Bu yazı, başlığının da söylediği gibi, daha çok bir giriş yazısı. Türkiye ekonomisinin güncel krizinin farklı boyutları, Gelenek’in önümüzdeki sayılarında ayrıntılı olarak tartışılacak. Bunun bir “gecikme” anlamına geleceği düşünülebilir. Ama birincisi, eğer Türkiye ekonomisine borsacılar gibi at gözlükleriyle bakmayacaksak, krizi tarihsel bağlamına yerleştirmemiz gerekiyor. İkincisi, Türkiye kapitalizminin bugünkü krizi, anlık bir kesintiden ibaret değil. Krizin yalnızca sonuçlarının belirginleşmesi değil, bizzat kendisi de uzun bir vadeye yayılacak.
Uzatmamak için, biraz da keyfi olarak, 70lerin sonundaki “70 sente muhtaç” Türkiyeden başlayabiliriz…
Sorun yüzeysel olarak ele alındığında, bir “döviz kıtlığı” sorunuydu. Yani, Türkiye’nin döviz kaynakları (ihracat, turizm, işçi dövizleri, uyuşturucu gelirleri vb.) döviz ihtiyacını (ithalat, dış borç, faiz ve anapara ödemeleri vb.) karşılamaya yetmiyordu. Sonuç, gerçekten uygulanabilmesi ancak askeri darbe sonrasında mümkün olan 24 Ocak Kararları oldu.
Emperyalistlerin de dayatmasıyla alınan bu kararlar, “ihracata dayalı sermaye birikim modeli”ni öngörüyordu. Döviz kıtlığının aşılabilmesi için ihracat artırılacak ve ithalat azaltılacaktı.
Bunun için, bir yandan Türkiye’de üretilen malların maliyetlerini düşürmek, diğer yandan da iç tüketimi sınırlandırarak ihracatı zorunlu hale getirmek gerekiyordu. Gerçek ücret ve maaşların hızla geriletilmesi, her iki “ihtiyaç”a da karşılık gelen en önemli “önlem” oldu. İhraç edilen malların fiyatlarını düşürmek ve ithal edilen malların fiyatlarını yükseltmek için devalüasyona başvuruldu. Yani, Türk lirasının dolar ve mark başta olmak üzere yabancı paralar karşısındaki değeri düşürüldü. Son olarak, hem ihracatı, artırmak hem de uyuşturucu ticaretinden, silah kaçakçılığından vb. elde edilen dövizleri “ekonomiye kazandırmak” için ihracat teşviklerine başvuruldu. Hayali ihracatçılar bu dönemde ünlendi.
Özalın temsil ettiği ekonomi modeli ’80’lerin sonuna kadar iyi işledi. Türkiyenin ihracatı gerçekten de arttı ve ihracatın bileşimi değişti. Sanayi ürünleri ihracatı tarım ürünleri ihracatını geride bıraktı.
Ama “döviz sorunu”nu çözmek için bu yola başvuran tek ülke Türkiye değildi. İhracata dayalı birikim modeli, aynı dönemde IMF ve Dünya Bankasının borçlu diğer ülkelerin de önüne koyduğu modeldi. Çok sayıda ülkenin aynı dönemde benzer malları ihraç etme çabasına girişmesinin doğal sonucu, bu malların uluslararası piyasalardaki fiyatlarının düşmesi oldu.
Diğer yandan, Türkiye’nin 80 sonrasındaki ekonomi politikaları “sermaye birikimi”nin önünü açmakla birlikte bir “sanayileşme” dinamiği yaratmaya yönelik değildi. Bu nedenle, “ihracata dayalı sanayileşme”den değil “birikim modeli”nden söz etmek gerekiyor.
Sanayisi gelişmeyen, teknoloji üretmeyen ve ihraç ettiği malların fiyatları uluslararası rekabet nedeniyle giderek düşen Türkiye’nin ihracat artış hızının giderek düşmesi kaçınılmazdı. Buna karşın, dış ticaretin serbestleştirilmesi nedeniyle, ithalatı sınırlandırmak da artık eskisinden daha zordu. Ve 1980lerin sonlarına doğru Türkiyenin dış ticaret açığı yeniden büyümeye başladı.
80’lerin sonlarına doğru “döviz sorunu”nun yeniden hortlamasının ardında yalnızca dış ticaret açıklarının artması bulunmuyordu. Arada geçen süre içinde Türkiye’nin dış borç yükü artarken, uzun vadeli ve düşük faizli kredi bulma olanakları daralmıştı. Bu da yalnızca Türkiyenin bir sorunu değildi. Emperyalist ülkeler 80li yıllardan itibaren, orta ve uzun vadeli kredileri giderek keser ve alacaklarını tahsil etmeye başlarken, borçlarını ödemekte zorlanan ülkelerin önüne tek bir seçenek koymaya başlamıştı: Kısa vadeli ve yüksek faizli borçlanma.
