa, bugün yaşadığımız kriz gibi tekelleşme eğiliminin güç kazanması da, Avrupa Birliği adaylığıyla başlayan sürecin doğal ve kaçınılmaz ürünleri. Ne de olsa, büyük sermaye açısından bakıldığında, hem bu memleketi Avrupalı sermayedarlar açısından daha cazip hale getirmek, hem de onlar karşısında bir pazarlık gücüne sahip olmak gerekiyor.
Peki, tüm bunlar sermaye sahipleri arasında ciddi gerilimlerin çıkmasına yol açar mı?
Bu soruyu tartışmaya geçmeden önce, “rekabetçi piyasa” ya da “serbest piyasa” ekonomisine ilişkin birkaç not: Tekelleşme sürecindeki bir ülkede “serbest rekabet”in gününün gelmek üzere olduğu müjdesini vermek için ya aptal olmak gerekir, ya da sahtekar. Aynı sıfatlar, Katılım Ortaklığı Belgesi’ne karşılık olarak hazırlanan Ulusal Program’ı “serbest rekabet” düzenine geçiş programı olarak niteleyenler için de geçerlidir. İkincisi ve asıl önemlisi, “serbest piyasa”nın ya da “serbest rekabet” ortamının faziletlerinden çok fazla söz ediliyorsa, kuşkulanmakta yarar var: Bu edebiyata çokça başvurulan dönemler, devletin sermaye sahiplerine en fazla destek olduğu (örneğin banka kurtardığı, aşırı yüksek faizlerle borçlandığı, hayali ihracat teşvikleri dağıttığı vb.) dönemler oluyor.
Sermaye sahipleri arasındaki gerilimin sınırı
Krizin başından bu yana TÜSİAD ile TOBB’un sergilediği yaklaşım farklılıkları kimsenin dikkatinden kaçmadı. TOBB, hem genel olarak daha “sert” tepkiler verdi, hem de örneğin Halk Bankası’nın kapatılmasına karşı çıktı. Dahası, TOBB içinden “yabancılar şirketlerimizi ucuza kapatacak” itirazları bile yükseldi.
Bunlara son aylarda yükselen “ulusalcı” muhalefet de eklendiğinde, sermaye sahipleri arasında ciddi gerilimlerin çıkma ihtimali üzerinde durmak gerekmiyor mu?
Önümüzdeki dönemde ulusalcı kaygı ve giderek tepkilerin önem kazanacağını öngörmek mümkün. Diğer yandan TÜSİAD üyeleri ile TOBB’da çoğunluğu oluşturan üyeler arasında belirgin farkların bulunduğu da açık. Türkiye’de tekelleşme eğiliminin güç kazanması, TOBB’da çoğunluğu oluşturan küçük ve orta ölçekli sermayedarlar açısından kâr olanaklarının sınırlanması ve kimileri için de iflas demek.
Ama doğru soru şöyle sorulmalı: Bugün TOBB’un temsil ettiği sermaye çevrelerinin mevcut gidişattan duydukları rahatsızlık, IMF programının bizzat sermayedarlar tarafından sorgulanmasına ve farklı program arayışlarına yol açar mı?
Açıkçası, böylesi bir ihtimal yok denecek kadar az.
Farklı sermaye sahiplerinin dar çıkarları açısından bakıldığında, Türkiye’nin Avrupa Birliği sürecinin de en azından kimi sermaye çevrelerinin muhalefetiyle karşılaşması beklenebilirdi. Ama kimi liboşların yaratmaya çalıştığı “AB karşıtı cephe” hayaleti bir yana, sermaye cephesi AB projesini bir bütün olarak destekledi. Çünkü tek tek sermaye sahipleri, bireysel olarak bu süreçte zarar göreceklerini düşünse bile, Türkiye’nin önünde bir başka çıkış yolu bulunmadığı konusunda mutabıktı.
Bugün de benzer bir mutabakat yaratılmış durumda. Görünürde her şey tartışılıyor; ama aslında ciddiye alınabilir hiçbir tartışma yürütülmüyor. Çünkü en sert çıkışları yapan sermayedarlar bile, IMF programını uygulamanın Türkiye’nin önündeki tek seçenek olduğunu kabul ediyor.
Ortaya alternatif bir program çıkmadığı sürece, mevcut programa yönelik olarak gösterilen tepkilerin herhangi bir siyasal anlamı bulunmaz. Ve Mümtaz Soysal’ın AB’ci girişimi bir yana bırakıldığında, sermaye siyasetçileri arasında alternatif bir program hazırlamak doğrultusunda en küçük bir dinamizm gözlenmiyor.
