Dinci gericilik, Türkiye solunun politik, ideolojik mücadelesinde ve uzantısı olarak toplumsal hareket alanında her zaman anlamlı bir yer kaplamıştır. Ancak, bu kavga alanının bir tarafını solun “sosyal demokrat” ve “ulusal sol” bölmelerinin kaplayagelmiş olması ironiktir.
Kimi zaman emperyalist hesapların ürünü olarak palazlandırılan, kimi zamansa karşı devrimci yığışmanın içinde toplumsallaşma kanalları yakalayabilen dinci gericilik, -bir olgu olarak yükseldiği her durum aslında bir sınıf mücadelesi başlığı olmasına karşın- en fazla düzen içi didişme/inatlaşma konusu olarak politik değer kazanabilmiştir.
Bu sonuca yol açan, sosyal demokrat ve ulusal sol bölmelerin bu başlıkta düzen dışı sola hareket alanı bırakmaması değil, düzen dışı solun bu başlığa dair kafa karışıklığı ve ilgisizliğidir. Bu ilgisizliği üreten üç önemli kaynaktan söz etmek mümkün görünmektedir.
İlki, düzen dışı solun uluslararası komünist hareketin saflaşmalarından beslenememiş olmasıdır. Reel sosyalizm pratiğinin emperyalistlerle bölgeler bazında karşı karşıya gelişinde, islami alan her zaman için kritik bir değer taşımıştır. Bu alanda, uluslararası komünist hareket ilericiliği ve aydınlanmayı bir siyasal iktidar kavgası başlığı haline dönüştürebilmiştir. Ancak, Türkiye solcusu bu zemini kendi ülkesine aydınlanmacı boyutu oldukça kof halkçı ve ulusalcı bir çerçevede taşıyabilmiştir.
İkinci kaynak ise, ittifaklar politikasının ürünüdür. Düzen dışı solun toplumsal meşruiyet arayışlarında yüzü her ne hikmetse sosyal demokrasiye dönük olmuş ve bu süreç ilericiliği ve aydınlanmacılığı bir tür “pazarlık” neticesinde onlara bırakma ile sonuçlanmıştır. Düzen dışı solun bu alanda kendisini destekçilikle sınırlandıran tercihi, dinci gericilikle olan karşı karşıya gelişi bir didişmeden öteye sıçramasına açıktan engel olmuştur.
Sonuncusu ise, Türkiye işçi sınıfı içinde bağlantı ve kurumsal ilişki üretmeye çalışan düzen dışı solun, yol almak için bir dizi toplumsal kimliği aynı anda kapsamaya çalışmak zorunda oluşudur. Siyaset ve ideolojik kavga alanındaki geriden gelişin açığı örgütsel bağlantı ile kapatılmaya çalışılmış ancak bu tarz hem likidasyonu hızlandırmış hem de toplumsallaşma dinamiklerini en başından köreltmiştir.
Bu tür bir tarihsellik içinde yığılanlara bugünden bakıldığında, sözünü ettiğimiz sonucu üreten süreçlerin kırılma noktası önem kazanmaktadır. Kırılma noktası esas olarak iktidar perspektifi ile ilişkilidir. İktidar perspektifinden uzaklık bu şekilsiz ve tuhaf birikimin beslendiği ana kaynaktır.
Öte yandan, iktidar perspektifi kendisini somut iddialı kazanım alanlarını da önüne koyarak bütünler. Bugün kentlerin kazanılması, iktidar perspektifinin en önemli dayanaklarından birisini oluşturmaktadır. Kentlerin kazanılması kavgası kim ne derse desin esas olarak dinci gericilikle hesaplaşmanın açtığı yol üzerinden yol alacaktır. Sadece bir siyasi çizgiyi hedef alan niteliğinden çok, farklı siyasi çizgiler üzerinde de somut tezahürleri bulunan dinci gerici toplumsal etkinin kentlerde topyekün geriletilmesini ve bu doğrultuda aydınlanmacı bir kavgayı kent emekçilerine kazandırmayı önüne koyan bir iddiayı taşımak durumundayız.