Kağıt üzerinde kimi alternatifler vardı elbette. Örneğin, 80’li yıllar boyunca ge-rileyen gerçek ücretleri daha da gerileterek ihracatı artırmak mümkün olabilirdi.
Ama yoksul ve işsiz kitlelere sefalet ücretlerini kabul ettirmekle gerçek ücretleri geriletmek arasında fark vardır ve 80’li yıllar boyunca geniş kitleleri zaten basınç altında tutan sermaye iktidarının, tam da sınıfın tepki vermeye başladığı ve bu arada Kürt dinamiğinin giderek güçlendiği bir dönemde, yeni bir saldırı hamlesini başlatması hiç kolay değildi.
Bir diğer alternatif, Türkiye’nin gümrük vergilerini yükselterek, kimi ürün ve hizmetlerin ithalatını tümüyle yasaklayarak içeride bir sanayileşme hamlesine girişmesi olabilirdi. Ama bunun için, emperyalist dünya ile ilişkilerin köklü bir şekilde değiştirilmesi ve en azından bir dönem boyunca emperyalist ülkelerin ekonomik yaptırımlarına göğüs gerilebilmesi gerekirdi. Asıl önemlisi, ortada bir “cesaret” değil niyet sorunu vardı ve Türkiye’nin sermaye sınıfı kısa vadeli kâr olanaklarını uzun vadeli ve riskli projelere feda etmeyi aklına bile getirmezdi.
Sonuçta kolay olan yapıldı ve benzeri konumdaki diğer pek çok ülkenin yaptığı gibi “finansal liberalizasyon”a başvuruldu. Artık isteyen istediği zaman Türk lirası vererek döviz ya da döviz vererek Türk lirası alabilecek ve hangi cinsten olursa olsun istediği kadar parayı istediği zaman Türkiyeye sokabilecek ve çıkarabilecekti.
Hedeflenen, kısa vadelerde yüksek getiriler sağlamak amacıyla dünya üzerinde dolaşan spekülatif sermayeyi (“sıcak para”) Türkiyeye çekmekti. Mali sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi bunun için gerekli, ama yetersizdi. Buna ek olarak bir de içeride yüksek getiri olanakları sunmak gerekiyordu.
Bu görev de devlet tarafından üstlenildi. 1989 yılından itibaren devletin iç borçları hızla artmaya başladı. 1988 yılında kamu kesimi tarafından ihraç edilen menkul kıymetlerin (hazine bonoları ve devlet tahvilleri) GSMH’ye oranı yüzde 6.9 iken bu oran 1994te yüzde 22.7’ye 1999 yılında ise yüzde 38.7’ye yükseldi.
Bu yeni borçlanma mekanizmasıyla aynı anda bir sürü kuş vurmak mümkün oldu.
Birincisi, artık devlet sermaye sahiplerinden vergi toplamak yerine, harcamalarını borçlanarak finanse ediyordu.
İkincisi, dünya ortalamalarının oldukça üzerinde faizlerle borçlanıldığından, Türkiye’ye yabancı sermaye girişi sağlanıyor ve döviz sorunu çözülmüş oluyordu. Yabancı sermayedarlar ellerindeki dövizi Türk lirasına çevirerek hazine bonolarına ve devlet tahvillerine yatırıyor, bu şekilde elde edilen dövizler de hem dış borç faizlerinin ödenmesini hem de ithalatın artırılmasını mümkün kılıyordu.
Üçüncüsü, bu tatlı gelir kaynağı yalnızca yabancı sermayedarları değil, başta bankalar olmak üzere yerli sermayedarları da ihya ediyordu. Örneğin, 1999 yılında toplam mevduat (vadesiz-vadeli mevduat ve döviz tevdiat hesapları) GSMH’nin yüzde 39.5’i bankacılık kesimi kredileri GSMH’nin yüzde 20.1’i bankaların elindeki hazine bonoları ve devlet tahvilleri ise GSMH’nin yüzde 33’ü düzeyindeydi. En önemli gelir kaynakları devlet olan bankalar, hazine bonosu ve devlet tahvili almak için dış borçlanma yoluna da gidiyordu. Bir başka deyişle, yabancı sermayedarlar paralarını Türkiye’ye yatırırken yerli bankaları aracı olarak kullanıyor ve dolar bazında yüzde 30u aşan faizler paylaşılıyordu. Bankaların yanı sıra “sanayici” sermayedarlar da devletin sırtından geçinmeye başlamıştı. Yine 1999 yılında Türkiye’nin en büyük şirketlerinin kârlarının yüzde 219’unun kaynağı “faaliyet dışı gelirler”, yani temel olarak rant gelirleriydi.