Aslına bakılırsa, 31 Temmuz günü hükümetle görüşen TOBB yönetiminin talepleri, bu kuruluşun ne istediğini açıkça gösteriyor 4 . İstedikleri yalnızca, devletin kendilerine para vermesi ve alacaklarını tahsil etmemesi! Kuşkusuz, para isterken, “reel sektör” edebiyatı yapmayı ihmal etmiyorlar.
Şu ana dek sermaye cephesinin ekonomik programa ilişkin olarak açtığı en ciddiye alınabilir tartışma, dalgalı kurla ilgili olanıydı. Dalgalı kurdan vazgeçilmesi talebi, Türkiye kapitalizminin geleceği açısından özel bir anlam taşımasa bile, IMF dayatmalarından birine karşı çıkılması anlamına geliyordu.
Ancak sermaye sahiplerinin her şey olup bittikten sonra gündeme getirdikleri bu talebin kısa vade için hiçbir anlamı bulunmuyordu ve IMF Başkan Yardımıcısı Stanley Fischer’ın onları ikna etmek için birkaç cümle sarf etmesi yetti.
Sermaye sahipleri, döviz kurlarının geleceğini öngöremedikleri için elbette rahatsız. Buna karşın, Merkez Bankası’nın elinde artık döviz kurlarını kontrol etmeye yetecek kadar döviz rezervi bulunmuyor. Türkiye ekonomisi aşırı derecede “dolarlaşmış” durumda. Sorun yalnızca devletin döviz cinsinden borçlarının oranının yükselmiş olması da değil. Tablo 4 Türkiye ekonomisinde yabancı paraların ne ölçüde ağırlık kazandığını açık bir şekilde gösteriyor.
Türkiye elbette ilk fırsatta sabit kur rejimine geri döndürülmek isteniyor. Ancak bunun için öncelikle bugünkü borç krizinin geride bırakılması gerekiyor.
Sermaye sahipleri de elbette yapacak bir şeyin bulunmadığını kabul etmek zorundaydı. Ne de olsa Türkiye’nin dövize bağımlı hale gelmesine yol açan nedenleri ortadan kaldırmak akıllarından bile geçmiyor…
Emekçiler açısından bu krizin farkı
Bu yazıda özelleştirmeler, sosyal güvenlik reformu ya da tarım reformu gibi başlıklar üzerinde özel olarak durulmuyor. Önemsiz oldukları için değil elbette. Tam tersine: Türkiye kapitalizmi bu başlıklarda eskisine oranla çok daha hızlı yol alacak. Diğer yandan tarım reformu üzerinde mutlaka ayrıntılı bir şekilde durmak gerekiyor. Yalnızca tarım emekçilerini değil, yaşayabilmek için gıda maddelerine ihtiyaç duyan herkesi ilgilendiren bu başlık bir başka yazının konusu olacak.
“Yapısal reform” olarak sunulan bu bu başlıkların iktisadi anlamını birkaç maddeyle özetlemek mümkün: 1) Yabancı sermaye girişi sağlayarak döviz sorununu kısa vadeli olarak hafifletirken emperyalist sömürünün yoğunlaşmasını sağlamak. 2) Tekelci sermayenin egemenliğini pekiştirmek. 3) Emekçilerin doğrudan ve dolaylı gelirlerini azaltmak.
Bir yandan tüm bu başlıkların uzun süredir ülke gündeminde olması, diğer yandan daha önce de çeşitli krizlerin yaşanmış olmasına karşın emekçilerin bir şekilde “hayatta kalmayı” başarabilmiş olması, bugünkü tepkisizliğin nedenleri arasında yer alıyor. Krizin başından bu yana, “eninde sonunda bu kriz de gelip geçecek” havasını yaratmak konusunda epeyce çaba harcandı ve şu ana kadar bu propaganda etkili de oldu.
Ancak bu kez uzun sürecek ve daha derin sonuçlar doğuracak bir yoksullaşma süreci ile karşı karşıyayız. Bunu kanıtlamak için özel bir çaba harcamaya da gerek kalmadı: Dünya Bankası’nın “Sosyal Riskin Azaltılması Projesi” çerçevesinde Türkiye’ye 500 milyon dolar kredi açma kararını alması, emekçileri hayli sıkıntılı bir dönemin beklediğini açık bir şekilde gösteriyor.