Neresinden bakarsanız bakın, böylesi bir birikimin yönünü değiştirmeye kalkanlar için kararlı ve iddialı bir çerçeveden aşağısı kurtarmamaktadır. Yani, dinci gericilikle ilerici ve aydınlanmacı bir kimlik üzerinden hesaplaşmayı açıktan önüne koyan ve işçi sınıfı içindeki toplumsallaşma ve meşrulaşma kanallarını bu kararlık üzerinden yeniden üreten bir örgütsel irade, sözünü ettiğimiz birikimin yönünü bir iktidar kavgasına çevirebilecektir. O halde, altını özenle çizdiğimiz hesaplaşmanın Türkiye işçi sınıfı saflarına maledilmesi ve enerji-umut üreten bir nitelik kazanması zorunludur. Bu yazıda, bu tür bir çabanın potansiyel olanaklarına işaret edilmektedir. Kentler bu somut kavganın en yakıcı biçimlerinin ete kemiğe bürüneceği bir nesnellik barındırmaktadır.
İşçi sınıfı içinde dinci gericilik
Hatırlanacaktır; Refah Partisinin seçim başarısı tartışılırken, en çok kentlere hatta metropollere girmiş olması dikkat çekmekteydi. Kimileri bunu sokakları bile hedef alan örgütsel bir başarıya kimileri de düzenden umudunu kesen kitlelere seslenmeyi başarmış olmaya bağlamıştı. Bu tartışmaya bugün bu haliyle ihtiyacımız pek kalmadı. Ancak, dinci gericiliğin geleneksel kabuğunu kentlere girerek kırmış olması halen anlamlıdır. Kentler işçi sınıfı demek…
Bir siyasi hareketin işçi sınıfı saflarında güçlenmesi kendisini nasıl dışa yansıtır? Bu soruya dinci gericilik açısından verilecek yanıt söz konusu olduğunda oldukça öğretici bir çerçeve çıkmaktadır. Bilindiği gibi sol içinde tuhaf bir alışkanlık vardır ve buna göre şayet bir siyasi hareket işçi sınıfı içinde örgütlü bir güç ise karşılığı sendikal güçlenmedir. Dinci gericiliğin -sınıf kimliğine seslenmese bile- işçi sınıfı saflarında güç kazanması sendikal alanda neredeyse hiçbir somut karşılığa denk düşmemiştir. Bilindiği gibi, dinci gericiliğin sendikal alandaki temsilcisi Hak-İş ve Memur-Sendir. Her iki sendika da geçilen süreçte, eski Hak-İş Başkanı olan şahsın Erbakan hükümeti zamanında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı olması dışında herhangi bir özel sıçrama yaşamamıştır. Yani sendikal alanda ne gidişat ne de hiyerarşi değişmiştir.
Bu tespit, bir yönüyle sendikal hareketin genel gerilemesinin ve toplumsal önemini yitirmesinin bir sonucu olarak telakki edilebilirse de, esas olarak dinci gericiliğin işçi ve emekçileri mahallelerde yakalamış, örgütlemiş ve yönlendirmiş olduğu gerçeği ile ilişkilidir. Dinci gericilik, emekçilere kentlerde toplumsal bir kimlik kazandırmış ve bu kimlikle uyumlu olarak sahip çıkıcı/dayanışmacı bir organizasyonellik sunmuştur.
Dinci gericiliğin işçi sınıfı saflarında daha fazla yer edinmeye başlamasının bir diğer nedeni ise, Türkiye ölçeğinde denenmek üzere kendilerini somutlayabilmeleri ve bu durumun başka bir dizi toplumsal dinamiği basıncı altına almış olmasıdır. Bu boyut en çok Kürt emekçileri için söz konusu olmuştur. Dinci gericilikle bir dizi alanda rekabet etmek durumunda olanlar, dinci gericiliğin toplumsal temalarını tam boy karşıya almak yerine onunla aynı doğrultuda rekabet etmeyi tercih etmişlerdir. Demokrasi mücadelesi adına türban eylemlerindeki “halkçı” saf tutma ile Kürt siyasetinin “en iyi müslüman biziz!..” iddiasına girişmesi, ne halkçılara ne de Kürt siyasetine yaramış, düpedüz dinci gericiliğin toplumsallaşma kanallarını güçlendirme işlevi görmüştür. Zaten, toplumsallaşma denen süreç, kendi dışındaki olguları aynı doğrultudaki tuhaf bir rekabet ortamına çekmeyi başarmak demektir. Yani dinci gericilik kendi dışındaki enerjiyi de aynı doğrultuya akıtmayı başarabildiği oranda yol almıştır.