Dördüncüsü, kısa vadeli borçlar sayesinde bir “ekonomik canlılık” yaratılmıştı. Gerçek ücretler 1989’dan itibaren yükselmeye başlamış, diğer yandan da devleti borçlandırma yoluyla üretilen “zenginlik”in bir bölümü yüksek ücretlilerin sayısının artmasını sağlamıştı. Her iki gelişme de iç pazarın büyümesi anlamına geliyordu. Diğer yandan, döviz sorunu olmadığından, artan talebin önemli bir bölümü ithal edilen mallarla karşılanabiliyordu.
Kısacası, “finansal liberalizasyon”, farkında olsunlar ya da olmasınlar, toplumun bütün kesimlerinin işine yaramıştı. Yüzyıllarca aranıp da bulunamayan devr-i daim makinesi bulunmuş gibiydi…
Ne yazık ki termodinamiğin ikinci yasası devr-i daim makinelerinin varlığına izin vermiyor. Aslında, devletin ne kadar borçlanabileceği konusunda teorik bir sınır yok. Ama pratikte, belirli bir noktadan sonra, borçların geri ödenip ödenemeyeceğine ilişkin kuşkular ağırlık kazanır. Ve bu kuşkular ağırlık kazanmaya başlayıp da sermaye sahipleri ellerindeki kağıtları satmaya ve dövize hücum et-meye başladığında (finansal liberalizasyon koşullarında artık yerli-yabancı sermaye ayrımı da kalmamıştır), devlet borçlarını gerçekten de ödeyemez hale gelir. Artık “kriz” zamanıdır.
1994 yılında olduğu gibi…
Krizler ne zaman patlak verir?
Türkiye 80’li yıllarda, ihracatı artırmak için ve IMF’nin de dayatmasıyla, Türk lirasının yabancı paralar karşısındaki değerini düşük tutuyordu. Bu sayede yalnızca ihracat teşvik edilmiyor, aynı zamanda ithal edilen malların Türk lirası cinsinden fiyatları yükseldiği için ithalat da kösteklenmiş oluyordu.
1989 yılından itibaren, yine IMF’nin de dayatmasıyla, tam tersi yapıldı. Döviz kurlarındaki artış oranları, enflasyon oranlarının gerisinde bırakılmaya başladı. Buna bir de gerekçe uyduruldu: “Enflasyonla mücadele”.
İddiaya göre, döviz kurlarındaki artışlar kontrol altına alındığında, enflasyon da düşecekti.
Ama asıl dert başkaydı. Paralarını kısa vadeli olarak Türkiyede değerlendiren yabancı sermayedarlar açısından, devalüasyon en büyük tehlikeydi. Buna karşın, döviz kurları ne kadar yavaş yükselirse o kadar kârlı çıkıyorlardı.
1 doların 100 bin lira olduğu bir dönemde yıllık getirisi yüzde 50 olan devlet iç borçlanma kağıtlarına 100 dolarlık yatırım yapan bir yabancı sermayedarın durumunu düşünelim. Sözkonusu sermayedar elindeki 100 dolarla 10 milyon lira ve bununla da hazine bonosu ya da devlet tahvili satın alacaktır. Bu durumda bir yıl sonunda eline geçecek para 15 milyon liradır. Ama eğer aynı dönemde Türk lirası dolar karşısında yüzde 50 oranında değer yitirir ve 1 dolar 150 bin lira etmeye başlarsa 15 milyon lira karşılığında eline yine yalnızca 100 dolar geçecek ve hiçbir kazanç sağlayamamış olacaktır. Eğer devalüasyon oranı yüzde 100ü bulur yani dolar 200 bin liraya ulaşırsa 15 milyon lira karşılığında yalnızca 75 dolar alabilecektir. Buna karşın eğer bu bir yıl içinde döviz kurları sabit tutulursa 15 milyon lirayla 150 dolar alabilecek, yani dolar bazında da yüzde 50 oranında faiz geliri elde edecektir.
Döviz kurlarını baskı altına almak, kısa vadeli sermaye girişi sağlamaya çalışan bütün ülkelerde uygulanan bir politikadır. Ve hep aynı sonuç alınır: İthalat artarken ihracat iyi ihtimalle yerinde sayar ve dış ticaret açıkları büyümeye başlar. Türkiye’de, ihracatın ithalatı karşılama oranı 80’li yılların sonlarına doğru yüzde 75’e yaklaşmıştı. 1989 yılından itibaren bu oran küçülmeye başladı ve 1993’te yüzde 52.1’e düştü. Diğer yandan, yine 1993 yılında, cari işlemler açığı, yani Türkiyenin ihracat, turizm, işçi dövizleri vb. gelirleri ile ithalat, turizm ve faiz giderleri arasındaki fark, 6.4 milyar doları aştı. Böylece, uzun süredir ilk kez, cari işlemler açığı, dış borç faiz ödemelerinin üzerine çıkmış oldu.