Faiziyle birlikte geri ödenecek olan bu paranın ne şekilde kullanılacağı, IMF’ye sunulan 31 Temmuz tarihli ek niyet mektubunda şu şekilde anlatılıyor:
“Dünya Bankası’nın desteğiyle bir dizi geliştirilmiş sosyal politika yürütmekteyiz. Bunlar: (i) krizin sosyal etkisinin daha yakından izlenmesi; (ii) gelecek yılın ortasından itibaren işsizlik sigortasının uygulamaya konması hazırlıkları; (iii) sosyal güvenlik ağlarının çocuklar başta olmak üzere toplumun en zayıf kesimleri için güçlendirilmesi; (iv) özelleştirme sonucu işini kaybetmiş işçilere nakdi yardım ve yeniden istihdam programlarının sağlanması; (v) sağlık, eğitim ve sosyal koruma harcamalarının (GSMH’ya oran olarak) son üç yılın ortalamasının üzerinde muhafaza edilmesi; ve (vi) 2001 yılının kalanında çiftçilere doğrudan gelir desteğinde bulunulmasıdır” 5 .
Bu satırlardan, “yardıma muhtaç” hale getirilmiş ve getirilecek olan insanların sayısının bir hayli fazla olduğu sonucunu çıkarmak zor olmasa gerek.
Peki, 500 milyon dolarla yukarıda dile getirilen hedeflerin ne kadarına ulaşılabilir?
Aşırı iyimser bir varsayımla, Türkiye’deki yardıma muhtaç insanların sayısının 5 milyon olduğunu kabul edelim. Yeşil kartlı sayısının bile çok daha fazla olduğunu bir yana bırakalım. Bu durumda kişi başına 100 dolar, yani Ağustos başındaki kurla yaklaşık olarak 135 milyon lira düşecek. Bozdurup bozdurup harcamaları için!
Herhangi bir çelişki aramaksa anlamsız: Adı üzerinde, “yoksulluğu ortadan kaldırma”, hatta “sosyal yaraları sarma” projesi bile değil, “sosyal riskin azaltılması” projesi! Sorun yoksullaşma değil, bunun kimi “patlama”lara yol açması riski.
Ve bu projenin asıl hedef kitlesi, yardım edilecek insanlar değil, bu yardımlardan yararlanamayacak olan emekçiler ve yoksullaşma sürecine giren orta katmanlar. Bu kesimlerde, “bizden çok daha kötü durumda olanlar da var” duygusu ve hatta “sosyal patlama” korkusu yaratılmak isteniyor.
Aslında en büyük kaygı, toplumun en yoksul kesimlerinin gösterebileceği tepkilerle değil, orta ve üst düzey şirket yöneticileri, yüksek ücretli mühendisler vb. ile birlikte orta katmanların yoksullaşma sürecine sokulmasının yarattığı risklerle ilgili. Yani tam da Türkiye’de burjuva ideolojisinin hegemonyası için toplumsal dayanak sağlayan kesimlerin kaybedilmesi “risk”i kaygı uyandırıyor.
“Sosyal patlama” olasılığı ne düzeyde
Buraya kadar olabildiğince “objektif” değerlendirmeler yapmış olduk. “Sosyal patlama” tartışmaları söz konusu olduğunda ise, işin içine “subjektivite”yi, yani öznelliği de katmak zorundayız elbette.
Sosyal patlama edebiyatı, “anarşi ve terör” edebiyatının bir başka biçimi. Ama önemli bir eksiği var: Bu kez suçu “sağ-sol çatışması” üzerinden sola yıkma olanağı bulunmuyor. Ve düzenin iç dengelerinin solu birinci düşman haline getirmek açısından uygun da olmadığı bir dönemde, kapitalizmin krizi, solun temel iddialarının geçerliliğini kanıtlıyor.
Emek Platformu Programı, kimilerinin sandığı ya da göstermeye çalıştığı gibi, solcuların “başarılı” çalışmaları sayesinde sol bir program olmadı. Programın hazırlanmasına katkıda bulunan solcu akademisyenlerin çabalarını küçümsemek gibi bir derdim yok. Ama önemli olan gerici ve faşist sendikaların bile böylesi bir programın altına imza atabilmesiyse, bir başka açıklamaya ihtiyaç var. Sermaye cephesinin işçi sınıfı ile emekçi kitlelere herhangi bir pazarlık alanı bırakmadığı bugün, işçi ve emekçiler adına bir şeyler söylemeye kalkışanların solculuk yapmaması olanaksız hale geldi. Emek Platformu’na damgasını vuran sağcı sendikacılar da bu gerçekliği kabullenmiş oldu.
Bu açıdan bakıldığında, gerek Emek Platformu Programı, gerekse ulusal solculuğun yeniden güç kazanmaya başlaması, birer işaret olmaları anlamında, önemlidir.