Dinci gericiliğin kent pratiğinde, bir taraftan toplumsal ölçekte sınıf ideolojisiyle, diğer taraftan da varoşlarda halkçı ideolojiyle adeta kuşatarak ve aynı anlama gelmek üzere hesaplaşarak yol alması önemsenmelidir. Her iki açıdan da, “ülke ve insanları elden gidiyor!..” temasını gündelik siyasi kavgasına yerleştirebilen ve bu yönüyle alan kapatan dinci gericilik, restorasyon müdahalelerine siyasi bir çizgi olarak olmasa bile toplumsal bir etkiyi barındırması açısından uzunca sayılabilecek bir süre direnebilmiştir.
Yeni durumlar içinde dinci gericilik
Restorasyon sürecinin önemli başlıklarından birisi dinci gericiliğin iktidar perspektifinden uzaklaştırılması oluşturmuştur. Karşı devrimci tahkimatın içinde palazlandırılan ancak süreç içinde sermaye hiyerarşisini de tehdit edecek bir düzeyde toplumsallaşan dinci gericilik, bir dizi müdahale silsilesi içinde iktidar iddiasından uzaklaştırılmış ve sisteme, yenilenmiş kadrosu ve programı ile birlikte yeniden yerleştirilmeye başlanmıştır.
Söz konusu süreçte, dinci gericilik siyaset alanında yeni belirlenimlerin içine yönlendirilmektedir. Dinci gericilik, üç başlıkta “ikna” edilmiştir. İlki, uluslararası zeminde Türkiye’nin yeri ve rolü konusuna dairdir. Avrupa Birliği doğrultusunda seçimini netleştirmiş olan sermaye, dinci gericiliğin siyasi hedefini bununla uyumlulaştırmış durumdadır. Artık dinci gericiliğin ana gövdesi Avrupa Birliğinden yanadır. İkinci olarak, dinci gericiliğin tek başına ve yalıtık siyasi parti pratiği ile iştigal etmemesi dayatılmaktadır. Dinci gericiliğin kadroları, Türkiye’de siyasi yapının yenilenmesi sürecinde yerlerini uygun bir biçimde almaları doğrultusunda hem yönlendirilmiş hem de işlevlendirilmişlerdir. Son olarak, birbirini takip eden kriz süreçlerinde dinci gericiliğin ekonomi alanında oturduğu yere müdahale edilmiş ve dinci gericiliğin sermaye hiyerarşisini bozan unsurları, ekonomi alanından uzaklaştırılmıştır. Dinci gericilik, yenilenme adına işleyen bu tasfiye sürecinde üzerine düşeni yerine getirmeyi kabullenmiştir.
Süreç bu bütünlüğü ile işlerken dinci gericiliğin toplumsal tabanının bu dönüşümden nasıl payını alacağı sorusu önem kazanmıştır. Dinci gericiliğin örgütselliği içinde ulaştığı kadro ve taraftarları yerli yerinde durmaktadır. Tabanın yeni hedefler doğrultusunda yönlendirilmeleri ve dönüştürülmeleri için oldukça zahmetli bir çabanın gerektiği açıktır. Bu nedenle işçi ve emekçiler içinde saf tutmuş olan dinci gericiliğin bu alanı topyekün boşaltması söz konusu değildir ve süreç aynı etki alanının içinde yer alanların dönüştürülmesi ile ilgili olarak işleyecektir.
Bu durumun Türkiye işçi sınıfının mücadelesinde dinci gericilik başlığında “yeni durumlar” ürettiği açık olsa gerek. Emperyalizme ve tekelci sermayeye teslimiyet, dinci gericiliğin siyasal seslenme başlıklarını farklılaştırmış durumdadır. Böylelikle, Türkiye solunun dinci gericilikle artık işçi sınıfı zemininde daha fazla boy gösteren bir netlikte hesaplaşması için kapılar ardına kadar açılmış durumdadır. Saflar yeniden oluşmuştur.