Aynısı 2000 yılında da yaşandı. Daha 1999 yılının Aralık ayında açıklanan üç yıllık “istikrar” programının ilk yılı dolmamışken.
Söz konusu program da, enflasyonla mücadele adına, döviz kurlarındaki artışın sınırlandırılmasını öngörüyordu. 1 ABD doları ile 0.77 eurodan oluşan bir döviz sepetinin hangi tarihlerde kaç lira olacağı ilan edilmişti. Diğer yandan, ücret ve maaşlar, gerçekleşen enflasyon oranında değil, “hedeflenen” enflasyon oranında artırılacaktı. Yani, gerçek ücretler geriletilecekti. Son olarak, sosyal güvenlik kurumlarının tasfiyesinden özelleştirmelere bir dizi başlıkta daha hızlı yol alınacaktı.
Görünüşe bakılırsa her şey yolunda gidiyordu. Merkez Bankasının döviz rezervleri artıyor (yani Türkiyeye kısa vadeli sermaye girişleri sağlanıyor) ve döviz kurları öngörülen seviyelerde tutuluyordu. Bu arada enflasyonda da hissedilir bir gerileme başlamış görünüyordu. Dişimizi biraz daha sıkarsak düzlüğe çıkabilecektik…
Sonra birdenbire ve iddialara bakılırsa “hiç gereği yokken” Kasım krizi patlak verdi.
Oysa 2000 yılında Türkiye’nin ithalatı yine patlamış, cari işlemler açığı 10 milyar dolara yaklaşmış ve kısa vadeli dış borçlar çok daha hızlı bir şekilde artmaya başlamıştı.
Tablo 2 Türkiye’nin ne zaman ciddi krizlere gireceğini öngörmenin o kadar da zor olmadığını gösteriyor. 1984 yılı sonrasında cari işlemler açığı, iki yıl haricinde, her zaman dış borç faiz ödemelerinin altında kalıyor. Yani, 1993 ve 2000 yılları dışında, Türkiye’nin döviz gelirleri ile döviz giderleri arasındaki dengesizliğin temel nedeni dış borç faiz ödemeleri. Ama söz konusu iki yılda Türkiye, dış borç faiz ödemelerinden daha fazla açık vermeyi başarıyor. Yani Türkiye bu yıllarda dış borç faiz ödemeleri için gerekenden daha fazla borçlanı-yor ve net sermaye girişi sağlıyor. Bu da borç verenler açısından Türkiyenin artık “aşırı” derecede borçlanmaya başladığı anlamına geliyor ve bir noktadan sonra Türk lirasından kaçış başlıyor…
Buraya kadar söylenenlerde Türkiye’ye özgü bir yan bulunmuyor. 90’lı yıllardan bugüne benzer borç krizlerine giren ülkeler arasında Meksika, Endonezya, Malezya, Güney Kore, Tayland, Filipinler, Brezilya ve Arjantin de var. Ve bu ülkelerin tümü, Türkiye gibi, bir dönem boyunca örnek gösterilen ülkelerdi.
Sıcak parayı “kontrol altına” almak…
Kısa vadeli sermaye hareketlerinin ya da “sıcak para”nın bir sorun oluşturduğunu neredeyse herkes kabul ediyor. Bugün, kısa vadeli sermaye giriş ve çıkışlarının kontrol altına alınması, burjuva iktisatçıları tarafından bile savunulabiliyor.
Sırf bu nedenle bile, solcu iktisatçıların “sıcak para eleştirisi”ne girişirken iki kez düşünmesi gerekiyor. Özellikle de, “uluslararası spekülatif sermaye akışları etkinliği kanıtlanmış araçlarla kontrol altına alınmalı” türünden ifadeler kullanmadan önce…
Birincisi, eğer sosyalizmden söz edilmiyorsa, bugünün dünyasında spekülatif sermaye hareketlerini “etkinliği kanıtlanmış” araçlarla kontrol altına almış bir borçlu ülke örneği bulunmuyor. Bu “talep”i dile getirenlerin örnek göstermemesi bundan…
İkincisi, borçlu ülkeler, sıcak paraya, döviz sıkıntısına düştükleri için başvuruyor. Sözgelimi Türkiye, “finansal liberalizasyon”a diğer pek çok borçlu ülkeden sonra başvurdu.