Daha şimdiden tasfiye edilmiş olan Emek Platformu’nun işaret olmanın ötesinde bir anlamı bulunmuyordu ve bulunamazdı. Sağcı ve gerici sendikacıların denetimindeki bu platform, dönemin en önemli görevini, yani işçi ve emekçilere doğru siyasal hedefler gösterme görevini üstlenemezdi. Onun görevi tam tersini yapmaktı.
Ulusal solculuğun güç kazanması ise, aynı zamanda bir siyasal anlam taşıyor. Bugün bu ülkede solun krize ilişkin temel argümanı bellidir: “Memleket satılıyor”. Bunun yanına eklenecek argüman da bellidir: “Bu sorunu ancak sol çözebilir.” Diğer yandan, bugün bu ülkenin işçi ve emekçilerini mücadeleye sevk edebilecek olan, “kendi çıkarlarınız için mücadele edin” çağrısı olamaz. Sol, bu ülkenin insanlarını “memleketi kurtarma” mücadelesine çağırmak zorundadadır. Ulusal sol da, en azından görünürde, tüm bunları yapıyor.
Tüm bunlara mutlaka eklenmesi gereken şu doğruyu eklemeden: “Krizin tek bir nedeni var ve o da sermaye düzeni.”
Böylesi bir netliği toplumsal ölçeğe taşımak, sanılabileceği kadar kolay değildir. Buna karşın, bu netliğe sahip olmak, sanıldığından çok daha önemlidir!
Bu ülkenin solcuları ve aydınları, kapitalizmin gelişme dinamiklerini tüketmediği ‘60’lı yıllarda bile, kapitalizmi sorgulayabilmiş ve sosyalist planlamayı güncel bir sorun olarak tartışabilmişti. Kapitalizmin herhangi bir gelişme dinamiği içermediği bugün, bu konuda çok daha fazla net olmak gerekiyor. Aksi, teorik açıdan inandırıcılıktan yoksun, siyasal açıdan da yanlış hedeflerin konmasına yol açar ve açıyor.
Sosyalist olmayan, yani üretim araçlarına el konmasını içermeyen bir planlamacılığın bugünün dünyasında hiçbir işe yaramayacağı, toplumun tüm kesimlerine yeterince açık bir şekilde anlatılamayabilir. Ama en azından solcular ve solcu aydınlar bu konuda son derece net olmalı ve bu netliği topluma yansıtmanın yollarını geliştirmek konusunda çaba harcamalıdır.
Tek başına içe dönük kaygılarla değil. Önümüzdeki dönemde “okumuş insan”ların siyasal ve ideolojik mücadeledeki önemi artacak. Solun bu kesimler üzerindeki hegemonyası, toplumun diğer kesimleri üzerinde etki sahibi olmak açısından son derece kritik bir önem taşıyacak. Ve okumuş insanları doğrudan sosyalizm mücadelesine kazanmak, onları bu düzen içinde kimi çözümlerin bulunabileceğine inandırmaktan daha kolaydır!
Türkiye sol değerlerin güç kazanabileceği bir döneme girerken, daha şimdiden kaybetmiş olan kesimler de var: Yatırımlarını “AB demokrasisi”ne yapmış olanlar ve işçicilik yapayım derken işçi sınıfını siyasallaştırma ve işçi sınıfı adına toplumun bütününe hitap etme yetenek ve olanağını yiterenler…
Ama tek başına bu hatalara düşmemek, mevcut olanakları hakkıyla değerlendirmeyi mümkün kılmıyor. Çünkü sorun, tek başına insanlara “inandırıcı” şeyler söyleme sorunu değil. Aynı anlama gelmek üzere, tek başına ideolojik mücadele, özellikle de Türkiye’de, ancak sınırlı bir etkiye sahip olacaktır. Bu topraklarda “güç ideolojisi” salgılamayan herhangi bir mücadelenin sonuç alıcı olma şansı sınırlıdır. Ve bu ülkenin emekçilerinin herhangi bir konuda ikna olmak için karşılarında somut bir güç görme gereğini duymaları, hem meşru, hem de hem de bazı açılardan olumludur. Güç olmanın yolu ise, örgütlülükten geçer.
“Komünist” isimli bir haftalık gazetenin bu ülkede kabullenilmiş/benimsenmiş olması üzerinde ciddi olarak durulması gerektiğini düşünüyorum. Bunun ardında, düzenin anti-komünist refleksleri zayıflarken anti-komünizmin toplumsal meşruiyetinin azalmış olmasının elbette önemli bir payı var. Ama bunlar, birer neden olmaktan çok olanak. Örgütlü bir komünist öznenin bulunmadığı koşullarda, söz konusu olanakların değerlendirilmesi mümkün olmazdı. Çünkü Komünist’in çıkarılması ve dağıtılması, dar anlamıyla bir “yayıncılık” faaliyeti değildir. Engelleme girişimlerine karşın meydanlarda, mahallelerde ve işyerlerinde satılması ve kendisini kabul ettirmesi, örgütlü bir faaliyetin ürünüdür.