Böylesi bir tablonun kentler nezdinde nasıl bir kavga zemini sunduğu giderek daha fazla önem kazanmış durumdadır. Türkiye solu, bu süreçte sosyal demokrasiye tutunarak yeniden canlanma dışındaki olanakları görmek zorundadır. Aydınlanmacı başlık zemininde bir kez daha siyasal faaliyeti üzerinden kendisine alan açma ve daha da önemlisi kentlerde işçi sınıfı içinde geniş ölçekte örgütlenme şansına sahiptir.
Kentlerin sosyal demokrasinin geleneksel kaleleri olarak yerleşiklik kazandığı toplumsal örgü, Özallı ANAP ve Refah Partisi çıkışlarıyla parçalanmıştır. Kentleri kaybeden sosyal demokrasinin akıbeti acı olmuş ve nihayetinde meclis dışında kalmıştır. Kentlerin kazanılması kavgasında, dinci gericiliğin bahsettiğimiz yeniden yapılanmasının yanı sıra sosyal demokrasinin mutlak çıkış ihtiyacı da belirleyici bir rol oynayacaktır. Sosyal demokrasi bir kez daha kentlere soyunacaktır. Ancak sosyal demokrasinin işçi ve emekçiler lehine tarihsel olarak biriktirdiği misyonun terkedilmesi söz konusudur ve sosyal demokrasinin kentleri yeniden kazanma çabası yeni bir eksen üzerinde kurulacaktır. Bu eksen, kentlerde orta sınıf merkezli hitap alanlarını genişletmeye dönük kurgulanmaktadır.
Bu tablo içinde ve kentlerde, halihazırda her tür dönüşümü yaşamaya hazır bekleşen dinci gerici bir kitle sosyal demokrasinin hedef kitle, haline getirmeye çalıştığı apolitik orta kesimler ve dışlanmışlığını varoşlarda günbegün yeniden üreten geniş emekçi topluluklar yığışmış durumdadır. Bu yığışmada kentleri hem yaşadıkları atmosfer üzerinden hem de üretim sürecindeki ağırlıkları itibariyle toplumsal gidişata daha etkin bir biçimde taşımaya dönük bir kavga nesnelliği gizlidir.
Neresinden bakarsanız bakın, dinci gericiliğin güncel gelişmelerin uzantısı olarak, yakın gelecekte toplumsal tabloda oturacağı yeri büyük ölçüde bu kentlerin kazanılması kavgası belirlemeye başlayacaktır. Aynı şekilde aydınlanmacı kavganın kendisini somutlayacağı alan, sadece kentlerin oturduğu zemin değil, aynı zamanda kentlerin sürüklendiği kavga nesnelliği olacaktır. Kentlerde somut bir durum olarak karşımıza çıkan kavga nesnelliğinin içinde barındırdığı renkler ise oldukça çeşitlidir.
Kentlerde ve özellikle metropollerde, Kürt ve alevi kimliğiyle yoğrulmuş dinamiklerin önemi korunmaktadır. Dinci gericilikle ilişkisi söz konusu olduğunda, ilericilik bağlamında alevi kesimlerin ve devrimci hareketle somut bağlantıları üzerinden Kürt kitlesinin düzen dışı potansiyeli içinden geçtiğimiz 10 yıl içinde bütünüyle boşaltılmıştır. Dinci gericiliğin hareket alanının genişlemesinde hem bu boşalmanın rolü olmuş, hem de her iki kesimle dinci gericiliğin uzlaşma ve ilişkiye girme kanalları güçlenmiştir. Bu durumun, devrimci komünist hareketin alanını önemli ölçüde sınırladığı iyi kavranmak zorundadır. Bu tespit, aynı anlama gelmek üzere, hareket alanını genişletmek için yola çıkanların her iki kesimle sınıfsal içerikte politik ve ideolojik, hatta örgütsel başlıkta kapsayıcı mekanizmalarını yetkinleştirmesinin önem kazandığını göstermektedir.