Yukarıda, emperyalist ülkelerin 80’li yıllarla birlikte uzun vadeli ve düşük faiz-li kredileri kısarken alacaklarını talep etmeye başladıklarından söz edilmişti. Bu konudaki dayatmalara elbette mal, hizmet ve sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesine ve her tür koruma önleminin kaldırılmasına yönelik baskıları da eklemek gerekiyor. Bunlara da, emperyalistlerin insanlığın bilimsel ve teknolojik birikimi üzerinde kurdukları ve “fikri mülkiyet hakları” dayatmasıyla pekiştirdikleri tekelin tek tek kapitalist ülkelerin önüne koyduğu engelleri…
Bugünün dünyasında, “ben kısa vadeli sermaye hareketlerini kontrol altına alacağım” diyen bir borçlu ülkenin başına gelecekler bellidir: Orta ve uzun vadeli borç bulmak tümüyle hayal olur ve emperyalistler birikmiş alacakları için daha fazla bastırmaya başlar. Borçları ödeyebilmek için ithalatı aniden kısmaktan başka çıkar yol kalmaz. İthalatın aniden kesilmesi, ekonominin hızla daralmasına yol açacak ve borçları ödeme gücü iyiden iyiye azalacaktır. Bu arada IMF ve Dünya Bankası reçetelerini kabul etmemenin sonucu olan diğer yaptırımlar da devreye girecektir…
Kısa vadeli sermaye hareketlerinden vergi almak gibi “dahiyane” çözüm önerileri de bulunuyor. Oysa bunun tek bir sonucu olabilir: Yabancı sermayedarların vergi koyan ülkeden daha da yüksek faiz oranları talep etmeye başlaması…
Üçüncüsü, “sıcak parayı kontrol altına alma” talebi, çoğu durumda, iç ve dış borçların ödenmemesi talebinden daha “gerçekçi” bir talep olmaz. Çünkü “yerli” sermaye sahipleri, tam da yukarıda dile getirilen sonuçları nedeniyle, bu talebin arkasında durmamak bir yana, mutlak olarak karşı çıkacaktır. Zaten, bugünün dünyasında “yerli” sermaye sahiplerinden söz etmek de çok anlamlı değildir.
Elbette, kimi kritik dönemeçlerde siyasal tercihler ön plana çıkabilir ve bir burjuva iktidar bile IMFyi ve Dünya Bankasını karşıya alma cesaretini sergileyebilir. Ama yalnızca geçici olarak. Sermaye egemenliği son bulmadıkça da, bağımsız görünümlü politikaların içi hızla boşaltılacaktır. Çünkü, tekelci sermayedarlar açısından, emperyalist sermaye ile işbirliği, her zaman, tek bir ülkenin sınırları içinde elde edilebilecek olandan çok daha fazla kar demektir.
Başka çıkış yolları da var!..
Aslına bakılırsa, sıcak para döngüleri, sıcak para dışında da kimi çözüm yollarının bulunmasını zorunlu kılıyor. Aksi durumda ortaya bir döngü çıkmaz ve kriz patlak verdiğinde her şey sona ermiş olurdu.
Krize girdiği için kısa vadeli sermayeyi kaçıran ya da kısa vadeli sermaye kaçtığı için krize giren bir ülke ne yapar
Sermaye kaçışı sırasında dövize yönelik talep olağanüstü bir hızla artar ve Merkez Bankasının elindeki rezervler yetersiz kaldığında zorunlu olarak dövizin fiyatı artırılır, yani devalüasyona başvurulur. Devalüasyonla, birlikte devletten yerli para cinsinden alacaklı olanlar zarar etmiş olur.
Daha önemli gelişme, devalüasyonun ardından tüm mal ve hizmetlerin fiyatları artarken, ücret ve maaşların sabit tutulmasıdır. Böylece, toplumun büyük çoğunluğundan sermaye sahipleri sınıfına doğru bir kaynak akışı sağlanmış olur.
Bu kaynak akışı asıl olarak krizi izleyen toparlanma döneminde önem kazanır. Çünkü kriz sırasında üretim zaten durma noktasına yaklaşır ve toplumsal servetin kısa vadede kullanılabilecek bölümü bir bütün olarak küçülür.
Devalüasyon, iç borçların bir bölümünün silinmesi anlamına gelmekle birlikte, dış borçlarda bir değişiklik olmaz. Dolayısıyla, vadesi gelen faiz ve anapara ödemeleri için yine dövize ihtiyaç vardır. Üstelik devalüasyon öncesindeki dövize hücum sırasında Merkez Bankasının elindeki rezervler de azalmıştır.
Dolayısıyla, ülkenin yeniden borç bulabilir hale gelmesi büyük bir önem kazanır.