Komünist, ne örgütlü mücadelenin önemini kanıtlamak, ne de sol içine dönük bir mesaj vermek için çıkarıldı. Aksine, ilk sayısından itibaren, “sol taban”ın ötesinde, bugüne kadar burjuva partilere oy vermiş olan insanları hedef aldı. Ve komünist kimliğin açıkça ifade edilmesinin toplumun çok farklı kesimlerine hitap etmeyi hiç de zorlaştırmadığını somut olarak gösterdi.
Bugün solun hedef kitlesi, şu ya da bu şekilde ve oranda solcu olanlar değil, bugüne kadar DSP’ye, ANAP’a, DYP’ye, hatta daha sağdaki partilere oy vermiş olmakla birlikte memleketini gerçekten sevdiğini düşünen herkes olmak zorundadır. Ve böylesi geniş bir kesime hitap etmenin yolu, nabza şerbet vermek değil, kimlik ve kişilik sahibi olmaktır!
“Sosyal patlama” tartışmasına dönersek:
1. Bir “halk hareketleri” geleneği bulunmayan Türkiye’de, kendiliğinden hareketlenmeler istisnaidir.
2. Emekçi kitlelerin kendilerine dönük saldırılara refleksif tepkiler vermemeleri, nesnel bir veridir. Tek başına bu veriden sol adına umut ya da umutsuzluk türetmek anlamsızdır.
3. Emekçi kitlelerin bugünkü tepkisizliği, siyasallaşma düzeyinin geriliğini gösterdiği oranda, olumsuz bir veridir. Buna karşın, anlık ve tepkisel çıkışların genellikle yarardan çok zarar getirdiği unutulmamalıdır. Özellikle de “Arjantin kadar bile olamadık” türünden aceleci değerlendirmeler yapmamak için!
4. Türkiye’nin işçi ve emekçileri, bugüne kadar kendilerine yönelik şiddetli saldırıların hiçbirini yanıtsız bırakmadı. Siyasal ve örgütsel eksikleri bir yana, Kürt hareketinin çıkışı, ’89 sonrası eylemleri, kamu emekçileri hareketi ve kentlerin varoşlarında yaşanan hareketlenmeler, belirli gecikmelerle, bu kesimlere yönelik saldırılara verilmiş yanıtlardır.
5. Söz konusu yanıtların siyasal ve örgütsel eksikleri bir yana bırakılamaz! Toplumsal hareketlenmelerin kalıcı sonuçlar doğurması, tam da bu eksiklerin giderilmesi koşuluna bağlıdır.
6. Türkiye solunun önünde kesinlikle uzun olmayan, ama son derece değerli bir zaman dilimi bulunuyor: Emekçi kitleleri örgütlemek ve siyasallaştırmak için!
7. Sol, önündeki zamanı iyi değerlendirebilirse, olası bir “sosyal patlama”nın yerine, işçi sınıfı ile emekçi kitlelerin iktidarı hedefleyen bir çıkışını örgütleyebilir.
Dipnotlar ve Kaynak
- Milliyet,27 Temmuz 2001.
- ALPAY ŞAHİN,Yapı Kredi Yayınları’na ait Cogito dergisinin 27. sayısında (Yaz 2001) yayımlanan açık oturum konuşmalarından, s. 214-215.
- ÇAĞLAYAN Ergun, “IMF Emperyalizmin İktisadi Uçak Gemisi midir?”, Gelenek 65, Temmuz 2001, s.86-87
- 31 Temmuz tarihli Milliyet’te bu talaepler şöyle sıralanıyordu: Gelir ve kurumlar vergisi ile KDV oranlarında indirim; başta Halk Bankası olmak üzere kamu bankalarının vadesi gelen kredi alacaklarında sanayicilere “kolaylık” gösterilmesi; yıl sonuna kadar kamu bankalarının elinde toplanması planlanan 5 katrilyon liralık kamu kağıdının bir bölümünün Halk Bankasına aktarılması ve bununla KOBİ’lere yeni kredi olanağı açılması; reel sektöre ve sanayiye destek programı çerçevesinde kurulması planlanan fonun öncelikle KOBİ’ler için kullanılması; SSK prim oranlarının aşağı çekilmesi; Dünya Bankası destekli fonun yönetiminde yer almak.
- www.tcmb.com