Dinci gericiliğinde içinde yerini aldığı yeniden yapılanma sürecinde AB tercihinin uzantısı kimi dayatmalar kendini en çok kentlerde gösterecektir. Kentlerin içindeki bir dizi toplumsal/sınıfsal dinamiği birbirinden kopartarak korkularını bertaraf etmeye çalışanların, kentlerin sisteme yeniden ama mutlak bir bütünlük içinde kazanılmasını önemsediklerini de ihmal etmemek gerekiyor. Çözülmesi ve kapsanması mümkün olmayacak bir dizi toplumsal dinamiği kentlerin marjinal alanlarına hapsedecek ve bu alanların kentin genel atmosferine açılmaması için her türlü seti inşa edecek bir yönelim, AB perspektifli programların çoğu zaman ihmal edilen ama kanımca en kritik boyutlarından birisini oluşturmaktadır.
Ulusal programın başka birçok boyutun yanı sıra, kentlerdeki modernizasyon sürecini ivmelendirmeye yönelik de bir beklentiyi dillendirmesi önemsenmelidir. AB sürecinde, gözlerin dikildiği yer kesinlikle kentler olmaktadır. Modernize edilmiş haliyle, kentlerin Türkiyenin yapısını temsil eder hale getirilmesi için her türlü emperyalist ilişkiye kapılar ardına kadar açılmış durumdadır. Yerel yönetim reform paketinin içine de yerleştirilen bu perspektif, aynı zamanda kent tüketimini palazlandırarak emperyalist tekellere yeni sömürü alanları açmayı da içinde barındırmaktadır. Dinci gericiliğin siyasi sisteme ve ekonomik hiyerarşiye yeniden ve özellikle kentler kanalıyla kazandırılmasında, bu projelerin oldukça önemli rolü olacaktır.
Öyle görünüyor ki, komünistler ve devrimciler ister farkında olsunlar ister olmasınlar kentlerin yeniden kazanılması kavgasının içine tam boy çekilmiş durumdadırlar. Kentlerin yeniden kazanılması kavgası, sadece kritik bir kavga alanı olmanın ötesinde, Türkiye işçi sınıfının mücadelesinin de orta vadedeki geleceğini belirleyecek bir niteliği sahiptir. Kavga gerçekten zorlu bir kavga olacaktır.
Aydınlanmacı kimlik ve işçi sınıfı
Aydınlanmacı kimlik en çok bilimsellikle ilişkilidir. Dünyaya, Türkiye’ye ve daha doğrusu hayatın kendisine bilimin ışığında ve yol göstericiliğinde bakmakla ilişkilidir. Bu yönüyle bakıldığında aydınlanmacı kavganın daha çok aydın bilim adamı ve sanatçı hareketi içinde bir karşılığı var gibi görünmektedir. Kuşkusuz, bir ağırlıktan söz etmek mümkündür ancak aydınlanmacı kimliği bir aydın uğraşı olmaktan çıkartmanın sadece iyi değil, zorunlu olduğu da kavranmak zorundadır. Aydınlanmacı kavganın toplumsal taraflarını yaratmak ve bu taraflaşmanın iktidara yürüyüş sürecinin taşlarını döşemesini sağlamak mümkündür.
Bu bakış açısının ikili bir anlamı vardır. İlki; aydın ya da sanatçı hareketinin örgütlü bir kavganın parçası haline getirilmesiyle ilişkilidir. Örgütlü kavganın bir parçası haline getirilemeyen onurlu çabaların, Türkiye işçi sınıfının mücadelesi açısından anlam kazanması için Aziz Nesin gibi örneklerin çıkmasını beklemekten başka yolu yoktur. Aziz Nesinler ise kesinlikle özgün örneklerdir ve bu topraklarda sıkça karşımıza çıkmazlar. Öte yandan ve daha önemlisi ise, işçi sınıfına yeniden bir gelecek kazanmak üzere yaşama inanç ve sevincinin yüklenmesine dair ihtiyaçla ilgili olanıdır.