Aynı anlama gelmek üzere, emperyalistlerin ilgili ülkeye yeniden borç vermeye başlaması için kimi gerekçelerinin bulunması gerekir. Bunların temelinde de, krize giren ülkenin yeniden emperyalistlere kaynak aktarabilir hale gelmesi bulunacaktır.
Yani, kaynak sorunu nedeniyle bel bağladığı kısa vadeli sermaye hareketlerinin tersine dönmesi nedeniyle krize giren ülke, kaynak yaratmak zorundadır!
Bugünün dünyasında da bunun iki temel yolu bulunmaktadır: İşçi sınıfının ve emekçi kitlelerin yoksullaştırılması ve özelleştirmeler. IMF ve Dünya Bankasının reçetelerinde de bunlar yazılıdır. Sosyal güvenlik kurumlarının tasfiye edilmesi, eğitim ve sağlık hizmetlerinin paralı hale getirilmesi ya da “tarım reformu” gibi ek önlemler de bu iki başlıkla yakından ilişkilidir.
Dolayısıyla, krize giren ülke, “kredi muslukları”nın yeniden açılması için, emekçilerin gelirlerini yeterince düşürebileceği ve kamu varlıklarını yerli-yabancı sermayedarlara satacağı konusunda güvence vermek zorundadır.
Emekçilerin gelirlerinin düşürülmesi emperyalistleri neden bu kadar ilgilendiriyor? Bundan ne gibi bir çıkarları var?
Birincisi, işçi ücretleri düşürüldükçe, ihraç edilen malların fiyatlarını düşürmek de mümkün hale gelir. Yukarıda da değinildiği üzere, bugün tekstil-dokuma, demir-çelik gibi sektörlerde ve bu arada örneğin elektronik sektörünün kimi alt dallarında, az gelişmiş ve orta gelişkinlikteki kapitalist ülkeler arasında kıyasıya bir rekabet sürmektedir. Bu sayede emperyalist ülkeler hem kendi ülkelerinde çok daha pahalıya mal olacak ürünleri dışarıdan alma olanağı bulmakta, hem de bu yolla kendi işçileri üzerinde de bir baskı oluşturmaktadır. Diğer yandan, ücretleri “yeterince” düşürerek yakalanan avantaj, benzeri konumdaki diğer ülkeleri de aynı yola sürüklediğinden, geçicidir. Avantaj ortadan kalktığında ise daha da geri bir noktaya düşülmüş olur.
İkincisi, “sınırların ortadan kalktığı” dünyamızda, ucuz emek gücü cehennemleri, emperyalistler açısından aynı zamanda kârlı yatırım alanlarıdır ve emperyalist yatırımcıları çekmek için de kıyasıya bir rekabet yürütülmektedir. Bu yatırımlar elbette sanayinin bir bütün olarak gelişimine hizmet etmemekte, tam tersine dengeli bir sanayileşme ve kalkınmayı büsbütün olanaksızlaştırmaktadır. Yabancı sermayeli işletmelerin temel girdilerinin pek çoğu ithal edilirken, ucuz emek gücü cehennemlerine ikincil önem taşıyan üretim süreçleri taşınır. Bu arada elbette “yerli girdi”lere de başvurulur: Bunlar da üçüncü derecede önem taşıyan üretim süreçlerini temsil eder. Böylece, kendi başına hiçbir işe yaramayan bir yan sanayi gelişmiş olur. Diğer yandan, emperyalistler mali sektöre de yatırım yapar. Böylece, ülkenin kaynakları üzerindeki denetimleri pekişmiş olur. Her iki durumda da amaç, dünya ortalamalarının oldukça üzerinde kâr oranlarına ulaşmaktır. Hatta bu kârlar, kısa vadeli kredilerin faizleriyle rekabet edebilir düzeyde olmalıdır. Ve bir de elbette yurtdışına transfer edilebilmelidir!
Ülkenin en stratejik ve kârlı kamu işletmelerinin yabancı sermayedarlara satılması da, kısa vadede döviz girişi, orta ve uzun vadede ise sermaye çıkışına yol açar. Bu arada söz konusu işletmelerin ithalat ve teknoloji bağımlılığı artar ve üretilen mal ve hizmetlerin fiyatları çoğu durumda yükselir. Özelleştirilen işletmeleri satın alan sermayedarlar bir borsa yatırımcısı gibi davranır ve yalnızca kısa vadede elde edebilecekleri kârlara bakar. Dolayısıyla, sonuç yalnızca ülke içinde üretilen değerlerin yurtdışına transferi değil, ama aynı zamanda mevcut altyapının tahrip edilmesi olur.
Bu arada “yerli” büyük sermayedarlar da kendi çıkarlarını emperyalistlerle ortaklık kurmakta görür. Ne de olsa onlar da her şeyden önce kısa vadeli kârlarını önemsemektedir. Emperyalistler de girdikleri ülkeyi iyi tanıyan ortaklarla birlikte çalışmayı tercih ettiğinden, son derece doğal bir işbirliği (ya da daha doğrusu “işbirlikçilik”) söz konusudur.
Böylece bir nokta daha belirginlik kazanmış oluyor: Hem ücretleri düşürme rekabeti, hem de özelleştirmeler, kısa vadede sıcak para ihtiyacını sınırlandırsa da orta ve uzun vadede bu ihtiyacın çok daha şiddetli bir şekilde ortaya çıkmasına yol açar. Ve böylelikle çok daha şiddetli krizlere doğru yelken açılır.
Diğer yandan, IMF ve Dünya Bankası reçeteleri harfiyen uygulansa bile, kısa vadeyi kurtarmak o kadar kolay olmayabilir. Çünkü aynı reçeteleri aynı anda uygulamaya çalışan çok fazla ülke vardır ve geç kalanlar ciddi dezavantajlarla karşılaşır. Sözgelimi, aynı anda onlarca ülkenin telekomünikasyon şirketlerini satışa çıkardığı bir dönemde, bunlar da artık pek fazla para etmemeye başlar. Dolayısıyla, krizler arasında geçen süreler kısalmaya başlar.
Peki kriz yeniden patlak verdiğinde ne olur?
Yeniden başa dönülür. Ülkenin kaynakları tümüyle tükeninceye kadar…
1994 krizinden sonra ne oldu?
Bugüne kadar, sermaye cephesinin işçi sınıfı ve emekçi kitlelere dönük saldırılarından çokça söz ettik. Bugünkü kriz koşullarında insanın “keşke biraz daha az söz etseydik” diyesi geliyor. Çünkü “asıl saldırı” daha yeni başladı.
Evet, özellikle 1994 krizinden sonra gerçek işçi ücretleri geriletildi ve özelleştirme saldırısını hızlandırmaya yönelik adımlar atıldı. Bu arada eğitim ve sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi doğrultusunda yol alındı.
Ama Türkiye, tam anlamıyla bir “ucuz emek cehennemi” haline gelmedi. Türkiyedeki işçiler, Hindistan, Malezya ya da Meksika gibi ülkelerdeki ve daha önemlisi Doğu Avrupa ülkelerinin pek çoğundaki sınıf kardeşlerinden daha yüksek ücretler alabildiler. Dahası 1996 yılından itibaren gerçek ücret ve maaşlar yeniden yükselmeye başlayabildi.
Bu nedenle de örneğin Avrupalı sermayedarlar Doğu Avrupa ülkelerine yatırım yapmayı tercih etti. Türkiyeye yönelik doğrudan yabancı sermaye yatırımları, dünya ölçeğinde değerlendirildiğinde, hiçbir zaman ihmal edilebilir olmaktan öteye geçmedi. Diğer taraftan, özellikle son yıllarda Türkiye’den dışarıya yönelik sermaye yatırımları, doğrudan yabancı sermaye girişleriyle rekabet eder hale geldi. Sonuçta, 2000 yılında 6.3 milyar dolar dış borç faizi ödeyen Türkiye, aynı yıl yalnızca 112 milyon dolarlık net yabancı sermaye girişi sağlayabildi.
Sözü çok edilse de, Türkiyenin özelleştirmeler konusundaki performansı da çok parlak olmadı. Zaten, doğrudan yabancı sermaye girişlerinin sınırlı kalmasının bir nedeni de, özelleştirme sürecinin yavaş ilerlemesiydi.
Türkiyenin bu “başarısızlık”ının ardında ne vardı?
Herhalde siyasal gerekçeleri başa koymak gerekiyor. Siyasal kriz dinamiklerinin ön plana çıktığı bir dönemde, sermaye cephesi, işçi sınıfına ve emekçi kitlelere dönük iktisadi saldırısını belirli bir düzeyin ötesinde yoğunlaştıramazdı.
Diğer yandan, Türkiye henüz “borçlanma kapasitesi”ni doldurmamıştı. Ne dış borçlanma ne de aslında bir dış borçlanma mekanizması olarak işlev gören iç borçlanma açısından. Ve bir kez daha kolay yol seçildi. Devlet, dolar bazında yüzde 30u aşan yıllık faiz oranlarıyla borçlandırıldı. 1995-1998 döneminde ekonomi yine “canlı”ydı, büyüyordu…
Dünya ölçeğindeki mali kriz ve 17 Ağustos Depremi bile Türkiyeyi yolundan döndüremedi. 1999 yılında daralan ekonomi, 2000 yılında Türkiye tarihinin en ciddi borçlanma atılımlarından birini gerçekleştirdi.