Aydınlanmacı kavganın, sadece sınıfsal dinamikleri açığa çıkarmakla kalmayıp, işçi sınıfını yeniden bir insan olarak kendisine, bir yurtsever olarak ülkesine ve dünya çapında halkların kardeşliğine taşıyacak olan bir dinamik olarak da işlevsellik kazanması gerekmektedir.
Bugün Türkiye emekçileri tekil bireyler olarak kendisinden umudunu kesmiştir. Emekçilerin sadece bir sınıf olarak neler yapabileceğini fark etmesi yetmez, bir insan olarak hayata gözlerini açmanın karşılığını ve değerini yakalaması da zorunludur. Bu, iktidara yürüyüşün ciddi bir enerji ve umutla yüklenmesi demek olacaktır.
Emperyalist hesapların içine her anlamda yerleştirilebilen dinci gericilik, bu alandaki pozisyonuyla hem doğrudan zararlı bir unsurdur hem de ikircikli pozisyonuyla alan kapatıcı bir işlev görmektedir. Her iki boyutun siyasal uzantılarının Türkiye işçi sınıfının kavgasına taşınması mümkündür ve kesinlikle ciddi hareket alanları sunacaktır.
Öte yandan, bugün dünyada kan gövdeyi götürüyorsa, bunda dinsel renklerle büründürülmüş savaşların payı büyüktür. Halkları birbirine düşman eden niteliğiyle, dinsel belirlenimli siyasal hareketler enternasyonal dayanışma ve dünya halklarının kardeşliği için en büyük tehlikelerden birisi durumundadır. Bu tehlikeyi bertaraf etmenin en önemli ayağı, Türkiye emekçilerini aydınlanmacı bir kimlikle yüklemek olacaktır.
Bugün dinci gericiliğin ister siyasal bir hareket olarak Türkiye topraklarında oturduğu yer söz konusu olsun, isterse emperyalistlerin ve tekelci sermayenin güncel tercihleri açısından olsun devindiği zemin tam boy bir kavga alanını önümüze çıkarmaktadır. Böylesi bir zeminin, gerçekten de her zaman karşımıza çıkacak bir durum olmaması nedeniyle kesinlikle üzerinden atlanmaması gerekiyor.
Sınıf mücadelesinin güncel dinamikleri her tür siyasi-örgütsel dönüşüm sürecini belirlemektedir. Aynı şekilde, işçi sınıfının sınıf kavgası içinde oturduğu güncel pozisyon müdahaleler söz konusu olduğunda kritik bir değer taşımaktadır. Bu açıdan bakıldığında, sınıf mücadelesinde işçi sınıfının siyasi/toplumsal süreçlerden bir sınıf olarak dışlanmışlığı ağırlıklı belirleyen olarak karşımızda durmaktadır. Bu dışlanmışlığın kırılması doğrultusunda özgün bir çaba ve kararlılığa olan ihtiyaç her geçen gün artmaktadır.
İçinden geçilen süreçte, Türkiye işçi sınıfı belki de tarihinin en acımasız saldırısı ile karşı karşıyadır. Bu saldırının başka bir dizi boyutunun yanı sıra dağıtıcı potansiyeli, içinden geçtiğimiz süreçte can yakıcı bir nitelik kazanmıştır. Dağıtıcılık esas olarak, işçi sınıfını, sınıf kimliği bütünlüğünden uzaklaştırmaya neden olmaktadır. Siyasi ve toplumsal süreçlerden dışlanmış işçi sınıfının başta sendikalar olmak üzere tarihsel kazanımların ürünü örgütlülüğünün içini boşaltmak, tüm acımasız saldırılara karşın yine de mümkün olabilmektedir. Ortaya çıkan tabloda, dağılmış ve kendi kabuğuna iteklenen sınıfın elini uzattığında bulabildiği alt-kimliklere sarılmaya başlaması önem kazanmıştır.
İşçi sınıfını sınıf kimliğinden uzaklaştıran ya da farklı alt-kimlikler üzerinden bu kimliğin üzerini örten durumlar, daha çok işçi sınıfının gündelik toplumsal iştigalinin işyeri zemininden kopmaya başlamış olmasının ürünüdür.