3B dönemi kapanıyor…
Her ekonomik büyüme dönemi kimi sektörleri ve onlarla birlikte kimi kesimleri ön plana çıkarır. 90’lı yılların sonlarına doğru, Türkiyenin “parlak” sektörleri bankacılık (borsa da eklenebilir), bilişim (bilgisayar ve iletişim) ve basındı (reklamcılık da eklenebilir). Bu sektörlerde biraz olsun yükselme şansı bulanlar, ömür boyu yüksek ücret alacaklarına ve hiçbir zaman işsiz kalmayacaklarına inanıyordu. Ne de olsa bankaların ve şubelerinin sayısı sürekli artıyor, borsa giderek büyüyor, bilgisayar sektöründe neredeyse her gün yeni şirketler kuruluyor, ithal edilen telekomünikasyon araç ve teknolojileri pazarın genişlemesini sağlıyor ve büyük sermaye sahipleri kâr etmek için olmasa bile kâr kapılarını açık tutabilmek, için medya sektörüne ciddi yatırımlar yapıyordu.
Özel sektörün kaynakları daha verimli bir şekilde kullanacağı konusundaki efsane bir yana, hızlı büyüyen sermaye gruplarının yatırımları çok fazla hesap ve kitaba dayanmıyordu. Tıpkı kısa bir süre öncesinde tekstil ve otomotiv sektörle-rine yapılmış olan yatırımlar gibi…
Örneğin, Türkiye’de seksen küsur bankanın faaliyet göstermesinin bir büyük anlamsızlık olduğunu anlamak için iktisatçı olmak gerekmiyordu. Ne de olsa, bütün bankalar biraraya getirilse bile, bir büyük Avrupa bankası etmiyordu! Buna karşın, her bir küçük banka, kendi teknolojik altyapısını kurmak, kendi reklam harcamalarını yapmak, kendi ara ve üst düzey yöneticilerine yüksek ücretler vermek durumundaydı.
Bilgisayar ve iletişim sektörlerine yönelik yatırımların hesapsızlığı ise Türkiye’ye özgü değildi. Dönem “yeni ekonomi” dönemiydi ve bu sektörlere yatırım yapanların zarar etmesi neredeyse olanaksızdı… Sonuç: ABDdeki Silikon Vadisi’nde bir sürü şirket kapanmış, Avrupa’nın telekomünikasyon şirketleri borç batağına saplanmış durumda.
Eğer bilgisayar sektörüyle ilgili olarak Türkiye’ye özgü bir yan varsa, o da sermaye sahiplerinin hiçbir zaman kullanmayacakları özelliklerle donatılmış bilgisayar donanım ve yazılımları satın almaya daha bir meraklı olmalarıydı. İletişim başlığındaki “gösterişçilik” ise, özellikle cep telefonları ucuzladığı oranda, daha geniş bir kesime yayıldı. Yalnızca bir-iki sonuca değinmek gerekirse: İnternet erişim hizmeti sunan şirketlerin bir bölümü şimdiden kapandı ve diğerleri kadrolarını bir hayli daralttı. Aria, bir büyük fiyasko olma yolunda ilerliyor. Başta bankacılık olmak üzere pek çok sektörde tekelleşme eğiliminin güç kazanması, bilgisayar donanım ve yazılım pazarını da daraltacak.
Zaten doğru dürüst kâr etmeyen basın ya da medya sektörü ise, doğal olarak kriz döneminde ilk daraltılacak sektörlerden biri durumundaydı…
Bundan sonra ne olacak
Bu sorunun yanıtları önümüzdeki sayılarda tartışılacak. Burada yalnızca bir noktaya değinilecek: Türkiye kapitalizminin 1994 krizinden sonra olduğu gibi “kaldığı yerden” devam etme şansı bulunmuyor.
Borçlanma limitini zaten doldurmuş olan Türkiye, dünya kapitalizminin bunalım dinamiklerinin bir kez daha ön plana çıktığı bir dönemde, emperyalistlerin işaret ettiği doğrultuda çok daha hızlı bir şekilde yol almak zorunda kalacak. Yalnızca “dış güçlerin” baskısı nedeniyle değil, aynı zamanda büyük sermaye sahiplerinin zorlamasıyla.
Yine 80’li ve 90’lı yıllardan farklı olarak, sermaye cephesinin krizden kurtuluş programı, en azından öngörülebilir vade içinde, son derece dar bir kesimin, tekelci sermayedarların çıkarlarını temsil edecek.
Toplumun büyük çoğunluğunu Türkiye tarihinin belki de en ciddi yoksullaşma sürecine sokacak olan bu programı hayata geçirmenin kolay olacağını ise kimse düşünmemeli…