İster sendikal alan söz konusu olsun, ister yaşadıkları mekanların sosyal haritası açısından bakılsın, işçi sınıfını bir sınıf olarak harekete geçiren dinamik önünde sonunda işyerinde düğümlenmektedir. Herhangi bir sendikal politika ya da tercihin, işçi sınıfına taşındığı kanal, şube-işyeri kanalıdır. Aynı şekilde, belirli bir yerellikte yaşayanların çoğunluğunu aynı ya da yakın işyerlerinde oturanlar oluşturmaktadır. Metropollerdeki hemşerilik ilişkisine dayanan mekan tutma çözülürken, diğer taraftan da aynı ilişki kendisini üretim alanında ağırlıklı olarak aynı işyerinde buluşmayla yeniden üretmektedir.
İşçi sınıfına politik/ideolojik kavganın taşınacağı ana kanal işyeri kanalıdır. İş-yeri kanalının şu ya da bu süreçlerin uzantısı olarak bozulduğu koşullar, işçi sınıfını farklı alt-kimlikler üzerinden hareket etmeye zorlamaktadır. O halde, işçi sınıfı saflarına aydınlanmacı kavgayı mal etmenin koşulu, işyeri kanalını somut siyasi faaliyet alanı haline getirmekle mümkündür.
Bir başka kritik başlık ise işçi sınıfının gündelik yaşamında soluduğu atmosferin farklılaştırılmasında düğümlenmektedir. Bunun için, aydınlanmacı kimliği öne çıkaran siyasi faaliyetin bütünsel kurgusuna ihtiyaç yakıcıdır. İçinde solunan bir atmosfer yaratmak için bu bütünsellik şarttır. Bütünselliğin kurulacağı zemin ise esas olarak bir üçgenin köşe noktalarını birleştirme çabasını ifade etmelidir. İşçi sınıfı, aydın/sanatçı ve sınıf örgütleri arasındaki bağlantının kurulması zorunludur. Bu bağlantı yakalanabildiği ve kurulabildiği ölçüde, işçi sınıfının içinde soluduğu atmosferin değiştirilmesi mümkün hale gelebilmektedir.
Tam da bu nedenle, kentlerin yeniden kazanılması kavgasında, komünist hareketin tutamak noktası tek başına geniş emekçi kitlelerle şekilsiz bir buluşma olmayacaktır. Kentleri yeniden kazanmayı önüne koyan bir siyasi hareketin, gözünü dikmesi gereken hedef, esas olarak kentlerde solunan havanın, işçi sınıfı mücadelesini siyasi ve ideolojik boyutta besleyecek biçimde dönüştürülmesi hedefidir. Bu hedefin gerçekleşmesi örgütlü geniş emekçi kitleleri arkasına alan ve onların harekete geçtiklerinde hızla üretebilecekleri enerji ve umudu kentin toplamına yayılmasında taşıyıcı olacak unsurların harekete geçirilmesine bağlıdır.
Tarihte işyeri çalışmasının ve altını çizdiğimiz bağlantı noktalarının birbirini besleyecek düzeyde hayata taşınması için en yetkin araç partili mücadeledir. Partili mücadele yükseltilebildiği oranda her iki başlıkta da, kavgamız adına mesafe katedebilmek mümkün olabilmektedir. Tam da burada altı özenle çizilmesi gereken şudur; partinin pozisyonu kesinlikle bir tür organizasyonel pozisyon değildir. Partili faaliyetin akışkanlığı içinde faaliyetler toplamı içinde ortaya çıkanlar değiştirici, dönüştürücüdür. İşçi sınıfı saflarından dinci gericiliğin uzaklaştırılması bir değiştirme ve dönüştürmeyi tetikleyen bir kavga meselesi olduğu sürece parti vazgeçilmezdir. Parti’nin rolü ise gündelik pratikte en çok işçi ve emekçi mücadelesini tüm değerleriyle ve enerjisiyle birlikte kent merkezlerine taşıma çabası içinde somutlanacaktır. Kentlerde yaratılacak bu atmosferin dinci gericiliğin kentlerden sökülüp çıkartılması için de vazgeçilmez olduğu açık olsa gerek.